21 Temmuz 2014 Pazartesi

Necati Tosuner - Kambur

Tosuner'in tamamen kapalı metinlerinden, hikâyelerinden erken dönem diyebileceklerimiz. Tosuner'in anlatısı topluma yabancılaşan herkese bir yüzleşme şansı sunuyor. Herkesin kamburu kendine, illa fiziksel bir durum olmasına gerek yok. Sırtınızda, göğsünüzde, içinizde bir yerlerde bir kambur mu hissediyorsunuz, o zaman yeraltının gerçek kahramanlarından Tosuner'in kalemisiniz.

http://www.sabitfikir.com/soylesi/necati-tosuner-tanri-vasat-yazara-acisin

Kambur'un bunaltısıyla Sancı.. Sancı...'nınki bir değil, bir bakış açısı farkı var, ilkinde tamamen içe dönük ve umutsuz bir yaklaşım varken ikincisinde değerinin farkına varmış bir karakter görüyoruz diyecektim ki röportajı okurken Tosuner'in bundan bahsettiğini fark ettim. Gerçekten öyleymiş.

Asım Bezirci'nin neden hep kendini yazdığı sorusuna Tosuner'in cevabına link vasıtasıyla ulaşabilirsiniz, ben küçük bir bölümünü alacağım: "Öncesinde bir şeyler yazıyordum ama derdim neydi, kimse anlamıyordu. Toplumcular yeteri kadar solcu bulmuyordu beni, varoluşçular da altyapı olarak yetersiz buluyordu. Ben bireyciydim, ama benim bireyci olmak için Sartre falan okumama gerek yoktu. Yeteri kadar bireyci olmaya hakkım vardı benim zaten, bu toplumda yaşıyor olmaktan dolayı."

Vurgun adlı hikâyede anlatıcının benzer bir soruya cevabı: "'Bu herkesin öyle kolay kolay yapamadığı bir bencilliktir,' diyorum. 'İçtenlikle sergilersin her şeyini. Sonra bunları sana karşı kullanırlar. Acı veren bir bencilliktir, bencillikse...'" (s. 186)

On dört hikâye var, çoğunun mevzusu benzer. Topluma, insanlara ve kadınlara duyulan güvensizlik, korku. Bir de sosyalliğin azaldığı yerde iç monolog coşması. Aileyle kurulan ilişki, memurluktan dolayı devletle kurulan ilişki, birçok cephede savaşan bir ruhun yalnızlığı. Buna benzer işler.

İki Gün: Görüldüğü üzere ödüllü. Karşı komşunun besleme kızını isteyip istememekle ilgili durumlar var. Anlatıcı için sıkıntı, çaresizlik, insanların değişmezliği kişisel bir felaket, bu yüzden hiçbir şeyden emin olamayan, şüphecilikte adeta çığır açan bir kahraman mevcut. "Kaçmak... Gizlenmek... Sığıntı... Ben işte... Yaşamak!" (s. 21) Zaten tedirginliklerle dolu düşler kuran, bir bacağı diğerinden birkaç santim daha kısa olan bir adam için umutlanmamak olmuyor yine de. Belki de bir arkadaşıyla konuşurken Sait Faik için söylediği insanı her yönüyle ele alması olayında bir Sait Faik karakteri olarak görmüştür, görüyordur kendini; onca yabancılaşmaya rağmen hâlâ tam olarak kopamaması ve hayal etmekten vazgeçememesi.

Hayallerinin yıkılması pek uzun sürmüyor. Akşam oluyor ve her şey, olanca haliyle devam ediyor.

Pastırmalı Yumurtanın Çokça Dokunduğu Gecenin Hikâyesi: Bir kodaman taşlaması, kolsuzlukla beraber. Bireycilikle birlikte sistem eleştirisi.

Kambur: Tosuner'in kamburuna söz hakkı tanıdığı bir hikâye. Anlatıcı herkesin dilinde, Meliha'yı seviyor. Meliha terslerse? Ah ulan şu kambur. Derken konuşma başlıyor. Kambur itilmiş hep, hor görülmüş. Oysa biri koymuş onu oraya, kendisinin de haberi yok. Genelevde kendisine dokunan bir kadının taşıyıcısınca azarlanmasına çok üzülüyor. Yapacak bir şey yok.

Pencereler: Belki de kadın-kambur ilişkisinin en yoğun olduğu hikâye bu. Kambur şehri gezerken, düşünürken, yerken, uyurken aklında hep o kadın var. Bu birinci pencere. İkinci pencerede kadın var ve kamburun kendisini sevmesini, hatta birini sevebilme yetisini aşağılıyor. Kambur eksik, kambur yarım, kambur gözden uzakta olmalı.

Tosuner'in kamburuyla konuştuğu, Sait Faik'liğe öykündüğü ve daha birçok mevzunun geçtiği on bir hikâye daha var. Pek güzel, pek hoş. ELP de çok hoş.

8 Temmuz 2014 Salı

Marguerite Duras - Sevgili

Aslında yazacağım kitapları sıraya dizmiştim, başka bir kitabı yazacaktım ama Sevgili beni vurdu, üstelik bir metrobüs yolculuğunda, kitabın bir parçası haline gelmede zorluk çıkaran kalabalığın içinde. Yeğenimi görmek üzere Küçükyalı'dan Güngören'e gidiyordum bugün, Kadıköy-Kartal minibüsünde okumaya başladım ve dönüşte bitirdim. Yeğeni bile doğru düzgün sevemedim, aklımda bu kitabı bitirmek vardı.

Tahsin Yücel'in sunuş yazısında resimlerden, görüntülerden oluşmuş bir metnin temel görüntüsü veriliyor; Uzakdoğu'da Mékong'u geçen bir vapurdaki on beş buçuk yaşındaki kız. Başında bir erkek şapkası, ayağında garip pabuçlar, inceliğini ve yabancılığını iliklerine kadar hisseden bir ruh. Metni oluşturan resimlerin doğduğu yer bu imaj, her şey bunun etrafına örülüyor. Zamanın bir önemi yok, anlatıcı bir an için yaşlı bir kadın, sonra kızın kendisi, olayları dışarıdan gözleyen biri derken bu görüntülerin arasına karışıp odaksızlığın bir parçası haline geliyor. Bilinç akışıyla destekli bu anlatım biçimi geştalta benzer biraz; bütünün parçalardan bambaşka bir şey olması. Bu yüzden parçalar kendi anlamlarının yanında bir araya geldikleri zaman tek bir izlek haline geliyor. Bir kelimede harflerin yerinin önemli olmaması gibi.

Bunca görüntünün arasında bir başlangıç noktası var, anlatıcının yaşlılığını incelediği bölüm. "Çabucak iş işten geçiverdi yaşamımda. Daha on sekiz yaşımda iş işten geçmişti. On sekizle yirmi beş arasında beklenmedik bir yöne gitti yüzüm." (s. 9) On sekiz yaş, anlatıcının kurgu-zamanında ileri geri gidişlerinin arasındaki asıl mevzunun bittiği yaş. Küçük kızla yirmili yaşlarının sonunda Çinli bir gencin deli tutkulu ilişkisi. Bence metinde iki mevzu var; biri kızın ailesiyle, yaşamıyla ilgili git gelleri, diğeri de bu ilişki. İkisi de birbirini etkiliyor, kızın hayatı sonuçta.

Kızın ailesi oldukça fakir, çıkış yolu için anne bir tek kızını görüyor ve matematik öğretmeni olmasını istiyor. Baskıcı bir kadın. Duras'ın kitaplarında aynı ailenin geçmişi de mevcutmuş, bu benim okuduğum ilk Duras kitabı olduğu için bilemiyorum. Neyse, kız başarılı bir öğrenci. Fransızca notları süper, öğretmenlerinin dediğine göre matematikte de iyi bir yere gelecek ama zamanı var. Yurtta geçen günlerden bir yabancılık hissinin doğduğunu anlıyoruz; ailecek Vietnam'da yaşamalarına rağmen kız yurtta kalıyor ve yurttaki nadir beyazlardan biri. Annesinin beklentisi büyük. Amaç bir şeylere erişmek değil, bulunduğu yerden kurtulmak. Annenin bu iteleyişi karşılıklı kin gütmeye kadar varıyor. Sevgiyle kin iç içe geçmiş.

Bu ilişki olayına üşengeçlikten giremiyorum, paragraflarca anlatılabilir, yine de bitirilemez. Özet geçiyorum; genç Çinli için kendi kızı gibi oluyor bizimki, öylesi bir sahiplenme ve kaybetme korkusu gelişiyor. Bizimki içinse yoğun olsa da geçici demeye dilim varmıyor, pek kalıcı olmayan bir durum. Ailelerin ilişkiyi desteklememesi, zorunlu ayrılık ve kızın bedeninin herhangi bir bedenden ayırt edilemeyeceğini kavraması. Kayıtsızlık hakim.

Pek çok not çıkarmışım ama Brezilya-Almanya maçı enerjimi aldı götürdü, o neydi ya. Belki başka bir zaman eklerim onları. Filmi varmış, onu da izleyeceğim en kısa zamanda. Şu linkte kitap-film ilişkisi incelenmiş, pek faydalı: http://efd.mehmetakif.edu.tr/arsiv/sayi11/106-119.pdf

Burada da son şarkımız mevcut. Güzel bence: Geçen Zaman

6 Temmuz 2014 Pazar

Richard Brautigan - Hawkline Canavarı/Bir Gotik Western

Vonnegutvari bir mizah, uyuşturucunun garip cortlatması, bolca western ve gotik ortamlar, Brautigan'dan biricik bir macera!

Cameron ve Green, 20. yy. başlarında kiralık katil gibi çalışan iki ortak, istedikleri ücret ödendiği zaman indiriyorlar. Cameron bir sayıcı; yolda kaç defa kustu, kaç ağaç gördü, her şey aklında. Green biraz daha normal bir herif. Sihirli Çocuk bunları buluyor, bir iş için Bayan Hawkline'ın kendilerini beklediğini söylüyor ve yola düşüyorlar. İkisi de kızdan hoşlanıyor ve sırayla yatıyorlar.

Eve vardıklarında Bayan Hawkline mevzuyu anlatıyor. Babası kimya profesörü, evin altındaki buz mağaralarının girişine kurduğu laboratuvarda insanoğlunu kurtaracak -burayı tam hatırlamıyorum- bir formül üzerinde çalışırken ortadan kayboluyor ve Bayan Hawkline, aşağıdan gelen korkunç gürültülerden sonra laboratuvarın girişini kapıyor. Bu sırada Sihirli Çocuk, Bayan Hawkline'ın ikizine dönüşüyor yavaş yavaş. Bunlar hep kimyasal işte. İki kovboydan biri -Green olabilir- etrafı gözlemliyor ve bir ışık parçacığının sürekli kendilerini izlediğini görüyor. Bir de gölge var, o da onları izliyor. Kovboy anlıyor ki aşağıda canavar falan yok, canavar hep evin içinde ve insanların beyinleriyle oynayıp duruyor. Mesela Bayan Hawkline'a bir şemsiyelik çok tanıdık(!) geliyor falan. Sonra bu ışığı gölgenin de yardımıyla viski dolu bir kavanoza -galiba- kapatıp yok ediyorlar, ev yanıyor, profesörün bütün çalışmaları kül oluyor, şemsiyeliğin aslında yaratığın gazabına uğramış profesör olduğu anlaşılıyor. Kovboylarımız murada erip kızlarla evleniyorlar, bir süre sonra boşanıp bok gibi hayatlar yaşıyorlar falan. Böyle bitiyor.

Metin fragmanlar halinde ilerliyor denebilir; bölüm başlıkları metni onlarca parçaya ayırıyor. Konağın ortamı adamı Otranto Şatosu kadar olmasa da bir karanlığın, tedirginliğin içine çekiyor. Şemsiyelikten, ölü adamların dirilmesinden falan hiç bahsetmiyorum, kimyasal işler çok eğlenceli olmalarının yanında son derece şaşırtıcı.

Ortaya karışık bir serüven, bulursanız alın derim de zor galiba; nadirkitap'ta 60 TL. Ben Çaycuma'da bulup aldım, alakasız bir yerde çıkıverdi karşıma. Gen Bencildir'i de böyle bulmuştum. Sahaf gezmeyeceksin aslında, böyle kıyıda köşede kırtasiye-kitap dükkanları var, onları kurcalamak lazım. 

Kendime bir sürü şarkı ayırıyorum son bir iki haftadır, iyi hissettireninden. Güzel pazarlar dilerim.

4 Temmuz 2014 Cuma

Abdülhak Şinasi Hisar - Geçmiş Zaman Köşkleri

"Şimdi, geçmiş zaman diyebileceğimiz o zamanlarda İstanbul evleri üçe ayrılabilirdi. Bunların Boğaziçi'nde su kıyılarında ve ahşap olanlarına yalı; İstanbul'un sayfiye semtlerinde, bahçe içinde ve yine ahşap olanlarına köşk; şehirde, ayrı harem ve selamlık daireli ve çokları kâgir olanlarına konak denilirdi. Bu kaçgöç zamanlarında Beyoğlu civarının apartmanlarında ise aileler oturmazdı." (s. 7)

Yürüdüğüm sokaklarda 100 sene önce hangi yapıların bulunduğunu, kimlerin yürüdüğünü çok merak ediyorum. Bazen eski fotoğraflara bakıp bu merakımı gideriyorum ama yapıları geçtim, çoğu sokak bile o fotoğraflarda olmuyor bazen. Şehir çok hızlı değişiyor ve insanların duygularıyla, anılarıyla beslenmiş onca mekan ortadan kayboluveriyor. Hisar'ın çocukluğundan gelen duyarlılığı -hatta çocukken pek zeki olduğunu söylerlermiş de kendisinin diğer çocuklardan biraz farklı olduğunu o zaman anlamış- geçmişindeki onca mekanı ve insanı bütün canlılıklarıyla anılara yerleştirmiş. Kayıp zamanın diyemeyiz de, belki de yılların soluklaştırdığı zamanın izine düşmüş Hisar; mekanların ve zamanın binlerce küçük kutuya hapsettiği hatıralarının peşine düşmüş ve kişisel tarihinin en güzel bölümlerini okura sunmuş.

Yukarıdaki bölümle başlayan kitapta sadece yapılarla ilgili anılar yok, hatta denebilir ki Hisar çoğu zaman yapıların bayağı bir dışına çıkıyor. Her şey insanla ilgili olduğu için yapıları da bunun bir parçası olarak görüyor, önemli olan anılarındaki parçaları bütünleştirmek. Böylece köşklerle insanlar, zamanla mekan birbirinin içinde yer alıyor. Hisar'ın perili olduğu söylenen evlerden bahsederken bu evlerin sihrini ve musikisini hâlâ hatıralar içinde duyduğunu söylemesi de bundan. Evlerin perili olduğunu, çünkü anılarda insan-mekan-zaman üçlüsünün kaybolmadığını belirtiyor.

Hisar, çocukluk günlerinden itibaren başlıyor anlatmaya. Büyükada ilk durak. "Çocuk, hayatı bir yarım uyku içinde geçirerek dünyayı yarı bir rüya gibi görür. Fakat, bu halinde, büyüklerin huylarını ve sırlarını affetmeyen gözlerle seyrederek onların ummadıkları derinliklere iner. Çocuk her şeyi anlar. Zira bunun için çok kere sezmek yetişir ve o her şeyi sezebilir." (s. 21) Bu bilinçle yaşayan Hisar, etrafında yaşayan insanları ve gerçekleşen olayları en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, insanların belki kendilerinin bile farkına varmadıkları huylarıyla, alışkanlıklarıyla birlikte. Hatta Geceleri Uluyan Çamlık adlı bölüm, bu çocuk duyarlılığının uç bir sınırını anlatıyor.

"Çocuk mistik ve sembolisttir." (s. 26)

Çamlığın adeta yaşadığını ve bunu büyüklere bir türlü söyleyemediğini, söylese de anlayamayacaklarını bence pek samimi olan şu sözlerle anlatıyor:

"Dünyanın şiirini kaçıran büyüklere hakikati söylemek yaramıyor. Onlar bir şey anlamıyorlar. Ruhu inkar eden bir cephe ile çok basit kalarak, esrardan ipham ile bahsetmeyi de, ruha hitap etmeyi ve cevap vermeyi de bilmiyorlar. Bundan dolayı çocukların onlara karşı susmaya hakları oluyor. Zira görüyorlar ki, ne zaman olursa olsun, onlara hakikati söylerseniz inanmazlar ve sizin için, 'Sayıklıyor!' derler." (s. 27)

Bir de çocukluğundan beri duyduğu ruhunun şarkısını böyle dile getiriyor: "Çocuk tabiatlı kaldığımdan büyüklerle aram hâlâ bir türlü düzelmiyorsa içimde bir âlem saklayarak onun solmadığını ve susmadığını görmekle ne kolay teselli buluyorum!" (s. 26) Fenomenoloji böyle bir şey açıkçası, Bachelard'ın mekânla ilgili fikirleri Hisar'ı incelemede pek faydalı olabilir. Ben kafama göre okuma yaptığım için böyle bir işe girişemiyorum. Çünkü kafama göre. Evet. Bir de aynı dalgada şu mevzu var ki Hisar bunları anlatırken çocuklukta yaşadıklarını ne kadar o yaşının bilinciyle anlatıyor? Bunu başka bir kitapta düşünüp yazdım diye hatırlıyorum ama bulamam şimdi. Derken hatırladım; Michel Butor'nun Roman Üstüne Denemeler'inde vardı. Bir "ben", başka bir "ben"i anlatırsa mevzu ne olur, ne kadarı o ana aittir, ne kadarı geçmişteki düşüncelere aittir, iki "ben" farklı olduğuna göre, yani nasıl oluyor lan bu işler? Bunları düşünürken iki sayfa sonra Hisar kendi açıkladı olayı. O zamanlar kelimeleri yeni öğrenmiş, istediği "vokabüleri" hazırlamamış daha. Duyduğu şeyleri anlatmak için iki şey lazımmış: sanatın itinası ve hislerin müphemden uzak olması.

Hisar'ın anılara ait bir iki görüşü dışında özet geçeceğim. İlerleyen bölümlerde bu köşklerdeki eşyalar var, Hisar ve ailesinin Çamlıca'daki bir köşkü kiralaması var. Çamlıca'daki Eniştemiz'de Hisar'ın kaldığı köşk budur muhtemelen. Abdülhak Hamit'in Köşkü başlıklı bir bölüm var, burada Sami Paşa'nın oğlu Sezai'yle Abdülhak Hamit'in birlikte zaman geçirdikleri bilgisi var. Samipaşazade Sezai'yle ikisi pek yakınmış yani. Bunun dışında mahalleler, oyuncaklar, bir sürü anı.

Hisar'ın kişisel tarihçiliğinin belki de temel taşını vererek bitiriyorum: "Şimdi ancak benim hafızamda yaşayan, son yâdları dünya yüzünde ancak benim başımda kalan böyle bazı insanlar bulunduğunu görüyorum. Ben de gözlerimi kapayınca belki benden de başka bir iki zihnin kıvrımları arasında saklanan ve bazen hayata gelen bir hatıra kalabilecektir. Ancak ben bu izimle başkalarının bendeki hatıralarını da yaşatamam. Bunun için benimle birlikte büsbütün sönecek olan insanların hatıralarına acıyorum. Onların iyilikleri ve zavallılıkları hakkında biraz şahadette bulunmak, onların ömürlerinde kendilerine verilmemiş haklarını başka bir maneviyat yani sırf hatırlayış âleminde imkan nispetinde ve mümkün mertebe, yani bir parçacık olsun kurtarmak sevdasına düşüyorum." (s. 34)

Ölünce insanların hatıraları nereye gider? Hep bunu düşünürüm, ruhtan bağımsız gibi gelirler bana. İşte, bir bölümü Hisar'ın titizlikle, hatta hesap defteri tutar gibi tuttuğu hatıralarında, hatıralarının yer aldığı kitaplarda. Ben pek severim Hisar'ı, başkaları da sevse süper olur. İndirimli fiyatı 5 TL falan, YKY'nin dükkanlarında bulabilirsiniz.

Bu da yeni şarkımız, bence güzel oldu: Veda

3 Temmuz 2014 Perşembe

Mustafa Kutlu - Yokuşa Akan Sular

Mustafa Kutlu'dan bir çatışmalar kitabı daha. Kır-kent, emek-sermaye çatışmalarının arasında kalan insanların anlamlandırma ve mücadele etme çabası.

Mukaddime bölümü hem bir kapitalizm yergisi, hem de karakterlerin seyir defteri. Sabahın köründe yollara düşmek, fabrika düdükleri, musluktan akan klorlu su. Kırda bırakılıp kentte bulunamayan temiz hava, doğal yiyecekler, her şey. Yaşamak uğruna bırakılan bir başka yaşam. Requiem for a Dream işte. "Koşuyorsun, ciğerlerinde eksoz gümbürtüleri. Ayaklarında lastik. Üç öğün naylon yemektesin. Ara toprağı. Toprak bizim canımız, petrol olsun kanımız." (s. 8)

Önce ile birlikte mevzuya giriyoruz. Cevher Bican, Kars'ın Göle kazasından, emmileri iş bilmeyip sürüyü, tarlaları dağıtınca tutup gelmiş İstanbul'a, dayısının methine kanıp insanların kanını içe içe doymayan fabrikalardan birine girmiş. İlk gününe şahit oluyoruz burada. İçinden sürekli salavat getirip, anlamadan etrafına şaşkın gözlerle bakıyor. Kurum yağmurundan üstü başı kararmış. Hele atölyelere indikleri zaman maruz kaldıkları gürültü ve fırınların önündeki sıcaklık Bican'a cehenneme inmiş gibi bir korku salıyor. Metindeki diğer karakterlerle de tanışıyoruz; Zülküf Ağa, Adapazarlı, Derviş Usta'ya donunu dizden bir türlü kestirmeyen, fırınların önünde pişerek çalışmaya razı olan Seyit Ali.

Doğanın içinden gelmiş insanlar için fabrika zor, yine de çıkan yemeklere, aldıkları yevmiyelere bakarak katlanıyorlar bir şekilde. Zülküf Ağa'yla Bican'ın konuşmalarında memleket özlemi pek bir acı hissediliyor. Hele Zülküf Ağa'nın muhabbetin ortasında yüzünü düşürüp kalıcı olduklarını söylemesi... Bican orada nasıl kalıcı olunacağını düşünüyor, bulamıyor bir türlü. Zülküf Ağa'nın hamaylını düşürüp almaya çalıştığında kafasını makineye kaptırması trajediyi tamamlıyor. Bican, üstüne fışkıran kanlardan şok geçiriyor. Kalıcı ya orada.

Sonrasında Bican'ın dayı oğluyla denize gitme olayı var. Bicancık ömrü hayatında görmemiş mini etekler, mayolar falan, dünyası şaşıyor haliyle. Seyit Ali'yle birlikte cüz oynarlarken işçi yürüyüşünün ortasında kalıp kafayı gözü yarmaları, polislerce sorguya alınmaları falan da son derece ilginç.

En sonunda Seyit Ali namaz kılarken yan gözle seyyar karpuz arabasının götürüldüğünü görüyor, dışarı çıktığında işçi eyleminin ortasında kalıyor yine, Bican'la karşılaşıyor. Bican, geçen yıllar içinde sınıf mücadelesinin önemini kavramış, eylemlere katılıyor. Seyit Ali'de derin bir korku... Kafayı gözü yarmak istemiyor yine, en önemlisiyse anarşik hareketler diyecek olanlara. O kadar sinmiş. Hayatta kalan Seyit Ali oluyor yine; eylemin ortasında silahlar patlıyor ve Bican vurulup ölüyor. Kutlu'nun keskin bitirişlerinden biri.

Namaz kılmak için ustaya gözükmeden fıymak, metal yığınlarının arasında bir ömür vermek, ilik kurutucu çalışma hayatı ve temiz kalmaya çalışan insanlar; Kutlu'dan etkileyici bir ağıt. Yokuşa Akan Sular, çarklardan biraz olsun kurtulmak isteyenlerin suyu yokuşa vurma çabası.