31 Ekim 2016 Pazartesi

Jerzy Kosinski - Şeytan Ağacı

Kosinski'yle Kundera arasında, meseleleri açısından bir yakınlık buluyorum. İkisi de insana dair bir tür boşluğu anlatıyor, edinilmiş boşluk. Karakterlerin edimleri ilkeselliklerine dayalı ve yaşadıkları zamanda iyinin muğlaklığı, iki dünya savaşı sonrası ortaya çıkan yılgınlık, bu ilkelerin niteliklerini insanlığa duyulan ümidin kaybolması sonucu bozuyor, karıştırıyor ve huzursuz insanların yıkımlarına, kaybolmalarına yol açıyor. Kayboluş bir tür mutsuzlukla örtülüyor; yaşamın yitirilmiş coşkusu bir daha bulunamayacakmış gibi. Kosinski'yi Kundera'dan ayıran şey, bu yitikliğin uç noktalarda yaşananlarla incelenmesi, daha yırtıcı karakterler ve parodiden uzak anlatımın günümüz insanının yenilgisini kes(k)inleştirmesi. Kundera'nın çizgileri daha ince ve merceği daha odaklı, Kosinski'yi -gözümde- daha gerçek kılan şey, adamın kurmacaya daha çok gerçek döktüğü izlenimini uyandırabilmesi. Bir sürü dedikodu var, işte efendime söyleyeyim, yazar takımı varmış da onlara yazdırıyormuş, aslında küçük, mavi bir cinmiş, bilmem ne. Bilemiyorum, bilmek istemiyorum, sadece bu adamın okunacak kitabı kalsın diye bir anda hepsine girişmiyorum.

Baby Boomer nam kuşağın önündeki özgürlük alanının haddi hesabı yok. 1950'lerden günümüze, özellikle ABD'de devrim niteliğinde işler yaptılar; Rock'ın diğer türlerden ayrılmasını, en köşeli dönemlerini bu adamlara borçluyuz, keza cinsel özgürlüğü, her şeyin üzerinde yer alan yaşam deneyimlerini, hemen her şeyi. Babaları varoluşu sorgularken bu arkadaşlar ya önlerinde uzanan uçsuz bucaksız dünyayla ne yapacaklarını bilemeyip kayboldular ya da istedikleri gibi yaşayıp zamanlarının tadını çıkardılar.

Kaybolanlara, Jonathan James Whalen'a bakalım. Bu jenerasyonun tipik bir örneği, "Yapabiliyordum ve yaptım" mottosuyla yaşıyor. Babası ABD'nin sayılı sanayicilerinden biri, oğluna büyük bir servet bırakıp ölüyor. Annesinin de anlamını yitirmiş anılardan başka pek bir katkısı yok. Ego bu dönemde geliştiği kadar hiçbir dönemde gelişmemiştir herhalde. Bu durumda ötekine duyulan açlık da tavan yapıyor; içten içe anlaşılma ve sevilme arzusu büyüse de sızacağı çatlakları bulamıyor ve insanı zehirlemeye başlıyor.

"İşte, diye düşündüm, boş bir odaya kapatılmış, birlikte çocuksu oyunlar oynayan bir koca çocuklar topluluğu. Kimse öbürünü anlamıyor. Herkes kendi kandiline yapışmış, hepimiz aydınlanmayı bekleyerek karanlık mağaralarda dolaşıyoruz. Başkaları kadar bulanık ve basite indirgeyici bir kafam olduğu düşüncesini sevmiyorsam, ama gerçekten onlardan daha karmaşık, daha uyanıksam, niçin beni anlamaları için böyle büyük bir istek duyuyorum?" (s. 130)

Herkes bir ada, bir diğerine asla ulaşılamayacak.

İhtiras Oyunu'nda olduğu gibi, bölümleme yok. İnsanın modülerliği metnin yapısını da etkiler durumda. İnsan sayısız parçasıyla mutsuz ve metni bölen her paragrafta bireyin benzer problemleri mevcut. İlk parçada Whalen bir helikopter kiralar, normal ücretin üzerinde bir ücret öder. Milyonlarca insanı yarım saatliğine izlemek ister, her birinin sıkıntısını hissetmek istermiş gibi. Büyük bir servete konduğunu, annesiyle babasının öldüğünü anlatır. Zengin bir adam, onca parayla ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yok. Hayatıyla ne yapacağı hakkında da yok aslında. Meraktan dolandırıcıların iş tekliflerini dinler, Karen'la ilişkisini bozup yeniden kurar. Köksüzlük... "Evden ayrılalı beri bir serseri, bir parya oldum; bugünün içinde yaşamak ve kişiliğimi ya da geçmişimi incelemeyi geri çevirmek için bahanemdi bu benim. Ama kendimi tanımak istiyorsam, çelişkilerimle yüz yüze gelmek ve çocukluğumun yükünü kabul etmek zorundayım." (s. 26) Çocukluğun yükünde ülkenin demir sanayisiyle alakalı en ufak bir olumsuz eleştiride insanları işlerinden eden, kendine özgü sevgisiyle psikolojik katliam yapan bir baba var. Whalen'ın Bangkok gezisinde uyuyakalan yolcuların eşeklerini döndürüp onca saat katedilen yolu heba eden bir çocuk var, kendisi. Etrafındaki insanlar da kendi gibi; birçok örnekten biri: İntihal yapması için cesaretlendirilen bir adamı tuzağa düşürüp akademik kariyerini bitiren kadını Whalen'dan ayıramıyorum. Çoğu karakteri birbirinden ayıramıyorum aslında, çıkış yolunu kendilerine bulamadıkları gibi birbirlerinde de bulamıyorlar. Yine de beraberken mutlular, insan benzerinin yanında mutlu oluyor. Bir süreliğine. Karen'la telefonda konuşurlarken Whalen'ın düşündüğü: "Kendi kişiliğimin iki yüzünü her zaman gizlemek istediğimi ona söyledim. Aldatan, yok eden entrikacı ve kötü niyetli yetişkinle umutsuzca sevgiye ve anlayışa susayan çocuk." (s. 37)

Adamımız ortalıklardan kaybolduktan sonra peşine dedektifler takılır, Ankara'da izini bulurlar, sonra Katmandu'da. Anne için oğlunun ortalıklardan kaybolması yıkımdır, aşırı doz ilaç aldığı için ölür. İntihar edip etmediği muammadır, bu da anlatılan pek çok durum gibi belirsizdir. Whalen bir parçasını daha yitirir, arayışı giderek umutsuz bir hal almaktadır. "Şimdi geçmiş eylemlerimin alt yapısını keşfetmeye çalışıp hepsini birbirine bağlayan incecik ipi arayarak anılarımı yokluyorum." (s. 40)

Gökdelenlerin Amerikan Rüyası'nı delip geçmesinden sınırsız cinsellikte yitmeye sonsuz bir yolculuk, sorgulamalarla dolu. Köksüzlük dedim, kökün hiç olmaması gerektiği yere yükselmesi de buna dahil. Baobab, şeytanın ters yüz ettiği lanetli, Whalen'ın elleri dünyayı tanımaya çalışırken ayakları onu hiç bilmediği yerlere götürüyor. Kendinden uzağa, bilincinin ötelerine.

"Bu duygunun hiç geçmemesinden, bunu açıklama yeteneğini hiçbir zaman bulamamaktan ve bunu duyan tek kişi olmaktan korkuyorum." (s. 199)

Ek: Şimdi tekrar okudum da, Kundera'yla karşılaştırdığım bölüm kötü, çok kötü. İbret almam için olduğu gibi bırakıyorum. Anlamayışıma verin.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Arkadi & Boris Strugatski - Pazartesi Cumartesiden Başlar

Daha önceden basılmış olabilir, benim bildiğim ilk Sarmal bastı bu ikiliyi. İthaki'nin iyi işlerinden biri bu ikilinin diğer kitaplarını basmaya başlamak oldu. Umarım BK serisinin çıkacak diğer kitapları arasında Strugatski Biraderler'inkiler de vardır, zira şöyle sıkı giydirmelere açız bence, üstü olabildiğince kapalı olsa da.

Adamlardan bahsedeyim biraz. İkisi de bilim adamı; Boris 1933 doğumlu. Astronom, bilgisayar mühendisi. Arkadi 1925 doğumlu, İngilizce ve Japonca eğitimi alıp öğretmenlik yapıyor. 1950'lerden itibaren yazmaya başlıyorlar, 60'larda işlerini bırakıp bütün zamanlarını yazmaya ayırıyorlar. Tarkovski, adamların bir eserinden Stalker'ı yaratıyor derken kopup gidiyorlar.

Bulgakov'la aynı çizgideler, aralarında bir kuşaklık fark var ve bayrağı devralmış gibiler. Bulgakov Sovyet sanat ortamını yerin dibine sokarken toplumsal değerlerin yozlaşmasını adım adım takip ediyordu, biraderler aynı şeyi Sovyet bilim dünyası için yapıyor. Kader Yumurtaları'nın çok daha geniş bir kadroyla yazılmış parodisi gibi bu kitap. Adamların ucundan kıyısından dokundurmadıkları şey yok gibi; Wells'ten Sovyet bürokrasisine, o güne kadar iz bırakmış doğru veya yanlış ne varsa derleyip toparlanmış, bazılarına çuvaldızla girişilmiş, bazıları tiye alınmış, sonuçta keyifli bir BK çıkmış ortaya. Tam olarak BK demek doğru da değil sanki, fantazyayla karışık bir BK parodisi.

Önsözler konusunda Oğuz Atay'a uyuyorum, ben atladım ama neyle karşılaşacağını bilmeyen okur, işin heyecanını kaybetmek uğruna bilgi sahibi olup okumaya başlar başlamaz tokat yemekten kurtulabilir. Ben biraz anlatayım Adam Roberts'ın söylediklerini. Evet... Gerçi pek anlatacak bir şey de yok; olayı kısaca özetliyor ve YOKHİÇ (Yüksek Okültasyon Kurulu Hususî İcat Çalışmaları) adlı kurumu Hogwarts'la kıyaslıyor. Demeden edemem; bu da moda oldu, Rowling'in dünyasıyla kıyaslanmamak çok kötü bir şey herhalde. Neyse, bu büyü hadiselerinin kurgulanması meselesi gerçekten önemli. The Kingkiller Chronicle, Belgariad gibi süper sagalar kendi sistemlerini içeren dehşet iyi büyücülük anlayışına sahiptir. Eh, Potter ve arkadaşlarının sopa sallayıp büyü yapmalarını da yiyelim ama bu eserden aynı şeyi beklemeyelim, zira adamların böyle bir kaygısı yok zaten. Roberts kıyaslamış ama böyle bir şeye lüzum yok. Bunun yanında insanların fantazyalarda büyüden çok büyü sistemlerini sevdiğini söylüyor, doğruluk payı var diyorum. Belli sistemlere oturtulmuş dünyaların gerçeklik sanrısını daha başarılı yaratabilmelerinden kaynaklanıyor olabilir bu. Sonuçta uçan bir salyangozun, "İtfaiye itfaiye şiş bomba, Maske Maske çok yaşa!" diye bağırıp büyü yapmasını istemem. Bunu bir sisteme oturtma çabası başarılı olabilmişse, işte o zaman isterim.

PKD demiş adam, PKD'nin bilinçli kaos diyebileceğim karmaşası yok ama tekinsizlik... Bir parça diyebilirim. Bir de Pratchett demiş, evet, Pratchett'in dünyaları biraderlerin yarattığı dünyayla karşılaştırılabilir. Aslında diyalogların kurulumundan iğnelemelere kadar pek çok benzerlik var.

Metne geçelim. Yukarıda bahsedilen bir kuruluş var, olayını Roberts çok güzel anlatmış: "Hikâyedeki sihirli unsurlar ne kadar renkli ve yaratıcı olursa olsun bu romanı en canlı kılan özelliği, bu tarz örgütlerin işleyişine tuttuğu aynadır. Aslına bakarsanız 'işleyiş' tam olarak doğru bir kelime olmadı zira bu fevkalade ve rengârenk Enstitü son derece inanılır bir biçimde işlevsiz. Araştırmaya çalıştıkları evren sonsuz; böylesine bir şeyi araştırmak da sonsuz zaman gerektirir. Bu durumda çalışıp çalışmamaları hiçbir şey değiştirmez ama eğer çalışırlarsa bunun kozmosta düzensizlik gibi bir yan etkisi olabilir. Bu nedenle üretken bir iş yapmamaktadırlar. Günümüzde de çoğu üniversite buna benzer, muhtemelen resmiyete dökülmemiş bir mantıkla işliyor." (s. 8) Ba-dum tıss!

Orijinal metinde nothing anlamına gelen YOKHİÇ adlı mekana geçmeden önce Saşa'nın bu enstitüyle tanışmasını anlatmalıyım. Roman üç bölümden oluşuyor, ilki Divanın Çevresindeki Patırtı. Karelia civarında arkadaşlarıyla buluşmak için arabasıyla yolculuk eden Saşa, yolda iki garip tipi arabasına alır ve kalacak yer problemi de böylece çözülür; herifler Saşa'ya kalacak yer ayarlar. Über teknolojik bir divanın, garip bir kadının ve daha garip olayların mekanı, enstitü. Adamımız garip hadiselerle haşır neşir olur ve bunların hiçbirinin yabancısı olmadığını söyler, bir yerlerde okumuştur bunları. Olaylara balıklama dalar. "Hepimiz de naif materyalistleriz, diye düşünüyordum. Ve de akılcıyız. Her şeyin hızla, akılcı bir şekilde açıklanmasını bekliyoruz; yani bir avuç dolusu bilinen olguya indirgenmesini. Ve hiçbirimiz de diyalektiğe bir kuruş değer vermiyoruz." (s. 58) Evrenin sonsuzluğu, her an sayılara, formüllere dönüşebilecek mucizelerin varlığı aslında anlamlandırma çabalarının sona ermeyeceğini, böyle bir dünyada bütün mucizelere, tuhaflıklara açık olunması gerektiğini söylüyor. Kaostan düzen çıkarmaya çalışıyoruz, öyleyse mitolojiyi en kaba düzenlerden biri olarak kabul edebilir miyiz? Metne göre edebiliriz; aniden ortadan kaybolan divan, konuşan hayvanlar ve harpiler, tepegözler falan, başka ne anlatıyor olabilir? Bu roman, insanın rasyonalize etme çabasının aslında ne kadar zavallıca olduğunu da söylüyor. Saşa'nın cebinde bulunan ve her harcandığında tekrar cebe dönen bozuk parası, uçan motosiklet ve daha pek çok nesne, göremediğimiz özün insanın anlayamayacağı kadar uzak bir dünyada gizlendiğini kanıtlıyor.

Patırtının Daniskası adlı ikinci bölümde Saşa'yı bilgisayar mühendisliği pozisyonundaki iş teklifini kabul etmiş olarak laboratuvarda görürüz. Başka bölümlerdeki bilim adamları, üstlerine düşen gariplikleri son derece yetkin bir şekilde yerine getiriyorlar. A-Janus ve U-Janus adlı tek kişi, iki kişinin vücudunda yaşıyor. Gizemi son bölümde çözülecek, yazarlar araya bir bulmaca sıkıştırmışlar. Hopgeldio nam bilim adamı olumsuz bir rol sunuyor okura; baskıcı, kontrolsüz. Yaptığı bir deney başarısız oluyor ve tüketim toplumu katanayla deşiliyor adeta. Adamımızın deneyi bir süper-benmerkezci boşluk yaratıyor, civardaki tüm lüks sayılabilecek tüketim eşyalarını tek bir noktaya topluyor. Bu bir, ikincisinde hayatın anlamı üzerine yapılan bir araştırmada ölümün hayatın kaçınılmaz niteliği olmadığını dair bulgular elde ediliyor ve felsefeciler çok öfkeleniyor. Jankélévitch'in sinirden kudurduğunu canlandırdım gözümde. Çok eğlenceli. Jankélévitch için ölüm, yaşamı bütünleyen bir parça olarak görülüyor. Bunun doğru olmadığı bir zaman da gelecek elbet, bilimin ölümsüzlüğe giderek yaklaştığını düşünüyorum, rejenerasyon bir gün bulunacak ve bilimin bulguları incelenmek üzere felsefenin önüne atılacak. Geleceğin felsefesinin problemlerini çok merak ediyorum ve göremeyeceğim için üzülüyorum.

"Mutluluk bilinmezin ara vermeksizin kavranması sürecidir, hayatın anlamı da budur." (s. 149)

Saygı duyulası kitaptan saygı duyulası cümleler. Devam eden iki sayfada bu süreç ve enstitü muhteşem bir şekilde özetlenmiş, okuyacaklar ve okuyanlar bu sayfaları tekrar tekrar okusun isterim.

Çeşit Çeşit Patırtı adlı bölümde Janusların problemi çözülüyor, çok orijinal bir mevzu var burada. Anlamak için iki kez okudum, burada anlatmaya kalkıp olayı rezil etmeyeceğim, sadece çok yaratıcı olduğunu söyleyip geçeceğim. PKD'nin zaman paradokslarına benzer bir hadise var, oldukça keyif verici. Bir de Wells'inkine benzer bir zaman yolculuğu var, burada kurulan dünyalar da yine oldukça yaratıcı.

Problemi çözülen Janus Polievtoviç'in Saşa'ya yaptığı açıklamayı alıp bitiriyorum, sonrasında alt metin gelecek ve ikinci katmanla anlatıyı daha hassas bir terazide ölçebileceğiz.

"'Anlamaya çalışın, Aleksandr İvanoviç, herkes için tek bir gelecek yoktur. Bir sürüdür bunlar ve her bir davranışınız onlardan birini yaratır. Bunu anlayacaksınız,' dedi inandırıcı bir tavırlar. 'Mutlaka anlayacaksınız bunu.'"

Bu, Boris Strugatski için eserin son derece basit olmakla birlikte en temel fikri.
.
Dr. Emmett Brown tarafından söylendi, The Matrix'te söylendi fakat en derli toplusu Terminator'da: "...the future is not written. It lies in the choices you make. Our future is ours to decide. Always."

Notlar adlı son bölümde bilgisayar laboratuvarı yöneticisi Privalov'un metinle ilgili düşünceleri var. Mantıklı bir okurun terminolojilere, enstitüdeki bilimsel çabaların varlığına inanmayacağını düşünüyor ve öne sürdüğü fikirlerin yazarlar tarafından önemsenmediğini belirtiyor. Yazarlar, adamın metni çok ciddiye aldığını düşünüyor. Hadi bakalım, neresinden tutmak lazım?

Boris Strugatski'nin sonsözü oldukça güzel. Bu kitabı 50'lerin sonlarında düşünmeye başlamışlar ve ilk bölümü yazmak üç yıl sürmüş, sonrasında kaptırıp gitmişler. Kitabın adının hikâyesi de güzel; o yıllarda herkes deli gibi Hemingway okurmuş. Hemingway'in son kitabının adı Cumarrtesi Pazartesi'den Başlar'mış, adamlar bunu ters çevirmişler.

En önemlisi, Boris onca mit, buluş ve kafayı kırmış adamla ne yapmaya çalıştıklarını anlatıyor. Özgürlüğün dolaylı bir güzellemesi, kabaca bu. "Sözle anlatılmaz bir ÖZGÜRLÜĞÜN hüküm sürdüğü bir dünya - bizim gerçek hayatlarımızda yetmeyen ÖZGÜRLÜĞÜN. Bizzat masalların içinden çıkmadığını er ya da geç anlamaya başladığımız özgürlük. Kazanmak için Taşyerovlarla, Hopgeldiolarla hem de sertçe mücadele etmemiz gereken özgürlük - çünkü kavga alanında kolayca kabul etmeyecekler yenilgiyi." (s. 286)

Kült bir kitap, şiddetle tavsiye ederim.

28 Ekim 2016 Cuma

Hüseyin Peker - İzmirli

Eli Torbalı Adam'ın prototipi diyebiliyorum. Anlatıcı anı toplar gibi topluyordu boş kutuları, sokağın rengini alıyordu. Bence kahverengi.

Hüseyin Peker bence edebiyatımızın değeri en az bilinen -underrated yazmaya elim gitmedi, derken gitti- sanatçılarından. İnsan Arkadaşınındır diye bir şiir kitabı var, onu da edindim. Anlatılarına eklemlenebilecek dizelerini alıyorum:

"Son günlerde eve dönsem mi?
Diye bir inilti bir uçurum içimde
Eve dönsem mi?
Bu kılıksız fakirliğin bir köşesinden

Son günlerden derin bir gök
Dokunan mavi bir iz gibi içimde
O yaralı sokaklar, sabahla doğan
Akşamla kapanan kendi ateşine
Sokaklar bana da benziyor
Ne bileyim her şey biraz

Sonra koşarak vuruyorum yokuşlara
Ama çok kısa, çıkmaz bu yokuşlar
Gümüş çenekli çiçekler doğuyor bir boşluğa açılınca"

İzmir'in fuarı, semtleri, çatırdayan evliliği, arkadaşlar filan, hepsi bir araya geliyor ve Dost nam anlatıcının anılarına dönüşüyor. Dost bir kitap yazmak için hayatını delik deşik ediyor, bileysiz bıçak elde. Eşi, küflü evliliği, evin tozuyla yalın duvarlarının diyalektinde iz bırakmış. Duvarlar konuşuyor. Dost mu konuşuyor? Farkına varılmıyor.

"Anıları korur dururuz. Anıları kırar doğrarız." (s. 8)

Semin Hanım'ın yazığı romanı Dost daktiloya çekiyor. Semin Hanım, eşinin arkadaşı. Ortada arka çıkılacak başka bir şey kalmadığında bir başlarına kalıyorlar. Cinsellikleri sevgisizliğin koyu tadını taşıyor: Katran. Dost'un erdenliği sorgulayışında bu sevgisizlik var desem yattığı kadınlara nispeten hakaret olur, asıl Dost'un sürüklenişine bakmak lazım. Semin'den tiksiniyor, kadının soyduğu elmaları teri değmiştir diye tekrar soyuyor. İğdiş edilme korkusu daha derinlerde. İstence dönüşmemesi, anlatıcının umudunun tükenmemesindendir diye seviniyorum.

Dost'un babası duygusu kırık bir adam, çocuğu kalfa olarak sağa sola veriyor ve erken yetişkinlik başlıyor, zamansız büyüme. Alınan haftalığın çoğu anneye, geriye kalanıyla bir haftalık keyifler yaşanacak ve bu durum ölene kadar devam edecek. Okullar okundu, ziyade olsun, işlere girildi, evlenildi. Çocuk? İki tane; kız ve erkek. Mutluluk çerçevelenip duvara asılmamış hiç, her yere dağılmış ve Dost'un avcı-toplayıcı kültürüne yolladığı selamda izler var.

Avcı: Mutsuzluk için özel olarak evrim geçirmiş, kokuyu çok uzaklardan alıp avının peşine düşebiliyor. Yakaladığı solmuş bir menekşe, en iyi zamanlarını hiç görmemiş. Görmediği zamanların, mutluluğun omzundaki çukurunu eşeliyor.

Toplayıcı: Kutular dedim, yazmaya çalıştığı roman, yazımına yardım ettiği roman derken metinler altüst, birini diğerine ekleyebilirsiniz ki Peker'in yaptığı da bu.

Borges'e rastlamak da mümkün bu anlatıda; şiirle alakalı bir paragraf: "İnsanlar şiire benzetilmeyi hak etmiyor. Bazı örnek davranışlar şiiri anımsatabiliyor. Ama insanların tümüyle şiir gibi düşünülmesi bence doğru olmuyor. Ayağının tozuyla şiir. Pazarda pazarlık: Şiir. Arkadan birinin gözünü oyması: Neresi şiir bunların!" (s. 26) Sonrasında her insanın gözünde şiirin ışıldadığı da söyleniyor, çoğu zaman kötüye kullanılan bir şiir. Borges'in yanında Süreya da var sanırım; Süreya baktığı her şeyde şiir gördüğünü söylemiş. İş insana gelince -bence- tanrı kelamına en yakın tür olan şiir de yozlaşıyor. Borges de bu bozulmayı söylüyor röportajlarında; şairlerin şiire bürünüp yaşamamaları, yeterince saf olmamalarından kaynaklanıyor.

Enis Batur, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Camus, Sartre ve Kafka bahsi geçiyor, alakayı okur kursun derim. Bende bütün huzursuzluğu dışta doğurabilen anne/adamlar çağrışıyor. Pardon, Peker'in dediği bir şey bu. Kadın doğurur, erkek yazar.

Sözcükler iyi derli bir şiirden koparılıp serpiştirilmiş. Gece, "uykusu uzatılmış, uyanması ufaltılmış bir biçime"sokulmaya çalışılırken fiilin karşıladığı iş, anlamla kuşatılmış bir yalnız imge duygusunu çağırıyor. Şudur yani; çağrışım oldukça uzak, alınması gereken bir mesafe var ve yazar, okurun bu mesafeyi alabileceğine güveniyor. Peker'in anlattığı kendi meselesi ama insan kendini insana anlatırken yine kendini ölçüt alıyor. Dost'ta bunun tam tersi var; kendini başkalarında tartamadığı için hep kendiyle kalıyor. Bulantıları bundan.

Demeden edemeyeceğim, referanslar çok sıkı. Anlatıcı, öykünün bir nefeslik, romanın birden çok ömürlük olduğunu söylerken Barnes'ı, Kosinski'yi, Kundera'yı ve Calvino'yu anıyor. Sadece karakter yaratımı değil, romanın kendi, yazarın birçok karakteriyle oluştuğu için sıkı.

Peker'in dünyasını seviyorum, tavsiye ederim.


Rebecca Solnit - Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar

Encore'un şahane işlerinden biri de Rebecca Solnit'i dilimize kazandırmak oldu.

Rebecca Solnit insan hakları ve feminizm konusunda yardırıyor, kadın hakları savunuculuğuyla bir noktada tüm insanlığı ele alıyor. Hak, eşitlik gibi kavramların benimsenmesiyle sadece kadınların değil, ekonomik, psikolojik vs. olarak ezilen insanların daha iyi bir dünyada yaşayacağını söylüyor. Hepsi birbirine bağlı. Önemli olan insanların bilinçlenmesi. Sömürü yerine paylaşım stratejisinin uzun vadede herkes için daha iyi sonuçlara yol açacağı Zygmunt Bauman'ın da savunduğu bir fikir. İki düşünür birçok noktada buluşuyor fakat Solnit için öncelik kadın haklarında. Aile yaşamının baskıcı ortamını sezinlediği andan itibaren mücadelesi bu doğrultuda ilerliyor.

Her bir bölüm, erkin farklı yönlerden eleştirilerine ayrılmış. Şunu başa alıyorum, zira Solnit'in davasını iyi özetliyor: "Görülebilir olmanın ve konuşabilmenin mümkün olmadığı yerde hayatta kalmak, onurlu ve özgür olmak mümkün değil. Gençliğinde bazen şiddet kullanılarak susturulan biri olarak bugün sesimi çıkarabildiğim için şükrediyorum. Ve yaşadıklarım, beni daima sesini çıkaramayanların tarafında, onların dava arkadaşları olarak ses çıkarmak üzere olgunlaştırdı." (s. 30) Türkçe baskıya özel bir ön söz yazan yazar, Türkiye'de kadın hakları konusunda pek bilgi sahibi olmadığını ama sözlerinin evrensel olduğunu belirtiyor, Özgecan Aslan'ın hikâyesinin dünyanın pek çok ülkesinde yaşandığını, erkeklerin de kadınların mücadelesine destek vererek böyle dehşet verici olayların engellenebileceğini söylüyor. Başımızı çevirmemenin, yanlışa ses çıkarmanın zamanıdır. Geç bile kaldık, birkaç bin yıl kadar. Şimdi Eric Berkowitz'in Seks ve Ceza kitabını okuyorum, Eski Ahit'ten gelen bir adaletsizlik var, kadınlara verilen değer mide bulandırıcı ölçüde. Kısasa kısas hiç böylesi rezilleşmemişti; eşiniz sizi başka bir adamla aldatıyor mesela, eşiniz için idam kararı çıkıyor ve isterseniz diğer adamın eşiyle cinsel münasebet kurma hakkınız oluyor falan. Dönemin şartları bu cezayı -ödülü?- uygun görüyor, o zamanların çektirdiği eziyetin izlerini silmeye çalışıyoruz bugün.

Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar başlıklı bölüm, Solnit'in karşısına çıkan çokbilmiş erkeklerle alakalı. Bay Çok Önemli diye adlandırıyor Solnit, adamın küçük bir kızla konuşuyormuş gibi davranmasının yanında Solnit'in mutlaka okumasını söylediği ses getiren bir kitabı anlatırken kitabın yazarının Solnit olduğunu ısrarla anlamak istememesi tam bir kara mizah. İyi erkekler bir yana, bu tür adamların her yerde olduğunu belirttikten sonra orta noktada, uzlaşı alanında buluşulması gerektiğini söylüyor. Yoksa anlattığı diğer örneklerde olduğu gibi medeniyete giden yolda çıbanlar türeyecek ve kadınlar bu çıbanlar karşısında ya sinecek ya da onları yakıp insanlığı hak ettiği konuma çıkaracak.

Ek bölümü daha dillere destan olmuş. Yazıldıktan sonra Solnit bu bölümü yayımlatıyor ve iki tür tepki alıyor; biri, işin cinsiyetçi olmadığını açıklamaya çalışan erkeklerin öfkesi ve diğeri de feminist erkeklerin onaylayıcı görüşleri. Sonrası daha ilginç; Bana Bilgiçlik Taslayan Akademik Adamlar diye bir site çıkıyor ortaya ve Mansplaining/Açüklama kavramları türetiliyor. Açüklama işte, erkek odaklı, cinsiyetçi dayatmalar.

Vardır efendim, canım kız arkadaşım akademisyen ve bu tür aptal açüklamalarla, ahmak adamlarla uğraşmak zorunda kalıyor her gün, hikâyeleri biliyorum ve akademi böyleyse ülke çoktan bitmiş de okeye dönüyor diyorum. Türkiye'den zerre ümidim yok, zira iki nokta bütün umudumu tüketti: askerlik ve akademi. Askerlikte erkek egemenliğiyle cahilliğin muhteşem bir karışım ortaya çıkarıp uygarlığın/ülkenin başına kolay kolay çıkarılamayacak bir çorap ördüğünü gördüm, hemcinslerimden tiksindim. Akademide de uzmanlığın erdemli bir insana giden yolda toz kadar değerinin olmadığını gördüm. Cehaletin ortadan kaldırılması tek başına yeterli değil, insan gündelik yaşamında kendisini yönlendiren onca çöpten kolay kolay kurtulamayacak.

En Uzun Savaş adlı bölüm, az yukarıda bahsettiğim binlerce yıl öncesinden beri süren bir savaşı anlatıyor. İstatistiklere baktığımızda erkeklerin suç işlemede kadınlara oranla bayağı bir aktif olduğunu görüyoruz ve nedenlerine iniyoruz. Aslında en bilineni iktidar hırsı. Çok özetle şu ki ataerkil toplum kendi kanunlarını koyuyor, kendi mahkemelerini kuruyor ve evrensel insan hakları, hümanizm dalgası altında sözde çiçek gibi bir dünyanın temelini atıyor ama kadın-erkek ilişkisi ilk mitlerden itibaren dengesiz bir terazinin sonuçlarını gösteriyor; erkek her zaman ağır basıyor. Dolayısıyla pedofili gibi pek çok suçta olduğu gibi şiddetin de kaynağı aynı: Süjeleştirme ve tahakküm kurma. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'deki bir öyküye gidiyorum, hatırladıkça içim daralıyor. Kadın anlatıcı, uğradığı tecavüzü başından sonuna kadar en ince ayrıntısıyla anlatır. Haliyle öldürülmemeyi başarmıştır ama aklını kaçırmasına da ramak kalmıştır, tecavüz sırasında psikolojik savaş vererek canını kurtarır ve failin güç tatminini manipüle edişini adım adım izler. Ne kadar sevgi verirseniz verin yetinemeyecek, ne kadar güç verirseniz verin daha fazlasını isteyecek insanlar vardır, bunlar ellerindeki güçten/tanıdıkları kendilerinden asla emin olamayacakları için hep daha fazlasını isterler, bunun bir sonu yoktur. Bu durum ABD'deki siyasi ortamla, Yeni Delhi'de akıl almaz bir şekilde katledilen Jyoti Singh'in yaşadıklarıyla bağdaştırılıp bir tecavüz panoraması oluşturuyor.

Lüks Bir Otel Odasında Çarpışan Dünyalar'da zamanında IMF'nin kafa adamlarından olan Fransız Strauss-Kahn'ın ABD'deki bir otelde Afrikalı oda hizmetçisini taciz etme vakası var ki nereden tutsanız elinizde kalıyor. IMF'nin Kahn'la özdeşleştirilmesi başarılı; ABD ekonomisinin bütün dünyaya empoze edilmesi amaçlı bir kuruluş IMF ve Afrika da dahil olmak üzere sömürmediği yer yok. Tacizci Fransız, kurbanı Afrikalı, sömürünün başka bir boyutu. Daha da mide bulandırıcısı; Berkowitz'in bahsettiğim kitabında geçen bir olay: Bu mevzu incelenirken Fransız devlet adamlarından biri Kahn'ı savunuyor ve olayın pek de önemli olmadığını, doğal olanın gerçekleştiğini söylüyor.. Küstahlığa bakar mısınız? Ev sahibi zengin adam, evindeki hizmetçi üzerinde her türlü hakka sahiptir. Kafa bu. İçim daraldı ulan.

Sonuçta adam işini kaybediyor ve emsal bir dava ortaya çıkıyor ama kadın -muhtemelen baskılara dayanamayarak- suçlamasından vazgeçiyor ve iyi bir para alıyor bunun karşılığında. Başladığımız yere döndük, diyor Solnit. Tepedeki bir adamın tepetaklak indiğini gördük ama bu, taciz/tecavüz olayından caydırmak için yeterli değil, daha fazlası lazımdı. Adaletsizlik her yerde.

Ortaya karışık gideyim; kadınların nesneliğini bizim çok değerli devlet adamlarımız da göstermiştir. Hastanede çekilen fotoğraflar vardı, hatırlarsınız, devlet adamımız eşiyle fotoğraf çektiriyordu ama ilginçtir, fotoğrafta eşi yoktu. Ya da fotoğrafın köşesine bakarsanız kadını görürdünüz. Şöyle bir sahne: "Kadının yok edilmesinin pek çok yöntemi var. Afganistan'da savaş yeni başladığında New York Times'ın pazar ekinde yayınlanan haberdeki resimde bir aile fotoğrafının yer aldığı yazıyordu. Ama ben sadece bir adam ve çocuklarını görüyordum, ta ki perde ya da mobilya zannettiğim şeyin tamamen örtülü bir kadın olduğunu şaşkınlıkla fark edene kadar." (s. 89) Abartı yok, bu topraklarda kadın kolaylıkla silinebilir. Arjantin'de insanlar ortadan kaybolmaya başladığında anneler sokaklara döküldü ve ölümü göze alarak cuntaya meydan okudular. Her perşembe, perşembenin delileri, yıllar boyunca çocuklarından bir haber alabilmek için aynı yerde toplandılar ve çığlık attılar. Hareket bizde Cumartesi Anneleri'ne dönüştü, 600 küsur haftadır toplanıyorlar ve kayıp çocuklarından haber bekliyorlar.

Kadının çektiği eziyetin muadili yoktur.

Woolf'la alakalı çok güzel bir bölüm var, konuya vakıf olmadığım için dokunmuyorum. Nedense Woolf okumamaya devam ediyorum, biri kafama Orlando atsın.

Böyle. Mutlaka okuyun ve silkinip kendinize gelin.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Nejat İşler - Gerçek Hesap Bu!

Cemile huysuz bir ihtiyar olacağımı söyledi. Doğru dedi, delirdim. Reklamlardan delirdim, kötü şarkılardan delirdim, yüzeysellikten delirdim. Geçen gün her şeyi ölümüne eleştirdiğimi fark ettim, genellikle kötü eleştiri. Aklıma gelen ilk örnek, günümüz müzisyenleri. Hemen huysuzlanmalıyım. Birincisi, Beat kardeşlere benzetilen bir müzisyen var, o dönemin ruhunu taşıdığı söyleniyor. Vallahi ben banka reklamında oynayan bir Beat tanımıyorum, siz tanıyorsanız lütfen beni aydınlatın. Yani eleştirmen arkadaşlara da teessüf ediyorum, dilinizin ayarını lütfen düzgün yapın yahu. İkincisi, içinde gıda maddesi geçen şarkılardan zerre hazzetmiyorum. Çorba, çay, reçel... Eeeyh, bu kadar yeter, kendimden de hiç hazzetmiyorum böyle yapınca. Önce ekmek, sonra ahlak; iş bu noktaya getirildiyse kızacak ne var ki? "Yaşaması zor bir ülkede her gün debeleniyoruz zaten" boyutu devreye girince her şey tamam. Her şey muhteşem. Değil ama. Belki öyledir. Midir?

Neyse, Nejat İşler'i düşünüyorum ve adam hakkında hiçbir olumsuz düşünce barındırmadığımı fark ediyorum. Bilmiyorum, sisteme entegre olduğu noktalarda kazandıklarını başka yerlere yatırıyor olduğunu düşünmemden belki. Gözümde "kral adam" imajı var, çok az kişiye karşı böyle hissediyorum, hatta bir de Cenk Taner vardır belki, o kadar. Diğer herkes ölebilir, ben de dahil.

Bu arada hayatımda ilk defa romantik bir Türk filmine gittim, İkimizin Yerine'de biraz tutuk İşler. Mustafa Hakkında Herşey ile tanımıştım, o zamandan beri yer aldığı filmleri izledim ama bu... Eh diyorum, kameradan uzak kaldığı zamanlara bağlayıp daha iyi işler çıkarmasını diliyorum.

İşler'in anıları/öyküleri bazı dergilerde yer alıyormuş, bilmiyordum. Böyle toplu halde okuması daha keyifli geldi. Olduğu gibi yazıyor adam, dobra. Çatır çutur girişiyor, edebi değeri sorguya açık ama samimiyet dozu oldukça yüksek olduğundan göze batırmayabilirsiniz, öbür türlü kitap elinizde kalabilir.

Çocukluktan alıyor, günümüze kadar getiriyor. Belli başlı anıları şöyle:

* Kitabın telifi Gümüşlükspor'a gidiyor; Gümüşlük aşığı olan İşler, amatör ruha hasta olup takımı desteklemeye başlamış. Satın mı alıyor, başkan mı oluyor, öyle hadiseler de var.

* Sünnet hikâyesi, dedenin ramazanları, adının konması falan, hoş şeyler.

* Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde okuyor, zengin elemanlar falan var ve kendisi işçi çocuğu. Aşık olduğu kız tarafından reddedilmek de bu okul zamanlarına kısmet oluyor. Kızla yıllar sonra karşılaştığında kız İşler'e, "Başarılarını görünce gurur duyuyorum arkadaşım," diyor. Nejat İşler, "Hâlâ mı?" diye soruyor. Reddedilme sırasında arkadaş kalmak istediğini söylüyor kız, ona bir gönderme. Kız anlamıyor veya anlamazdan geliyor. İşin ilginç boyutu şu, İkimizin Yerine'nin bir sahnesinde -şu an repliği tam hatırlamıyorum- çok benzer bir dokundurmayla bir şey söylüyor İşler. Adamın doğal davranışı, yaşamıyla canlandırdığı karakterler arasında büyük benzerlikler bulunduğunu düşünüyorum. Mimikler, replikler, adam kendini oynuyor sanki.

* Baba solcu, dede muhafazakar, ailede çatışma var. Darbe döneminde babayı alıyorlar, ailede büyük bir korku. Adamı bırakıyorlar, tekrar alıyorlar. Meğer 15 sene evvel yaptığı bir polislik başvurusunun sonucunu bildirmek için çağırmışlar ikincide. İlkiyse unutulmak istenen anılardan ibaret. Babayla dede arasında ara ara beliren düşmanlık ve sıklıkla görülen sevgi, İşler'de yer etmiş.

* Tezgah maceraları, üniversitede okurken yavaş yavaş beyaz ekranda belirme dönemleri, arkadaşlarıyla yaşadıkları falan derken kaptırıp gidiyorsunuz. Üç filmi hakkında bir iki şey yazıp gidiyorum.

Barda çekilirken kusanlar olmuş ve iyilerle kötüler ayrı masalara oturmaya başlamış. Eh, şu ehil insanların gardiyancılık oynadığı deneyi hatırlayın. Sonra, İşler rolüne hazırlanmak için Soğukkanlılıkla'yı okumuş, nedensiz kötülüğü kaynağından almış yani.

Behzat Ç.'yi Fikret Kuşkan'la çekme planları varmış ama önce davranan başkaları olmuş. Sonra Ercüment Çözer olarak giriyor olaya, mis gibi oluyor. Dizi ekibinin çalıştığı en uyumlu, en iyi ekip olduğunu söylüyor.

Kaybedenler Kulübü İşler'in zaten dinlediği bir programmış, çok severmiş adamları. Film olayı gelince Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı'yla tanışıyor, onlarla takılıyor bir müddet. Bir de filmdeki miskin herifin Mehmet Ada olduğunu öğreniyoruz, günümüzde ünlü bir yönetmen. O zamanlar bir reklam işi yapıp deli para kazanmış ve sikerler deyip bırakmış işi, Kaan'ın eve başlamış. Böyle bir şeyler.

Devamı gelir bunun, keyifli olmuş.

John Lenihan - Bilim İş Başında

Elimde çaydanlık, kahve yanılsaması sağlayan ikisi üç aradaya sıcak su koyuyorum. Merak edip araştırıyorum, neden çözünme sıcak suda daha hızlıdır, kahve nasıl üretilir, termodinamiğin yasaları nelerdir ve olayları nedir? Yaşadığımız dünyayı daha iyi anlamanın yolu merak etmekten geçiyor ve sıklıkla merak ediyorum. Nesnelerle, geleneklerle alakalı Kudret Emiroğlu'nun nefis kitaplarına başvuruyorum, işin bilimsel boyutunu TÜBİTAK karşılıyor. Gerçi orucun telepati üzerindeki etkisi gibi araştırmaları nasıl hala basmadılar, merak etmiyor değilim ama şimdiye kadar pek bozmadılar sanki.

Çeviri Barış Bıçakçı'ya ait. Eserin çeviri kokmamasını ve sıcak dilini buna bağlıyorum.

Lenihan, The Glasgow Herald ve Books and Bookmen için yazdığı makaleleri derlemiş. Çeşitli başlıklar altında gündelik hayatla bilim ilişkisi irdelenmiş, meraklı ruhlar için güzel bir kitap ortaya çıkmış. Başlık başlık gidiyorum.

Neden Böyle?

* Kayakla alakalı bir mevzuyla oturumu açıyoruz. Kayaklarla buz arasındaki ilişki inceleniyor, doğru bilinen yanlışlar ortaya konuyor ve ders kitaplarındaki bilgilerin her an değişebileceğinden bahsediliyor. Kısaca şu; karın soğukluğu kaymayı etkiliyor. Basıncın, karın ve kayağın yapıldığı maddenin etkileşimi çok mühim. -60 santigrat derecedeki sürtünme, kuru kum üzerindeki sürtünmeyle birmiş falan. Vay be.

* Ultrasonun kullanım alanları var, kavitasyondan tıbba pek çok alanda kullanılıyor. Yüzey temizliği, yüzeydeki çatlaklar vs. ultrason yardımıyla bulunabiliyor.

* Deniz suyunun damıtılmasıyla içme suyu elde edilmesi de ilginç bir mevzu. Doğa, insanlığın üretemeyeceği bir makine ve bir bölümünün kopyalanması bile deli paraların harcanması anlamına geliyor. Arıtma işleminin küçük bir tarihçesi bu.

* Döşeme konusu. Yere uyguladığımız ağırlık kadar yer bizi itiyor ve bu gerilmeye dayandığı ölçüde ayağımız zemine basıyor. Denize girdiğimizde ayakta duramamamızın sebebi, atomik ölçülerdeki çatlakların ve boşlukların etkiye direncini kırması. Aynı prensibi kesme-biçme işlemlerinde görürüz; metal plakaları kesmede iyi yapılmış bir katana kadar etkili silah yok. Bunun sebebi, atomik ölçülerdeki çatlakların Japon demirciler tarafından olabildiğince yok edilmesi. Çift su veriyorlar demire falan, kendi prensipleri var. Ondan sonra vıjt diye kesiyor herifler. Birim alana maksimum basınçla yüklenmek, olay bu.

* Termometrenin, sıcaklıkla soğukluğun tarihsel gelişimi olayı. Termometrenin kısa bir tarihi var, bir de mutlak sıfıra hiçbir zaman ulaşılamayacağı. Dünya'nın fiziki şartları altında pratikte mümkün değil ancak teknoloji ilerliyor, teoriler gelişiyor, bir çaresi bulunur sanıyorum. Tabii kim mutlak sıfırda donup kalmak ister, bilemiyorum. Beni yazmayın, doğal şartlarla ölmek istiyorum.

* Bisiklet olayı. Abdülcanbaz'ın bisikletini bilirsiniz. Neden ön tekerin battal boyutlarda olduğunu merak ederdim, sebebini sezmiştim ve doğruymuş. İlk bisikletler vitessiz, pedalların tam bir turu, ön tekerleğin çevresi kadar ilerletiyor. Eh, ön tekerleği eşek kadar yaparsan bir tam turda daha uzağa gidersin, mantık bu.

"Bisiklet, en verimli ulaşım aracıdır. En az enerji tüketimi ile hareket eden bir mekanizma olarak, insan ve bisikletin birleşimi, her türlü canlıdan ve makineden daha iyi işler." (s. 41)

Bisiklete binmek, yürümeye göre daha az enerji harcatan bir şey. Enerji kıtlığı olanlar için birebir. Buradan devlete sesleniyorum: Bisiklet yollarını artırın!

Bisiklette dengenin oluşması için hala deney yapılıyor olması da başka bir ilginç ayrıntı.

* Gayda. Matematiksel olarak müziğe mükemmel uyum sağlamasının yanında İmparator Neron tarafından çalındığını da öğreniyoruz.

* Sağ-sol el davası. Sol el bir şey taşımada, sağ el karmaşık işlerde kullanılıyormuş genelde. Neden? Organların çoğu sağ tarafta yer alıyormuş, dolayısıyla sola yüklenmek daha mantıklı. Vay.

Tarih

* Esir kuramı ve Einstein'ın bu kuramı hacamat etmesi.

* Uçma olayı. Uçma çabaları doğanın taklit edilmesi yönünde, dolayısıyla kanat ve hız gibi ilk başta insanı uçuramayan tonla şeye kafa yorulmuş ama Leonardo da Vinci'nin helikopter eskizleri doğru cevaptı, anlaşılması zaman aldı. Uçmak için en iyi yol, havayı sürekli aşağı itecek bir sistem tasarlamaktan geçiyor.

Bilim ve Toplum

* Trafik kuralları. Asur Kralı Sinahheriba, trafiği denetim altında tutabilen son insan olarak geçiyor. Kral yolu üzerine at vs. bırakanların kellelerini uçururmuş. Buna ilk trafik kuralı diyebilir miyiz?

Bir nevi kelebek etkisinin varlığından bahsediyor yazar, görünürde sizi yavaşlatan bir kural, geniş çerçevede varacağınız yere daha kısa bir sürede varmanızı sağlayabiliyor. Deneylerle kanıtlanmış bir olay. Ayrıntılar için kitabı edinin.

* Şiir-bilim ilişkisi. "Günümüzde de şairler ve bilim adamları, konuyla ilgili özel bilgi ve deneyimi olmayan insanlarla iletişim kurmanın zor olduğu soyut bir dünyada çalışıyor." (s. 101) İkisinde de deneyimlerin düzene koyulması ve hayal gücünün önemi var, oysa bilimi içeren şiirlere pek rastlanmıyor, yazarın iddiası bu. Fütürizmi falan kenara koyuyorum, şu örnek çok hoşuma gitti:

"Artık
Gizli mesajlar alıyoruz
Hayal bile edemediğimiz
Uzayın derinliklerinden
Çoktan sönmüş bir yıldız anlatıyor:
Bir zamanlar ne aşk vardı ne de tanrı
Ve yapayalnızdı insanlar." (s. 106)

Patric Dickinson, Jodrell Bank teleskopu için yazmış.

* Disko sağırlığı. Hayır, çok çok yüksek bir şiddette sese maruz kalmadığınız sürece arka arkaya gittiğiniz konserler işitme duyunuzu olumsuz etkilemiyor. Kanıtlanmış.

Devridaim makineleri, uçaklar, yazarın Wittgenstein'a bilimsel bir şeyler öğrettiği anısı derken aydınlığa doğru çekiliyorsunuz. Bilim şart. Bilimi sevelim, sevmeyenlere karadelik fırlatalım.

Arthur C. Clarke - Şehir ve Yıldızlar

Kitabın baskısı yok, 35-40 TL'ye satılıyor. İthaki yeni baskılarını bilimkurgu serisinden çıkarabilir, çıkarmayabilir, kitabı hiç bulamayabilirsiniz, kısmet bu işler.

Öyküden romanlaştırılmış bir eser, Clarke ön sözde mevzunun gelişmesini ve konuyu tekrar işlerken bilimsel olarak isimlendiremediği kavramların gelişen teknolojiyle birlikte bilimin çözülmüş dosyalarına yerleştiğini anlatıyor. "Kara güneş" olarak adlandırdığı kozmik olayın Hawking tarafından teoride çözüldüğünü, günümüzde "karadelik" olarak bilindiğini söylüyor mesela, sonrasında Merkez Bilgisayar tarafından yaratılan, hipnotik projektör ürünü sagaların "simülasyon" olarak literatüre geçtiğini görüyoruz. Kendisi iyi bir bilim adamı, buluşlarının yanında hayal ettiklerinin de önemi büyük. Rama  ve diğer uzay serüveninde Voyager'ların buluşlarını kullandığını biliyoruz. Bildiği kadarını kullanıyor, yeni bir buluş ortaya çıktığında aynı şekilde sonraki kitaplarında yenileri kullanıyor, bu böyle gidiyor. Günceli takip etmesi açısından fark yaratan bir adam Clarke.

Clarke'tan tarih anlayışının çarpıtılması üzerine kurulu toplumların evveli ve ahiriyle alakalı güzel bir roman. Pinhan'dan yeni çıktı; Ernest Renan'un milliyetçilik anlayışıyla alakalı bir kitabı var ve orada bir milletin tarihini çarpıtmadan, yorumlamadan millet bilincine sahip olamayacağı belirtiliyor. Eh, 1 milyar yıl sonra bu çarpıtmayı insanlarla birlikte makineler yapıyor ve bir topluluğun dağılmasını toplumu dizginleyerek engelliyor. Ortada Matrix benzeri bir dünya var ve tamamen gerçek, Equilibrium'daki mevzuya daha çok benziyor. Alvin adlı gencimiz hapını almayı falan unutmuyor tabii, tezcanlı bir genç ve seri üretim insanlardan biri değil. Kahramanımız tek başına büyük bir yolculuğa çıkacak ve evrenin gizemlerini çözmek için elinden geleni ardına koymayacak.

Diaspar, 1 milyar yıldır aynı döngünün içinde. İnsanlar 1000 yıl kadar yaşıyor, sonra sıralarını bekleyip tekrar dünyaya geliyor. Üst üste yığılan zihinlerin yanında Merkez Bilgisayar'ın hafızasında olanlar da tarihsel birikimin geleceğe aktarılmasında etkililer, yine de milyar yıl öncesi efsanelerden ibaret. İnsanların neden Diaspar'a sıkışıp kaldıklarının açıklaması, galaktik bir imparatorluk kuran insanların bilinen evrenin sonunda İşgalciler'le karşılaşıp Dünya'ya geri dönmelerine dayanan söylencelerden ibaret. Diaspar kurulduğu sırada şehirler ve okyanuslar ortadan kalkmış, yüzeyi çöller kaplamış halde ve insanların doğal yaşam alanları tahrip edildiği için yaşayacakları yapay bir alana ihtiyaçları var. Yarlan Zey adlı bilgin şehri ve bilgisayarı yaratıyor, sağ kalanlar şehre toplanıyor ve bütün girişlerle çıkışlar kapatılıyor. Bir fanusun içinde 1 milyar yıl boyunca yaşayan onca insanın dış dünya hakkında hiçbir fikri yok. Dışarıda çölden başka bir şey olmadığına inanılıyor, daha da önemlisi; İşgalciler'in geride kalanların yaşamalarına tek bir şartla izin veriyor: Hiçbir zaman uzay yolculuğuna çıkılmayacak. Efsaneler iyi örülmüş, insanlara uzunca bir süre korkuyla hükmedilebilmiş böylece.

İnsanlar laboratuvar ortamında evrim geçiriyor ve biçimlendiriliyor. Tırnaklar ve tüyler yok, saçlar dışında bütün fazlalıklar atılmış. Duyguların ketlenmesi dışında aile yaşantısı da düzenlenmiş; tekrar doğanlara anne-baba atanıyor. Kişisel eğitmenler Diaspar'daki yaşamı son derece normalleştirerek yetişkin halde doğanlara dünyayı öğretiyor, yenilerin dışarı çıkmaması sağlanıyor.

Alvin bu çömezlerden değil, sagalardaki yapaylığı çözdüğü gibi dışarısı hakkında bilmek istediği çok şey var. Hocası Jeserac'ın anlattıkları kadarıyla biliyor ki önceden bir başka hayatı yaşamamış nadir insanlardan biri. İlişkileri doğal olanın aksine çok kısa sürüyor falan, bir sürü uyumsuz yanı var. Diaspar'ın çatı bölgesine yakın alanlarında gezinirken karşılaştığı aynalar bu uyumsuzluğunu gösteren güzel bir metafor. Diyalekti çözüyor Alvin; hareketle hareketsizliğin ilişkisini anlıyor ve yapması gerekeni kafada kurmaya başlıyor. Burada Neo kompleksi ortaya çıkıyor biraz. Jeserac gerçeği anlatan ve seçimler konusunda Alvin'i serbest bırakan akıl hocası, Oracle'ı andırıyor. Bu kusursuz dünyayı biraz kusurla yaşanılır hale getiren Khedron -Soytarı- Morpheus'ı andırıyor ama sistemden kurtulmak gibi bir isteği yok, sadece kendi gençliğini hatırlıyor ve dışarıyı keşfetmek isteyen Alvin'e Merkez Bilgisayar'ın kurcalanabilirliği sayesinde bir çıkış yolu açıyor. Alvin için ilk yolculuk.

Alvin sonunda geri dönmek istediği bir yolculuğa çıkıyor ve raylı bir araçla Lys'e ulaşıyor. Lys'in insanları, fanusta yaşayan kuzenlerinden farklı bir şekilde evrimleşmiş, telepatik yetenekleri tavan yapmış bir durumda ve teknolojiden tamamen uzaklar. İşgalciler, insanlara farklı türden korkular vermiş ve başarılı da olmuş; dış dünya tamamen tekinsiz, keşfedilmeye değer bir şey yok ve verilenlerle mutlu olup çok düşünmemek en iyisi.

Lysliler, Alvin'in gelmesini bekliyorlar aslında, çağlar boyunca birkaç gezgin şehirden kaçıp Lys'e gelmeyi başarmış. Geri dönmedikleri için Diasparlılar, Lys hakkında pek bir şey bilmiyor. Alvin hakkında bir karar alınması lazım elbette, muhtemelen aklındakileri sildikten sonra çocuğu geri yollayacaklar.

Alvin, Lys'te tanışıp arkadaş olduğu Hilvar'la birlikte dikkatlerini çeken bir ışık olayını araştırmak üzere Shalmirane'e gidiyorlar. Büyük, kara bir krater var ve bu kraterin düşen Ay'ı yok etme işinde, daha da önemlisi İşgalcilere karşı verilen savaşta kullanılan silahın ürünü olduğu yönünde anlatılan hikâyeler var. Yalan tabii, kraterin dibindeki sudan bir robot ve ilginç bir varlık ortaya çıkıyor.

Efendi için Yüce Eskiler'i bekliyorlar.

Efendi, şehir kurulmadan önce Dünya'ya gelmiş bir yalvaç, Yedi Güneş'ten geldiği sırada etrafına birçok mürit toplamış ve Yüce Eskiler'in gelip insanlığı kurtaracağını söyleye söyleye ölmüş. Robotuna da babalar gelene kadar bilgi vermeyi yasaklamış ama Alvin katakulliyle gizemi çözüp asıl yolculuğa çıkıyor. Lysliler hafızasını silip çocuğu Diaspar'a yollamak üzereyken robot Alvin'i kaçırıp Diaspar'a getiriyor.

Diasparlılar da Lys'i biliyor artık, tabii çoğu bilginin başına geldiği gibi bu da önceden bilinip ortadan kaldırılmadıysa.

Merkez Bilgisayar, robotun inadını kırıp her şeyi öğreniyor, Alvin de. Kraterde Efendi'nin geldiği gemi var, Hilvar'la birlikte gemiye atlayıp her şeyin başladığı yere, Yedi Güneş'e gidiyorlar.

Işık hızı problemini bu tür romanlarda dikkatle okumuşumdur, hız arttıkça enerjiye dönüştüğümüz için insanın moleküler yapısı nasıl korunacak falan. Clarke, karakterlerini uzayın bükülmesi vasıtasıyla bir nevi portal yoluyla seyahat ettiriyor.

Gezegenleri keşfediyorlar, insanoğlunun çağlar önce galaktik imparatorluğu genişlettikleri zamanlardan kalma ölü dünyalarda bulunacak çok şey var. Biri atmosferini yitirdiği için ölü, diğeri doğanın dopinglenmesiyle birlikte canlanmış. Koca bir gezegen, dev bir organik yaşamın yuvası olmuş. Bir diğerinde insanlığa dair kalıntılar var ama terk edileli çok olmuş. Umutsuzluk içinde oradan oraya sürükleniyorlar ve Vanamonde ortaya çıkana kadar gizemin çözümüne dair hiçbir bilgiye ulaşamıyoruz.

Vanamonde, insanoğlunun varabileceği son teknolojik noktayı temsil ediyor. Bir enerji, mutlak akıl, Tanrı'nın pek çok özelliğini barındıran bir varlık. Vanamonde bizim çocukları bulduğu an Lys ve Diaspar'la iletişim kuruyor ve bütün her şey açığa kavuşuyor.

Frankenstein Sendromu. İnsan uzayın derinliklerine yolculuk eder, diğer canlı türleriyle iletişim kurar ve kendine bir Tanrı yaratmaya koyulur. Bir şeyler ters gider, Vanamonde'un hırçın abisi yaratılır ve saf kötülükle her şeyi yıkmaya başlar. İnsanların elinde hala güç vardır, Vanamonde'u yaratırlar ve karanlık varlık bir karadeliğin içine hapsedilir. Vanamonde, karadelik ölünce zincirlerinden kurtulacak kara varlık için evrenin derinliklerinde beklemektedir. Son bir savaş, iyiyle kötünün arasında.

İnsanlar yarattıklarından ve yıkımdan kurtulmak için gezegenleri terk eder ve Dünya'ya sığınır, her şeyin başladığı yere. İşgalciler efsanesi yaratılır, Diaspar dışındaki yerleşimlerde teknolojik hiçbir şey üretilmez, telepati gibi öz yetenekler geliştirilir. Kabaca mevzu bu. Her şey açığa çıkınca şehirler tecridi kaldırır ve o güne kadar düşünülmeyen felsefi problemler ortaya çıkar.

Uzaydan aynı şekilde çekinen ve bir milyar yıl boyunca kendi evrim çizgilerinde ilerleyen topluluklar arasında büyük farklar var, Clarke bu farkları belirtse de lüzum görmediği için pek eşelememiş. İnsan ömrü problem mesela; Diasparlılar bin yıl falan yaşıyor ama Lys'te yaşam süresi çok daha kısa, normal insanlar gibi. Genleriyle oynanmamış, organik beslenen adamlar bunlar, kaya gibiler. Eh, iki medeniyet birleştiği zaman sonuçları ne olur, bunun üzerine ayrı bir roman yazılabilir ki Ursula ablamız ucundan kıyısından bu işe bulaşan eserler yazdı.

Her şey önceki nesiller tarafından ayarlanmış. Alvin gibi dışarıyı merak eden kaşif ruhlu gençlerden o amana kadar altı, yedi tane gelmiş ama sonuna kadar gidememişler. Neo'nun başarısız versiyonları gibi düşünebiliriz. En başından beri bir temizlik işi aslında, tehlikenin geçip geçmediğini anlamak için programlı olarak bir kaşif yaratılıyor.

Medeniyetler çatışması, kuşak çatışması, teknoloji-ahlak ikilemi derken güzel bir BK çıkmış ortaya. Bulursanız kaçırmayın diyeyim.

21 Ekim 2016 Cuma

Bozkurt Güvenç - Japon Kültürü

Bozkurt Güvenç, mimarlık eğitimi aldıktan sonra aklında dönüp duran soruları daha fazla engelleyememiş olacak ki antropoloji alanında çalışmalar yapmış, çalışmalarıyla profesörlüğe kadar yükselmiş, Hacettepe Üniversitesi'nin kurucu üyelerinden biri olmuş. Biraz gezi yazısı, biraz anı, bir o kadar bilimsel bakış açısı, nefis bir araştırma çıkmış ortaya.

Güvenç, öncelikle çocukluğunun Japon kültürü izlenimlerini aktarıyor. Shogun, Japon pazarları, Kuvai Köprüsü ve diğerleri, anlaşılmaz ve uzak insanlar hakkında bir ilgi uyandırdıysa da yıllar içinde silinip gitmiş. Gençlik yıllarında Yedi Samuray, Kanlı Pirinç gibi filmler ilgiyi geri getirmiş, üzerine 1964 Tokyo Olimpiyatları'nın coşkusu eklenince yazarın dikkati bu çekik gözlü kardeşlerimizin üzerinde toplanmış. Belgeseller falan derken Tokyo'dan Türk-Japon ilişkilerinin ilerletilmesi maksadıyla davet edilen Güvenç, Japonya'da uzunca bir süre bulunmuş ve adamların yaşamlarını inceleme fırsatı bulmuş, mevzuyla ilgili bir kitap yazmaya karar vermiş. Yaptığı alıntı manidar: "'Öyle şaşırtıcı bir ülkedir ki Japonya, birkaç hafta kalan konuk kitap yazar, birkaç ay kalan bilim adamı makale tasarlar, birkaç yıl yaşayan bilge kişi yazma sevdasından kurtulur.'" (s. 27) Yeterince uzun kalmamış yazar, Japon kültürünü yüzlerce sayfaya sıkıştırmak zorunda kalmış ama çok keyif veren bir çalışma çıkmış ortaya. Hocanın ellerinden öperim.

Güvenç, araşırma yöntemleri ve yararlandığı kaynaklardan sonra genel bir Japon imajı çiziyor. II. Dünya Savaşı sırasında yapılmış bir araştırmada Japonlar üç maddeye sıkıştırılmış:

1) Yakın ilişkilerde duyarlı bir yakınlık, yumuşaklık, hoşgörü.
2) Aile ilişkilerinde düzen, kuralcılık, töreye bağlılık.
3) Yarışta ve savaşta fanatizme varan aşırılık, acı çekmekten ve çektirmekten sanki zevk alan bir küstahlık, sertlik ve kabalık.

Nasıl yani? Batı, Japonya'yı inceledikten sonra adamların hikmetinden sual olunmayacağını söyleyerek işin içinden çıkmış ve Japonlar kapalı kutu olarak yaftalanmış. İşin ilginç yanı, Japonlar da bu yargıyı sevmiş ve anlaşılmaz olduklarını doğrulamış.

"Tanyeri Ülkesi" - Adalar ve İnsanlar

Çinliler, güneşin doğduğu yönde bulunan adalara "güneşin yeri" anlamına gelen bir ad vermişler: Nippon ya da Nihon. Çince söylenişi Cihpon. Marco Polo bunu Ciappone yapmış, oradan Japan olmuş.

Adalarda tektonik hareketler devam ediyor, %88'lik bir bölüm dağlardan oluşuyor ve ormanlar da %80 civarı bir alanı kaplıyor. Japonya'nın en önemli dezavantajı, tarım için kullanılacak alanın oldukça dar olması. II. Dünya Savaşı'nın kaybedilmesine yol açan zincirleme reaksiyonun tetikleyicisinin bu darlık olduğu söyleniyor; Güneydoğu Asya tamamen ele geçirilseydi besin maddelerinin adalara taşınacağı söyleniyor ama bunun için ABD'nin deniz gücünü ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Pearl Harbor'a saldırdılar, uyuyan devi uyandırdılar ve birkaç yıl içinde yenilgi geldi. Bu başka mevzu gerçi de sebebi önemli. Tarımsal nüfus yoğunluğu en yüksek yerlerden biri Japonya, milyonlarca insanın besini çok küçük bir alandan geldiği için olabildiğince yüksek verim alınmalı, bu da teknolojiye bakıyor. Adamlarda teknoloji var, biliyorsunuz. Robotları ve X-Japan'i Japonlara borçluyuz, ikisi de yüksek teknoloji ürünüdür.

Adamların kozmogonisi de süper; İzanagi ve İzanami kardeşler, kutsal tanrılar olarak yüzen bir ülke yaratma görevini yerine getirmek üzere okyanusa bir mızrak daldırmışlar, mızrağın ucundan damlayan tuzlu su küçük bir ada ortaya çıkarmış. Vay be.

Polinezya dahil adalarda pek çok kültürden bahsetmek mümkün, binlerce yıl öncesine dayanan bu kültürlerden ilk yerleşimcilere ulaşıyoruz. İki katmandan söz edilebilir; birincisi Korelilerle aynı kökenlere sahip Ainular ki Kafkas kökenli, beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü ve bol kıllı bir halk. Japonya'nın gerçek sahipleri olduğu söyleniyor, günümüzde 10 bin civarında Ainu kalmış. Batıdan gelen çekik gözlüler tarafından katledilmişler, çok yazık. İkincisi, atlı-göçebe tayfa. Atalarının Göktürklerle bir bağlantıları olduğu düşünülüyor, Yamato halkı bu elemanlardan olabilirmiş. Yamatoları tabii ki Age of Empires'tan hatırlıyoruz, bizim küçük balıkçılarımız ve savaşçılarımız.

İşin ders boyutunu geçiyorum, samuraylardan feodal düzene, Meiji Restorasyonu'ndan günümüze merak edilen pek çok hadise kitapta yer alıyor. Ben biraz daha ilginç olayları alacağım buraya.

* Batı Şövalyeliği ve Japon Samuraylığı arasında benzerlikler büyük, özellikle 12. ve 14. yüzyıl arasında Japon cengaverlerinin Avrupa Ortaçağı'na yerleştirilse sırıtmayacakları söyleniyor.

* Tokyo dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri, İstanbul'un hemen ardından geliyor.

Bu şehirde her şey söylenen saatte yapılırmış, başlı başına bir makineymiş burası. İnsanlar konuşkan değil ama saygılı, af dileyerek söze başlıyorlar. Gülümsüyorlar, hep gülümsüyorlar. Gülümseme için "alt-üst olmuş acı" şeklinde bir şarkı sözü varmış. Acıları, sevinçleri, hepsi gülümsemelerinde gizliymiş adamların. Patlama noktasında gözyaşları devreye giriyormuş. Çok ilginç.

100 binden fazla restoran varmış ve çoğu hazır yemek restoranıymış. Hayat çok hızlı, yapılacak çok iş var ve Japonlar karınca gibi. "Gözle görülmeyecek kadar küçük canlılar öylesine sağlıklı ve saldırgandır ki sabah kesilen limon akşamına varmaz, küflenir. Besin endüstrisi "öğün endüstrisi" yönünde gelişmiştir. Hazır yemek kutuları üstünde gün ve saat damgaları vardır. Bir iki saatlik gecikme ya da erken hazırlama, günlük yemeğin bozulmasına yol açabilir. Bu yüzden geleneksel saklama (kavurma, kurutma, lakerda, çiroz yapma, dumanlama vs.) teknikleri son derece gelişmiştir. Yaygındır." (s. 101)

Güvenç'in denk geldiği bir hadise: Uyuyor görünen bir kadın, gözleri kapalıyken çantasından bez parçası çıkarıp ayakkabılarını silmiş, bezi yerine koymuş. Gözler hala kapalı.

Barthes'ın da insan öğütücü bir çark olarak gördüğü Paçinko mekanları, yalnız ve hızdan başı dönmüş Japon insanının kendiyle -makineyle de diyebiliriz- kalabildiği nadir yerlerden. İnsanlar kumar ve oyun oynayarak rahatlayabiliyor. Biri Güvenç'e Japonya'yı olduğu gibi yazmasını söylemiş, bu da güzel memleketin üzücü yanlarından biri.

* Japon töresi oldukça geniş bir konu, iki üç mevzu verip kaçıyorum.

Kemal Sunal'ın Japon İşi filminde Japon kardeşimizle selamlaşıp durduğu sahneyi hatırladınız.

"Görgü kuralı selamlaşan kişilerin birlikte ve aynı derecede eğilmelerini gerektirir. Ancak kişilerden birisi ilk selamda daha fazla eğilmişse ikinci üçüncü denemelerde eğilme derecesini karşılıklı olarak dengelemeye çalışırlar. Tam bir denklik sağlanıncaya kadar hacıyatmaz gibi birkaç kez eğilip doğrulurlar. Bu yolla yinelenen selamlarda gösterilen saygıda karşılıklı bir teşekkür anlamı da saklıdır." (s. 135)

Yirmi küsur yıllık gizem çözüldü böylece.

Adamların dilinin yapısı gereği vurgulamalar çok önemli, vurgulara göre sesler farklı anlamlar kazanıyor. Uhuhu, ihihi, ohoho ve vahaha gibi birçok gülme şekli var.

Kozmogonilerinin yan ürünü olan Şinto'yla Budizm arasında sıkı bağlar var, bu yüzden Şinto-Budist olanları çok. Aslında bütün dinlerin özünde iyilik, doğruluk gibi kavramlar var ve geri kalanların farklılığı dışında özler aynı. Baba ve oğul Herbert aynı fikirden yola çıkarak Budislam diye bir şey uydurup Dune'un kalbine oturtuvermişler. Japon halkının belli bir dinin değil, geleneksel halk inançlarının etkisi altında olduğunu söylüyor Güvenç. Erdemli bir insan olmak adamların tek inancı diyebiliriz.

Zen'den halk inanışlarına, sanattan devlet yönetimine Japonlar hakkında muhteşem bir kaynak. İki yıl önce okumuşum, incelemesi bugüne kısmet oldu ki onda birini bile anlatmadım.

19 Ekim 2016 Çarşamba

Philip Gourevitch - Yazarın Odası

Orhan Pamuk, ön sözünde kitaptaki röportajların, özellikle Faulkner röportajının kendisi için çok önemli olduğunu belirtiyor. Gözde canlanabilir; 25 yaşında bir adam, ilk kitabını bitirmeye çalışıyor ve umutsuzluğa kapıldığında kendini kanepeye atıp röportajları tekrar tekrar okuyor. Sade, sigara kokusunun sindiği bir odada radikal değişimlerle hayatına yön vermeye çalışan yazar adayı için itici gücü bu röportajlar sağlıyor. Pamuk'un başka kitaplarında Faulkner hakkında söylediklerine denk gelmiştim, 60 yıl önceki röportajı okuyunca kaynağa inmiş oldum.

Evet, bir şeyler karalayan insanların bu röportajları gerçekten okuması gerekiyor. The Paris Review sağ olsun, röportajları bu gazeteye borçluyuz.

Capote'den Hemingway'e, King'ten Borges'e birçok yazar serüvenlerini anlatıyor. Teker teker inceliyorum.

Truman Capote

* Çoğu yazarın hemfikir olduğu bir konu aslında; Capote de disiplinini ve tekniğini, yazımı en zor tür olarak değerlendirdiği kısa öyküye borçlu olduğunu söylüyor.

* Hikâyeyi kurarken yine çoğu yazarın röportajlarında belirttiği şeyden bahsediyor; yeterlilik diyeyim ben buna. İki anlamda ele alınabilir; birincisi yeterli alıştırma, yeterli yazma denemesi, tecrübe yani. Gerektiği zaman eserlerin çöpü boylayabilmesi gerekiyor. İkinci anlamda yeterlilik de kelime sayısından noktalama işaretine kadar bir metni oluşturan bütün etkenlerin yeterli ölçüde -eksik veya fazla- değil kullanılması. Bu zaten kısmen ilk yeterlilik türüne bağlı, bir sezi olarak ortaya çıkıyor.

* Bir öykünün doğal olup olmadığını anlamak için öyküyü farklı şekilde tasarlamanın mümkün olup olmadığını irdelemek gerektiğinden bahsediyor. Eğer farklı bir şekilde yazılabilirse, cık.

* Toplumun kendisine ayak uyduramadığından bahsediyor, özel bir çocukmuş ve toplumsal kurumların tamamı bu çocukluğu mahvetmek için elinden geleni yapmış. O da Çehov'a, Wolfe'a, Proust'a sığınmış. Röportajın verildiği sıralarda artık roman okumadığını, biyografi ve mektuplara sardığını söylüyor. Dickens ve Poe da uzak geçmişin anılarında kalmış.

* Yazarın mutlaka bir persona etkisi sezdirmesinden bahsediyor, kaçarsız bir şey bu. Varlığını olduğu gibi boca etmeden kişilik çizgisinin çekildiğini söylüyor.

* Yine çoğu yazarın söylediğini söyleyerek eleştirmenleri sallamayın diyor. Cevap dahi vermemek gerektiğini söylüyor.

Ernest Hemingway

Bıçkın delikanlımız Hemingway, röportajlarında çok haşin. Söylemedikleri, söylediklerinden çok daha önemli ve kitabı okursanız söylemediklerini sezebilirsiniz.

* Adam ayakta yazıyor. Böyle bir şeyi ilk defa duydum. Ne yazdıysa hep ayakta ve kendine özgü bir sistemi var, masayı falan o sisteme göre düzenlemiş. Çok karışık gözüküyor.

* Sabahın ilk ışıklarıyla yazmaya başlıyor, esin pırıltılarını tüketmeden bitiriyor ve ertesi gün aynı pırıltılarla yazmaya devam ediyor. Endişenin yazma yeteneğinin en büyük düşmanı olduğunu söylüyor. Tartışmaya açık ama bu adam için durum bu.

* Yazar adaylarına önereceği en iyi zihinsel egzersiz soruluyor ve efsane bir cevap geliyor: "İyi yazmayı güç bulduğu için gitsin kendini tavandan assın derim. Sonra da hiç acımadan ipi kesip kendini yazmaya zorlamalı. Bu durumda yazmaya başlarken elinde en azından ipe çekilme hikâyesi olur." (s. 45)

* Gazetecilik geçmişinin yazma konusunda çok önemli olduğunu söylüyor. Marquez de aynını söyler. Sevdiği yazarlar: Stendhal, Twain, Flaubert, Tolstoy, Dostoyevski... Aslında çoğu yazar aynı isimleri sayıyor.

* Kimseyle rekabet halinde olmadığını söylüyor. Yazarken hikâyeden başka hiçbir şeyi düşünmüyor ve gidişatı bilse de yazacaklarını aynı gün tasarladığını söylüyor. Üslup konusuna hiç girmiyor ve röportajı yapanı adeta azarlıyor.

* Asıl bomba buzdağı tekniği olabilir, başka kaynaklarda rastlamıştım ama adamın ağzından ilk kez duydum: "Bir konuyu bilmenin gerçekten bir önemi varsa, o zaman hep buzdağı prensibi uyarınca yazmaya çalışıyorum. Yani yazdığım kadarı, aslında buzdağının uyun üzerindeki kısmı, geri kalan sekizde yedisi hala bende saklı." (s. 59) Yaşlı Adam ve Deniz'in bin sayfalık bir destana dönüşebileceğinden bahsediyor Hemingway ama bu hali daha iyi, yazarın bilip okurun bilmediğini sezdirmek iyi bir teknik.

"Olmuş şeylerden, varolan şeylerden ve bütün bildiklerinizden ve bilemeyeceklerinizden bir şey ortaya çıkarıyorsunuz ve bu bir temsil değil, tamamen yeni bir şey, bütün gerçek ve yaşayan her şeyden daha doğru. Siz ona can veriyorsunuz ve eğer bunu iyi yaptıysanız ölümsüzleştiriliyorsunuz. İşte bu yüzden yazıyorsunuz ve bildiğiniz başka hiçbir sebep yok." (s. 64)

T. S. Eliot

Kendisi şair ve poetikası çılgın bir kardeşimiz.

* Baudelaire ve Lafourge etkisiyle üretkenliğe geçiyor.

* Yeats hakkında söylediği: "Yoğun Kelt karamsarlığı taşıyordu yazdıkları. Doksanlı yılların, ya fazla içkiden ölen ya da intihar eden tiplerinden başka bir şey yoktu şiirlerinde." (s. 69)

* Ezra Pound'un Çorak Ülke üzerinde yaptığı değişiklikleri anlatıyor. Bazı bölümler tamamen çıkartılmış falan.

* Günde üç saatten fazla yazmadığını anlatıyor, poetikasından bahsediyor, oyunları hakkında konuşuyor. Yeni şairlere söyleyeceği pek bir şey yok. Arayın ve bulun diyor kısaca.

* Hemingway'in söylediğinin tersi var; istediği kadar zamanının olmaması konsantrasyonunu toplamasına yardımcı olmuş. Kaygı seviyesi belirli bir düzeyde tutulursa yazım konusunda kamçılayıcı oluyor.

Jorge Luis Borges

* Zamanının yazarları hakkında pek bir fikri yok. Epik edebiyata duyduğu ilgi onu hep mitlere, Beowulf'a falan götürüyor.

*  Öykü yazmaya başlama hikâyesini bir yerlerden duymuş olabilirsiniz, ben yine de yazayım. Adamımız şiirleriyle bilinirken bir kaza geçiriyor ve başından hasar alıyor. Yeteneğini kaybetme korkusundan öykü yazmaya karar veriyor, çünkü şiir ve deneme yazamazsa işinin zaten bitik olduğunu anlamaktan korkuyor. Korkmasına gerek yok, bingo!

* Öykülerindeki hikâye anlatıcılığı röportaja da yansıyor ve kelime-metafor ilişkisini anlatırken o sıralar çalıştığı Eski Norse ve Kelt dilinden örnek veriyor. Muharebeye "insan ağı" denirmiş, zira kılıçlar ve mızraklar yukarıdan bakıldığı zaman insanları birbirine bağlıyor gibi gözükürmüş. Hadi bakalım, buradan yakın.

* Harbiden kanayan bir yaraya da parmak basıyor Borges, öyle olmayıp öyleymiş gibi görünen sanatçılara iğneyi de, çuvaldızı da sokuyor. "Çok iyi şiirler yazmış -ince bir dille hassas ruh hallerini anlatmış- birçok şair tanıdım, ne var ki oturup konuştuğumuzda sadece açık seçik hikâyeler anlatıyorlar ya da sokakta konuşulduğu gibi politika tartışıyorlar, bu bir tür gösteriş için yazdıklarını ortaya koyuyor." (s. 107) Ben birkaç tane tanıdım böyle, ortalama üstü yazıp rezil bir kişilik ortaya koyan arkadaşlar... Yapmayın lan, tiksindiriyorsunuz.

* Genel meseleler olarak Borges'in Arjantin'i ve eserlerine yansıması var, Yeats'i Eliot'tan daha çok sevmesi var ve hatta Eliot'a giydirmesi var, alakalı bir mevzuda sanatçıların yok yere allayıp pulladıkları, oyunlar oynadığı eserlere giydirme var. İyi bir röportaj.

Marquez, Faulkner ve King röportajları kalsın. Üçünü de büyük keyifle okudum, okumanızı tavsiye ederim.

Robert E. Howard - Fatih Conan

Güneyde Schamak'ın kulelerinin kadim sessizliği, batıda derin bataklıkların uzandığı yolun sonundaki kara Tl'asuol falan, çeşitli fantastik mekanlarda koşuşturmacalar, kovalamacalar, Conan yine bir işler peşinde, buz mavisi gözlerinin parıltısıyla turuncu bandanası korku saçıyor, zorlu rakiplerini o dehşet veren çevikliği ve kaslarıyla bir bir hacamat ediyor derken yine bir Howard koşuşturmacasıyla karşı karşıyayız. Zamanları karıştırma hadisesinden dibine kadar yararlanan Howard, Roma İmparatorluğu'nun dağılışıyla ortaya çıkan kaos ortamının bir benzerini yaratıyor ve Conan'ı bu karmaşanın tam ortasına bırakıyor.

Bileğine kuvvet yiğit, baltana zeval gelmeye!

Her şeyi iktidar hırsı taşıyan dört adam başlatıyor, çağlar öncesinin unutulmuş büyüleriyle Xaltotun'u diriltiyorlar. Orastes, Valerius, Tarascus ve Amalric, üç bin yıldır uyuyan efsanevi büyücü Acheronlu Xaltotun'u diriltip bu kara büyü üstadını yere çalacak yegane silahı, Ahriman'ın Kalbi'ni büyücüye teslim ediyorlar. Adam bunu açılması çok zor bir kutuya koyup ortadan kaldırıyor ama yeterince iyi saklayamıyor, sonradan bu gruptan biri taht oyunlarından tırsıp Xaltotun'un döneklik yaparak hepsini öldürmesinden korkarak kutuyu çalıyor, Güç Yüzüğü'nün çıktığına benzer bir yolculuğa çıkıyor. Bir kutu ve peşinde yirmi adam, Conan dahil. Neyse, burası daha sonra.

Xaltotun çok çaça bir büyücü, o sırada Aquilonia tahtında oturan Conan'a diş biliyor ve siyasi oyunlarla adamlarını birer birer tahta çıkartıp düşmanlara savaş açıyor. Conan'ın macerayla dolu günleri, korsanlık ve yağma zamanları geride kalmış, herif soylu kanı taşımamasına rağmen tahtı baltayla ele geçirmiş ve bırakacak gibi değil ama Xaltotun o güne dek görülen en kuvvetli büyücü denebilir, savaş öncesi bir büyü yapar ve Renly Baratheon hadisesine benzer bir şey gerçekleşir; Conan'ın çadırında bir gölge belirdikten sonra savaşçımızı felç eder. Conan kıpırdayamaz, yerine kendisine benzeyen bir adamı geçirirler.

Savaş başlar ve anlatım tekniklerini kullanması açısından çok başarılı bulduğum Howard'ın sürprizi belirir: Savaşı Conan'a bir yardımcısı anlatır ve bütün savaşı onun ağzından dinleriz. Şöyle canlandırabilirsiniz; bir çadırın içinde Conan yatıyor, çadırın girişinde yardımcısı heyecanla savaşı anlatıyor. Kamera sabit, yardımcının orduların manevraları hakkında söylediklerini duymanın yanında yüz ifadesini de görüyorsunuz. Sonra Xaltotun'un hayvani büyüsü yüzünden tepeler Conan'ın ordularının üzerine çöküyor, büyük bir yenilgi. Yardımcı şoktan donmuş bir haldeyken kendine geliyor ve komutanını kaçırmaya çalışırken öncü kuvvetler çoktan çadırın civarına gelip herkesi kılıçtan geçiriyor. Conan yakalanıyor, yancılar devrik kralı öldürmek istese de Xaltotun bizimkini sağ bırakıyor ve diğerlerinin nefretini kazanıyor.

Xaltotun, Conan'ı zindanına kapatıyor ve köle olması için baskı yapıyor ama adamımız yine bir yolunu bulup cehennemle yüzleşiyor, bir canavarı öldürüp kirişi kırıyor. Zenobia, Conan'ın kaçmasını sağlayan kadın, daha sonra Conan'ın eşi olacak. Kadınlar Howard'ın hikâyelerinde yan karakterler olarak karşımıza çıkıyor ve söylendiği gibi bir kadın düşmanı değil Howard. Kadınları ikinci plana yerleştirdiği söylenebilir ama roller kesinlikle önemsiz değil, bu yüzden Howard'ın eserleri kadın-erkek odaklı arketipçi bir okumaya son derece açık. Kahramana yardım eden kadınlar, ihanet eden kadınlar, kahramanı dönüştüren, yeni bir yolculuğa çıkaran, yolculuğunu biçimlendiren kadınlar... Çok zengin bir mevzu.

Sonrası Conan'ın bitmeyen maceraları işte. Kalbin peşinde eski günlerine dönüş yapıyor Conan; gemiyle denizlere açılıp köleleri kurtarıyor, aradığını buluyor ve adamımızı alt ediyor. Bu gemideki köleleri kurtarma hadisesi de incelemeye değer. Monarşinin demokrasi olarak değerlendirildiği bir dünya bu, dolayısıyla bir efendiden başka bir efendinin -Conan- buyruğuna giren kölelerin sevincini anlamak mümkün ama açıkta kalan noktalar var. Sevinçten hoplayıp zıpladıktan sonra tekrar küreklere dönüyorlar, değişen bir şey yok aslında. Başlarında efsanevi bir komutan var, komutanın sözünden çıkmaları yasak ama daha çok yağma yapacakları için mutlular. Yani bakınca adamların özgürlük problemi yok, herkes mamasına bakıyor. Diş geçirebilen başa geçiyor, mevzu bu.

Conan işte, macerayı seven adam. Uç rastlantılar, bir anda ortaya çıkan yardımcılar falan derken olay iyice mitolojik bir hal alıyor, parodiye dönüşmeye ramak kalıyor ama anlatan ciddi, okuyan ciddi, bize de adamımızın yardığı kafalardan, öldürdüğü kötülerden zevk almak dışında bir şey kalmıyor. Hadi bakalım.


16 Ekim 2016 Pazar

Robert Greenfield - Son Sultan: Ahmet Ertegün ve Rock 'N' Roll'un Yükselişi

Ahmet Ertegün en başta şanslı bir adam. Babasının büyükelçiliği sayesinde İngiltere'ye, oradan ABD'ye geçip farklı memleketlerin havasını suyunu alarak büyümüş. İkincisi; hırslı bir adam. Sanatçı keşfetmek için koca ABD'yi dolanırken, onca maddi zorluğa göğüs gererken itici gücünü her zaman hırsından almış. Üçüncüsü; basit bir adam. Çok basit. Keyfi uğruna elde avuçta bir şey yokken harcadığı paralar, amaçsız bir evlenme-boşanma süreci, sömürdüğü sanatçılar ki işin vardığı hukuki süreçte Atlantic Records'un kaybettiği bir dava var, girdiği katakullili işler derken karşımıza uyanık bir adam çıkıyor. İyi eğitimli, yaşam standartlarını ne olursa olsun korumaya çalışan, kolladığı yıldızların çok sevdiği, cin gibi, baba gibi bir adam. Çok renkli, anlaşılması zor, yorumlaması kolay. Zannediyorum yazarın atladığı noktalar da var, pek girmediği gri bölgeler. Nasıl değerlendirileceği okura kalmış.

Kronolojik olarak anlatayım, aralara sıkıştırılmış ilginç şeyleri ben de aralara sıkıştırayım.

* Ahmet, yüksek sosyeteye aitmiş gibi görünse de aslında insanların böyle olmadığını sezdikleri söyleniyor. "Türklük yapma," derlermiş mesela, uygunsuz bir şey yapacağı düşünüldüğünde. Bir de şu ilginç; sahne arkasına geleceği duyulduğu zaman tur menajerleri Rolling Stones elemanlarına, "Çocuklar, Atatürk geliyor," dermiş. Güldüm.

* Çeviri hatası mı bilmiyorum, 1095 yılında papanın Kudüs'ü kurtarmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtığı söyleniyor. Osmanlı o zamanlar yoktu. Çeviri faciasına sonda değineceğim, yazarın hatası da olabilir gerçi.

Baba Mehmet Münir'in macerasıyla başlıyoruz. Kendisi hukuk okuyor ve Osmanlı'nın TBMM'yle görüşmek üzere Bilecik'e gönderdiği grupta baş hukuk danışmanı olarak yer alıyor. Mustafa Kemal'in alıkoyduğu üç kişiden biri kendisi. Ankara'ya götürülüyor ve Milli Mücadele'ye katılıyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra büyükelçilik günleri başlıyor; İsveç'ten sonra İngiltere'ye, oradan da ABD'ye geçiyor. Ahmet ve abisi Nesuhi İstanbul'da doğuyorlar. Yazar, rezil bir Türkiye portresi çiziyor ki doğrudur; çöken bir imparatorluğun yol açtığı sosyoekonomik yıkımın izleri derin. Enkaz devralıyor TBMM, bu da doğru.

İsveç'te sanat dolu günler, iyi bir öğrencilik, İngiltere'de kral ve kraliçeyle yenen yemekler, izlenen ilk konser: Duke Ellington! Ahmet kişiliğini oluştururken müzikle alakalı ilk dopingini alıyor ve zenci müziğine orada aşık oluyor.

ABD günleri, baba Münir ölene kadar rüya gibi geçiyor. Büyük paralara yaptırılmış bir ev, kaymak tabakadan onlarca tanıdık, evin salonunda zenci müzisyenlerin performansları, bolluk, bereket... Woody Guthrie ile, Steinbeck ile arkadaşlık...

* ABD gizli servisi Münir'e zencilerle çok içli dışlı olmamasını söylüyor. Münir beyaz-zenci ayrımının saçmalığını düşünerek böyle bir şeyi asla yapmayacağını belirtiyor. Ahmet'i zorunlu din derslerinin verildiği okuldan alıp başka bir okula veriyor falan, dobra bir adam.

* Yıl 1939 oluyor, abi Nesuhi Paris'te okurken can güvenliğinden endişe ettiği için ABD'ye dönüyor. Eh, herkes dünya tarihini sular seller gibi bildiği için bir açıklama yapılmamış. Ben yapayım; Naziler. Neyse, Nesuhi'nin kendisi de iyi bir müzik dinleyicisi ve plak koleksiyoncusu, ABD'y dönünce bir de bakıyor ki zenci kültürü ve müziğiyle bütünleşmek uğruna evden kaçmaya ve bir zenci gibi yaşamaya başlayan Ahmet'in binlerce plağı var.

* Ahmet, D. H. Lawrence, Wilde, Whitman, Conrad vs. gibi pek çok adam hakkında oldukça bilgi sahibi, kendini durmadan geliştiriyor. Nesuhi de öyle; caz konusunda o kadar bilgiliymiş ki UCLA'da ilk resmi caz dersini o vermiş. Vay be.

Bu iki kardeş, 1940'ta izledikleri müzisyenleri ertesi gün sefarete çağırıp konser düzenliyorlarmış. Bir yandan evlerine kadar giren Alman casuslarla uğraşıyorlar, savaş yılları hareketli geçiyor. Savaşın sonuna yakın, Mehmet Münir ölüyor ve ABD donanmasından bir iki gemiyle Türkiye'ye getiriliyor, böylece SSCB'ye gözdağı da veriliyor.

Babasının ölümünden sonra Ahmet zor günler geçiriyor. Kız kardeşi gibi Türkiye'ye dönmek istemiyor ve ABD'de kalmanın yollarını arıyor. Eski tanıdıklar, çevresi bir müddet kendisine yardım ediyor ve ilginç bir şekilde Ahmet sürekli borçlanıyor, lüks yaşamına devam ediyor. Plak işi tutmasaymış şapa fena oturacakmış, onu anladım ben.

Sağdan soldan borç alıyor, bir de Herb Abramson'ı buluyor; ilk ortak. Herb aslında diş hekimi ama müziği çok sevdiğinden bu işe giriyor. Ahmet'le zencilerin ağırlıkta olduğu eyaletleri turlayıp yetenekleri keşfediyorlar, plak yapıyorlar falan. Bir on yıl falan bu şekilde geçiyor, Ray Charles geliyor sonra. Büyük efsane, filminde Ahmet'le olan ilişkilerini izlemişsinizdir. Gerçi Ahmet filmde kendisinin hiç de iyi yansıtılmadığını, bir takım elbiseden çok daha fazlası olduğunu söylüyor. Sonuçta Ahmet Ray'e bağlanıyor ve Ray, Atlantic Records'ı büyük miktarda para için bıraktığında Ahmet'in kalbi kırılıyor. Yavaş yavaş pişiyor Ahmet, haksızlıklarının arkasında bunlar olsa gerek.

Ortaklar değişiyor, tek kişilik projeler profesyonelleşip ekip işi haline geliyor, her şey şirketleşiyor ve Ahmet her şeye rağmen varlığını sürdürüyor. Şirketinin satılmasından sonra hala başta, her şeyi yönlendiren adam. Kid Rock, Rolling Stones, Stills, Crosby, Nash & Young, The Byrds, Led Zep, birçok grubun plaklarını çıkartan adam olarak efsaneler arasına katılıyor. Futbol düşkünlüğü sayesinde ABD futbol ligi Pele gibi bir yıldızı canlı canlı izliyor falan. David Geffen gibi efsane bir yapımcıya rol modellik yapan, dünyanın ana akım müzik anlayışına yön veren efsane, şaşaalı bir adam. İlginizi çekecek çok hikâyesi var, mutlaka okunmalı.

April'ı da gömelim biraz. Çeviri rezalet, yazım hataları korkunç. Kapaklara ayırdığınız parayı kısıp edit mevzularına ayırın gözünüzü seveyim. Vonnegut hariç bastığınız kitaplar da kötü. Neyse ya, ne yaparsanız yapın.

13 Ekim 2016 Perşembe

Saul Bellow - Boşlukta Sallanan Adam

Bu, askerden dönene kadar son yazı. Orada okurum ama yazamam sanıyorum. Beni AŞTİ'den Mamak'a götürebilecek birileri var mı? Şimdiden teşekkürler.

Hazırlıklar yapıldı. Kitapları dizdim, hangi sırayla yollanacaklarını belirledim. Okumadıklarım, yeniden okuyacaklarım falan. Çamaşırhane çavuşu veya kazan dairesi şeyi olmak lazımmış bol zaman için. Yazıcılık da iyi. Spordan vakit bulabilirsek. Kıbrıs oğlum, Rum sınırı. Her an savaş çıkabilecekmiş gibi hazır bir tugay. Kısmet.


Bir yıl sonra: Geçen sene eylülün dördü olması lazım, yukarıdakileri yazmışım. Söylenecek pek bir şey yok, derin bir nefes alıyorum ve halıya bastığıma şükrediyorum. Kıbrıs'ın cehennem sıcağı, güneşin alnında kazılan çukurlar, kurulan çadırlar, nöbette atılan voltalar, Türkiye'ye giden uçaklar, Girne'nin sahilleri, Lefkoşa'nın ıssız sokakları... Bitti gitti ulan işte, gece gece icat çıkarmaya lüzum yok.

Bu kitapların hepsini yanıma aldım sonradan. Bir bavulda asker malzemeleri vardı, diğer ikisinde kitap. Beni karşılayan bölük komutanı, "Bu ne lan, tatile mi geldin?" dediğinde, "Kitap gomtanım," çekmiştim, adam garip garip bakmıştı. Vay be. Sonra bunları dolaba dizdim, koğuş kontrolünde üsteğmenden, "Kütüphane mi ulan burası, kaldır şunları depoya!" diye papara yedim falan. Garip garip işler.

Kitap, evet.

Pascal'ın dediği: "Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir."

Bellow'un adamı askere gitmeyi beklerken herhangi bir sorumluluk altında değildir. İşsizlik, adamın tek sıkıntısı işsizlik ve düşünmek. Çiçeklerin açması, yaprakların dökülmesi ve diğer doğa olayları, yaşamın ana dürtüleri olduğu için zevk vermesi gereken şeyler olarak ele alınıyor ama düşen yapraklar yenmez, çiçeklerden ev yapılmaz, çimen verip yemek alınmaz, aynı çayırda iki kez otlanılmaz. Dolayısıyla bu iç sıkıntısını geçirmek için bazı tedbirler, can sıkıcı tedbirler almak lazım gelmektedir. Adamımız eşinin zoruyla abisinden para istemeye gider, kayınpederinin hastalığıyla canını sıkmak zorunda kalır ve insanoğlunun yaşam deneyimi üzerine birtakım atıp tutmalara girişir. İnsanların sahip oldukları eşyaların kılığına bürünmeleri, ön yargılar, ailenin yıkıcılığı, tatminsiz bir eş, umursamayan insanlar, işsizlik ve benzeri pek çok hadise, adamımızın üstünden silindir gibi geçer.

Adam,, boşlukta kendini ağaca asmış gibi sallanır.

Düzensiz, boğucu saatlerin çaresi nedir? Askerlik! Adam bütün o sıkıntıları yaşarken askere gitmeyi bekler ve sevinçten çıldırmış bir şekilde askerliği överken roman biter. Düzenli saatler, amaçlı bir yaşam, boşluğun dolmasıyla belirir ama bu dolgu gerçekten rahatlatır mı? Sanmam, adamımız üstlerinden papara yerken işlerin düşündüğü gibi gitmediğini anlayıp tekrar isyan etmiş olabilir. Her neyse.

Eh, bu yazı da kısa olsun. Tavsiye ediyorum, rezil anlattım ama kitap süper.

12 Ekim 2016 Çarşamba

Robert A. Heinlein - Yaban Diyarlardaki Yabancı

İlla bir şeyler eksik kalacak ama girişiyorum.

ABD'de uzunca bir süre yasaklanmış bu kitap, tanrılığa soyunmuş bir Marslının ele alındığı tek bildungsroman olabilir. Tabii adam bize gelişmiş olarak geliyor ama biz bu gelişkinliğe henüz hazır olmadığımız için insanoğlunun gelişim romanı da olabilir. Sonuçta mevzuya çok uzak olmadığımız kesin; Marstan Gelen Adam Valentine Smith'in insanlara öğretmeye çalıştığı şey, insanların zaten yakın bir zamana kadar sahip olduğu erdemden başka bir şey değil. Sevgiyle, fedakarlıkla kurulmuş toplumsal düzen, "modern" insanların yakın bir zamanda keşfedip kuruttuğu Polinezya'da mevcut. Steve Taylor ve Yuval Noah Harari'nin kitaplarında okuyabilirsiniz; buralardaki topluluklardan bazılarında aile kavramı bütün bir kabileyi kapsar, mülkiyet yoktur ve çocuklar, kadınlar, erkekler, hayvanlar herkese aittir, dolayısıyla bir erkek herkesin kocasıdır, bir kadın herkesin karısıdır, bir çocuk herkesin çocuğudur. Paylaşmayan insanlar ayıplanır ve dışlanır. Bizim için çok garip ama adamlar bu şekilde yüzlerce yıl yaşamış ve umarım yaşamaya devam ediyorlardır. Araştırmalara göre suç oranı medeni toplumlardakine göre yok denecek kadar az. Öz denetimleri sayesinde nüfus problemi yaşamıyorlar, savaş yok, ne güzel memleket.

Smith kardeşimiz, Fremenlere ilham kaynağı olacak şekilde su verme/paylaşma kutsallığıyla, groklama hadisesiyle, kendine özgü gariplikleriyle bir anda ortaya çıkıp Dünyalıların beynini yakıp bahsettiğim bu düzeni kurmak için uğraşıyor ve sonlara doğru başarıyor da; küçük bir topluluğu Polinezyalılar gibi yaşatıyor ve en sonunda Romalılar gelip evini yakıyor, gerisi malum. Çok sayıda dini göndermenin yanında Smith'in İsa'ya benzerliği gözden kaçmaması gereken bir hadise. Luka'da insanların İsa'nın çarmıha gerilmesi için bağırmasıyla ilgili babın benzeri kitapta olduğu gibi mevcuttur. Lakin Smith babasına kendisini neden terk ettiğini sormaz, çünkü inancına göre herkes tanrıdır, herkesin sorumlulukları vardır ve bu sorumluluklardan ilki, insanların kendi varlığıyla ne yapacağına dair sorumluluktur. Smith, kendini kalabalığa bırakır ve onları çok sevdiğini söyler. İnsanların ruhlarını kurtarmak için kendini feda eder, umarım değmiştir.


Kapağı ara ara baktığım Rekürsif Düşünce'den aldım. Sıkı blog, tavsiye ederim.

Baştan almam lazım, böyle olmayacak.

Kitap sansürlü haliyle de basılmış. Türkçeye çevrilen tam versiyon, 751 sayfa.

Mars'a ilk insanlı keşif gezisi için dört çift seçiliyor, hepsinin birden çok uzmanlık alanı var. Elemanlar iniş yapıyor ve kendilerinden bir daha haber alınamıyor. İkinci keşif takımı ilk takımdaki herkesin öldüğünü belirtiyor, sonra mesajı düzelterek ekipten bir kişinin sağ kurtulduğunu söylüyor. Bu sağ kurtulan arkadaşımız Smith. Dünyaya getiriliyor ve bir hastaneye kapatılıyor, yer çekimine alışması ve o andan sonra ne olacağıyla ilgili plan yapılması için zaman geçmesi gerekiyor.

Bundan sonrası için ek bir bilgi vermem lazım, Heinlein gerek mentorlukta bir dünya markası olan Jubal adlı karakteri vasıtasıyla, gerek Smith'le insanoğluna dair pek çok problemi ele alıyor. İletişim, demokrasi, sadakat, batıl inançlar, akla ne gelirse. Kurguyu sekteye uğratma pahasını yapıyor bunu, insanlığın portresini etraflıca çiziyor. Olayların ortasında siyasete dair bir nutukla karşılaşmak okuru o dünyadan çıkarabiliyor, kötü bir şey.

Smith, Dünyalı genlerine sahip bir Marslı. Marslılarca yetiştiriliyor, farklı bir düşünce sistemiyle Dünya'ya geldiği için insanın düşünme şekline alışması zaman alıyor. Düşünce sistemi farklı olduğu için dili de farklı, Dr. Mahmud adlı filolog yardımıyla iletişim kurabiliyor. Adamın dünyasında ölenler aslında ölmüyor, biçim değiştirip ruh benzeri bir varlığa dönüşüyorlar. Ermiş benzeri bir konum. Yaşayanlara kendi doğalarını aktarmaya devam ediyorlar. Tasavvuf muadili bir öğretiden kopup gelen Smith, insanların çorak dünyasına başka meziyetlerle de geliyor. Orada olmasını istemediği bir varlığı ortadan kaldırabiliyor. Tam bir açıklaması yok, nesneler hiçliğe gömülüyor, belki geldikleri yere gidiyorlardır. Groklamak var, varlığın bir olayı her zerresiyle anlaması benzeri bir iş. İşin metafizik boyutu derin, tatmin edici açıklamalar mevcut.

Smith hastaneye kapatılıyor, kimseye gösterilmiyor ve yerine dublörü basın karşısına çıkartılıyor falan. Sebebi, adamın deli bir servete konmuş olması. Dört çift gitmişti, evli olmayan iki astronotun meyvesi Smith. Onların mirasına konduğu gibi dönemin uzay yasaları gereği Mars'ın, koca bir gezegenin de sahibi konumunda. Çıkar ilişkileri büyük, devletlerin birleşerek oluşturduğu federasyonun başındaki adamlar mesele çözüme kavuşana kadar Smith'i gözlerden uzakta tutuyor ama işe burnunu sokanlar var. Başta gelenlerden ikisi, romanın önemli karakterleri haline gelecek.

Jill, vamp bir kadın. Smith'in kaldığı hastanede hemşire olarak çalışıyor ve adamın cinsellikten nasibini almadığını öğrenince işi merak ediyor, yanına gidip görüyor ki sonsuz bir sevginin dışında adamın sunacağı bir şey yok.

Ben, gazeteci. Smith'e ulaşmak için Jill'i kullanıyor ve dublör olayını keşfediyor. Federasyonun adamları tarafından kaçırılmadan önce Jill'i Smith'i kaçırması için ikna ediyor, sonra ortadan kayboluyor. Jill, Marslı dostumuzu Jubal'ın yanına getiriyor.

Jubal, dediğim gibi tam bir mentor. Her şey hakkında bilgisi, bilgisi yoksa fikri var. Tam bir hukuk adamı, servetini bu yoldan ve yazdığı eserlerden edinmiş. Çok yaşlı bir adam, hayatının son macerasına atılıp Smith'i evinde saklıyor. Federasyonun adamları evi basıyor, Smith'in birkaçını yok etmesinin yanında hukuk bilgisiyle adamları eve sokmuyor, bir sürü olay. En sonunda kovalamacanın bitmesi için federasyonun genel sekreteri olan Douglas'la iletişime geçip Smith'in servetinin yönetimini federasyona bırakıyor, Smith'in hamisi oluyor.

Tanrı rolü bir açıdan uygun; Jubal, Smith'i dünyaya hazırlıyor. İnsanlığa dair hemen her şeyi öğrettikten sonra çocuğunu salıveriyor, zira denetim altındayken tam bir uyum sağlanamayacağını görüyor. Final bölümünde çocuğunun nefret dolu insanların arasına doğru yürüdüğünü görünce içi sızlıyor. Babanın üzüntüsü, çocuğunun fedasını engellemeyecek olmasından kaynaklanıyor. Morpheus'un dediği gibi; kapıyı Jubal gösteriyor ve oradan girecek olan Smith.

Neyse, bir süre sonra Smith Jill'le birlikte evden ayrılıyor, birkaç ufak tefek işin ardından kendi komününü kuruyor. Başta bahsettiğim sosyal düzen. Finalde de bu düzene, barışa, mutluluğa hazır olmayan insanlar tarafından katlediliyor. Durum kabaca bu.

İnce noktalarını maddeler halinde yazıyorum:

* Derin devlet Smith'i nasıl alamadı? Normalde olması gereken şu: Askerler evi basar, görgü tanıklarıyla birlikte mekanı da yok eder, tanık uydurur, bitti gitti. Burada Smith ve Jubal faktörü devreye giriyor. Smith kardeşimiz, evi basan askerlerle birlikte tepedeki adamlardan birini de yok ediyor, ortadan kaldırıyor. Kanıt yok ortada, adamların nereye gittiğine dair bir bilgi yok. İkinci adımda hukuk devletinin nasıl bir şey olduğunu görüyoruz, bizde malumunuzdur ki hukuku geçtim, devletin bile varlığı sorgulanır hale gelmiş durumda. Jubal gibi bir hukuk gurusu var, adamdan çekindikleri için bahçedeki çiçeklere bile ihtimam göstermek zorunda kalıyorlar. Bir de resmi görüşmeler var, tam bir hukuk ve kişilik sınavı. Devletin adamı iki makarayla hukuk dışı bir şekilde işleri halletmeye çalışsa da Jubal haklarını çok iyi bilen biri olarak adamların savunmalarını çatır çatır çökertiyor. Haklarımızı iyi bileceğiz ve gücümüzü hukuktan alacağız yani, eğer böyle bir şey varsa. Adamlardaki hukuki sistemi gördükçe içiniz gidecek.

* Smith-Mars ilişkisi üzerinden Batı kaynaklı dünya görüşüne çuvaldızdan ziyade katanalar saplanıyor. Dünyanın keşfedilmesi diye bir şeyin varlığından söz etmek, Avrupa'nın kendi penceresinden bakıldığında doğru, keşfedilen topraklarda yaşayan insanlar açısından yanlış. Kökten yanlış aslında, yirminci yüzyılın en büyük keşiflerinden biri bu olabilir. Yerliler öldürüldü, topraklar ele geçirildi ve Batı'nın zenginliği katlanarak arttı. Sömürgecilik, sonrasındaki ekonomik sömürgecilik derken dünyayı az sayıda insan, çok sayıda şirket yönetmeye başladı. Aşağı yukarı bunlar anlatılıyor. Kitabın yasaklanmasında bunların etkisi büyüktür diye düşünüyorum.

* Marslı-Dünyalı mantığının karşılaştırılması, kitabın felsefi altyapısının önemli bir bölümünü oluşturuyor.

Sanat: Cinsiyet ikiliğinin yaratıcılığı körüklediğine dair bir söylem var, ilginç. Hadımların müzelerde sergilenen hiçbir eserinin olmaması bu mevzuya örnek gösteriliyor. Kastratoların varlığı tek başına değillemeye yeter mi bilemem, yine de pek doğru bir fikir gibi gelmedi bana. İkilik önemlidir ama her şey midir, düşünülmesi gerek.

Din: İsa'nın asılmasına benzer bir durum, Marslıların grokladıkları halkı yok edip özümlemeleriyle benzer bir nitelik taşıyor. İnsan, İsa'yı öldürüp onu sonsuza dek içinde taşımaya mahkum edildi, Marslılar içinse ölenle aynı bedeni paylaşmak önemli. Bu nasıl olacak, ölenin bedenini yiyerek. "'Kardeşim Jubal, çözüldüğünde her lokmada seni bağrıma basıp kutsayarak yememe izin verilmesini umuyorum... seni tamamen groklayana kadar.'" (s. 205) Jubal'ın aradaki farklılıkları insanoğlunun yüzyıllar boyunca geliştirdikleri tabulara bağlaması güzel bir çaba. İnsan eti yemiyorsak bunun sebebini çevresel koşulları göz önüne alarak düşünmemiz gerekiyor.

Polinezya ve Afrika'daki bazı kabilelerde bu inanış var, ölenin eti yenir ve onun niteliklerinin yiyene geçtiği söylenir. Sadece yemek gerekmiyor, Atlas'ta üç kuşak öncesine kadar atalarının kafataslarını kolye yapıp takan bir yerli fotoğrafı görmüştüm, aklım gitmişti.

Eski bir inanış bu, Afrika'da Felsefe adlı güzel kitapta, yanlış hatırlamıyorsam, açıklaması mevcuttur. Oğul Herbert, Dune'da Ginaz kılıçustalarında benzer bir hadise yaratır; ölen ulu savaşçıların isimlerini çömezlere verir, böylece ustaların güçleri çömezlere geçer, katlanarak büyür. Adın kutsallığıyla ataların gücü güzel bir şekilde birleştirilmiştir bana göre. Marslılar öldükten sonra ruhları var olmaya devam ediyor demiştim, fiziksel bir karşılığı var olayın. Peki Marslıların Smith vasıtasıyla bizi groklama ihtimali var mı? Anlatının başından itibaren okurun cevabını aradığı bir soru. Yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olabiliriz, olmayabiliriz de. Bunu ben söyleyecek değilim, lütfen kitabı okuyun. Bu ne tembellik.

Ölüm: Onlarda çözülmek olarak geçiyor. Groklanan bir şey varlığa katılıyor, varlık eklektiktir ve ölünce her şey çözülür. Mantığı sevdim.

İnsan gülebilen hayvandır, diyor Jubal. Bütün yıkımına rağmen insan güler, Smith'in en sonunda anladığı mesele bu. Mars'tan geliyor ama bence asıl geldiği yer, kayıtlara geçmemiş kadar uzak bir geçmiş. İkilik kıyaslamasından dev bir roman doğmuş, ele alınmayan konu pek kalmamış. Güzel bir insanlık komedyası, güzel bir irdeleme. Meselesi çok, ben az bir bölümünü inceledim, gerisi sizde.