27 Eylül 2013 Cuma

Nick Hornby - Düşerken

İntihar etmek için kurduğunuz alarmla uyandınız. Giyindiniz, makyaj yaptınız. Belki hiç öyle bir niyetiniz yokken, işinizin ortasında bir anda ofisten çıktınız. Belki evinizdeki izmarit dağının ardınızda bıraktığınız tek şey olduğunu düşünerek ayakkabılarınızı giyip sokağa fırladınız. İstikamet bir gökdelen. Hayat boktan, intihar edeceksiniz. Belki hiçbir şey size yetmemeye başladı, hayatınızda radikal bir değişim istiyorsunuz. Belki canınız çok sıkıldığı için. Her neyse, gökdelene çıktınız ve orada üç kişi daha var. İntihar etmek için en popüler gökdeleni seçtiniz. İntiharı biraz ertelemeniz gerekecek.

Martin Sharp, ünlü bir sabah programı sunucusu. 15 yaşında bir kızla cinsel ilişkiye girdiği için eşini, çocuklarını, işini kaybediyor. Çatıya. Maureen, engelli oğluna yıllardır bakan, kiliseyle ev dışında başka bir yere gitmeyen bir kadın. Rutinden bıkmış. Çatıya. Jess, takıntılı bir genç kızımız. Babası bürokrat, kardeşi kayıp. Zor bir çocukluk geçirmiş, kafayı kırmış biraz. Deli gibi. Chas'in kendisini arayıp sormamasına takmış, çocuğu arayıp bulamamış. Çatıya. JJ, ABD'de iki albüm yapıp dağılmış bir grubun elemanı. Sevgilisinin peşinden İngiltere'ye geliyor, kız bunu terk edince kurye olarak çalışmaya başlıyor. Bir siparişi adrese götürürken motoru yol kenarında bırakıyor. Çatıya. Dördünün karşılaşmalarına kadar hikâyeleri böyle. Karşılaştıktan sonra birbirlerinin hayatlarını toparlamaya çalışacaklar, yapacak başka bir şeyleri yok. Sıkı bir grup da değil bu; her biri çok farklı sebeplerle çatıya çıkmış. Çok farklı insanlar. Bu toparlama mevzusu da haliyle oldukça ilginç olacak.

Jess atlamak üzereyken Martin kızı boynundan yakalıyor, Maureen'le birlikte kızın üstüne oturuyor. O sırada ortama JJ geliyor, pizza sipariş edip etmediklerini soruyor. Çalıştığı yerin motosikletini çalışır halde aşağıda bırakmış. Böyle tanışıyorlar. JJ hakkında bir iki şey: Faulkner, Dickens, Vonnegut, Brendan Behan, Dylan Thomas seviyor. Gerisi kendi ağzından:

"Neyse, kısacası bir yılbaşı gecesi Kuzey Londra'da o boktan mopedinizle pizza dağıtıyor, üstelik bütün ay çalışmanın kaarşılığında ala ala asgari ücret alıyorsanız insanlar hemen sizin bir zavallı olduğunuz sonucuna varıyor. Tamam, evet, işin içinde bir zavallılık var tabii. Zavallı adamlara, hiçbir işte dikiş tutturamamış olanlara göre bir iş pizza dağıtmak. Ama bu işi yapanların hepsi de geri zekalı değil. Hatta Faulkner ve Charles Dickens okumuş olmama karşın bu işi yapanlar arasında en aptalı, en azından en eğitimsizi bendim. 

(...)

Benim kuşağımın sorunu şu: Hepimiz kendimizi birer dahi sanıyoruz. Elimizle bir iş yapmak ya da bir şeyler satmak bizi tatmin etmiyor, biz ille de bir şey olmak istiyoruz. 21. Yüzyılda yaşayan insanlar olarak bunun en doğal hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Eğer Christina Aguilera, Britney ya da bilmem kaç tane boş kafalı Amerikan pop yıldızı bir şeyler olabiliyorsa, biz niye olmayalım? Biz de istiyoruz, tamam mı? Benim grubum için de geçerliydi bu. Biz de böyle düşünüyorduk işte. Bir barda görebileceğiniz en şahane sahne gösterilerini biz yapıyorduk. İki albüm çıkardık. Müzik eleştirmenleri albümlere bayıldı ama sokaktaki insanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yetenekli olduğunu bilmek insanı mutlu etmeye yetmiyor, değil mi? Aslında yetmeli tabii. Yetenek bir armağandır, sana öyle bir armağan bahşedildiği için yatıp kalkıp dua etmelisin. Ama ben öyle yapmadım. Tam tersi, öfkelendim çünkü yeteneğim para etmiyordu, üstelik Rolling Stone'un kapağına bile çıkamamıştım." (s. 35)

Sonrasında yapmak istediği ve yapamadığı onca şey var, anlatıyor bir bir. Yeteneği olan, fakat kendi deyişiyle ayaklarının üstünde duramayan bir adam. Kimsenin yetenekli olmakla yetineceğini sanmam, ego manyakları hariç. Kullanılamayan yetenek adamı içten içe yer. Fırsatı olsa dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri olacağını düşünen, hatta bilen bir adamın memur vs. olduğunu düşünebiliyor musunuz? Her gün ayrı bir işkence olur. Bu abimiz için de durum bu. Evet, belki herkes bir şey olmak istiyor ama yeteneğinin olmadığını er geç anlayan biri için rüya çabuk bitiyor. JJ gibiler için o rüya devam ediyor. Boktan bir işte çalışırken bile.

Yarım saat veriyorlar birbirlerine, hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Martin için kolay bir olay; bir televizyon yıldızının skandalını elbette duymayan yok ama işin öbür boyutunu anlatıyor. Kızın 15 yaşında olduğunu bilmiyormuş, çok alkollüymüş. Böyle şeyler. Jess Chas'i anlatıyor. Maureen oğlunu anlatıyor. Arada intihar sebeplerini tartışıyorlar. Bu dört karakter de sırayla anlatıcı oldukları için olayların her biri açısından nasıl şekillendiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Düşüncelerini de okuyabiliyoruz tabii. Mesela JJ'in intihar sebebi olarak beynindeki CCR hastalığını söylemesi. CCR, Creedence Clearwater Revival. Who'll Stop the Rain. Kendi trajedisini intihar etmek için yeterli görmemesi. Her birinin böyle küçük mevzuları çıkıyor arada.

Önce Jess'in olayı çözülüyor; gökdelenden inip Chas'in olduğu partiye gidip çocuğu buluyorlar. Çocuk, Jess deli gibi bir şey olduğu için onu aramamış falan. Jess müsteşar kızı işte, ailenin durumu iyi olsa da yıllar önce kaybolan bir abla var, aileyi dağıtmış bu. Anne manyak olmuş, Jess'e karşı leş gibi. Jess de tırlatıyor hafiften. Ne diyeceği, ne yapacağı belli olmayan bir kız.

Martin'in evine gidiyorlar sonra. Eşi Martin'den ayrılmış haliyle, çocuklar da yanında. Martin, birlikte program sunduğu Penny ile birlikte yaşıyor. Penny'le hikâyesi için dediği: "(...) Kitapta birbirlerine aşık oldukları halde bir türlü bir araya gelemeyen, nihayet bunu başardıklarındaysa artık yüz yaşına basan bir çiftin hikâyesi anlatılıyordu. (...) İşte Penny'le ilişkimiz de böyleydi." (s. 91) Burası güzel, çünkü kitap Kolera Günlerinde Aşk ve Hornby bundan Ölümüne Sadakat'te de bahsediyordu. Böyle ince izleri bulunca seviniyor insan.

Martin'de Sevgililer Günü'ne kadar intihar etmeyeceklerine dair söz veriyorlar. 14 Şubat'ta buluşacaklar. O arada hayatları daha iyiye gitmiyor tabii, hatta buluşmalarından sonra da işler iyice acayip bir hale geliyor, gazeteciler Martin'den dolayı bu intihar grubuna ilgi göstermeye başlıyor, bunlar da bir meleğin kendilerini intihardan vazgeçirdiğini söylüyorlar, para karşılığı röportaj yapıyorlar falan. Kitabın yarısı böyle, diğer yarısında farklılıklarının ve ettikleri onca kavganın kendilerini iyileştirdiğini görüyorlar. En azından kitabın sonunda kimse ölmüyor. Ha, başka bir buluşma gününde gökdelenin tepesinde bir araya geldikleri zaman beşinci bir kişi görüyorlar, binanın kenarında. Adamı vazgeçirmeye çalışırlarken adam sessizce inleyip bırakıveriyor kendini aşağı. Kendi hayatlarını sona erdirmeye o kadar yaklaşıp başaramadıkları, aslında pek de sorunlu kişiler olmadıklarını düşünerek utanıyorlar diyebiliriz, bu duyguyla birbirlerine sarıyorlar yine. Kim anlatıcıyken düşünüyordu, bilmiyorum ama birinin fikri şuydu: Aslında yaşamayı çok seviyorlar ama hayatları boktan. Yaşamla ilgili bir problemleri yok, sadece bazı şeyleri değiştirecek güce, sabra sahip değiller.

Daha pek çok olay var, tatile çıkıyorlar falan, büyük bir toplaşma oluyor tanıdıklarıyla ama şu kadarını söyleyeyim, Maureen kendi hayatını yaşamayı unuttuğunu anlıyor, bir işe giriyor. JJ, kendisini terk eden kızla konuşuyor ve kızın kendisini müziği bıraktığı için terk ettiğini duyunca sokakta gitar çalmaya başlıyor. Başarısızlıktan değil, onu hayata bağlayan müziği bıraktığı için. Martin ve Jess de bir şekilde devam ediyorlar. Hayat devam ediyor.

Hornby okurları bu romanı pek sevmemişler, çok sinematografikmiş. He, bir de kitabın film haklarını Johnny Depp satın almış, öyle de bir olay var. Öyledir, değildir, bilmiyorum. Beş Hornby kitabı okudum, Ölümüne Sadakat bir yana, diğerlerinden iyi veya kötü diyemem. Hornby işte. Akar gider. Pek tavsiye ederim.


Bunu da tavsiye ederim. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

Aslı Tohumcu - Taş Uykusu

Toplu taşıma araçlarındaki tiplerden yola çıkarak bir şeyler yazmaya bizde Halid Ziya başlamış olabilir. Onun zamanında tramvay vardı. Hayat-ı Şikeste hikâyesinde yanlış yöne giden bir tramvaya binen kızla bu kıza yardımcı olan adamı anlatır. Başka bir hikâyede tipten tipe atlayarak kişilerin ruh hallerini, hayatlarını yüzlerinden okur adeta. Bu konuları muhtemelen bir tramvay yolculuğunda, onca yüzü inceleyip nasıl bir mevzu çıkaracağını düşünürken buluyordu. Tam hatırlamıyorum, kaynak da İstanbul'da kaldığı için bakamıyorum ama kendisinin şuna benzer bir sözü vardı: "Bana bir tramvay dolusu insan verin, size bir roman yazayım." Eh, böyle bir şeydi. Aristo söylemiş gibi oldu ama anlayın işte. Aynı sıralarda Hüseyin Rahmi de yazıyordu, Şık'ın girişindeki tramvay sahnesi efsanedir. Vapurlu bir hikâyesi de var, Ada Vapurunda, o da oldukça komikti. Yani o zamanlardan toplu taşımadaki tiplerden yararlanarak üretilen metinler mevcuttu ve gayet başarılıydı bunlar, günümüze kadar daha kaç metin vardır böyle.

Aslı Tohumcu'nun toplu taşıma deneyinde bütün karakterler sırayla anlatıcı oluyor. Her birinin iç dünyasına odaklanabiliyoruz, böylece Türkiye'nin kişisel ve sosyal çöküntüsünü falanını filanını görebiliyoruz. Otobüste vs. insanlara bakıp "bunların hayatları nasıl lan acaba" diye düşünmüşünüzdür illa. Şimdi aynı taşıttayız, aynı manzaraya bakıyoruz ama düşündüklerimiz, düşüneceklerimiz çok farklı. Nereye gidiyorsunuz, ne derdiniz var, kimsiniz? Beş dakika sonra birbirimizi bir daha görmemecesine, görürsek de hatırlamamacasına ayrılacağız. Hayat akıp gidecek. Bu kitapta, yolculuklarda hayatlarını merak ettiğiniz kişilerin bir bölümü, birtakım düşünceleriyle birlikte dondurulmuş, muhafaza edilmiş. Bu açıdan, yani anlatıcının kişi kişi gezmesinden ve karakterler ele alınırken ortaya çıkan üslup değişiminden bahsediyorum, başarılı bir metin bence. Farklı sıkıntıların bir süre sonra birmiş gibi algılanmasını sağlıyor bu anlatıcı değişimi. Korkutucu bir şey; onca farklı yaşamın aynı noktada birleşmesi, bunlardan kurtuluş yokmuş gibi hissettiriyor. Kurtuluşun olmadığı yerde de şiddet doğuyor haliyle. Arka kapakta "Türkiye'nin şiddet yüklü yüzü" deniyor bu çıkmaz için. Şiddet, şartlar uygun olduğunda kolaylıkla ortaya çıkan bir şey. Savaş gibi. El bombasının pimini çekeriz, karşı tarafa sallarız. Elimizdeyken bir nesnedir sadece, bütün olağanlığıyla basit bir eşya gibi. Attığımız zaman sadece sesi gelir bize, öbür tarafıyla karşıdakiler ilgilensin. Şiddet de böyle. Sinirleniyoruz ve olağan hareket ediyoruz. Bize göre. Bu olağanlık tekme olur, yumruk olur. Bunu da bunları yiyen düşünsün. Çok basit. Şunu vermesem olmaz:


Bu insanlar eve ekmek götürmeyi, kocadan yenecek dayakları düşünürken erdemli bir insan olmak bunun neresinde kalacak? Kalmayacak bile.

Şoförle başlıyoruz. Şoför, metni de yolculuğa çıkartan dayımız. Yaşadığı bildiğimiz bir bunaltı: Aynı duraklar, aynı insanlar, her şeyin tekrar etmesi. Üstüne akbil basmadan geçenler, beleşçiler vs. derken kayışı koparmamaya çalışıyor.

Kişilere ayrı ayrı değinsem bu yazı destan olur. Bir iki anlatayım. Polis olmak isteyen, polis olunca istediği kızı elleyebileceğini düşünen bir genç. Karısının sertliğinden bezmiş, evden ayrılmış, oğlunu görmek isteyen bir adam. Kendi çocuğunu öldüren, olaya şahit olan kızını da öldürmeyi düşünen başka bir adam. Kocasının tecavüzüne uğrayan bir kadın. K. adında gizemli bir adam. Beş on kişi daha ekleyin böyle. Kadro sağlam yani, dertler şelale.

Şiddet, Aslı Tohumcu'nun özellikle üzerinde durduğu, başarıyla normalleştirdiği bir olgu. Bütün kişisel facialar için. Trajik değil, yıkıcı değil, su içmek gibi bir şey, basit. Korkunç tabii ama bu normalleşmenin sonu daha da korkunç, belki de bir sonu olmadığı için. İlerleyen bölümlerde şiddetle ilgili bir bölüm var, küçük bir kısmını alıyorum: "Ara sıra karşımızdakini yok etme arzusu duymamız tamamıyla normaldir. Ama bunu eyleme dökmemiz başka faktörlere bağlıdır; sosyal ve ekonomik şartlara." (s. 76)

Final tam bir kaos, malumu ilam. On numara.

Küçükyalı'da halk ekmekçiden almıştım bunu, 3 TL. Bulursanız alın, 500T'ye binip okuyun hatta.


24 Eylül 2013 Salı

Richard Brautigan - Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek

Kaybolmayan anı istiyoruz. Biz öldükten sonra bunlar bir şekilde varlığını sürdürse, bu dünyada kalan bilinç kırıntılarımızla birlikte yaşasalar. Bencilce bir şey ama en doğal hakkımız; aklımıza kazınmış, istediğimiz an bütün canlılığıyla gözümüzün önüne getirebildiğimiz anılarımız korunsun. Geride bir şeyler kalmalı. Bu cümleye kitabın adını alacaktım, üşendim. Almışım gibi düşünün. Bachelard'ın evlere dair bir sözü vardı, tam hatırlamıyorum. Evlerin binlerce anıyı peteklerinde hapsetmesi gibi bir şeydi. Brautigan bir şato. Anlattıklarından daha çok anlatmadıklarını düşünerek tedirgin oluyor insan. Cansever kendi için "hiç kimselerin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi" der ya, Brautigan'ın çabası da benzer bir çaba.

Brautigan'ın okuduğum ilk kitabı. Diğerlerini Kadıköy'de arayıp bulurum artık. Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek, kişisel tarihçiliğin on numara bir örneği. İntiharından iki yıl önce tamamlamış bu kitabı Brautigan, 1981-82 gibi. Beat Kuşağı'nın en kendine özgü, içe dönük ve kendini öldürmeli adamı.

Hamburger yemeye tercih edilen kurşunlarla başlıyoruz. Ağlayan bir çocuk, sonsuz bir suçluluk duygusu ve okurda uyanan büyük bir merak. Kitabın sonunda çember tamamlanacak. Sondan önce çocuğun yaşadıklarını, iç içe geçmiş anıları adım adım izleyeceğiz. Bunları birbirine bağlayan leitmotif şu:

Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz... Amerikalı... Toz

Anıların ilki, II. Dünya Savaşı'nın ardından çocuğun yaşadığı civardaki gölün kenarına gelen bir çifte ait. Kadınla adam zebellah gibiler, karavanları var ve deli gibi balık tutuyorlar. Çocuk onları izliyor. Günler boyunca. Bu sırada yaşamayı, güneşi, suyu ve yoksulluğu keşfetmeye çalışıyor. Brautigan'dan naif, hassaslık dolu bir bölüm:

"O zamanlar, giymeye zorlandığım o alay edilecek kadar eskimiş tenis ayakkabılarının anlamıyla, Devlet yardımı aldığımız ve Devlet yardımının da, doğası gereği, bir çocuğun gurur duyması için verilmediği gerçeği arasında ilişki kuramayacak kadar naif ve saftım.

Yeni bir çift tenis ayakkabısı aldığımda, dünyaya bakışım birden değişirdi. Yeni bir insan olurdum, dünya üzerinde yeniden gururlu yürümeye başlardım ve dua ederken yeni bir çift tenis ayakkabısı almama yardım ettiği için Tanrı'ya şükrederdim." (s. 13)

Yoksul çocuklar çevrelerine, hayatlarına biraz daha dikkatle yaklaşıyorlar galiba. Evlerindeki uyarıcı eksikliğini çevredekilerle gidermeye çalışıyorlar. İyi bir gözlemci olmalarının temeli bu. Tabii bunun için yoksulluktan önce duyarlılık, merak ve biraz da kolaylıkla özlemek lazım.

Anlatıcının bahsettiği yoksul bir çocuk, kendi çocukluğu. Çiftin gelişini beklerken yakınlardaki bıçkıhanenin bekçisiyle ahbaplık kuruyor. Bu çocuğun farklı bir kişiliğe sahip olduğunu anlıyor insanlar, o yüzden yüzeysel olmayan ilişkiler kuruluyor aralarında. Çocuk, bekçinin boş bira şişelerini toplayıp depozitolarından para kazanıyor.

Bundan sonra ölü çocuğun cenazesi geliyor. Hassas biri demiştik bizim çocuk için, ölü bir çocuk fikrinin ne kadar travmatik olacağını tahmin edin. Jackson C. Frank geliyor aklıma. Naif bir sanatçı, kendi şarkılarını yazıp söylüyor ama çocukken zor kurtulduğu, arkadaşlarının ölmesine yol açan yangını unutamıyor bir türlü, tek bir albüm çıkarıyor ve gerisi gelmiyor, acılarla boğuşuyor hayatı boyunca. Yalnız başına ölüyor. Bazı insanlar kaldıramaz acıyı. "Çok acı var, dayanamıyorum." Dicle Koğacıoğlu'nun intihar notu. Herkesin bir sınırı var, bizimki nerede başlıyor acaba?

Çocuğun naaşı, cenaze levazımatçısının kızının soğuk, bembeyaz elleri, sürekli tütün çiğneyen yaşlı adam ve gelip geçen tatiller, günler, aylar, insanlar, alayı birbirine karışıp anı bulamacı oluyor. Böyle bir anı topağında kronolojik bir ilerleyiş bulamıyorsunuz. Normaldir. Yine de çember kapatılmış; hamburger-mermi mevzusunda çocuğun gittiği okulun jönü başka bir çocuk var. Bu başka çocuk, bizimkiyle arkadaşlık kuruyor ama okul dışında. Okulda bunları birlikte gören yok. Neyse, ava gidiyor bunlar ve bizimki, hamburger yerine tercih ettiği mermilerden biriyle çocuğu vuruyor. Yanlışlıkla. Eleman ölüyor ve gelsin ömür boyu pişmanlık. Gerisi zaten Brautigan. Tütüncü yaşlı adam ve kendisi hakkında söylediği bir şeyle bitiriyorum:

"O zamanlar, bir takvime baktığımda sık sık zamanın coğrafyasında kaybolduğunu ama yine de bunu umursamadığını düşünürdüm. Çok geçmeden kendimi de onun gibi bulacağımdan pek haberim yoktu:

Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz... Amerikalı... Toz" (s. 66)

Bitti.

23 Eylül 2013 Pazartesi

Nick Hornby - Futbol Ateşi

Çocukken zaman ölçütüm babama gitmek veya babamdan gelmekti. Televizyonda bir film başlayacak, mesela 22:00'da olsun. Babamlardan geldikten iki saat sonra film başlayacak, diye düşünürdüm. Ben çok küçükken annemle ayrılmışlar. Kendine yeni bir aile kurmuştu, Suadiye'de oturuyordu. Orası benim için cennet gibiydi. Geniş, ağaçlıklı sokaklar. Küçükyalı'dan pek bir farkı yoktu gerçi ama çocukken canım çok sıkılırdı, Suadiye değişik bir yer sonuçta. Her neyse, şuraya bağlayacağım; kendimi de takıntılı bir insan sayarak söylüyorum, bizler için zaman çeşitli olaylarla ve kişilerle birlikte akar. Bu mevzu çok küçük yaşlardayken yerleşiyor ve insan bundan kurtulamıyor. Babamla ilişkimiz koptu, yerine apartmanın karşısındaki dükkanın mantı yaptığı günler geldi, ardından başka bir şey. Şimdi Zonguldak'a yerleşmem ve 5 saatlik Zonguldak - İstanbul yolculukları var. Zaman bütün bu insanlarla, bütün bu olaylarla birlikte akmıyor, damlıyor. Bu yüzden ayrıntıları çok iyi hatırlıyoruz belki, sanki bazı şeyleri daha dün yaşamışız gibi. Aslında öyle değil, olayları birçok saçma sapan şeyle eşleştirdiğimiz için hiçbiri aklımızdan çıkmıyor. Sonra bazılarını anlattığımız zaman, "Öyle mi, hiç hatırlamıyorum ya," diyorlar ve ele sopa alasımız geliyor. Nasıl hatırlamazsın ya. Sinirlendim yine. Bir değil, beş değil, on değil.

Ölümüne Sadakat'i lisede okudum, Cthulhu Mitosu Öyküleri'yle takas etmiştim. Filmi de var, John Cusack oynuyor. Ben kendisini çok severim. Başrolü almayı çok istemiş, ondan başkasını düşünemiyorum o rol için. Gerçi kitabı daha iyi, önce onu okumanızı tavsiye ederim. Neyse, adamın takıntılarına hayran kalmıştım. Bir plak dükkanınız var, yıllardır sabit bir şekilde yaşıyorsunuz ve size en çok koyan son ayrılığın ardından başarısızlıkla sonuçlanmış, sizi darmaduman etmiş beş ilişkinizin bitiş sebebini sorguluyorsunuz, bu esnada bu olaylarda rol oynamış bütün kadınlara ulaşıp ilişkinin neden bittiğini soruyorsunuz. Hayat toparlamak için en ideal yol değil belki ama herkes en ideal yolu bulsaydı kimsenin herhangi bir problemi olmazdı, hiçbir konuda. Futbol Ateşi otobiyografik bir metin. Ölümüne Sadakat, İyi de Nasıl?, Çat! gibi Hornby romanlarını bu metin üzerinden değerlendirirsek bunlardaki birçok mevzunun aydınlandığını, takıntıların vs. doğrudan Hornby'den geldiğini görebiliyoruz.

"Bu kitap, kendi saplantımla arama belirli bir mesafe koyma çabasıdır. Liseli bir oğlanın aşkı olarak başlayan bir ilişki, nasıl olur da hayatımda kendi irademle girdiğim diğer tüm ilişkilerden daha uzun, tam yirmi beş yıl sürer? (Aileme çok düşkünüm, ama onlar tam anlamıyla bizzat kendi irademle kurduğum ilişkiye dahil sayılmazlar ve 14 yaşından önce kurduğum arkadaşlıklardan hiçbiri -okuldaki Arsenal taraftarları hariç- sürmüyor.) Peki bütün o, zaman zaman üzerime çöken umursamazlık, keder ve hakiki nefret duygularına rağmen bu ilişki bozulmadan sürmeyi nasıl başardı?" (s. 9)

Çocuklukta edinilmiş bir Arsenal aşkı ve Arsenal maçları üzerinden yazılmaya çalışılan kişisel bir tarihçe. Babayla sürdürülmeye çalışılan bir ilişki, büyüme sıkıntıları, kızlar, aylaklık, öğrencilik, değiştirilen işler, yazar olmak için bırakılan işler. Tabii bu kadarla sınırlı değil, futbol üzerine düşünülmüş onca şey de cabası. 32 kısım tekmili birden.

Ebeveynlerin ayrılmasıyla Arsenal aşkının başlaması aşağı yukarı aynı zamanlara denk geliyor. Babanın çocukla birlikte zaman geçirebilme kaygısı çıkıyor ortaya; çocuk tiyatroya, sinemaya gitmek istemiyor. Baba, maça gitme fikrinin çocuk tarafından geri çevrilemeyeceğini keşfediyor ve Arsenal maçlarına gitmeye başlıyorlar. Arsenal o zamanlar, 60'lı yıllarda sıklıkla kazanan bir takım değil. Arsenal'i takip eden biri değilim ama şimdi daha sık kazandıklarını söyleyebiliriz sanırım. Şampiyonlar Ligi'nde genelde son sekize kalıyorlar ama Barcelona'dan çekiyorlar bayağı. Bu sene Mesut da gitti Arsenal'e, daha iyi şeyler yaparlar umarım. Henry'li, Pires'li, Bergkamp'lı zamanlardaki gibi. Neyse, o zamanlar pek kazanamıyorlar. Bu takıma aşık bir çocuk için yenilginin bir yaşam biçimi olduğunu düşünün. Sıkıntı büyük olur. "Acı çekerek eğlenme benim için yeni bir şeydi ve galiba ben de yıllardır böyle bir şeyi bekliyordum." (s. 19)

Bunlardan sonra futboldaki yenilgilerin Hornby'nin hayatındaki yenilgilere doğru evrilme tehlikesi beliriyor ve Hornby, hayatını bir parça olsun değiştirebilmek için futbolla ilgilenmeyi bırakıyor bir süreliğine. Üniversiteye giriyor, Cambridge'e. Cambridge United'ı desteklemeye başlıyor. Küçük bir takım ama kazanıyor en azından. Küçük takım taraftarlığı, ayrı bir zevk. Sonrası kalsın, bir yerden edinip okumanızı tavsiye ederim.

Taraftar olmakla, bir takımı sevmekle ilgili söylenenler de ilgi çekici. Mesela tuttuğunuz takımın bütün maçlarına gitmek veya takımda yer almış herkesin -20 sene öncekiler dahil- adını bilmek sizi iyi bir taraftar yapar mı? Fanatizm nerede başlar, nerede yıkıma doğru evrilir? İyi bir feministten iyi bir taraftar olur mu? Maçlardaki şiddet olaylarını düşünürsek, o heyecan insanı birkaç dakikalığına da olsa savaş koşullarını mı yaşatıyor, yani insan insanlığını unutup her şeyi yapabilecek bir hale mi geliyor? Endüstriyel futbol, taraftarlığı öldürüyor mu, yoksa şiddetten arınmış bir futbol için lazım bir şey mi?

Müthiş. Sadece futbol kitabı olarak bakmayın buna. Saplantıyla tutulan bir takımın bir hayatla nasıl bütünleştiği, iki tarafın yenilgilerinin birbirine benzemesi ve her şeye rağmen başarılı olmaya çalışırken takımın da başarılı olması. Bazılarımız takıntılardan ibaretmiş gibi duruyor, en azından yazdıklarında. Nick Hornby böyle bir adam. Kaçırmayın.

Biterken Dredg - Catch Without Arms albümünü bitirmiştim, 16 Horsepower dinliyordum. Seneler önce ilk kez Karga'da dinlemiştim. Kadıköy'de. Şimdi oralar çok uzak değil ama uzak. Başka bir şehir çok acayip bir şey kariler. Ben orada yaşamanızı istemem.