27 Ağustos 2013 Salı

Erich Fromm - İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri I

İnsan Yıkıcılığının Anatomisi diye de geçiyor, bunlar hep çeviri yorumları.

Freud'un öğrencisi Fromm, sonradan kendi yolunu bulmuş, almış yürümüş bir filozof. Birey-toplum ilişkileri üzerine çalışmış daha çok. Ben bilmiyorum tabii, meraklı bir okurum, o kadar. Kendimce üç beş bir şey anlatacağım işte.

6 yıllık bir araştırmanın ürünü bu. Nöropsikolojiden antropolojiye, geniş bir çerçevede birçok disiplin ele alınarak çalışılmış. Gayet kapsamlı, öküz gibi bir çalışma. İki cilt, bu birincisi.

Saldırganlığın terimsel olarak anlamı üzerinde duruluyor ilk olarak. Saldırganlık salt yıkıcılık anlamına gelmiyor, savunucu saldırganlık gibi olaylar var, Fromm bunları ayrı ayrı incelemiş. Gelecek oralar.


İçgüdüler ve İnsan Tutkuları

Giriş bölümünde saldırganlığın terimsel boyutları incelendikten sonra psikolojik yaklaşımların konuya açıklık getirme denemeleri ele alınıyor. Bu bölüme Fromm'un bazı şahıslara ve deneylere giydirme bölümü diyebiliriz, ayarlar verilmiş. En başta Fromm, içgüdücülükten veya davranışçılıktan birinin seçilip diğerinin yanlışlanması fikrini doğru bulmuyor. İkisini de içeren, doğacak bir sentezle kendi açıklamasını getirmeye çalışacağını söylüyor, sonra ayarlara geçiyor. Ardı arkası yok, ben bir örnekle geçiştireceğim. Konrad Lorenz, uzmanı olmadığı bir alan olan psikoloji üstünde çalışmış, hayvanları inceleyerek vardığı sonuçları olduğu gibi insanlara mal etmiş bir araştırmacı. Saldırganlığın ve yıkımın insanın biyolojik kodunda bulunduğunu belirtiyor. Fromm da adeta "yav hee he" çekerek ayarlara girişiyor.

Yumuşak-savunucu saldırganlıkla kırıcı-yıkıcı saldırganlığın sadece insanda bulunduğunu söyleyen Fromm, bunu da içgüdü ile kişiliğe bağlıyor, kişilik yerine "organik dürtüler" kavramını kullanıyor. Lorenz'e giydirmesinin temeli de bu; Lorenz'in kişiliğe yer vermemesi. Fromm'a göre içgüdüler ve kişilikle ilgili tutkular, varoluşsal farkındalığa yol açıyor. İnsanı yönlendiren şey de bu. Hangi tutkular ağır basıyorsa oraya yönelim oluyor. Eğer bu tutkulara dış bir etken yüzünden ulaşılamazsa Freud'un "engellenme" hadisesi ortaya çıkıyor, engellenmiş insanın öfkesi de fena olur tabii. Allah esirgeye. Freud'un cinsellik ve şiddet üzerine fikirleri de inceleniyor. Ayrıntılara inemiyorum, inersem bu yazı bitmeyecek. Freud'un içgüdü ve şiddet fikirlerinin incelenmesinden sonra şu var: "Bu inceleme, sevme, özgür olma uğraşları olarak ve yıkma, işkence etme, denetim altına alma ve boyun eğme dürtüsü olarak bu tutkuları içgüdülerle olan zoraki evliliklerinden boşamaktadır. İçgüdüler katıksız bir doğal sınıflamadır; oysa kişilik-kökenli tutkular sosyobiyolojik, tarihsel bir sınıflamadır. Bu tutkular,her ne kadar doğrudan doğruya fiziki varoluşun hizmetinde değilseler de, içgüdüler kadar -hatta sık sık onlardan daha çok- güçlüdürler. İnsanın yaşama duyduğu ilginin, onun coşkusunun, heyecanının temelini bu tutkular oluşturur. Yalnızca insanın düşleri değil, sanat, efsane, tiyatro -yaşamı yaşanmaya değer kılan her şey- bile bu kaynaktan doğar. İnsan, fincanla atılan zar gibi, salt bir nesneymişçesine yaşayamaz. Yiyip içen ya da üreyip çoğalan bir makine düzeyine indirgendiğinde, gereksinme duyduğu bütün güvenceye kavuşmuş olsa bile, çok acı çeker." (s. 31-32) Akla direkt Amerikan Sapığı ve Biz geliyor. Birinde seçim özgürlüğü kisvesi altında sunulan standart bir yaşam var, diğerinde erkin topluma dayattığı bir yaşam stili. İkisinde de fizyolojik ihtiyaçlar, hatta kimi toplumsal ihtiyaçlar karşılanır, fakat sürekli bir huzursuzluk içinde arayışa yönelmiş bir insan için bunlar yeterli değildir. Şurası Amerikan Sapığı'nın çıkış noktasıymış gibi gözüküyor: "İnsan canlı, hareketli bir yaşam ve heyecan arar; daha üst düzeyde bir doyuma ulaşamadığında da yıkmaya dayalı canlı, hareketli yaşamı kendisi için kendi yaratır." (s. 32) Bundan sonrası insanın tutkuları yüzünden intihar edebildiğine, fakat cinsel doyum yoksunluğu yüzünden böyle bir yolu seçmediğine dair birtakım fikirler. Tutkular insanlar için çok önemlidir. Böyle şeyler.


İçgüdücülük, Davranışçılık, Ruhçözümleme

Ya bu kitaplara kolay kolay yaklaşamıyorsun arkadaş işte ya dsfd. Yazar dayı sana diyor ki bak kardeşim, sen zaten bu mevzuyu biliyorsun, o yüzden buna pek yer vermeden asıl anlatmak istediğim şeye geçeceğim ama aklında bu bulunsun. "Bu" da X'in Y Kuramı olsun. Ya bunları tam olarak anlayabilmek için deli birikim gerekiyor ama Freud külliyatı beş senedir yattığı yerden bana bakıyor mesela. Onları okumaya kalksam rahat aylar gider. Zaman Çarkı var, o da üç senedir beni izliyor. 20 küsur kitap. Yani sözün özü, okuyacak çok şey var ve zaman az, ühü.

Anladığım kadarıyla -dsfd- Fromm şunu diyor: Cinsel arzu kuramının bir üst modeli olan yaşam-ölüm içgüdüsü konusunda yer alan saldırganlıkla ilgili mevzular kanıtlarla desteklenememiştir, bu yüzden Freud cortlamıştır. Bu mevzular fizyolojik-mekanik olmaktan ziyade biyolojiktir, Freud katı bir mekanizmden biyolojik bir incelemeye geçmiştir ama ölüm içgüdüsünün getirdiği saldırganlığı insanlarda başarıyla incelemesine rağmen bu olay hayvanlarda yer almamaktadır. Yer almamaktadır değil de, bunu gösteren bir veri yoktur. Ayrıca Freud, saldırganlık terimini bütün saldırganlık çeşitleri için kullanıp mevzuyu bulandırmış. Falan. Oğlum aslında çok zevkli mevzular, vizeye finale çalışır gibi çalışırsın bunları da insan unuttu mu iki saat ne yazacağım diye aranıyor, o kötü.

Lorenz, şiddetin falan insanın hep içinde olduğunu söylüyor. Ortaya çıkabildiği zaman çıkıyormuş. Bu bölümde Fromm'un Lorenz'dan yaptığı alıntılara ayarlar vermesi var. Bir de Freud ve Lorenz'in karşılaştırılması: "Freud, yıkıcı bir içgüdünün varlığını savunuyordu; Lorenz'e göre bu varsayım, biyoloji bilimi açısından savunulamaz nitelikteydi. Onun savunduğu saldırganlık dürtüsü, yaşama hizmet eder; Freud'un ölüm içgüdüsü ise ölümün hizmetçisidir." (s. 49) Bununla birlikte saldırganlığın insanı yönlendirdiği ve ortaya konulmamasının psikolojik hasara yol açacağı fikri ortak.


Çevreciler ve Davranışçılar

Aydınlanma Çağı düşünürleriyle giriyoruz. İyi toplumun iyi insanı yaratacağını, böylece insanın doğal iyiliğinin açığa çıkmasının kolaylaşacağını söylemişler.

Buradan davranışçılara geçiyoruz. Pavlov'un köpekleriyle yaptığı deneyler var, klasik koşullanma diye geçiyor. Zil çalarsınız bir tane, sonra et gösterirsiniz ve köpek salya üretir. Sonraları zili çaldığınız an köpek salya üretir, et aradan çıkmış olur. Tabii eti vermediğiniz sürece zille birlikte salya üretme olayı sönecektir. Neyse, kabaca olay bu. Uyarıcı-tepki bağı.

Skinner'ın edimsel koşullanması da şu: bir davranış ortaya koyarsınız ve sonuç olumluysa davranışınız pekiştirilir, siz de bu davranışı tekrar göstermeye meyilli olursunuz. Mesela odanızı topladınız ve anneniz size pasta yaptı. Odanızı pasta için toplamadınız ama ödül aldınız. Odanızı tekrar, hatta daha sık toplarsınız. Bu. Fromm bu mevzuları anlatıyor önce, sonra ereklere ve değerlere geçip Skinner'ı eleştiriyor. Skinner, kültürel mevzularda konuşurken hala laboratuvardan bahseder gibidir, oysa kültür özgür bir irade sonucu, deneysiz oluşur. Çıkış noktası bu. Bu konuda atom bombasının yapılmasının kültürel değerlerle ilgili olup olmadığı konusunda bir tartışma var, güzel. Skinner'a göre gelişmiş toplumların efendi-köle ilişkisini kullanması düşünülemez bile. Oysa Fromm, gelişmiş toplumların tam da bu düzen üstüne kurulacağını söylüyor. Sonraki bölümlerde avcı-toplayıcı toplumlardan günümüzün üretim toplumlarına kadarki süreci değerlendirirken mevzuyu iyice açacak. Bunun dışında tüm olumlu pekiştirmelere rağmen kafayı yiyen insanlara bir açıklama getirilemediği söyleniyor. Mutsuzluk, huzursuzluk ve tamamlanamamışlık hissi. Fromm için yeni-davranışçılık -Skinner'ın görüşleri- bencilliğin ve öz çıkarın öncelik taşıması üzerine kurulmuş. Skinner'ın çok tutulmasının sebebi de bu; herkesin çıkarı uğruna yapılması gerekeni yapmak, pekiştirece ulaşmak.

Fromm'un Skinner eleştirisi: "Sibernetik çağda birey gitgide yönetilmeye açık hale gelmektedir. Onun çalışması tüketimi ve boş zamanı reklamlar, ideolojiler, Skinner'ın 'olumlu pekiştirmeler' olarak adlandırdığı şeyler tarafından yönetilmektedir. Birey, toplumsal süreçteki etkin, sorumlu rolünü yitirmektedir; bütünüyle 'uyarlanmış' hale gelmekte ve genel düzene uymayan herhangi bir davranış, hareket, düşünce ya da duygunun çıkarlarını fena halde zedeleyeceğini öğrenmektedir; gerçekte o, kendisinden nasıl olması bekleniyorsa öyledir. Eğer kendisi olmakta diretirse, polis devletlerinde özgürlüğünü, hatta yaşamını tehlikeye atar; bazı demokrasilerde işinde ilerleyememe ya da daha seyrek olarak, işini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve belki de en önemlisi, hiç kimseyle iletişimde bulunamama, kendini soyutlanmış hissetme tehlikesine girer." (s. 81)

Okurken şöyle bir ürperdim açıkçası, aklıma, "Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi" geldi, "Ne çok acı var" geldi. Birazcık olsun böyle hissetmişseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Son nokta da şu: "Skinner, sibernetik çayın soyutlanmış, yönetilen insanının cehennemini, ilerleme cenneti olarak salık vermektedir." (s. 82) İnsanoğlunun ilerleyebilmesi için insanlığın katledilmesi, süper. Josef Mengele geliyor akla. Deneyleriyle genetiğin babası olarak kabul edilir, tabii deneyler sırasında yaptığı inanılmaz işkenceler olmasa iyiymiş.

Davranışçıların şiddetin kaynağını araştırmalarındaki çıkmazı, bilişsel disipline kapalı olmaları. Fromm'un verdiği örnek şu: İki baba var, ikisi de kendi oğlunu aynı şekilde cezalandırıyor, kıça şaplak atarak ama bir tanesi cezanın haklılığını çocuğa sezdiriyor, çocuk durumu anlıyor. Diğeri anlamıyor, babanın sadistik karakterli olduğunu düşünüyor. İşte davranışçılık için ikisi de aynıdır, çocuklar babalara aynı şekilde tepki gösterecektir. Lakin ki öyle değildir; cezasını kabullenen çocuk için uyarı alınmıştır, herhangi bir kin güdülmeyecektir. Diğeri için öyle değil.

Ruhbilimsel deneyler bölümü var, buradaki deneylerin incelenmesi ve neden geçerli olmadıklarına dair görüşler var. Alamayacağım, çok uzun. Bir deney direkt Das Experiment zaten, izlediyseniz mevzuya vakıfsınızdır. İşte bu tür deneylerin oluşturulmasında ve sürdürülmesinde çok fazla değişken bulunduğu üzerine fikirler öne sürüyor Fromm, bu değişkenler deneylerin geçerliğini düşürüyormuş. Gibi şeyler.


Saldırganlık Anlayışı Konusundaki Ruhçözümsel Yaklaşım

Fromm'un tuttuğu kuram da bu. "Ruhçözümlemeci kuram, hem genel kuramsal kavramları yönünden içgüdücü, hem de tedavi yönelimi açısından çevrecidir." (s. 132) Bu kuramın öncekilerle karşılaştırılması var, sıkıldığım için yazmıyorum dsfd. Ulan daha bayağı da var be. Neyse.

İkinci bölüm nörofizyolojik yaklaşımla başlıyor. Nörofizyolojinin eleştirildiği nokta, saldırgan davranışın sinirsel merkezi bulunurken hayvanların temel alınmış olması. İnsanlarda mevzu biraz daha farklı. Bundan sonra psikolojiyle nörofizyoloji arasındaki ilişkiler, daha çok nörofizyolojinin saldırganlığın incelenmesinde daha yetkin bir şekilde kullanılabileceği görüşü var. Mesela beyindeki değişik sinir bölgelerinin duyguların yaratımında etkin rol oynamaları var, kitap 50 sene önce yazıldığı için bunların incelenmesine büyük bir olasılık gözüyle bakılıyor ama şimdiye kadar çoktan incelenmiştir sanıyorum. Animatrix - Second Renaissance I-II izleyenler hatırlayacaktır; robotlar insanoğlunu yenilgiye uğrattıkları zaman insan vücudunu iyice tanıyabilmek için acayip deneylere girişirler. Kafatasının arka bölümü çıkarılmış birinin beyninin bir bölgesine küçük bir şok verirler, adam kahkaha atmaya başlar. Başka bir bölgeye elektrik verilir, adam kahkahalara boğulmuşken bir anda hüngür hüngür ağlamaya başlar. Korkunç. Her neyse, mevzu bu işte. Bu olay üzerinden Fromm'un anlattığı şu: Savunucu saldırganlığın izleri beyinde bulunabilir. Savunucu saldırganlık, türün devam etmesi için tehlikelere karşı koymada kullanılan bir silahtır. Nefsi müdafaa kabaca. Kaçış içgüdüsü de savunucu saldırganlığın bir önceki aşaması ve Fromm'a göre tarih, saldırganlıktan çok kaçış içgüdüsüne dayalı olarak belirleniyor.

Hayvan saldırganlığının incelendiği bir bölümde şu var: "Bir kitle katliamcısı ve sadist olan tek memeli hayvan insandır." (s. 168) Bu bir yana, hapsedilmiş hayvanların özgür olanlardan farklı olmadığı fikri var. Yanlış. Elbette bir kavram olarak özgürlüğü anlamaları beklenemez ama hayvanat bahçesindeki primatlar, doğal ortamlarında takılan kuzenlerine göre daha saldırgan oluyormuş. İlginç. Bir de dar alana konmuş çok sayıda maymunun yer aldığı bir deney var, bu deney çok farklı olaylara bağlanacak sonra. Yer yetmezliği yüzünden sadistik hareketler görülür olmuş. Tabii yer yetmezliğine besin, su vs. yetmezliği anlamı da verebilirsiniz. Fromm'un primat saldırganlığı konusunda söyledikleri: "Bu ayırım (yaban ortam-hayvanat bahçesi) insan saldırganlığının anlaşılması açısından temel önem taşır; çünkü insan, bu zamana kadarki tarihinde, İ. Ö. 5000 yılına kadar olan avcılarla yiyecek toplayıcılar ve ilk tarımcılar hariç, kendi doğal yaşam çevresi içinde pek yaşamamıştır. 'Uygarlaşmış' insan her zaman 'hayvanat bahçesinde' -yani çeşitli düzeylerde tutsaklık ve özgürlükten yoksunluk altında- yaşamıştır ve bu, en ileri toplumlarda bile hala doğrudur." (s. 169)

Üç gündür yazmaya uğraşıyorum, harbi sıkıldım, Fromm'un gidişatını söyleyip burayı kapıyorum. Bu fikir üzerinden toplayıcı-avcı insanı inceliyor, avcılığın sadistik kökenlerinin olmadığını, tarihin o döneminde insanların mülkiyet kavramı olmadan mutluluk içinde yaşadığını, "uygarlaşmamış" toplumların pek savaş da yapmadığını söylüyor. Teknolojik ilerlemeler, medeniyet kurma çabaları biriktirmeciliğe, güce, yani korkuya dayalı. Bu yüzden sonuç şu: Günümüzün insanı, atalarımızdan çok daha vahşidir ve günümüzün medeniyetleri geçmişteki medeniyetlere göre çok daha yıkıcıdır. Bu görüşte toplumların izlediği kişilerden tutun, dünya nüfusuna kadar pek çok şey bir arada inceleniyor.

Üçüncü bölümde işin pratik yönüne doğru ilerliyoruz, saldırganlık çeşitleri inceleniyor. Falan. Bir bu kadar daha şey yazılır. Süper kitap. Garanti almayın, kütüphaneden falan okuyun. Ya da kafanıza göre. İkinci cildi var bunun, sıra onda.

8 Ağustos 2013 Perşembe

Mustafa Kutlu - Beyhude Ömrüm

Anadolu insanının kendince bir kurtuluş çabasının anlatımı bir yana, Anadolu'ya bir bahçe üzerinden gösterilen bağlılığı bu kadar güzel anlatan bir hikâye okumamıştım. Şimdiye kadar sahaflardan, tezgahlardan, eskicilerden, spotçulardan aldım ne alacaksam, birinci ele verdiğim paraya ağır yanarım. Lakin bunu bulursanız kaçırmayın, o kadar güzel.

Anlatıcı, aile babası bir dayımız. Bundan sonra kendisini dayı olarak anacağım.

Tarlada ekin biçerken ara veriyor, bir cıgara yakıyor. Oğlunu, mahsulü, o dağ başını mamur eden beyi düşünüyor, sonra gözü ıslak kayaya takılıyor. Kayanın dibinde bitmiş otlar var, ulan buradan su çıkar diye düşünüyor anlatıcı. Toprakla ve insanla mücadele buradan itibaren başlıyor.

Dayının kayınbaba, köyle oğullarının yaşadığı şehir arasında gidip gelen, karısını hizmetçi olarak kullanan, huysuz bir adam. Arada kalmışlar için güzel bir sembol; ne tam şehirli, ne tam köylü. Dayıya da şehre gitmelerini söylüyor, köyde hiçbir şey kalmamış. Buradaki "hiçbir şey", dayının hayatı aslında. Toprak, ekin, sakin bir yaşam, cennet bir bahçe... Azla yetinmek, istenilen şekilde yaşayabilmek en önemlisi. Kaynata için şehir yepyeni bir dünya. Şehirden başka yerde yaşam yok. Şehir yaşamını böylesi cazip kılan ne var onlar için, merak ederim. Cevabı bilmiyorum, Kutlu da pek girmemiş buralara. Ya da ben okuyup da unuttum. Kutlu'nun karakterleri öyle derinden derine incelemek gibi bir huyu, üslubu yok zaten. Kısa cümleler, olaylar, bir iki düşünce. Bir paragrafı beş dakika düşünür oldum metinlerini okurken.

Dayı, kayadan su çıkarma ve toprağı çevreleme konusunda kasabadaki Hacı Abi'ye gidiyor. Dayının babasıyla Hacı Abi yakın arkadaş, define tutkuları var. Arıyorlar da arıyorlar ama bir şey çıkmıyor. Baba ölüyor, Hacı Abi dayıya kol kanat geriyor. Çok yakınlar yani.

Neyse, akıllar alınıp veriliyor, dayı girişiyor kayaya. Kazıyor ediyor, dinamit falan patlatıyor yarmak için. Burada Muhtar Halil giriyor devreye. Muhtar Halil'le dayının babası vukuatlı, düşmanlıkları var. Muhtar, bahçe konusunda dayıya zorluk çıkarıyor bir sürü. Dedikodu yayıyor, dövdürtüyor falan. Bir sürü olay, fena.

Bahçenin kurulmasından sonra ikinci bölüm; dayının oğluyla çekişmesi. Oğul da şehre gitmek istiyor, kavga ediyorlar bu yüzden. Dayının eşi ölüyor, köy-şehir arasında, oğluna gidip geliyor adamcağız. Yaşlılık. Köy boşalıyor, kasaba kuruyor. İnsanla birlikte toprak da yalnızlaşıyor.

Son bölümü alıp bitiriyorum, nefis bir son:

"Pembe-beyaz şeftali çiçekleri, süt köpüğü gibi kabarmış erik, kaysı, vişne, kiraz çiçekleri; sarışın kızılcık çiçekleri yağıyor üstüme, serpiliyor gökten.
Aman Allahım, ne güzel, ne güzel.
Yağsın durmadan, yağsın ve örtsün üstümü bu çiçek kokuları, nerdeyim ben?
Gözlerimde yaş, dilimde dua.
Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm." (s. 211)

Derviş, Muhtar, Emrullah Hoca, bir dünya karakter var, hiçbirini almadım buraya. Okusanız uzaklarda bir yerlerde gerçekten yaşadıklarını anlayacaksınız. Başka da bir şey diyemiyorum, ben anlatamıyorum en azından. Lütfen okuyun lan, bu kitap hakkında yorumlaşalım. On numara.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Mustafa Kutlu - Rüzgârlı Pazar

Üst geçitlerde alayımız gördük kılıfçıları, oyuncakçıları, tespihçileri. Düşünüyorum, ulan bu adamlar ne kadar kazanıyor, nerelerde yaşıyor diye. En aşağı bir kez akla düşer bu, sonra yürür gideriz. Hayat devam eder. Ertesi gün yine oradalar. İyi de harbiden ne yapıyor bu adamlar? Biz sıcak evimize ulaşabilmek için hızlı hızlı yürürken onlar karda kışta hep orada. Göz göze gelmemeye çalışıyoruz, elimizden gelse önlerinden de geçmeyiz. Dilenci değil ki bu adamlar, neden çekiniyoruz? Bilmiyorum, yine de bundan ötürü kötü hissetmeyi yadırgamıyorum. Belki de onların yerinde olmadığım için farkında olmadan duyduğum bencilce sevincin karşılığı kötü hissetmektir. Eh, insanız sonuçta.

Rüzgârlı Pazar'da bu insanların hikâyeleri var. Bir açıdan yazarın diğer kitaplarını da tamamlayan hikâyeler bunlar; Kutlu'nun diğer metinlerinde, kasabalarını taşı toprağı altın İstanbul için terk eden karakterler, onların kardeşleri, oğulları vs. hepsi burada. Anlatıcının karakter geçmişlerini incelediği bölümlerde ne umutlarla şehre geldiklerini görüyoruz. Çok acı. Daha iyi bir yaşam için kasabayı terk edenler büyük şehirde tutunmaya çalışırken kasabalar da yavaş yavaş ölüyor. Kutlu'nun mevzuya yaklaşımı Beyhude Ömrüm'de buradakinden daha geniş bir şekilde ele alınıyor, orada yazacağım.

İğdeyle, iğde kokusuyla giriyoruz. Rüzgârlı Pazar'a geçmeden önce Anadolu'dan bir esinti, anlatıcı için büyük bir özlem. Sanki pazardaki insanlar iğdeyi peşlerinde getirmişler gibi. Memleketlerinden gelen hoş bir anı.

Pazarın bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız, bu sırada anlatıcı, karakterlerle teker teker tanıştıracak bizi. Çoğunun acı bir hikâyesi var, sadece Duran'ınkini alacağım. Diğerleri benzer. Zaten hepsinin derdi tek.

Tanışacağımız ilk pazarlı Duran. Çocuk. Annesi eve ekmek getirmesi için dua edecek, yoksa açlar. Babasının sağlığı bozuk, evdeki herkes Duran'ın eline bakıyor. Duran balon satıyor. Balonları geçitteki bir abisinden alıyor, satabildiği kadar artık. Küçücük çocuğun yaşamla kavgasına öfkelenmiş anlatıcı tepkisiz kalmıyor. Gazete eklerinde, televizyonlarda görülen, durmadan konuşan insanlara çatıyor: "'Susun ulan' diyesi geliyor insanın; Mehmet Âkif'in gözyaşları geliyor aklıma 'Sus ey bülbül' diyen merhamete boğulmuş kalbi." (s. 18) Bunun ardından bir tüketim toplumu giydirmesi geliyor. Anlatıcı, "Mutsuzluk bu mu?" diye sorsa da cevabı belli bir soru.

Çiçekçi Cemile, Hacı, Doktor, bir sürü insan. Birbirine destek olan, elbet köstek de olan, yaşamaya çalışan insanlar. Hepsini teker teker tanıdıktan sonra birkaçının üzerine yoğunlaşıyor anlatıcı. Bu arada anlatıcı da Rüzgârlı Pazar'ın satıcılarından, onu da öğreniyoruz. Neyse, görme özürlü bir kızla erkeğin hikâyesi, onca sıkıntıya rağmen mutlu olmaya çalışmaları... Doktor'un hikâyesi mesela, böyle yerlerde herkes biraz ilginçtir ama Doktor çok acayip. Duran'ın yavaş yavaş büyümesi, aşık olması. Çok küçük şeyler belki ama o insanlar için küçük değil, kocaman.

Haberlerde Somalili çocuklar çıkardı ben küçükken, şu sıralar koymuyorlar pek haberlere. Bir deri bir kemik. Belki unutuyorduk on saniye sonra, çok acı. Bu insanları da unutuyoruz ama şu kitabı okuduktan sonra unutamayacaksınız. Belki bir bileklik alırsınız, belki yeğene bir oyuncak alırsınız. Bir lira, iki lira. Dediğim şey işte; küçük şeyler ama onlar da büyüyor.

1 Ağustos 2013 Perşembe

Boris Vian - Karıncalar

Mezarlarınıza Tüküreceğim'ı biliyordum bir, arıza bir romandı. Buradaki hikâyeler de arıza.

Çevirmen önsözde "saçma ile akılcının bir düeti" şeklinde özetliyor hikâyeleri. Saçma dediği şu ki uzuvları cart cart kesilen bir insanın uykudan uyanması bir yana, savaşın orta yerinde başından geçenleri bilgisayar oyunu oynuyormuş gibi anlatan bir adam var. Gerçeküstüyle yaşamın saçmalığı karışmış birbirine, düğüm olmuş. Ayırt edebilene helal, patlayan bombalar yüzünden sağa sola uçuşan uzuvlarla uyuyan adamın kesilen uzuvları arasında çok bir fark göremiyorum ben. İşin içinde insan varsa her şey saçmadır. Bence.

Karıncalar: "(...) Herifler bizimkilerden tutsak aldıkları adamların üniformalarını giyip bizim gibi görünmeye başladılar, dikkatli olmak lazım. Bu da yetmezmiş gibi, elektriğimiz yok ve her yandan üstümüze havan mermileri yağıyor. Şu an için geri hatlarımızla yeniden bağlantı kurmaya çalışıyoruz. Bize birkaç uçak yollamaları gerek, sigaralarımız bitmek üzere." (s. 15)

Tabii, durmadan savaşan bir asker için sigaradan daha önemli ne olabilir? Etrafta kafası papatya gibi açan arkadaşlar, uzuvlarını ödünç veren insanlar, her şey var. Bombalar askerlere yalnız olmadıklarını gösteriyor, tanklar karanlık geceyi aydınlatmak için havaya uçuyor. Bu güzelliklerin arasında sigara yoksa sıkıntı büyük demektir.

Adamımız mayına basıyor sonda, bırakıp gidiyorlar bunu. Cebindeki not defterine yaşadıklarını yazıyor, hikâyenin oluşum aşaması. Ayağa yürüyen karıncaların varlığından haberdar olduğumuz an hikâye bitiyor.

İyi Öğrenciler: Konformist Parti üyesi iki üç elemanın şiddet olayları, Haneke filmi gibi. Etraftakileri faşist olarak görmeleri, birilerini vurmaları. Falan.

Khonostrov'a Yolculuk: Birkaç genç trende, kabinde bunları sallamayan bir adam var. Uyuz oluyorlar, önce yakıyorlar adamı biraz. Sonra kırt kırt kesiyorlar herifi. Adam uyanıyor, "Geveze değilim, değil mi?" diyor. Gülümsüyor bir yandan. Güldüm ben de, on numara.

Istakoz: Yatağa düşen bir müzisyen yavaş yavaş delirir mi diyeyim, ulan aradan da uzun zaman geçti, hatırlamıyorum. Neyse, çaldığı gruptan şutlandıktan sonra kafasını kesiyor. İntihar amacıyla değil.

Daha fazla katletmemek için yazmıyorum, bunun üç katı daha hikâye var. "Saçma" güzel bir şey, okuyalım.