23 Nisan 2018 Pazartesi

Clarice Lispector - Yaşam Suyu

Wittgenstein'ın gizem kavramı, Lispector'ın yakalamak isteyip istenciyle kaçırdığı parıltıyı içeriyor. Teğet bir durum var ortada; metnin kendisini parıltıya bir noktada temas eden bir girişim olarak görebiliriz ama bu girişimin hayata geçmesi, sözcüklerin biçimlenmeye başladığı an dışarıda bıraktığı onca diğer, suskunlukla yakalanabilecek gibi gözüküyor. Parıltı denirse parlamayan kısmı dışarıda kalıyor, hâl denirse hâl olmayan, oluş denirse olmayan. "Sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" durumu ama anlamsızlık da bu anlamın dışladığı bir şey, parıltının parçası. It diyor buna Lispector, İngilizce zamir bunun en iyi karşılığı onun için. Antik Yunan'dan günümüze kadar pek çok filozof pek çok kavram üretmiştir bunu karşılayacak, yine de tam karşılanamaz bir şey var elde. Sözcüklerle yakalanmaya çalışıldığında dışarıda kalan, sözcüklerin arasındaki boşluklarda bile bulunamayacak olan, susulduğu zaman bile. Bakıldığında özneyi göstermeyecek bir ayna, hiçbir şey anlatmayan bir resim, Lispector için. Çeviride bulunabilecek boşluk; anlatıcı yapmak istediği resimden önce sözcüklerini kuşanıyor ve resme bir türlü geçemiyor, sözcüklerle resmetme çabası. Bu da bir çeviri, sanatlar arasında.

Lispector duygusal olarak bu parıltıya en yakın olduğu zamanda, "ayrılık acısından attığı en karanlık çığlıkla, şeytani zevkle karışık" bir şükür anı yaşar. Turgut Uyar'ın üzüncünü buraya ekliyorum, hep tazeleyen, hüzün veren ve kucaklayan. Parıltı bu anda bulunabilir. "Her şeyin var olduğu bir an var. Şeyin olmaklığını elimde tutup kavramak istiyorum." (s. 9) Havada süzülen nefeste bir parça, aşkın durdurduğu an. Sayısız parçaya ayrılan şimdi. Geleceği ve geçmişi de içinde taşıyan bir an, Augustinus'un zaman anlayışından izler taşıyor. Bu anın içinde "kendi olmaklığını kavramak" için çabalıyor Lispector. Titreşimleri yakalıyor, müzik dinlerken elini plağın üzerine koyuyor ve bedeni vasıtasıyla müziğe dokunuyor, aynı şekilde sözcükleriyle oluşturduğu resimlerde kendisini arıyor. Çiçekleri sayıp döktüğü ve imgelemiyle yarattığı bölümlerde, özgürlüğünün harflere döküldüğü anın ötesindeki tezahüründe, tohum halindeki anda. Sen dediğiyle bir olmaktan cesaretsizliği nedeniyle uzak durup ben demeye itildiğini söylerken Deleuze'ün anlamı farklı kutupların bir noktada birleşmesi olarak temellendirdiği akla geliyor; birlikte olunamayan birlikte olandır ve bunun gerçekleşmesi, hiç gerçekleşmemesidir. Bu aradalık, tek bir kristal anda ve Lispector bu anın tam ortasında.

Sayısız parçaya ayrılan şimdi, her anın fotoğrafının çekilmesi. Hopilerin zaman algısına paralel olarak bilinci oluşturan her bir parçayı şimdiye sığdırma çabasının ürettiği birçok benlik, zamanın parçalarından akışa dönüşüyor. Tek bir kaynağa ulaşma çabası. İçinde mağaraların cehennemi, kuyutluğun karanlığı ve belli belirsiz formlar var. "Ve bütün bunlar benim." (s. 15) Aitlik değil, varlık. Varlığın inşası, anlatılandan ve anlatıcıdan bağımsız. Lispector için "ölüme varan özgürlük". Öte tarafın özlemi de bunun içinde bir yerde, gerçekliğin bir parçası ama gerçeğin ne olduğunu tekrar tekrar sorguluyor anlatıcı, sembollerden bir rüya-yaşamın içinde mutlaktan, kesinden emin olamıyor ve akışın kendisine dönüşüyor. Metinle anlatıcıyı ayıramayacak bir noktaya geliyoruz, gerçeklik düzleminde değil de sanatsal düzlemde oluyor her şey. Kendisini bir sanata, sembollere, çizgilere dönüştüren ses. Sessizliğe ulaşan, hiçe çıkan bir kurmaca-bilinç. "Anlamlı olabilecek şeylerle yaşayanların korkunç sınırlarına hapsedilmek istemiyorum. Hayır istemiyorum bunu: uydurulmuş bir gerçek istiyorum." (s. 22) Lispector gerçekliği dönüştürüyor ve dönüşen gerçekliğin kendisini yaratmasına izin veriyor. Ne yazdığını bilmiyor, kendisini belirsizleştiriyor, büyük bir farkındalık bu. "Kendisini olmaya bırakıyor", doğaçlama bir yapı ama doğaçlamanın doğası kendini değilleyen bir fenomen. Her şey sadece olur, olma biçimi yoktur.

Bu mevzuda Derek Bailey'in Doğaçlama kitabını önerip devam ediyorum.

Zıtlıklarda beliren parıltı, dünyayla yüzleşmenin temeli. Akışın iki yönünde de ilerlemek gerekiyor, sezilenlere başka türlü ulaşılamaz. Yaratının olanakları ve içerilmeyenlerin olanaksızlığı birlikte var olur, bu birliktelikten hayatın gizli üslubuna ulaşan yolda Lispector. Kendisini anlamaya, sınırlamaya çalıştığı ve sınırlamaya çalıştıkça bunun imkansızlığını gördüğü için anlatıyor. Tanrı ve diğer her şey It halinde, her şeyle birlikte kişi de bu zamirin içinde yer alıyor ama her şeyi taşıdığı halde, onların bir parçası olduğu halde farklı bir bütün oluşturan parçalardan değil. Anti-gestalt. Ether burada, her yeri dolduruyor ve her şey haline geliyor, görülen ve görülenin dışındaki bu, parıltının malzemesi. Hayvanlar ve bitkiler, anima, anlatıcı bitkinin ve hayvanın oluşunu olmak istiyor, kendi ölümü olmaktan çıkıp bir başka oluşun bilincini yaşamak. Soyut varsayımlardan yola çıkarak kendini dönüştürüyor ve her bir dönüşüm ölüme ulaşıyor, bilinmeyene ve sezilemeyene. Ölümün sezilemezliği onu gerçek bir tanrı yapabilir.

Durmadan yazan bir el, ışığın ve karanlığın ortasında bir yerde coşkun bir akış, görkemli yalnızlık, sadece doğumunu ve ölümünü bilen bir ruh. Şeyin saflıkla yaratımı. "Her birimiz sembollerle uğraşan sembolleriz, her şey gerçeğe sadece tek bir referans." (s. 85) Yitik aşkın duyurduğu hüznün rehberliğinde, uzam yolculuğu. Bir noktanın içinde. Darmadağın olduğum bir alıntı, son:

"Ben seninkileri severken, sen benim hatalarımdan etkilenmediysen ne yapabilirim ki. İçtenliğim ayaklarının altında çiğnendi. Sen beni sevmiyorsun, tek bildiğim bu." (s. 88)

22 Nisan 2018 Pazar

Zeyyat Selimoğlu - Denizlerin, İstanbul

Her öykünün sonunda koronun sesi duyulur, toplumun ve anlatıcının sesi. Öyküler trajiktir, anlamları koronun söyledikleriyle genişler. Geçmişle günün postmodern kesişimlerinde eski çağların yüksek sesli çığırtkanlığı, Yunus Emre'nin sözlerini taşır bir kez, diğerleri orijinal dörtlemelerdir. İyidir bu, öyküleri biçimle bağlar. Selimoğlu'nun doksanlarda yazdığı son öykülerinde güncel zamanın meseleleriyle uzak geçmişin büyük hadiseleri iç içe geçmiştir, Roma cayır cayır yanarken Hakan Peker'in bir şarkısı araya sıkışıverir, işin mizah boyutu sağlamdır ve yeterincedir, olmamışlığı yoktur.

Sisin Ardında: Londra'ya Dover'dan gelen beş kişi, dördü evli. Beşinci kişi anlatıcı. Şehri gezmek istiyor ve diğerlerinden ayrılıyor, siste kaybolmamasını söylüyorlar ardından. Anlatıcı taksiye atlıyor, kenar mahallelere, ıssız ve sisli yerlere gitmek istediğini söylüyor. Taksinin İngiliz soylularına benzetildiğini, şoförün de taksisine çok benzediğini buraya sıkıştırayım. Ne kadar da soylu bir İngiltere. Neyse, şoför ıssız bir mahalleye çeker ve müşterisine dikkatli olması gerektiğini söyler, akşam olmaktadır. Kızıl havalar seyredilmektedir. Araba homurdanarak uzaklaşır, Whitechapel nam bir yerdedir anlatıcı, bu ismi bir yerden hatırlar ama nereden hatırladığını hatırlayamaz. Bu hatırlayamama huzursuzluğu öykü boyunca sürer, tekrarlanır. Sisler aralanır, kapanır, gri perdenin ardında görülen ışıkların tekinsizliği, kapılardan çıkıp kaybolan insanların korku figürlerine dönüşmesi, hayat kadınlarının teklifleri adamın kafasında nihayet bir ışık çaktırır. Whitechapel, Jack's Pub, Jack, karın, deşmek, Karındeşen Jack, Whitechapel'ın efsanevi katili! Karnına bir sancı saplanır anlatıcının, iki büklüm olur, rolüne kavuşur. Koro: Sis, dünyayı tiyatroya çevirir ve herkes rolüne bürünür. Sisin içinde kimlikler içi boş olarak durur, bekler, içinden geçeni bürütüverir.

"Geçmiş Zamanın Peşinde": Diyalog, on sekizine yaklaşan bir kız ve genç adam. Kızın boyanmaması gerekir, adam için doğal güzellik büyüleyicidir ve bu durum haliyle ispatlanmıştır. Adamın ağzından çıkan her bir sözcüğü içmek ister kız, adamdan daha çok konuşmasını ister. Konuşurlar. Kız, adamdan abisi kalmasını ister ama gönlünü bir kere kaptırmıştır, koyu Katolik mantığı kızı zincirlemiştir, kız ne kadar açılsa da kilitleri kıramaz.

Yazılmamış bir mektuba geçilir. Kız, İtalyan bir mühendisle mantık evliliği yapmıştır ve hayatının nasıl darmadağın olduğunu mektupta anlatmaktadır. Aslında anlatmamaktadır, mektubu hiçbir zaman yazmamıştır. Koro: İnsan okunursa bir kez okunur, okunamazsa hep okunur. Kız şişmanlamıştır, çok sevdiği bisikletine binemez hale gelmiştir. Adamın boyama dediği dudaklarını boyar, öykü biter.

Bir Çöplüğe Bakar Öyküdür: Babayla oğul çöplüğün yakınlarından geçerler. Anne yok, bu yüzden çocuğa hayır diyemeyen bir baba var elde, yemyeşil bir yol var ve babayla oğlun, bir de yeşilliğin güzelliğini ortadan kaldıran bir çöplük. Oğul, çöplüğü görmek ister ve babasını leş kokulu alana sürükler. Çöplükteki kokular uzun uzun anlatılır, burnun direği edebi olarak kırılır. Burada duruyorum, bunu yaşamanız lazım. Ben Kıbrıs'ta yaşadım, askerlik yaparken. Hizmet bölüğü olarak kışlanın çöp işlerini yapıyorduk, inanılmaz bir israfın teminatı olan ordunun çöplüğü langır lungur gidilen bir yolun sonundaki dev çukurdu. Bir gün içinde tüketilmemiş peynirlerin bulunduğu tenekeleri Unimog'un arkasına tepeleme yığdık. Tenekelerin içindeki yaşam formlarından ve dünyanın en kötü kokusundan bahsetmeyeyim, şundan bahsedeyim: Çukurlara gire çıka giderken kasada etrafı dikizleyen saftirik askerler olarak bir dünya tenekenin altında kaldık. Kamuflajların batması bir yana, o pisliğin içinde haşarat bizi nasıl yiyip bitirmedi, hâlâ merak ederim. Bu kadar leşlik yeter, devam. Kedi var, çocuk babasından kediyi kurtarmasını ister. Baba kediyi kurtarmaya çalışırken çöp dağından aşağı düşer, çocuk koşarak yardım çağırmaya gider. Anlatıcının sesini duyarız, öykünün böyle bitmemesi gerektiğini söyler. Olayları anlatmaz ama kediyle babanın kurtulacağını müjdeler. Son.

Bir Düşsel İmpala Rüzgârı: Julia Roberts var bu öyküde. Anlatıcı için bir impaladır o. Özgür ruh, çekici kız. Okul arkadaşı ikisi, okulda Roberts'a asılmayan tek kişi anlatıcıdır, bu yüzden iyi arkadaş olurlar. Roberts okulu bırakır, oyuncu olmaya çalışırken yıllar geçer ve tekrar karşılaşırlar, Roberts hayat kadını olmuştur. Bir sonraki karşılaşmaları, Roberts'ın dayakçı kocasını öldürmesinden sonradır. Anlatıcı avukat olmuştur, Roberts'a yardımcı olmak ister. Hikâyesini dinlediğinde bundan iyi bir film çıkacağını söyler. Sleeping with the Enemy'ye bağlanır olay, kurmacayla gerçeğin iç içe geçmiş bir halidir bu öykü.

Sonraki üç öyküde alternatif, komik tarihler yazılır. Nero'nun Roma'yı yakmadan önce "tez elden" hekim çağırtması ve iyilerinden seçtirmesi, Preveze öncesi İtalya'ya yapılan akınlar ve tarihçilerin ciddi metinleriyle öykünün mizahının komik birleşimi iyidir, hoş bir kurmaca biçimidir.

Denizlerin, İstanbul! adlı öykü aralarında en uzunudur. Kilyos'ta toplama kamplarının acısını hatırlayan Yahudi'den başlayarak bütün kıyılar ve bütün denizler incelenir, Jaws ve "meduzalar" anılır, sulardaki koli basilleri canavarlara dönüşür, adaların denizleri diğer kıyıların denizlerinden ayrılır, aynı deniz anıların dönüştürücülüğünde değişir. Diğer öyküler içinde en iyisi budur sanırım.

Selimoğlu iyi öykücüdür, es geçilmemeli.

21 Nisan 2018 Cumartesi

Orçun Türkay - Tunç Bey

Babanın dört kez vurduğu elin yansısı göbekteki dört vuruşa dönüşür, anımsama çabası. Sanıyor anlatıcı, dört kez vurdu. Üç kez üçlüyor, üç kez dörtlüyor vuruşları. Bilse kesin söylerdi, göbeğine vurduğu kezi bilirdi ama o da suya düşmüş, su evrensel çözücüdür ve her şeyi birbirine karıştırır, denizler bu yüzden güzeldir, düşünceleri de çözer. Anlatıcının bir su kenarında anlattığını düşünerek mutlu oluyorum ve yiten babanın özlemini duyumsamak isteyip duyumsayamıyorum. Ben babamı tanımıyorum ve anlatıcıyı kıskanıyorum, benim de aklımın tarihinde bölük pörçük anılar olsun, bütün pencereler babamla dolsun ve her pencerede farklı bir babamı görsüm isterdim ama görseyemem, zihnimin o kısmı boş. Türkay'ı/anlatıcıyı kıskanmaya devam edeceğim.

Her sayfaya bir bölüm, son bölüm hariç. Ele dört kez vurulması tekrarlanır, her bölüm için bir vuruş. Parçalar bağlantısızdır, anı çavlanı. Tişörtteki Zagor'u söyleyen, Tarzan olduğunu söyleyen, 29 Kasım Perşembe gecesi dört kez vuran baba, o geceye kadarki hemen her şeyiyle, bir çocuğun, gencin, adamın anılarında farklı biçimlerde hatırlanır/yaratılır. Vuruşlarda zaman değişir, aynı olayı hem çocuktan hem de adamdan dinleriz, sonrasında tekrar tekrar dinleriz, farklı biçimlerde. Parçalar birbirine bağlıdır, bir anının imgesi başka bir anıyı sürükler, bazen kendisini sürükler ve biçim değiştirir. Tekrardan doğan farkları görebiliriz; sözcüklerin yerleri değiştiği için anılar da değişir, babanın oluşturulmasında yaşamı oluşturan her bir parçanın türevi mevcuttur. 29 Kasım Perşembe, yıllar öncesinin doğumgününden üç gün sonrasına denk gelir örneğin, babanın hediyeleri arasında çizgi romanlar ve filmler vardır. Babanın elleri hatırlanır, bir çizgi romana not düşüp imzasını atarken sol elini kullanmıştır, anlatıcının sağ eline dört kez vururken kullandığı sol eli. Elinin avuç içi hatta. Dizkapağı kemiğinin küçükken çıktığı bir babanın kemiği neden çıkardığını sonda öğreniriz, bir anının devamı gelebilir veya gelmeyebilir, anımsamanın ortaya çıkmadığı sürece bilinemeyecek eksikleri belirir ve belirmez. Anlatıcının birkaç anısı, dip ve zirve noktalarından ibarettir, gündelikler de vardır ama yoğunluklu değildir.

Leonardo da Vinci'nin babasıyla ilgili yazdıklarını inceleyen Freud, iki kez yazılan ölüm saatinden baba-oğul ilişkilerini irdelemiştir. Anlatıcı, bu konuyu tekrar tekrar düşünür ve upuzun tümceler diken sağ elini, kurşunkalem tutan sağ elini bilir, babasının dört kez vurduğu. Denizyollarında çalışan babanın emekliliği pek hoş geçmemiştir, işe gidenlere bakıp onlara imrenir. İşe başladığı zamanlarda uzun saçlıdır, "Şirkete hippi geldi," derler, etrafını çevirirler. Orijinal bir babadır, anlatıcı söylediği bütün garip şeyleri hatırlar, dinlediği şarkıları bilir. CRR -Creadence mı ne yazmışlar, yanlış olmuş ama olsun- ve Marianne Faithful, bir sürü old-gold işler babanın kalemidir, anlatıcının götürdüğü Marianne Faithful konseri babaya hoş bir sürprizdir ve hatırlamaya değer bir anıdır, defalarca. Futbol maçları, babayla yapılan kavgalar, karne düzenbazlıkları, sigara, ameliyatlar, evlilik, torun, ameliyatlar, Freud, sol el, dört kez. Son bölümde kronolojik sıraya yakın bir seyirde, yekun sağlandıktan sonra hepsinin dizimi. Baştan sona, babanın son anlarına kadar anı dökümü. Anlaşılması zor bölümler anlamlarına kavuşur, babanın eksiksiz bir portresi ortaya çıkar.

Babayı anımsıyor anlatıcı, anıların kaybolmaya meyilli olduklarını bildiğinden tekrar tekrar anımsıyor, pekleşsin diye diğerleriyle karıştırıyor. Birini unutmamanın en iyi yolu. Baba artık orada değil ama her zamanki gibi koltuğunda, orada.

20 Nisan 2018 Cuma

Erlend Loe - Doppler

Naif. Süper'de bir görevi, işi olsa çok iyi hissedeceğini söyleyen eleman kendine vazife çıkararak ormanda yaşamaya başlasa Andreas Doppler'e dönüşebilirdi. Doppler, iki metnin de anlatıcısı gibi duruyor. Aynı basit anlatım, benzer düşüncelerin biçimlendirdiği yaşam, devam eden arayış. Yirmi beş yaşın Doppler'ini yaşamın rutin çizgisine kaptırarak evlendirelim, çocuk sahibi yapalım, güzel bir evi ve işi olsun, ardından ormanda bisikletiyle gezerken düşürelim ve ormanın ne kadar güzel olduğuna dair zihninde bir ışık yakalım. Modern zamanların Thoreau'su hazır. Kentten birkaç kilometre ötede, ulaşılabilir arzuya hep bir adım uzakta. Kendi değerler sistemiyle yaşamaya çalışan adamın kaçkınlığına selam.

"Babam öldü.
Dün bir geyik avladım.
Ne diyebilirim?" (s. 9)

Camus işi bir başlangıç. Kısa cümleler. Yalın.

Çadırın civarına gelen geyiği öldürüyor Doppler, beyne bir bıçak. Yavrusu kaçıp gitmek yerine oralarda dolanıyor. Verebileceğinden çok daha fazlasını aldığını, doğaya karşı suç işlediğini düşünüyor Doppler, yavruya bakarsa belki durum eşitlenir. Yağsız süte ihtiyaç duyduğunu söylüyor, bunun için geyiğin etini takas için kullanacak. Süpermarkette çalışan adam, bir anda karşısına çıkan hırpani görünüşlü adamın takas ekonomisini geri getirme çabası karşısında şaşkınlığa düşse de içinde her şeyin ters gittiğine dair bir sezgi olduğu için Doppler'in önerisini kabul ediyor ve eti alıp süt veriyor. Kocaman bir siki olduğundan bahsediyor Doppler, doğa kendisine cömert davranmış ve dev bir sikle ödüllendirmiş. Karşılığında belki, ormanda yaşamaya başlıyor Doppler çünkü aldığı kadarını vermesi lazım ve iki çocuk, iyi bir şey, güzel bir ev, güzel bir iş dev sikin karşılığı olamaz. Ne olabilir, yaban yaşam. Makul. Yavru geyik de alma-verme dengesini öğrensin, daha kötüsüyle karşılaşabilirdi ama Doppler'le karşılaştı ve hâlâ hayatta. Çadırda Doppler'le muhabbet etmenin, yeri gelince konuşmadan vakit geçirebilmenin güzelliğini bilsin. Bir süre sonra annesi tarafından terk edilince pek iyi hissetmeyecekti zaten. "Çünkü geyikler böyledir. Çok iyiymiş gibi görünür, sonra da çocuklarınıza bok gibi davranırsınız. Çok hayvansınız." (s. 14) Korkularını ve türünün doğal kötücüllüğünü hayvanlara yansıtır Doppler, kendini temizlemeye başlar.

Takas sistemi bir yere kadar idare eder, sonrasında "kamulaştırma" başlar. Yakındaki mahallelerden birinde Bay Düsseldorf'un evini keşfeder Doppler, girilmesi en kolay evdir bu ve sahibi sıkıntısız, kendi halinde gözükmektedir. Savaş zamanından kalma model şehirleri üzerinde uğraşan yaşlı adam, Doppler'i kendiliğinden davet edecek gibidir ama muhtemelen mahzendeki erzağın ortadan yavaş yavaş kaybolduğunu anladıktan sonra bahçe kapısını kilitler, eve alarmlar taktırır. "Artık böyle. İnsanlar çevrelerine duvar örüp birbirlerinden korkar hale geldi." (s. 15) Mülkiyetin ne pahasına olursa olsun korunması gerektiği bir uygarlık modelinde doğal bir davranış. Duvarlarımız, sahip olduğumuz her şeyimiz. Dışarının tehlikelerinden korur, içe hapseder. Kafa karıştıran sinyalleri önler, Doppler'e göre insanların yolladığı sinyallerden daha kafa karıştırıcı bir şey olmadığı için yapay bir sinyalkıran olan duvarlar biraz iyidir, çokça kötüdür.

Süt-et takasını gerçekleştirdikten sonra dünyanın hâlâ kurtarılabilir bir yer olduğunu düşünür Doppler, bisikletten düştüğü günü ve yaşamının o ana kadarki seyrini hatırlar. Tepetaklak indikten sonra pencereden görülenler: Gökyüzü, dallar, yapraklar ve görülebilir bir şey olarak huzur. Çocukların izlediği televizyon programlarının delirtici gürültüleri, fayanslar, küvetler, satın alınacak ve değiştirilecek sayısız şey, karar alma mekanizmasını ve zihni meşgul tutan, yoran, farkında olmadan yaşam kalitesinin düşmesine sebep olduğumuz onca zamazingo yoktur artık. Ormanın sesi ve kokusu, bu kadar. Kimlikler yoktur; babalık, kocalık, işçilik, evlatlık, hepsi çok uzaklardadır. Sorumluluk sınırları daralmıştır, kararlar basitleşmiştir, her şey çok parlak gözükmektedir. Sadelik Doppler'i ele geçirir ve ormana taşınmaya karar vermesine yol açar. Tolkien hastası kızıyla yaşadığı tartışmadan da pay çıkarır; insanları sevmediğinin farkına bunu kızından duyduktan sonra varır. İnsanların söylediklerinden, temsil ettiklerinden, etiketlerinden hoşlanmaz, yıllar boyunca bunlara katlanmıştır ve patlama noktasında hepsini geride bırakır. Eşinin hamileliğini umursayacak bir halde değildir, kadını geride bırakır. "İyi günde, kötü günde, demiştik evlendiğimizde. Sorun, aynı günün, biri için iyi, diğeri içinse kötü olabilmesinde elbette." (s. 26) Babanın ölümü de çözümsüz bir sorun olarak bekler, anlaşılamayan bir yok oluş için Doppler'in düşünceleriyle kuracağı, yeterince zaman geçirilmemiş bir babanın figürü karanlık bölgede bir kayboluşun öznesidir. Boş bir şablon. Zaman geçer, Doppler geçmişiyle mücadele eder ve ormanda yaşamaya alışır. Geyik yavrusu Bongo'ya, yağmura ve ağaçlara alışır.

Problemler yeni ilişkileri doğurur. Üç günden fazla kamp yapmak yasaktır, ormanın sahibinin sağ görüşlü, zengin ve kaba arkadaşı gelir, tartışırlar. Doppler yalın konuşmasıyla adamı düşündürür, anlamlı bir hayat yaşaması için kıvılcımı çakar. Yakınlara kendi çadırını kuran adam, Doppler'e ıstırap olur, Doppler'in inşa etmeye başladığı totemin bir benzerini yapmaya çalışır. Ormanda yaşanan günlerden geriye kalacak bir andaç; Doppler babasını, oğlunu ve kendini sembolize eder, tahtaya kazır. Eşinin seyahate çıkmasıyla yanına gelen oğlu ve Bongo iyi anlaşır, çadırın nüfusu artar. Doppler evine uzun süre sonra gittiğinde eve giren hırsızla da arkadaş olur, oğlunun delirtici CD'lerini ve CD çaları hırsıza verir. Hırsız da bir süre sonra çadırlara gelmeye başlar. Devrim gibi bir olaydır aslında, Düsseldorf'un babasının hatırası için yaptığı model olmasa o da katılırdı ama adamın hayatının amacı olan model bitecek gibi değildir. Bittiği zaman intihar etmeyi düşünür Düsseldorf, Doppler adama başka bir amaç verene kadar. Herkese yeni bir hayat, en azından başka bir hayat ihtimalinin doğuşu.

Aylar geçer, Doppler dünyanın yaşadığı sıkıntıların nedenlerini kendi basit düşünceleriyle ortaya koyar ve bir savaşın sürdüğünü fark eder. Basit bir savaş, acıya karşı. Elinden geleni yapacaktır Doppler, zaten metin de mevzunun devam edeceği bilgisiyle sonra erer. Çevrilirse okuyacağız.

Erlend Loe, döngüden kurtulamayan yaşamlar için panzehir. İhtimal var, ihtimalin olması bile çok büyük bir şey. Bu döngünün dışında da yaşam var.

18 Nisan 2018 Çarşamba

Erlend Loe - Naif. Süper

Dünyayı değiştiremeyiz. Dünyayla uyum sağlamak da istemeyiz. Gazetelerden, televizyondan uzak dururuz. Çoğu insandan uzak dururuz. Otomobillerden uzak dururuz, devletten -olabildiğince- uzak dururuz, bir parça olmaktan uzak dururuz. Bir şeylerin ters gittiği duygusu uyanınca kişisel dünyamızı kurarız, kişisel düşlerimizi kurarız, dışarıdan uzak dururuz. Dışarısı yorgunluktan başı kaldıramamaya yol açacak kadar fazla olasılıkla doludur, lüzumsuz olasılıklardan bir parça huzur için uzak dururuz. Mutluluğu değil, daha kapsayıcı olan huzuru isteriz. Ayakları yerden keseriz, karanlıktan arınmış parlak bir dünyada ağaçlarla birlikte havada dururuz, Zen bir yerden içeri sızmıştır. İyidir, yerimizi biliriz, olduğumuz yerdeyizdir, olmak istediğimiz yerde, zamanda değil. Olduğumuz kişiyizdir, bir başkası değil. An yeterlidir. Basitlik yetersiz olduğu noktada daha basiti ararız, basitleştiririz. Yaşam hiçbir şeyle sınırlanamayacak kadar büyüktür, büyük fikirleri bir kenara koyup daha küçüklerini, daha yalınlarını ararız.

Arar mıyız? Arıyorsak Naif. Süper müthiş bir metindir, aramıyorsak sadece ilginç bir metindir. Yirmi beş yaşında bir elemanın yüksek lisansı bırakması, abisinin evinde sevdiği ve sevmediği şeylerin listelerini yapıp neyin ters gittiğini anlamak için düşünmeye başlaması pek bir anlam taşımayabilir, bunu herkes yapabilir zaten, ne olmuştur ki, normaldir ama değildir, olasılıklara sahip olmak onların yaşandığı yanılsamasına yol açar, kitap istifçiliği sonucu bütün kitapların okunmuş yanılsaması yaratması gibi. Aslında orada olmayan, yaşanmayan bir tatmin yaşanır ve elde ne varsa bırakılır, yapılan iş bırakılır, seven insan bırakılır, akışa uyum sağlamak için. Uyumsuzluğunun farkında olanlar için bu metin sağaltıcı olacaktır.

Eleman anlatıcı, hikâyesini anlatıyor. Sade. İki arkadaşı var, biri iyi ve biri kötü. Abisi var, bir işten dünya para kazanıyor ama ne iş yaptığı bilinmiyor. İş seyahatine çıkınca fakslarını ve mektuplarını yönlendirmesi karşılığında evini elemana bırakıyor, geçici olarak. Bu ev, bütün bir dünya. Gözlerimiz elemanın gözleri. Birkaç hafta önce yirmi beş yaşını doldurmuş, abisi gitmeden önce oynadıkları bir oyunu kaybedince çok kötü hissedip çıngar çıkarmış, abi bir problem olup olmadığını sorunca her şeyin farkına varmış. Hiçbir şey yolunda değil. Her şey alt üst, içeride bir yerlerde. Abi anlamıyor, uyum sağlamış. Eleman okuluna gidiyor, bisikletiyle. Bisiklet önemli, epigraf da bisikletle alakalı. Bisiklet gerçekten önemli bir şey. Bisikletle gidersiniz. Biraz yavaş gidersiniz ama istediğiniz yere gidersiniz. İstediğiniz yer biraz uzaksa yola daha erken çıkarak gidersiniz, çok uzaksa gitmezsiniz, basit. Bisikletle giderken düşünürsünüz, yolla birlikte düşünceler de basitleşir, kodlara ulaşırsınız, anlamlar yenilenir, değişirsiniz. Yol değişir. Zihinsel üretimin yanında fiziksel üretim sürer, vücudunuz değişir. Bütüncül bir süreç. Bisiklet çok iyi bir şeydir, elemanı bu yüzden de pek sevdim.

Eleman bisikletle okuluna gidiyor, eğitimini tamamlamayacağını söylüyor. Ara sıra yazdığı gazeteyi arıyor, bir süre yazmayacağını söylüyor. Aboneliklerini iptal ediyor, stüdyo dairesini boşaltıyor, kitaplarını ve televizyonunu satıp kendisini iki karton kutuya ve bir çantaya sığacak hale getiriyor. "Gerçek bir iş" beceriyor, saadeti büyük. Planı yok, sevgilisi yok, kazanmaya odaklı bir kişiliği yok, kol saati yok. Olmayanlar listesi. Olanlar listesinde aile, birkaç eşya ve bir diploma var. Toplamda düşünecek bir dolu zamanı olduğu ortaya çıkıyor. Bu çok iyi. Kim'den, iyi arkadaştan faks geliyor. İstifa et, seyahate çık, yeni arkadaşlar edin, diyor Kim. Rutin. Daha basit bir işle başlıyor eleman, bir top alıyor ve duvara atıp tutuyor. İçi içine sığmıyor, muhteşem bir meditasyon eylemi. "Top oynamanın çok güzel bir yanı var. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama daha çok kişi yapmalı bunu. Hep birlikte top oynamalıyız. O zaman bir şeyler farklı görünebilirdi. Daha mutlu olabilirdik." (s. 22) Anlamlı eylemler, eleman büyükbabasını hatırlıyor. Kendi inşa ettiği evinde eşiyle yaşayan adam. Elli yıl önce evin civarındaki okulda okuyan çocuklar, bahçedeki ağacın dallarını kırıp meyveleri aşırmışlar. Büyükbaba okul müdürünü olaydan haberdar etmiş. Çocuklar gelip özür dilemişler ve eğitimleri bitene kadar her ay elli kron ödemişler, ceza olarak. Büyükbaba o paraları biriktirip mezun oldukları gün son bir ziyarette bulunan çocuklara geri vermiş. "Oğlanları düşünüyorum. Bugün koca adam olmuşlardır. Kesinlikle ellinin üzerindedir yaşları. Dünyanın güzel bir yer olduğunu hissediyor olmalılar. Her şeyin uyumlu olduğunu. Bir şeylerin anlamlı olduğunu." (s. 26) Etrafımdaki insanları düşünüyorum, kaybolanları ve tanıştıklarımı. O kadar kof arzularla karşılaştım ki anlamdan yoksun oluşları bir yana, bunu onlara söyleyemedim. İsteklerini kişilikleriyle bütünleştirmişlerdi, onları kırmadan söylemenin bir yolu yoktu. Yollarına gidiyorlar. Karşılarına bir büyükbaba çıkmayacak muhtemelen, dalları kıran çocuklar olarak kalacaklar. Bu bölüm acıydı, elemanın kendi kuşağında iyi birinin var olup olmadığını düşünmesi özellikle. O aralar başa çıkabileceği şeylerin sınırını bilmesi de acıydı ama iyiydi de, sınırların bilinmesi iyi.

Asıl meselede evrenin karşısında minicikten daha minik olmamız var. Eleman evrenle ilgili bir kitap okuyup sonsuzluk karşısındaki küçüklüğünü keşfedince bunu bir izlek olarak tutuyor, karşılaştığı ve karşılaşacağı olayları düşünürken hep bu noktalığını hatırlıyor. Fizik hocalarının bunlardan bahsetmemesiyle eğitim sistemine de çomağı sokuveriyor arada, aslında derslerin dünyanın mucizelerini anlatması gerekir, en azından başlarda. Evrenle ilgili dudak uçuklatan şeyler olmadan, gezegenler, yıldızlar olmadan, karadelikler olmadan formüllerin ne anlamı var? Zaman olmadan? Çocukken heyecanlandıran şeylerin listesini yapıyor eleman, her bir fikirden yeni bir liste. En tepede su. Söylemeliyim, böyle minik şeylerden inanılmaz etkilenip metne iyice gömülüyorum. Eleman, okuduğu kitabın yazarına mail atıyor, her şeyin neden öyle olduğuna ve her şeyin öyle olmasının iç sıkıntısına yol açıp açmadığına dair iki soru. Komşunun çocuğuyla oynamaya başlıyor, çocukluğunun sihirli dünyasını o çocukta bulmaya çalışıyor. Kaybolan hevesini bulmaya çalışıyor ama dünyanın kirinden, pasından arınmış olarak. "Zen gibi." (s. 41) Çabalarsa olanaksız, çabalamazsa başarabilir, böyle düşünüyor ve her şey olurunda. Yapacağı, inşa edeceği bir şey arıyor, perspektif arıyor, bunu yazarın Doppler metninde bulabiliriz ama o başka bir andacın konusu.

Perspektif bulma çabaları. İlişkiler boyutunda, kişisel boyutta. Birkaç ihtimal var, düşünüyor eleman.

"En kötü seçenek ise dünyayı daha da kötü bir yer haline getiren biri olmak. Bundan kaçınmayı deneyeceğim. Ne pahasına olursa olsun. Ama o kadar da kolay olduğunu sanmıyorum. Belki de dürüst olmayan fena insanlarla düşüp kalkarım. En iyilerimizin bile başına gelebilir. İşte o zaman takılıp kalırım. Dünya biraz daha kötü bir yer olur ve sokakta karşılaştığım insanların yüzüne bakamaz hale gelirim.

Böyle şeyler gelir başa, hem de birdenbire." (s. 59)

Karşılaşırız, inanırız ve gerçekle yüzleşince, kendimizi kandırma aşaması sona erince uzaklaşırız. Kaçmamız gerekir, yanılgılarla dolu bir başka dünya, naifliği zehirler. Aptallaşırız, saçmalarız ve gideriz. Süper. Baştan yanlış kurulan bağlar silinip gider. Hiç bu kadar huzurlu olmamışızdır. Hikâyeye dönüşür bu ve benzeri kurtuluşlar. Anlatılır. Eleman anlatır, geçmişinden ve kendisi daha doğmadan önce ailesinin yaşadığı olayları. Dünya daha iyi bir yer haline gelir. Eleman bu incelikleri yakalamak ister. Yakaladıkça huzuru da yakalar. "Ben iyi biriyim; uzay, zaman ve her şey ne olursa olsun, bana ne." (s. 84) Tahta bir çekiçle tahtaları çaktığı bir oyuncak satın alır, o esnada abisinin parasını yolladığı Volvo'yu da satın alır ve ABD'ye gider, abisi davet etmiştir ve tüketim toplumunun kaynağıyla karşılaşmak ister. Seyahat iyidir. Sokak şairlerinden birine şiir yazdırır, abisiyle birlikte kütüphaneye gidip Norveççe küfürleri aratır ve çıkan isimlere bakıp gülerler. Abisi de pek iyi değildir, tahta çekiçli oyuncakla oynamaya başlar. Kardeşini ne kadar eleştirse de bir noktada takdir eder, tahta bir çekiç yaşamı çok daha kolay bir hale getirebilir. İşin gücün ortasında yere oturup tahta çekiçle oyuncak tahtaları çakmalıyız, sonra çevirip tersinden çakmalıyız. Fiziksel bir eylem, zihinsel de. Eve gelip televizyonu açmamalıyız, bisiklete binmeliyiz. Yorulmalıyız. Yaşamalıyız.

Çocuk algısına dönmek. Basit bir dünya. Soruları azaltılmış dünya, evren karşısında küçük ve anlamlı. Bu metin gerçekten süper.

16 Nisan 2018 Pazartesi

Stuart Dybek - Chicago Kıyıları

Yılmaz Apartmanı iki hafta önce yıkıldı. Kırk yıllıktı. Osman orada oturuyordu, on beş yıl öncesine kadar. Futbolda iyi değildi ama mahalle maçlarında küfür yememe rağmen ona pas verirdim. Dayak yedik bir kez, parkta. Kaçamadık, tekme tokat mahallemize uğurlandık. Dönüşte Karalar dediğimiz köpek çetesi kovaladı, her şey üst üste gelince oturup sinirden ağladım. Osman kolunu omzuma attı, "Siktir et lan," dedi. Gidip mantı yedik, Abla'nın yerinde. Ayda bir giderdik, bu yenilgilerin üzerine adeti bozup ikinciye gittik. İyi gelmişti. Sonra lise hazırlığın bittiği yaz, bir gece sokakta gitar çalıp şarkı söylerken ABD'ye gideceğini söyledi Osman. Ne kadar kalacağını sordum. Temelli gidiyormuş. Annesiyle babası boşanmış, ABD'ye taşınanı hangisiyse onun peşinden. Her günkü gibi vedalaştık. Ertesi gün yoktu. Gözlerim onu çok aradı. Birlikte büyüyeceğimizi düşünmüştüm, olmadı. İki hafta önce oturduğu apartmanı yıktılar. Yıkıma bir hafta kala binayı kuşatan tahta perdelerin arasından bahçeye girdim, dolandım. Evler boştu, Osman'ın odasına girdim. Yirmi yıl önce orada iki çocuk vardı. Şimdi yoklar. Çıktım, eve gittim. Gün geldi. Yıkımın gürültüleri odamın duvarlarını korkuttu. Çok zaman kalmadı, bu oda da yitecek. Duvarlarına vuran güneşi unutmayacağım. Osman'ın apartmanının arkasından batardı, yıkımdan sonra önü açıldı. İlk kez bambaşka bir ışık gördüm odada, güneşin son anları duvara farklı renkleri düşürdü. Osman'ı yeni baştan hatırladım, o da bir yerden sızıp düştü odaya. Penceremin önündeki sokak, Deli Cengiz'in evi, hepsi yeni baştan. Kent değişiyor, her şeyin değişmesi demek bu. Hazırım, her şey değişebilir. Acı bir anlık, sonra yenilik.

Kodlar. Kevin Lynch'in kenti ayırdığı birkaç kodun karşılığı var, imgeler anılardan fırlıyor ve sokaklara, köşelere, binalara yansıyor. Bu yüzden Osman ve her şey.

Dybek'in öykülerinde özlenen, uzaklarda bulunan bir kentin imgelerini buldum. Akrabalar, sokaklar, arkadaşlar, yapılar, beliren insanlar, kaybolan insanlar, anıların ışığında parçalar. Chicago'yu bir karakter olarak görürüz; bir uzamdan fazlasıdır. Mekânın ruhlardaki izleri. Bunları yakalamış Dybek, röportajında kentin yaşanmasa bile hâlâ nasıl canlı kaldığını anlatıyor. Kentliler için geçerli bir şey; sokaklar ortadan kalktığında, insanlar ortadan kaybolduğunda kilit noktalardan biri bile şimdiye ulaşabilmişse yitenlerin hepsi geri geliyor. Küçükyalı'yı bu sayede yitirmiyorum, bir örneğini Dybek'in öykülerinde bulduğum için mutlu oldum. Kendisi düşsel mekânla güncel mekânı bir arada tutabilecek bir perspektif yaratıyor, değişimler karakterlerin imgelemleri yoluyla sabitlenirken bahsi geçen yapılar kenti olduğu yerde tutuyor. Karakterler üzerinden kent değişiyor, kentse karakterleri zamanın peteğinde değiştirerek tutuyor. İkili dönüşüm. Etnisite çeşitliliğin kattığı zenginliği de düşünürsek farklı renklerin lirik anlatısı diyebiliriz.

On dört öykü, bazıları öykü uçlarından biraz uzunca, kısa öykü. Bunlardan başlayayım. Farwell, zenofobi yüzünden semtten kaçırılmış eski bir dostu anma öyküsü. Yağmurlu gecede anı yağışı. Işıklar tam bir Calvino öyküsü. Farları yanmayan araçlara ışıklarını yakması için bağıranlara sokak boyunca eşlik edenler çıkıyor ve her yerden, "Işıklar!" bağırışı duyuluyor. Şişe Kapakları, topladığı kapakları kardeşi tarafından iç edilen abinin hesap sormasıyla bitiyor, böcekler için mezar taşı olarak kapakları kullanan kardeşin inceliğini bir öyküde yakalamak zor, yaşama yaslanması gerekiyor böyle duyarlılıkların. Nesnelerin de. Chicago'nun olduğu kadar bir dönemin de öyküsü bunlar; hatırlanan ne kadar nesne varsa hemen hepsinin bir dökümünü bulmak mümkün. Çekim Hataları'nda bir filmin parçası olan hataların yanında yer gösterici de var. "Yer gösterici jeneriği gözden geçirerek kendi adını arar. Mesleği derin bir sessizliktir." (s. 80) Diğer kısalar da benzeri sihirli anlara, düşüncelere odaklı.

Uzunlar. Kış Mevsiminde Chopin. Ev sahibi Bayan Kubiac'ın kızı Marcy, New York'taki üniversitesini yarım bırakıp geri döner, aynı kış Dzia-Dzia da -anlatıcı çocuğun dedesi- eve gelir. Anlatıcı, Marcy'nin piyano çalışını küçüklüğünden beri hatırlamaktadır, hikâye açıldıkça Dzia-Dzia'nın gerçek dışılığı Marcy'nin hikâyesiyle birleşir, geçmişe doğru çıkılan yolculuklarda bütün karakterlerin o noktaya ulaşma serüvenleri parça parça işlenir. Dzia-Dzia'nın Marcy'nin bastığı tuşlara aynı biçimde basması, air playing nanesi, Marcy'nin dev piyanosunun eve nasıl sokulduğunun bilinmemesi ve çocuğun babasızlığının ağırlığı büyülü bir hüznü içerir. Diğer uzunlar da benzer anımsamaları taşır; kurulan caz grubunun çaldığı şarkılardan tutulan bir tarihin kaydı, semtin çocuklarının neon lambalar altında yavaş yavaş kaybolması, kayıpların ardından çıkılan kurmacaya yakın yolculuklar, yıkılan binalar, değişen her şey Osman'ı hatırlattı, Ulan Osman, gitmeyecektin oğlum.

Dybek'i kayıpları anımsatması ve kendi kayıplarını gerçeğe yaklaştırma çabası dolayısıyla baş üstüne koydum.

Değişim iyi, kayıp iyi, bulmak iyi, her şey iyi. Dybek hepsini anlatıyor, pekiyi.

15 Nisan 2018 Pazar

Münir Göle - Yansılar Kitabı

Münir Göle'yi yıllar önce bir Borges çevirmeni olarak tanıdım. Sonrasında başka metinlerin çevirmeni olarak. Sonrasında öykücü olarak. Ve fotoğraf sanatçısı olarak.

Bu, Göle'nin ilk öykü kitabı. AFA'dan çıkmış, bilindiği gibi AFA kepenkleri indirmiş iyi yayınevlerinin gittiği yerde şu an. Çağdaş Türk Yazarları serisinde günümüzün sağlam öykücülerinin ilk metinlerini bulmak mümkün. Sonradan YKY basmış görüldüğü üzere. AFA baskısının ön kapağında şahane bir resim var, Münir Göle iç sayfalarda resim için Zeynep Göle'ye teşekkür ediyor. Annesi sanırım.

Göle'nin öykülerine çizgisel anlatı hakim, zamanlar arası geçişler çizginin farklı noktalarına ulaşıyor ve bağlantı noktalarını oluşturuyor, bunun dışında klasik anlatının dışına pek çıkılmıyor. Borges'i anımsatan bazı öykülerde bu lineerliğin belirsizleştiğini söylemek mümkün, Arayış öyküsü yıllara yayılmış bir yolculuğun, tesadüflerin ve şehirlerin odağında döngüsel bir anlatı oluşturuyor. Yedi öyküden pek azı bu tür bir sarmal içeriyor. Meselelerin ağırlığı farklı tekniklerin kullanımını zorlaştıracak bir yoğunluk taşıyor; toplumsal kodların belirlediği yaşamlardan kurtulma çabası, değer yargılarının çoktan biçimlediği bir dünyada birey olarak var olmanın mücadelesi, cinselliğin ketlenmesi, özgürlük arayışı, bolca müzik, bir o kadar kitap. Öyküleri derinleştiren bağlar.

Zaman Kayması, Zeigarnik işi. Yaşanamamış anlar imgelerle doldurulur ama imgeler başka kaynaklardan gelir, boşluk hiçbir zaman tam olarak dolmaz, her an hissedilir. Eşi Sara'yla sevişirken yıllar öncesinin Aylin'ini aklından çıkaramayan esas oğlanın durumu bu. Üniversiteden arkadaşı olan Aylin'le hafta sonlarını birlikte geçirirler, yakınlaşmanın büyüsünden daha derin bir ilişkiyi bozmamak için uzak dururlar ve yaşam onların arasına denizler koyar. Sara'yla Meksika'da tanışıp evlenir adam, eşini çok sever ama eskinin imgeleriyle Sara'yı ayrıştıramadığı noktada gerçekle kurgunun derinliğine iner, İstanbul'a gelip Aylin'i görmeye karar verir. Yılda bir görüşmektedirler ama bu kez farklı bir şey için, aralarındaki şeyi çözmek için buluşurlar. Şehir değişmiştir, kendileri değişmiştir ama adamın tutkusu sürmektedir, düşündüğü her şeyi anlatır. Aylin sessizce dinler, adamın elinden tutar ve arkadaşının evine götürür. Sevişirler, imge ortadan kalkar.

Sara, eşindeki huzursuzluğu sezmiştir ve gitmesine izin vermiştir, Aylin Sara'nın sunduğu bu özgürlüğün değerinden bahsedip adamı yollar. Adam mutludur, Sara'yı özlemiştir, böyle bir son. İyi ama adam neden mutludur? Geçmişin boşluğunun şimdiyle doldurulacağını sanmam. Birlikte keşfettikleri şey eskinin ulaşılmazlığı dışında bir şey olabilir mi? Yoksunluk yine sızacaktır, çatlağın onarılmasının bir yolu var mı?

Yanılsama, bir insanı tanımanın yıkıcılığı üzerinde duran bir öykü. Anlatıcı, Serra'yı sevmektedir ve evlendiklerinde sevdiği insanın hep yanında olacağı için mutluluktan havaya uçar ama birlikte yaşamanın getirdiği problemleri öngörmedikleri için hayal kırıklığına uğrarlar. "Duygusal eğitim" diyor anlatıcı, Flaubert'in çizgisine yakın bir seyirle birbirlerinden yavaş yavaş tiksinmelerini görürüz: Ayak tırnaklarının kesilmesine şahit olmak, öç almaya kadar giden bir mahremiyet ihtiyacının yarattığı yıkımı simgeler, tuvalet ihtiyacı kirli bir şey gibi gelir, masada unutulan bir tabak katlanılmazlığı ortaya çıkarır. Anlatıcı, bu mesafeyi uzak ülkelerdeki rahat, özgürlükçü flört döneminin -cinsellik dahil- bizde evlendikten sonra yaşanabilmesine bağlar. Gündelik, yaşamsal aktiviteler -tırnak kesmek, banyoda kalan kılların temizliği vs.- sevginin ve alışmanın ritmiyle kabullenilir, bu tür bir süreç yaşanmamışsa ilişki yara alır, biter. Şehir küçüktür, anlatıcının kulağına Serra'nın bir başkasıyla ilişki yaşadığı gelir. Cebinde taşıdığı yedek tırnak makası aşırı ihtiyatlılığını, Serra'ya bir ağabey gibi yaklaştığını fark ettirir, perde kapanır.

İki Tür Yitim'de ölen abinin geride bıraktıklarıyla yüzleşemeyen bir anlatıcı var. Yirmi yıllık küskünlüğün ardından ölümün bile ortadan kaldıramadığı uzaklık, aile tarihinin karanlıklarına doğru çıkılan yolculukta birçok yüzleşme anını ortaya çıkarıyor. Anlatıcı örnek evlat, abi ailenin serseri. Abi dayak yer, hor görülür, hayırlı evlatlığı küçük kardeşine bırakır ve ölümünden sonra bile sıkıntı yaratmaya devam eder. Biyolojik duvar tamamen yıkılmıştır; ölme sırası anlatıcıya gelmiştir ve bu bile başlı başına bir öfke nöbetine yol açar. Bir diğer mesele de itilip kakılmasına rağmen abinin ebeveyn üzerindeki etkisidir. Baba, ölüm döşeğindeyken abinin adını anar ve küçük kardeşin birinciliğini ele geçirir. Anlatıcı yıllar içinde abisiyle kurduğu ilişkinin donuk, kirli suyunda yansımasını çarpık görür, alkole ve tütüne boğulmuş bir yaşama bakıp kendi mutsuzluğunu görür. Başarılı bir hayat sürdüğünü düşünmesine rağmen. Ailesi ne istediyse onu yapmıştır; evliliği, başka kadınlara bakmaması, çocukları, hepsi tamamdır. Adının ak, alnının açık olduğunu söyler. Saplantı halinde. Nefretle. Bernhard'ı anımsatan bir öykü.

Diğer öyküler de benzeri konuları incelikle işliyor. Göle iyi bir öykücü, olmayanların yarattığı mutsuzlukları başarıyla yansıtıyor.

14 Nisan 2018 Cumartesi

William Styron - Karanlık Gözükünce

Styron'ın sadece bir metni çevrilmiş Türkçeye, diğer metinlerinin çevrilmemesi büyük eksiklik. Söylenenlere göre Faulkner ayarında bir yazar, Pulitzer ödüllü. Yayınevleri göreve.

Şurada ilginç bir hikâye var metinle ilgili. Tomris Uyar'ın çevirdiğini ekleyeyim.

Styron, altmışından sonra bipolar bozukluğun karanlık dünyasını keşfediyor ve rahatsızlığının acı uçlarını, sonsuz derinliği anlatıyor. Çıkışsız bir sokakta dolaşıp duran insanın binaların arkasını görebilme çabası. Psikiyatrinin ve farmakolojinin bu rahatsızlığın giderilmesinde ne ölçüde etkili olduğu da bir diğer konu. Onca yılın ağırlığı ve ayaklardaki tozların kayalara dönüşmesi bir diğeri.

1985'te Paris'in sokaklarından birinde, neon ışıkların altında yakalandığı krizle başlıyor Styron. Otuz beş yıldan sonra geldiği Paris'te alacağı prestijli ödülün töreninden önce kafa dağınıklığıyla mücadelesinin aslında çok daha derin bir savaşın parçası olduğunu anlıyor ve kara güneşle ilk kez yüz yüze geliyor. Birkaç gün öncesinde çöküntünün pençesinde kıvrandığının ayrımına varmış olsa da her zamanki bunaltılardan birinin geldiğini düşünüyor, her şey siyaha gitmeden önce. "Ödül tarihi yaklaştıkça ne çalkantılar yaşayacağımı öngörebilsem, baştan reddederdim ödülü." (s. 18) Prix Mondial Cino del Duca, kültür çeşitliliğinden yola çıkarak verilen saygın bir ödül. Jorge Luis Borges ve Yaşar Kemal, bu ödülü alanlardan sadece ikisi. Styron için büyük onur ama o kadar tükenmiş bir hale geliyor ki odasında olmaktan başka istediği bir şey yok. Halcion nam ilacın yardımıyla birkaç saat uyuyabilmiş olsa da tedirgin, yakın zamanda bıraktığı alkolün ve uyuşturucunun yoksunluğunda ayakta kalmaya çalışsa da başarabilecek gibi değil. Bu noktada hastalığı hakkında okuduğu kitapları hatırlıyor, "kuluçka evresindeki depresif kimlik", belirtileri görmezden gelmesine yol açıyor. Psikolojik olarak tedaviye hazır olmanın kabullenilmesi gereken bir yanı var gerçekten; görünmeyen yaraların bir başına iyileşebileceği inancından temellenen bir durum. Kabuk bağlayan yaralar, zihnin de beden gibi iyileşebileceğini düşündürüyor ama bu bir yanılsama, bazı kısa devreleri onarmak için yardım almak şart. Bu noktada psikoterapi ve farmakoloji arasındaki savaşı irdeliyor Styron, ortaçağın mezhep ayrılıklarına benzettiği bu mücadeleyi sağaltım için gereken iki farklı kutbun birbirini itmesi gibi bir mantıksızlığa bağlıyor.

Ruh-hali-yarılması. Ödül töreninden sonra yenilecek yemeğe katılamayacağını söyleyen Styron, komitenin tepkisiyle karşılaşınca rahatsızlığını söylemek zorunda kalıyor. Sabahın duru anları, öğlene doğru ortadan kayboluyor ve akşama doğru mutlak bir umutsuzluğun yorgunluğundan başka bir şey kalmıyor geriye. Yine de yemeğe katılıyor Styron ve anlayış kıtlığı yüzünden çekilen acının çoğaldığını söylüyor. Sağlıklı insanların çarpık bir zihnin ne gibi acılara yol açacağını bilmediklerini, zaten karanlıkta bir başına kalmış insanın bu yalnızlıkta daha fazla acı çektiğini belirtiyor. "Bu durumu açıklayacak daha uygun bir sözcük bulamıyorum: Bilincin yerini 'somut, aralıksız işkence'nin aldığı kaskatı bir çaresizlik." (s. 27) Akşam yemeğinde ödül çeki kaybolunca, etrafındaki insanlar masaların altında çeki ararken aslında bilinçaltının bilince eziyet ettiğini düşünüyor Styron, çeki bilmeden ama bilerek kaybetmiş olabilir, orada olmaması gerekirken orada olduğu için.

Otele dönüş yolunda Albert Camus ve Romain Gary'yi düşünüyor, bu noktada yazarın ilginç anılarını öğreniyoruz. Yakın arkadaşı olan Gary, 1960'ta Paris'e gelecek olan Styron'a Camus'yle bir akşam yemeği ayarlayabileceğini söylüyor. Camus hayranı olan Styron çok seviniyor ama daha yola çıkmadan Camus'nün araba kazasında öldüğü haberi geliyor. Arabayı kullanan kişi Camus'nün yayıncısının oğlu, deli gibi sürermiş ve aşırı hız yaparmış. İntiharımsı, ölümle flört halinde bir durum. Camus'nün metinlerini düşünüyor Styron, intiharla ilgili çıkarımlarda bulunuyor ve Gary'den aktarmaya devam ediyor. Gary'nin söylediğine göre Camus bazı zamanlar bezginliğinden bahsedermiş, intihar konusunu açarmış. Hiçbir ciddi girişimde bulunmamasını rağmen ölümü aradığı söylenebilir. Ruhsal tedirginliklerden yakasını kurtaramayan Camus'nün de uzun süreli bir çöküntüye girmiş olabileceğini söyleyen Styron, Gary'nin sık sık bozulan ruhsal sağlığına geçiyor. Bilinen bir hikâye aslında; Romain Gary'yi Emile Ajar olarak da biliyoruz, eşi Jean Seberg'in iyi bir oyuncu olduğunu biliyoruz ve ikisinin intiharının aynı kaynaktan türediğini biliyoruz. Gary, Seberg'e bir baba ve sevgili sevecenliğiyle yaklaşırmış, çok sevdiği bu kadının intiharı onu yıkıp geçtikten sonra kendisi için başka bir yol olamayacağını düşünmüş. Çöküntüden kıvrandığı zamanları, hastane günlerini anlattığı metni okuduğum en çekiç metinlerden biri olabilir.

Paris'te yaşadıklarını sanatçıların yaşantıları üzerinden örneklemeyi sürdüren Styron, Abbie Hoffman'ın ve Randall Jarrell'ın intiharlarını anlatıyor, şöyle özetlenebilir: "Korkak olduğu ya da moral bir zayıflık taşıdığı için asla değil de içini kasıp kavuran çöküntü sancısına daha fazla katlanamadığından." (s. 39) Primo Levi son vuruş. Toplama kamplarından kurtulduktan yıllar sonra intihar etmesi, yaşayanlara bir ihanet olarak görülüyor. İntiharın bu kadar büyütülmesi, yaşamın kutsallığı safsatasından kaynaklanıyor sanırım. Yaşamak güzel ve iyidir, iyi olmadığı noktada sona erdirilebilir. Her şey gibi bu da çok basit ve anlaşılır bir şey olmalıydı, olamadı. İntihara zayıflık gözüyle bakıldığı sürece ölümden korkulacağını düşünüyorum. Neyse, kendi yaşantısına dönüyor Styron ve rahatsızlığın adından yola çıkarak kendi çöküntüsünü inceliyor. "Depresyon" sözcüğü sıradanlaştıkça asıl kimliğinin yıkıcılığı da örtülüyor, oysa dipsiz bir kuyu bu, insanın yaşayacağı en kötü anların sebebi. Hastalığın kuluçkadan çıkma evreleri, Paris'ten dönülen otuz yıllık sevgili yuvanın katlanılmazlığı, hastane günleri, yanlış tedavi uygulayan doktorlar, ilaçların yıkıcılığı ve sağaltıcılığı, pek çok mevzu bu tek kutuplu çöküşün etrafında değerlendiriliyor.

Sıkı bir yazarın anıları, diğer sıkı yazarlar ve tekme tokat hacamat edilecek hastalıkla birlikte.

12 Nisan 2018 Perşembe

Kazuo Ishiguro - Beni Asla Bırakma

Röportajlarında anıların değişkenliğinden ve tekrar tekrar, farklı biçimde kurulumundan yola çıkarak bir anlatı oluşturduğunu söylüyor Ishiguro. Kurmacanın gerçeğe yaklaşması üzerinden düşünüyorum, zihnin hatıraları oluşturma aşamasında güvenilmez anlatıcıdan bilinç akışına kadar pek çok tekniğin aslında sembollerle, kağıt üzerinde oluşturulan bir yaşamdan başka bir şey olmadığını düşünüyorum, bu noktada kurmacayla gerçek arasındaki sınırlar ortadan kalkıyor. Kendi adıma söylemeliyim ki ikisi arasındaki ayrımı Ishiguro kadar belirsizleştiren pek az yazar biliyorum. Lineer anlatı kalınca bir çizgi çekiyor araya, okuduğum şeyin kurmaca olduğu kendini ele veriyor ama düşünmenin sezilen doğasına yaklaşıyorsa bir metin, bütün teknikler ortadan kalkıyor -ki başlı başına teknikler olarak düşünmeyesim var, aradaki çizgi böylesi belirsizken- ve kategorilere ayrılmamış yaşamın doğallığı beliriyor, dolaylı bir yolla da olsa bu doğallık yakalanabiliyor. Ishiguro'nun muhteşem yazarlığının birkaç temelinden biri.

Lineer anlatıda metni oluşturan parçalar adım adım belirir ve sonuca doğru bir bütün oluştururlar. Karakterlerin gelişimlerini, olguları anlamlandırışlarını vs. görürüz, bu çerçevenin arka planı betimlemelerle doldurulur, farklı akışlar bir noktada birleşir, pek çok şey olur kısaca. Oysa Kathy H.'nin anlatıcı olduğu bu anlatıda tamamlanmış bir çember görürüz, şimdiye dek uzanan farklı çizgilerin yeni yeni birleşmeye başladığı bir noktada bulunan Kathy, hatırlamaya başladığı noktada bile şimdiden sonrasını gözardı etmez. Geçmişe doğru çıktığı yolculuklarda hatırladığı, yaşanan sayısız olay onca yıldan sonra yeni anlamlar kazanmaya devam eder, akış tek yönlü değildir, geçmişten şimdiye ve şimdiden geçmişe gidildiğinde olaylar yeni anlamlar kazanır ve eskileri ortadan kaybolur. Tek bir bilince dayandığımız için tutarsızlık, çarpık gerçeklik gibi zihinsel yan etkiler aranması doğaldır, kendimce tarihlere özellikle dikkat ettim. Bir zaman akışı çizelgesi çıkartmaya çalıştım ama geç kaldığım için başaramadım, sonrasında asıl yapmam gereken şeyi yapıp sadece metni okudum, üzerinde çalışmaya kalksam çok güzel bir şeyi kıracakmışım gibi hissettim.

Anlatıcının bildiği, bildiğini düşündüğü ve okur için oluşturduğu geçmiş tek bir okumayla çözümlenecek gibi değil, anlatıcının bildiklerine yaklaştıkça kendi "tam" anlatısında gedikler ve sonradan tamamlanacak parçalar olduğunu, en azından üzerinde düşünülecek ve ilk okuyuşta görülemeyecek şeyleri fark ediyoruz. Mesela şu: "Bakıcılar makine değil ki." (s. 12) Bakıcılık yaptığını söyleyen Kathy H.'nin, arkadaşlarının ve diğer onlarca çocukla birlikte büyüdükleri Hailsham adlı yapının arkasında neyin, nasıl bir dünyanın olduğunu anı parçalarından kurmaya çalışırken bireysellikten, insanın kimliğini oluşturma çabasından distopik bir dünyaya ulaşıyoruz. 1990'ların son yıllarındaki alternatif bir tarihsellikten geçmişe yapılan yolculuklarda kişisel tarihin çizgisi dünyanınkiyle birleşirken anlam kazanan detaylar, kilit karakter olan Madam'ın bütün gizemi açıkladığı son bölümde birleşiyor. Organları için yetiştirilen klonlar, sosyal yaşamlarının biçimlenmesi, Hailsham ve benzeri klon yuvaları, Bayan Lucy ve diğer öğretmenler/gardiyanlar anlam kazanıyor. Başta Kathy'nin bakıcı olmasından, Tommy ve Ruth'la yıllar sonra karşılaşmasından ve yetimler yurdu gibi varsayımsal yaklaşımlara açık olan Hailsham'dan başka bir şey yok elimizde. Daha da önemlisi, yıllar sonra makine olmadığını düşünen bir klonun kendini aradığı noktada -anılarını derlemesini bu yoldaki son adım olduğunu düşünüyorum- her şeyi öğrendikten sonra bulduğu şeyin gerçeklik-kurmaca çizgisinin pek de önemli olmadığını göstermesi. Hailsham'da, yalıtılmış ve kurmacanın kurmacası şeklinde yaşadıkları yıllar boyunca dünyanın geri kalanında sürdürülen etik-ahlaki tartışmalar tek bir sözle lüzumsuz hale gelebiliyor. "Makine olmamak", makine olması için üretilen öznenin kendi insanlığına dair herhangi bir düşüncesi olduğu için yeterli bir kanıt. Madam'ın ve birkaç öğretmenin sürdürdüğü protestolar, klonların da insan olarak haklara sahip oldukları argümanı üzerinden yürüyor ve bunu kanıtlamak, onların da ruha sahip olduklarını göstermek için çocukların yaptıkları sanat eserleri toplanıyor, dünyaya gösteriliyor. Oysa deneyler gösteriyor ki makinelerin bestelediği müzikal eserler Beethoven'ınkilerden daha çok beğenilebiliyor, sayısız parçanın bir araya gelerek oluşturduğu uzantılar en iyi ressamların eserlerinden daha iyilerini üretebiliyor. Bu bir gösterge değil kısacası. Klonların insanlığının en iyi göstergesi, sisteme muhalif bazı öğretmenlerin söylediği gibi "bazı şeylerin anlatıldığı ama her şeyin anlatılmadığı" bir ortamda, belirsiz bir dünya algısı oluşturulduktan sonraki davranışları, sosyal yaşamları ve düşünce biçimleri olsa gerek. Kathy, anlatısında insanlığını sorgulamaz çünkü bu zaten sorgulanmayacak kadar kesindir. Öyle programlandığı için değil, öyle yaşadığı ve hatırladığı için.

Küçük parçaların bağlantıları. Şimdi hatırlıyorum da, der Kathy, şimdi geriye baktığımda, der, kendilerine o kadar az bilgi verilmiştir ki -bunu onlara söyleyen öğretmenin bir süre sonra ortadan kaybolacak olması anlaşılabilir- çocukluklarında anlam veremediği olaylar yıllar sonra, hepsi yetişkin insanlar olduklarında anlaşılır hale gelir. Bence geçmişe dönük anlatılardaki en büyük problem de böylece çözülmüş olur; diyalogların kusursuz bir biçimde hatırlanması saçmadır ama buradaki anlamsız parçalar küçük travmalar halinde belirir, böylece anlamsızlığın ortasında adalar olan çocuklar, birbirlerine dokundukları yerde, birbirlerinden güç alarak aradıkları gerçeğin peşinde hemen her şeyi hatırlayabilirler. Zaten her ne kadar özgürlükçü bir yalıtılmışlık varsa da, cinsellik ve diğer konular olabildiğince açık bir şekilde yaşanıyor olsa da duygusal bir ketlenmenin ortaya çıktığı söylenebilir, böylece çocuk Kathy ve yetişkin Kathy aynı şekilde konuşabilir, anlatıda bu çok ince bir detay. Travmaların silinmez izi. Bu noktada yetişkinliğin, büyümenin ne olduğunun sorgulanması lazım. Aynı insanlar, aynı çevre, dünyayı kasıtlı olarak genişletmeyen bir eğitim, yetişkinliğin ne olduğunu bilmeyen çocuklar/yetişkinler/çocuk yetişkinler doğurduğu için diyaloglar aynı tansiyondadır, davranışlar yine öyledir, aynı yaşın farklı zamanlarıdır anlatılan, geçen yılların büyüme üzerinde etkisi olmadığı için anlamı da yoktur.

Tommy, Ruth ve Kathy arasındaki ilişkiye pek değinmiyorum, inişli çıkışlı bir arkadaşlık, sevgililik, dostluğun sıcak bağı. Yıllar sonrasının bağışçıları olarak Kathy'nin karşısına çıkan eski sevgililer, birkaç bağıştan sonra ameliyatların yıkıcı etkilerini kaldıramayarak hayata veda ederler ve bakıcı Kathy'nin anılarında yaşarlar. Birbirlerinden kopuşları, tekrar bir araya gelmeleri sağlam hikâyeler olarak karşımıza çıkar. İmitasyon yaşamların gerçek acıları.

Beni Asla Bırakma, Kathy'nin en sevdiği şarkı. "Bebeğim" sözcüğünü gerçekten bebek olarak anlar ve şarkıyı söylerken bebek tutuyormuş gibi yapar, o sırada kendisini izleyen Madam'ın ağladığını görür. Çocuk yapamayacak olduklarını bilirler, bu onlara söylenmiştir ama neyin içinde olduklarını anlayabilmeleri için yeterli bir veri değildir. Daha fazla bilgi almak isteyenler, gözetmenlerine sorular soranlara utanç dolu gözlerle bakılır, sistem kendi savunma mekanizmasını kurmuştur. Halisham'ın dışında ne olduğunu anlamak isteyen bir kızın civardaki ormanda öldüğü, ruhunun ormanda dolaştığı masalı da bir diğer benzer mekanizmadır, buna benzer örneklerin sayısı fazla olmakla birlikte bir gün Halisham'dan çıkacaklarını, başka bir yere gideceklerini bilen çocuklar için sorgulamak gereksiz ve utanılacak bir şeydir, onlar için en iyi şey uyum sağlamaktır. Yavaş yavaş beliren fikirler de vardır tabii, çocuklar kendi mitlerini uydururlar. Keret'in kaybolan eşyalarının düştüğü koltuk altı çukurunun bir benzeri Norfolk için söylenir, kaybolan eşyalar Norfolk'a gider. Üretilen sanat eserleri de kendi efsanesini yaratır; çocuklar bu eserlerin satıldığını ve eşya takası için kullanıldığını bilirler ama kendilerine yanlış bilgi verilmiştir, eserler dış dünyadaki protestolarda çocukların "normal insan" olarak görülmeleri için kullanılır. Üçlü arasındaki muhabbetlerde, birbirlerine aşık olan insanlara organlarını vermeleri için ek süre tanındığı, birkaç yıllığına da olsa birlikte yaşayabildikleri konusu konuşulur. Aşık olanların gerçekten aşık olup olmadıkları da eserlerinin uyumundan anlaşılabileceği için eserlerin bu yüzden saklandığı düşünülür. Karanlık noktaları edinildiği kadar bilgiyle doldurma çabası, sayısız yanlış sonuca yol açar ama çocukların yapabileceği başka bir şey yoktur. Dünyanın anlama noktasında karanlık köşeler kalmamalı. Yetişkinliklerine yaklaştıklarında daha serbest bir mekâna geçtikten sonra kendilerinin orijinalleriyle karşılaşma şanslarının ortaya çıkması da bir başka ilginç konu.

Bayan Lucy'nin çıkardığı ilk yangın bir dönüm noktası. Çocuklar yalıtılmış olsalar da aldıkları eğitim dünyadan tamamen habersiz olmalarını engeller. Film izlerler, gelecekte hangi meslekleri yapacaklarını konuşurlar, pek çok şey onların normalliklerini tesciller ama sonradan gördüğümüz üzere bu sadece Halisham'da böyledir, diğer merkezlerde çocuklara kötü davranılır, ayrıntı verilmez ama berbat şartlarda yaşadıkları çıkarımı yapılabilir. Bayan Lucy'nin tavrı bile başlı başına bir iyiliktir; çocuklara gelecekle ilgili hayaller kurmamalarını, düşündükleri pek çok şeyi yapamayacaklarını, farklı olduklarını ve bunlara benzer pek çok şeyi söyler ama yine detay vermez. Madam'ın sondaki açıklamasına kadar parçalar tam olarak yerine oturmaz, oturduğundaysa onca anlamlandırma çabasının, bilinmeyenin yol açtığı onca yaranın yükü yüzünden bütün yine kırılır. Kathy, Ruth'tan sonra Tommy'nin de tükendiğini duyunca Halisham'ı hatırlamaya çalışır ama pek başarılı olamaz, arabasıyla giderken Halisham'ın duvarlarını gördüğünü düşünür ve bununla yetinir. Son olarak Norfolk'a gider, Tommy'nin kaybolan diğer her şey gibi burada belireceğini düşler. Müthiş bir son.

Ishiguro'da arayış izleği, belleğin olduğu gibi yansıtılmasının en makul sebebidir. Kişi tek başına kendi çerçevesinin dışına çıkamaz, dünyayı ve kimliğini oluştururken yansımalarına ihtiyacı vardır. Bu yansımalar arayışın itici gücünü oluşturur ve gerisi belleğe kalır, kopuşların tarihi -doğru veya yanlış- kişisel tarihtir, dünya tarihiyle birlikte. Büyük bir fark varmış gibi gözükür, eklektik bir yapı oysa.

The Island var ki filmle bu kitap aynı yıl çıkmış, ilginç. Bazı sitelerde ikisi karşılaştırılmış, dikkat çekici bilgilere ulaşılabilir. Dune'daki Tleilaxu meselesi var, organ çiftlikleri konusunda sağlam bir fikirdir. Bunlar bir yana, Ishiguro'nun bu metninin klasik anlamda bir distopya içerdiğini düşünmüyorum, distopik bir dünyada -belki günümüzün modern köle üreten dünyasının bir metaforunda- geçen bir hikâye denebilir. Ama ne hikâye!

9 Nisan 2018 Pazartesi

Thomas Bernhard - Ucuzayiyenler

Weller o gün Türkenschanz Parkı'na gittiği için, Koller de aynı parka gittiği için, normalde ikisi de o parka gitmediği halde o gün ikisi de o parka gittikleri için, aslında Koller Wertheimstein Parkı'na gideceği halde diğer parka gittiği için, Weller de aslında oradan buraya gittiği için, Weller'in elinden kurtulan köpek Koller'in bacağını kapınca bacak onmaz hale gelmiş ve doktorlar bacağı kesmiş, doktorlar bacağı kurtarabilirlermiş ama beceriksiz olduklarından, doktorların çoğu beceriksiz olduğundan bunu yapamamışlar, doktorların beceriksiz olmaları Bernhard'ın temel izleklerinden biri, aslında oraya gidecekken buraya gitmenin değiştirdiği olasılık çizgisi de bir diğer izlek; çocukluğunda okul yolu yerine diğer yola sapan bir Bernhard biliyorum, tamamlanması gereken araştırmaların insanların ölümlerine yol açtığını veya ölümle tamamlandıklarını anlatmayı sever, burada da yaptığı başka bir şey değil; Weller'den sağlam bir tazminat koparmayı başaran Koller o gün o parkta olmasaydı başka şeyler araştırabilirdi ama on altı yıldır Fizyonomi üzerinde çalışıyor, eğer bunu bitirirse bağlantılı bir başka çalışmaya, bir başkasına, bir başkasına daha başlayacak, dört parçalık bir araştırma, bilim dünyası için bir aydınlanma, ilim rüyası için bir aygırlanma, at gibi ucuza yiyecek Koller, Ucuzayiyenler onu kabul etmiş, on altı yıl olmuş kabul edileli Koller, on altı yıldır dört adamla yemek yiyip metni yazmaya çalışıyor ama öncelikle nasıl biri olduğu giriyor işin içine, birinin nasıllığı anlaşılmadan ne üzerinde çalıştığı da anlaşılamaz, anlaşılırsa da motivasyon kaynağı anlaşılamaz, her zaman anlaşılamayan bir nokta kalır, o neden öyle yazılmış, bu başlığın yerine daha iyisi olabilir miymiş, bunların hepsi düşünce kaynaklıdır ve Koller düşünen bir adamdır, VAM'da karşılaştığı Ucuzayiyenler tayfası felsefi fikirlerini derleyip toplamış, bir o kadar da dağıtmış, entropiye kurban gitmiş felsefe, yayıla yayıla uzamda bir yıldız yolu kalmış, Koller yolda yürürmüş ve VAM'daki ucuz yemekleri kovalayan adamların yanına gidermiş hep, adamlar yere düşen yürüteçleri kaldırmışlar ve Koller'e yer açmışlar, kabul etmişler ama aşamalı bir kabulmüş bu, hemen gerçekleşmediği için arada bir yerlerde uzun süre kalmış Koller ama garsonların göz hapsinden kurtulduğu için de memnunmuş, bacağını kaybetmeden önce hızlı bir şekilde girdiği mekâna tekrar girdiğinde zaman yavaşlamış, garsonun tepkileri yavaşmış çünkü, ağır çarkın tek bir insanın davranışlarıyla yavaşlaması ancak matematiksel formülasyona indirgenmiş dünyayı zihninde taşıyan Koller'le mümkünmüş, felsefi kurguyla matematiğin kesinliği arasında bir koşulluk ilişkisi arayan adamın tesadüfleri belli bir sisteme oturtmaya çalışması anlaşılabilir, hele de anlatıcının eski arkadaşı olan Koller'in geçmişini öğrendiğimiz zaman, özellikle belirli bir noktadan çıkan ve sonsuza ıraksayan mesafede birbirine dokunan onca sicimin, yaşantıları simgeleyen onca sicimin bir kerteriz noktasından bir başka kerteriz noktasına ulaşmaları, kerteriz noktalarının aslında aynı noktalar olması sarmal bir anlatıyı mı simgeler, Bernhard bunu mu düşündü, hiç bilmiyorum ama iki karakterin birbirini var ve yok etmelerini yine düşündü, bunu biliyorum, biri diğerinden daha iyiydi ve daha iyi olan Koller, anlatıcıyı sürekli itti, tahammülsüz bir adamdı zaten, dünyayı düşüncesinin duvarlarından ibaret kılmıştı ve düşüncenin dışında hiçbir şeyle ilgilenmezdi; kadınlarla ilgilenmezdi, başka herhangi bir şeyle ilgili değildi, liseden arkadaşı olan anlatıcıyla bir eczanede şans eseri tanışmasıyla ilgilendiği söylenebilir, olasılıklar üzerinde düşündüğü söylenebilir, kendisini var eden olasılıklar, zihin dünyasını var eden düşüncelerin rastgeleliği, bunlar olabildiğince kontrol altındaydı, Koller zihinsel duyarlılığını ömür boyu sakat kalmasının yücelticiliğiyle birleştirmişti, insanlar onu anlayamazdı, kim ömür boyu sakat kalmadan ömür boyu sakatı anlayabilirdi ki, bu bir üstünlüktü ömür boyu sakat için, anlatıcı sakat değildir ve düşünemez ve düşünmeye meyilli değildir, bu yüzden her zaman aşağılanır, karşılaştıkları zaman Koller anlatıcının lafını dinlemez, sadece kendi konuşur ve konuştuğu şey bitmeden dönüp gider, değersizleştirilmiş varoluş anlatıcı için problem olur ve görüşmelerinin sıklığı azalır ama anlatıcı yok edilmek istememesine rağmen görüşmeye devam ederler, Koller yaşamı boyunca yalnız yürür ve yıkımı kendi üzerinedir, başkalarını yok edecek kadar özgeci değildir, bu yüzden anlatıcının gittiği mekâna gitmeyi kabul etmesi şaşırtıcıdır, kendi fikirlerinden sapar, kendi çizgisinden çıkar, kendisini parçalamış sayılır, sadece bir parçası o restorana gider, anlatıcının gittiği, anlatacağı şeyler vardır Koller'in, Ucuzayiyenlerden bahseder, dört orijinal tip, her biri diğerini dengeler, beşinci olarak ortaya çıkan Koller yıldızın ucunu oluşturur ve yıldız yolunda yürümeye devam eder, araştırması bitecek gibidir ama anlaşılacağını düşünmez, dehaları öldüren üniversiteler her zaman olduğu gibi yine ceset zihin üretir, böylesi üstün bir araştırma daha bitmeden hiçliğe karışmıştır, o iğrenç restoranda, girmek için kendisiyle savaştığı ve yirmi çeşit sebeple nefretini temellendirdiği o leş restoranda anlatıcıya Ucuzayiyenleri, araştırmasını, hedefini anlatır Koller, çalışması bittikten sonra bir başkasını sömürmeye meyillidir, anlatıcının posası çıkınca bir başka çürümenin peşine takılacaktır ama anlatıcıyı çürütmesi gerek önce, lise yıllarından beri yaptığı şeyi sürdürse yeterli, anlatıcı için sicimler eczaneden yayılıp yine orada toplanıyor, sanki Koller'in ağıyla örülü bir tuzağın içinde debeleniyor anlatıcı, kurtulamıyor, dinlemek zorunda, dinlemezse varlığı anlamsızlaşacak, Koller köpek ısırığını kendi varlığına borçlu olduğunu düşündüğü gibi anlatıcının varlığını da kendisine borçlu olduğunu düşünüyor, eğer Koller olmasaydı anlatı var olmayacaktı, incelemesi bitmemeyi sürdürmeyecek ve var olmamasıyla birlikte bitmiş olacaktı, ölmesi ölünmeyecekti, Koller vardı.

8 Nisan 2018 Pazar

J. G. Ballard - Hayatın Mucizeleri

Ballard'ın otobiyografisi.

1930'da Şangay'da doğuyor. Zor bir doğum, dar kalçalı anne için dünyanın düşünceden yoksun bir yer olduğunun kanıtı. Ballard'ın kafasının şekli bu doğum yüzünden bozuk, değişken kişiliği bu kafa bozukluğunun ürünüymüş anneye göre ama doktor arkadaşları bunun mümkün olmadığını söylemiş. Ballard neye inanmak istiyorsa ona inanıyor.

Güneş İmparatorluğu'ndaki -bundan böyle olarak kısaltacağım- pek çok detay olduğu gibi otobiyografik, Ballard metni tasarlarken yetişkinlerin dünyasını ele almak istediğini düşünmüş. Çocukluğunun büyülü dünyası kurmacanın değişmesini sağlamış, anlatıcı olarak Jim'i koymuş Ballard, yetişkinler belirip kaybolan büyük adalar olarak kalmış. Dönemin Çin'i rengârenk; Fransızlar, Amerikalılar, İsviçreliler, İtalyanlar ve diğerleri minyatür bir ABD yaratmışlar. 'deki dadı Vera'nın gözetiminde şehri -sirki de denebilir- gezen Ballard, İngilizce yazılmış dev reklam panolarını hatırlıyor, Çince panolarla birlikte. Batıyla Doğunun pitoresk bir karışımı. Gerçekliğin Şangay'da eksik olan unsurladan biri olduğunu düşünüyor Ballard, kodlar öylesi karmaşık ki birbirlerini biçimlemek yerine üst üste binip garip bir yaşam pratiği ortaya çıkarıyorlar. Zehirli kızartma yağlarının kirlettiği hava açık lağımların kokusuna karışıyor, kalabalığın gürültüsü Fransız Bölgesi'ndeki tramvayların zillerini bastırmaya çalışıyor, yol kenarlarında insanlar ölüyor ve her şey korkunç bir akış içinde gerçekleşiyor. Ballard'ın aklındaki birkaç fotoğrafa metinlerinde de rastlayabiliriz; örneğin yol kenarında kar yığınlarını üzerine battaniye gibi çeken bir adam, boş havuzların yarattığı garip imgeler, Batılı kıyafetler içindeki Çinli gangsterler, her şey karmaşanın içinde var oluyor. "Birçok açıdan bir sahneyi andırıyordu; ama aynı zamanda gerçekti ve sanırım, yazarlığımın büyük kısmı onu bellek dışı yollar aracılığıyla hayata geçirme girişiminden ibaret." (s. 15) Sağlık hizmetlerinin yetersiz oluşu ve sağlıksız doğanın etkisiyle ailenin üyeleri sırayla hasta oluyor ve sağ kalmayı başarıyorlar, Ballard için ilginç bir düşünce. Çocukluğun sayısız tehlikeyle geçmesi ve sağ kalmanın şaşkınlığı içinde bilinçaltına atılan onca şey bir çöplük de olabilirdi, o çocuk Ballard olmasaydı.

Sun Yat-Sen'le tanışıyor Ballard, çocukken. Annesi Country Club'ın, üst sınıfların takıldığı ortamların aranan siması diyelim. Baba şefkatli, iyi bir adam. Zamanında her şeyi arkada bırakıp Çin'e göçmüşler, savaş sona erene kadar orada yaşamışlar. Savaş sırasında hizmetçilerini bırakmıyorlar, bıraksalar dışarıda öleceklerini biliyorlar ve kamplara götürüldükleri zamanlara kadar onlara yardımcı olmaya alışıyorlar. İyi insanlar kısaca. Arada ayak bağlama geleneğinin devam ettiğini öğreniyoruz; Çinli kadınların ayakları küçükken bağlanıyor ve doğal gelişimleri bozuluyor, kadınların daha kibar görünmeleri ve daha iyi hizmet etmeleri için gerekli bir adet. Umarım bırakılmıştır artık. Neyse, hizmetçilerin isimlerle değil de numaralarla çağrılmalarını iyiliğin neresine koyacağımı bilemiyorum, İki Numaralı Hizmetçi gerektiği zaman bu şekilde çağırıyorlar. Toplama kampı gibi. Çinlilere karşı duyarsızlıkları evlerinde başlıyor ve Jim/Ballard bu çarpıklığı çocukluğunda fark ediyor. Evin önünde açlıktan ölmek üzere olan Çinliye yemek vermeyen anne, kendini daha fazlasını evin önüne toplamaması gerektiği yönünde savunuyor. "O yaşlı adamı, pahalı Alman oyuncaklarıyla dolu sıcak odamdan birkaç yüz metre ileride bu kadar ümitsiz bir sona zorlanmış insanı, hâlâ zaman zaman düşünüyorum." (s. 21) Hizmetçiler sınır; diğer Çinliler pek önemli değil.

Kitaplar. H. G. Wells hayranı babanın etkisiyle okunan ilk kitaplardan sonra Grimm Kardeşler geliyor, Binbir Gece Masalları var, Gulliver'in Gezileri var, dönemin "iyimser" kitapları da oralarda bir yerde. Amerikalı pilotlardan gelen kitaplar, dergiler, bir sürü kaynaktan besleniyor Ballard ve bu kaynaklardaki "Britanyalı özgüveni" Japonların galebe çalmasından sonra sarsılıyor ve diğer bir önemli kırılma gerçekleşiyor. İyimser dünya, gücü elinde tutan Batı medeniyeti yıkımla yüzleştikçe Ballard'ın medeniyetle ve dahi yetişkinlerle olan ilişkisi değişiyor. Yetişkinlerin çocuklaştıklarını söyleyebiliriz, böylesi büyük masallara inandıkları için Ballard'ın objektifliği onları küçültüyor. Savaştan sonra ailesinden uzaklaşması ve bir başına yaşamaya yönelmesi böyle bir etkinin ürünü. Ebeveynlerle çocuklarının arasındaki ilişkiden de bahsetmek gerek; çocukluğun tarihiyle alakalı kitaplarda yeterince anlatılıyor ama 1940'lı yıllarda bir örneğini görmek şaşırttı. Aileler, çocuklara karşı oldukça mesafeli, onlara küçük insanlarmış gibi yaklaşıyorlar ve onlarla pek ilgilenmiyorlar, ölümcül bir hataya yol açabilecek davranışları engellenmiyor. Çocuklar umursanmıyor ve bu umursamazlıkla büyüyor Ballard, özgür bir ruhu taşıyarak. İşgalin başlamasıyla bu umursamazlık had safhaya çıkıyor: "Şiddet o kadar yaygındı ki, ailem ve dadılarım beni çevremdeki vahşetten korumaya bile çalışmıyordu." (s. 29) "Hizmetkârlarla sadık bir labrador köpeği arası" diyor Ballard, çocukların konumlandırıldığı nokta için.

ile benzerlikler. Jim'in kamptan kaçarak gittiği çeltik tarlalarında gördüğü cesetler. Çin avcı uçağı iskeletinin kokpitinde geçirilen heyecan dolu zamanlar. Ballard, saygı duyduğu Japonlardaki melankoliye sahip olmadığını, İngiltere'ye gidene kadar koruyacağı bir iyimserlikle hiperaktiviteyi birleştirerek "her şeyi" keşfetmeye açık bir çocuk olduğunu anlatıyor. İngiltere yıllarıyla Çin'deki kamp yıllarını kıyaslıyor, insanların yaşadığı yalanlara karşın gerçeği aradığını, yazarlığında da bunu sürdürdüğünü söylüyor. İşgal yıllarının öncesinde de aşırı bir alkol tüketimi varmış mesela, hatta şu cümleyi kestim: "Briç, alkol ve zina, toplumları bir arada tutan asil bağlardır." (s. 39) Bu fikir Ballard'ın pek çok metninde tekrarlanır, kurgulanır ve gizli gerçeği ortaya çıkarır. Garip bir kurgudan kurtulma çabaları. Batı medeniyetinin garip kurgusu karşısında çocuk ruhunu kaybetmeyen bir yazarın mesleğinde zorluk çekeceği açık. Buna sonra değineceğim, Ballard ara sıra geçmişle günceli birbirine bağlayarak çıkarımlarda bulunuyor ve kişiliğiyle yazarlığı hakkında önemli ayrıntılar veriyor.

Benzerliklerden devam. Ballard'ın yazdığı ilk metin, 'deki gibi bir briç kitabı. Maxtedler gerçek. İşgalin başlangıcı olduğu gibi gerçek, farklı olan Gİ'de yitirilen ebeveynin Ballard'la birlikte Lunghua Kampı'na alınması. Kurmaca için açılan yol gerçekten daha ilginç, doğruya doğru. İki buçuk yıl yaşıyorlar orada, yüzlerce insanla birlikte. Aralarında doktorlar, mühendisler, mimarlar vs. var ve derslerden geri kalmıyorlar böylece. Örgün öğretimden daha iyi bir öğretim hayatları olduğunu düşünüyor Ballard, o şartlar altında doğru olsa gerek. Asıl önemli olan arkadaşlar, özellikle Bobby Henderson. Bu kardeşin içinde bir yer ölmüş, 'deki Jim'in bir parçası bu arkadaşta gizli sanırım. Jim'in kendisine kötü davranan aileden kurtulmak için köşesini bölmelemesini gerçekte bu çocuk yapıyor. Korkusuz bir velet, Jim gibi. Ballard bu çocuğu unutmamış, Jim'i kurarken ondan yararlanmış.

Dr. Ransome'dı sanırım, 'de buğday bitlerini de yemesini söylüyordu Jim'e. Gerçekte Ballard'ın babasıymış bu. Ballard bitleri tabağının kenarına ayırıp löp diye yutarmış hepsini, ailesi pek hoşnut değilmiş bu durumdan ama protein almak lazım. Savaşın sonlarına doğru Amerikan uçaklarından atılan erzak ve benzeri şeyler gerçek. Jim'in, Ballard'ın kampı özleyeceği de başka bir gerçek. Savaş bittikten sonra Şangay'daki evlerine dönüyorlar, her yerde Amerikan askerleri var ve hiçbir şey aynı değil, Şangay'ın kaosu yıkımın etkisiyle dağılmış, uyuşuk bir düzen altındaki şehir bütün heyecanını yitirmiş. Okuma serüvenine devam eden Ballard'ın can sıkıntısını giderecek yazar Hemingway. Çin'deki son günlerde Hemingway bir kurtarıcı olarak beliriyor.

İngiltere'ye dönüşten sonrası Ballard için sıkıntılı. İngiliz güveninin yerle bir olduğunu gördükten sonra bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşündüğü için toplumu oluşturan kodların sorgulanması gerektiğini düşünüyor Ballard, bunun için şehrin Almanlar tarafından bombalanması gerekmiyordu ama yıkımın şoku sıcakken kararını veriyor. Romanı besleyenin durağan toplumlar olduğunu söylerken insanların simülasyonda yaşar gibi olduklarını da akıldan çıkarmamak gerek; yıkılmış binaların, delik deşik sokakların ortasında İngilizler her zamankinden daha soluk ve hiçbir şey olmamış gibi yaşıyorlar. Yeterince duyarlı biri için korkunç bir ortam. Orwell, Greene ve Huxley için "fazla İngiliz" diyor Ballard, daha farklı metinler yazmak istiyor ve bunu nasıl yapacağını ararken Freud ve sürrealistlerle tanışıyor. Katalizör bulunuyor; akılcılığı reddeden akıllı adamlar, bombaların parçaladığı bir dünya, nükleer savaş tehdidi. Çarpışma'nın giriş yazısında bunları derleyip toplamıştı Ballard, büyük anlatıların günümüz dünyası açısından eskidiklerini, parçalılığı anlatıyordu. İyi bir yazıydı o, eğitimini de psikiyatri alanında tamamlayan Ballard'ın dünyayı anlamlandırma çabalarını ve yazının seyrini belirttiği bir manifesto adeta.  

Evliliklerini, çocuklarını, ailesini ve pek çok şeyi geçiyorum, hepsini ilgili okura bırakıyorum. Birkaç ilgi çekici detayla bitireceğim. Çekimler sırasında küçük Christian Bale'ın, "Selam Bay Ballard, ben sizim," dediği bölümden etkilenmemek mümkün değil. Elli yıl sonra Şangay'ı ziyaret ettiği bölümde Ballard'ın hissettikleri de müthiş, anlatılacak gibi değil. BK dünyasıyla çekişmesi de benim için karanlık bir noktaydı, aydınlandı. Ballard başlı başına bir reformist; uzay gemili, bol maceralı bilimkurgu metinlerinin ve türevlerinin kabak tadı verdiği zamanlarda kendi metinlerini kabul ettirmeye çalışıyor. Kolay olmasa da başarıyor bunu. Ayrı bir hikâye, Ballard geri adım atmıyor ve Şangay'dan kurtulan çocuğun ruhunu taşıdığı için mücadeleyi bırakmayarak adını duyurmayı başarıyor.

Yazdığı metinler, yazın ve sinema insanları, pek çok ilgi çekici detay var bu otobiyografide. Otobiyografinin yazılma sebebi çok üzücü; vücuduna yayılan kanserin tedavisi sırasında doktorunun tavsiyesiyle kalemi eline alan Ballard, 2007'de metni bitiriyor, 2009'da bu dünyadan göçüyor. Son bir iz bu, Ballard'ı seven herkesin okuması gerek.

7 Nisan 2018 Cumartesi

J. G. Ballard - Güneş İmparatorluğu

Öksüzlüğümüz olarak biliniyor ama bendeki versiyonunun adıyla anayım, Çocukluğumu Ararken'de Japon işgali altındaki Çin'e dönen Christopher'ın ebeveynini arayışında arka planı oluşturan Şangay'ı bütün kaotikliğiyle görürüz, mekânın karmaşası anlatıyı da biçimler ve kopuk bölümler parçalı bir geçmişin bir araya getirilmesi çabasını yeterince zorlaştırır. İşiguro sağlam bir anlatı kimliği oturtmuştur, metni sıkıdır. Ortamı düşünüyorum, savaşın palazlandığı yıl dünyanın düzenli akışından kopuşun izine pek rastlanmaz, asıl hasar kırklı yıllara girildikten sonra ortaya çıkar. Şangay savaştan çok önce yıpratılmış bir şehirdir, sokaklarında her gün onlarca insanın ölüsüne rastlanır ve yoksulluk her yerdedir, insanların içi dahil. Buradan Ballard'a bağlayacağım, otobiyografik metni Hayatın Mucizeleri'nde otuzlu yıllardan Japonların kenti basmasına kadar geçen süredeki Şangay'ı anlatır, gördüğü kadarıyla. Yirmili yıllarda İngiltere'den Çin'e göçen ebeveyninin sunduğu yalıtılmış dünyada büyüyen bir çocuk için ölüm ve yoksulluk sıradanlaşır, ailenin sunduğu konforlu yaşamla duvarların ötesindeki şehrin yarattığı zıtlık, Ballard'ın dünyayı anlamlandırmasında ilk basamak görevindedir. Güneş İmparatorluğu'nu okuduktan sonra Hayatın Mucizeleri'ni okumak lazım; Ballard'ın kendi yaşamını ne ölçüde kurduğu ve yaşandığı gibi anlattığı böylece anlaşılabilir. Şangay açısından değişen bir şey yok, kaos aynı.

Hayatın Mucizeleri'yle bakışımlı anlatmayacağım, metne direkt bakacağım. Filme de değinmeyeceğim, Bale'ın iyi bir oyuncu olacağı belliymiş, bunu söyleyip geçeyim.

Ballard çocukluk anılarından yola çıktığını söylüyor, Şangay ve Longhua Kampı'ndaki anılarını çocukluğunun büyülü dünyasıyla örüldüğü gibi anlatıyor. Yetişkin bir adamın sesini duyuyoruz, Jim'in toplama kampındaki mücadelesi ve sihirli insanlar olarak gördüğü Japon askerleriyle kurduğu ilişkiler bu ses tarafından kurulsa da onlu yaşlarındaki çocuğun gözlerinden görülen dünyayı bozmuyor.

Savaş, görsel enstrümanlarıyla geliyor önce. Sinemalarda gösterilen savaş/propaganda filmleri insanların neyle karşılaşacakları hakkında bir fikir veriyor ama Batılıların yaşadığı bölgede her şey kontrol altında gibi gözüküyor. Dünyanın geri kalanı alev alev yanabilir, duvarlar arkasında her şey gerçekleşir ama konfor alanından çıkmadığı sürece Jim için her şey filmlerdeki gibi; ölüler ve bombalar pek korkutucu değil, perdenin yarattığı simülasyondan parçalar sadece. Anne ve babanın şefkati her şeyi görmezden getirmeye yetiyor, bir süreliğine. Fahişeler, takım elbiseli adamların mafya serüvenleri, ışıl ışıl şehrin maviye ve kırmızıya boyadığı sokaklar çocuğun imgelerini şekillendiriyor, her şeye uçucu bir hava veriyor. İşgal edilmeyeceği düşünülen Singapur'a başlayan göç, yavaş yavaş ortadan kaybolan Batılılar savaşın adım adım yaklaştığını söylüyor ama geçici olarak her şey yolunda. Jim bisikletiyle dolaşıyor, memleketi Almanlar tarafından ele geçirilmiş dadısıyla ders çalışıyor ve yoksulluğu keşfediyor. Komünist olabilir, ateist de olabilir, aklında döndürüp durduğu meseleler üzerinde çokça düşünüyor ve insanları bu düşüncelerle şok edebileceğini biliyor. İlgi çekici fikirlere açık Jim, kısıtlı dünyasında çatlaklar oluşturmak için elinde malzemeler var. Savaşla birlikte hepsi bir yere oturacak, kaybolup belirecek, insanlar gibi. Komşuların bazıları göç ediyor ama Bay Maxted gibileri toplama kamplarında karşısına çıkacak, yıllar sonra.

Saldırı sırasında oteldeler, Jim pencereden denize bakıyor ve kruvazörlerin ele geçirilişini, Japon askerlerin sokaklarda koşuştuklarını görüyor ve aklında dinbilgisi sınavı var ama babası okulun tatil olacağını, hatta bir daha açılmayacağını biliyor, Jim'i alıp hengâmenin ortasında koşturuyor, arabaya ulaşmaya çalışıyor. Bu sırada Jim'in gördüğü manzara: Cesetler cenaze çiçekleriyle birlikte suda yüzüyor. Gelenek olarak suya bırakılan çiçekler, tanıştıkları cesetlerle birlikte adandıkları ölülerden uzaklaşıyor. Baba, koşuşturma esnasında Çinli ve Avrupalı askerleri kurtarmaya çalışıyor ve eldiveni, yanan bir askerin elinin derisiyle kaplanıyor. Durmadan kaçıyorlar ama kalabalıkta ayrı düşüyorlar, yaralanan Jim hastaneye kaldırılıyor ve ailesinden kopuyor, yıllar boyunca onları arayacağı bir serüvene atılıyor. Bir sonraki görüşmeleri savaşın sonlanmasıyla gerçekleşecek ama değişmiş olacaklar, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Jim'in hastaneden çıkmasıyla toplama kampına gelmesi arasında gergin bir sürükleniş var. Eski evine giden Jim, Japonlarla karşılaşır ve onlara duyduğu derin saygıdan ötürü herhangi bir korku belirtisi göstermez. Japon askerler de genelde Jim'i severler, bu korkusuz çocuğa kötülük yapmazlar. Adamların ne kadar sarsılmaz ve geleneklerine bağlı olduğunun farkındadır Jim, bu yüzden savaşın sonuna kadar şahit olacağı katliamlara rağmen Japonlara olan sempatisi bitmeyecektir. İşgalcilerin insanlara herhangi bir kötülükte bulunduklarını görmeyiz pek, onlar imparatorlarına bağlı insanlardır ve sadece verilen emirleri yerine getirirler, onun dışında yıkıcılıktan uzaktırlar. Çinliler daha fenadır; Jim'i kovalayan eli bıçaklı adam ve Batılıların evlerinde Jim'le arkadaşlarına bakıp işgalle birlikte acımasızlaşan dadılar çok daha kötüdür. "Jim, Çinlilerin hayatta olduklarını kendilerine hatırlatmak için bu ölüm manzarasından zevk aldıklarına karar vermişti. Yine aynı nedenle dünyayı bir şey sanmanın saçmalığını kendilerine hatırlatmak için acımasız olmaktan hoşlanıyorlardı." (s. 49) Bu dadılardan tokat yiyen Jim, bisikletine atlayıp yaşadığı evden ayrılır ve ailesini aramaya devam eder. Yüzleri yavaş yavaş kaybolur, Jim unutuşun acısını duymaz. Hayatta kalmaya çalışır, böylece Basie'yle tanışır. Kaostan beslenen bir Avrupalıdır Basie, ticari gemilerde denizcilik yaparken patlayan savaştan kurtulmak için Şangay'da ne bulursa alıp satmaya başlar. Jim'i de satmaya çalışır ama alıcısı çıkmayınca çocuğu yanında götürür. Jim, Basie'ye ve hayatta kalmak için çabalayan herkese saygı duyduğundan adamla birlikte yolculuk etmeye başlar.

Toplama kampı kısmı, metnin yarıdan fazlasını oluşturur. Küçücük bir alanda iki yıldan fazla yaşar Jim, Amerikan uçaklarının bombalarından yırtmak için Japonlara işe yarayacak bir taktiği vermenin kıyısından döner, protein ihtiyacını karşılamak için buğday bitlerini yer, değiş tokuşlarla birçok mal edinir ve Amerikan dergilerini yutarcasına okur. Kamptaki güç dengelerini gözlemlemesi, insanlarla olan ilişkileri ve Japonların kaya gibi sert disiplini gibi pek çok etken, yaşamın minyatürünü sunar ona. Nagazaki'ye atılan atom bombasının aydınlattığı havaya şahit olur ve savaşın biteceğini öğrenir, üzücü bir gelişme olarak savaşın bitmesini bekler. Kamptan ayrılmayı pek istemez, evi saydığı bu yerin onun hayatında büyük bir yeri vardır ama zamanı gelince Japonların boşalttıkları alandan çıkar, kararsız hale gelen Japon askerlerinden kaçarak ailesine kavuşur. Özgürlüğüne kavuşur denemez, kampta daha özgür olduğunu düşünmek için pek çok sebep var.

Spielberg, atom bombasının beyaz ışığını gören çocuğun masumiyetini yitirdiğini söylüyor ama Jim'in bir şey yitirdiğini sanmam, o zaten havada uçuşan fikirlerin peşinde koşarak özgürlüğünü sürdürüyordu, fillerin tepişmesini görünce gözlerini devirip yaşamaya devam etmekten başka bir şey yapmıyor. Dünyanın acımasızlığı diye bir şey yok, Jim'in bu acımasızlıkta herhangi bir söz sahibi olamaması böyle bir masumiyetin varlığını çok önceden yok ediyor, Jim bunun farkında olarak ateizmi, komünizmi, kutsal metinleri ve benzeri pek çok şeyi belli çerçevelere oturtmuş olarak beliren bir karakter. Gerçekliğe yakınlığı ölçüsünde iyi kurulmuş bir karakter aynı zamanda.

Ballard'ın curcuna ortasında yaşama pratiği. Çok iyi.

4 Nisan 2018 Çarşamba

Kay Redfield Jamison - Durulmayan Bir Kafa: Bir Delilik ve Duygudurumları Güncesi

Jamison'ı intiharla ilgili kitabından biliyorum, kara tanrıyı pek hoş anlatmıştı. Derinliğe bakarak kendinden yola çıktığını söyleyebilirdim, belki kendi de söylemiştir ama hatırlamıyorum, okuyalı çok oldu. İntihar teşebbüsü en önemli düşüş anlarından biri, ayrı bir araştırma konusu olarak kendisi tarafından zaten incelenmiş ama bipolar bozukluğunun tarihine baktığımızda sadece bir ânı oluşturuyor. Jamison, manik ve depresif dönemlerini gençlikten itibaren ele alıyor ve kendini incelerken psikanaliz, ilaç kullanımı gibi pek çok olguyu gözden geçiriyor. İşin tıbbi boyutu bir yana, aile yaşantısı ve akrabaları da metne anısal bir nitelik kazandırıyor. İkisinin paralel ilerleyişleri bir anlamda dünyanın daha bilinir bir hale gelmesine yol açıyor; örneğin hastalık ortaya çıkana kadar babasını çok renkli bir kişi olarak gören Jamison, aklında kelebekler uçuşmaya ve ölmeye ve uçuşmaya ve ölmeye -sonsuz döngü, ilaç kullanımına kadar- başladığında babasının da bipolar bozukluktan mustarip olduğunu anlatıyor, öncesinde değil. Farkındalık, bakış açısını değiştiriyor ve tedavinin temelini oluşturuyor bir bakıma; Jamison rahatsızlığını fark ve kabul edene kadar tripten tribe giriyor, intihar girişimlerinde bulunuyor, batıyor ve çıkıyor. Sayısız kez. Bu dalgalanmaları anlatmasının sebebi, benzer şeyleri yaşayanlar için bir ışık yakmak. Akışkan bir zamanda pek bir şeyi fark etmeden -kendimiz dahil- yaşıyoruz, gelip geçen her şey bizden bir parça koparıyor. Yaralar orada, görürsek. Bir görme hikâyesi Jamison'ınki.

Çocukluğa gitmeden önce gecenin ikisindeki koşturmacasını anlatıyor Jamison, sevgilisi olan doktorla birlikte çalıştığı hastanenin bahçesinde mani krizi geçsin diye koşuyor, durmadan koşuyor ama enerjisi bitmiyor. Polisler koşuşturanların psikiyatri hocası olduklarını öğrenince gülerek uzaklaşıyorlar, bundan normal bir şey olamazmış gibi. Sıradan bir fragman, benzerlerinin arasında kıymetsiz ama başlangıç için iyi, nasıl bir garabet olduğunu anlıyoruz. "Bu hastalık benim büyüleyici ama ölümcül düşmanım ve can yoldaşım oldu." (s. 15) Öyle bir çıkmaz ki def etmek için hayat boyu eğitimi alınan, sayısız makale okunan ve yazılan hastalık can yoldaşı olduğu için öylece bırakılıyor ve ortadan kalkması engelleniyor.

Asker babanın görevi nedeniyle uçaklar ve gökyüzüyle aydınlanmış bir çocuğun bilinciyle başlıyoruz. Kaza sonucu ölen bir pilotun ardından şöyle düşünüyor Jamison: "(...) Bir daha gökyüzüne bakıp yalnızca sonsuzluğunu ve güzelliğini  görmedim. O günden sonra, orada ölümün de bulunduğunu bilerek baktım." (s. 23) Ölümün fark edildiği noktadan sonra her şey daha parlak bir hale geliyor, soğuk bir parlaklık. Ailenin diğer fertlerinin aynı şekilde hissedip hissetmediğini anlamaya çalışıyor çocuk, ağabey ve abla kendi dünyalarında yaşıyorlar, enerji deposu olan baba sevilesi biri, annenin yere basan ayakları ise güven veren kökler olarak aileyi kavrıyor. Renkli bir aile olduğu söylenebilir, askerlik gereği pek çok kez taşınan ailenin kendine özgü duygusunu kaybetmemesi annenin sayesinde. Aile anneye çok şey borçlu, babanın hastalığından sonra kızın hastalığı da annenin şefkati karşısında ağırlaşmıyor, bir süreliğine. Şiir de var, Jamison şiir okuyor ve uçuşmaya başlayan hislerinin karşılığını şiirde bulup rahatlıyor böylece. Öfke krizlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte çatlaklar beliriyor, Jamison bir şeylerin yolunda gitmediğini seziyor. Ele avuca gelmez ruhunun asker disipliniyle, toplumsal olarak dizginlenmeye çalışılması bunda önemli bir etken. Dikkat çeken başka bir olay, küçük kızın akıl hastalarını incelediği zamanlardan geliyor. Tıpla ve bilimle ilgilenen Jamison, akıl hastanesi ziyareti sırasında gözlerde gördüğü deliliği yıllar sonra kendi gözlerinde göreceğini söylüyor. Harika arkadaşları, görece iyi okul hayatı ve ailesinin sevgi dolu ortamı hastalığı öteliyor ama sonsuza kadar değil. O dönemde toplumun kadınlara yaklaşımı kırılmayı gerçekleştiriyor; pilot babanın uçağa binişinden öncesinde eşinin onu rahatlatması için yapılan baskı, asker ailelerinin toplandığı etkinliklerde reverans yapma zorunluluğu, üzerine yeni görev yerindeki uyum sağlaması zor yeni dünya, pek çok şey Jamison'ın dengesini bozuyor ve 1961'de, kız 15 yaşındayken dünya çökmeye başlıyor. Yükselişler ve çöküşler yaratıcı ruhu ortaya çıkarıyor, dünya rengarenk bir hale geliyor ama çöküşün karalığı korkunç, depresyonun her iğnesini zihne batırıyor. Yıllar boyunca bu döngüde yaşıyor Jamison, yaratıcı ruhunun kaybolmasına razı olarak psikoterapi görene ve ilaç kullanana kadar. Bu noktada ikisi arasındaki benzerlikleri ve farklılıklar değerlendiriliyor; ilaç kullanımı fırtınayı yatıştırıyor -Wurtzel'ın Prozac Toplumu'nda fırtınalar hakkında daha çok şey var- ve psikanaliz fırtınanın sebeplerini ortadan kaldırmaya yönelik temel bir uygulama durumuna geliyor. İkisi de önemli, zira manik zamanlar geleceği parçalıyor, kullanılmaz hale getiriyor. Kredi kartlarına abanılan alışveriş çılgınlıkları, uzun vadeli kararların kolaylıkla alınması, pek çok şey çöküş dönemlerinde yıkıcı etkiler doğuruyor. Manikken kimseyle evlenmeyin, Jamison tavsiye etmiyor. İlk evliliğinin bitmesinin sebebi buna dayanıyor bir ölçüde, çok anlayışlı, şefkatli ve sevgi dolu kocasıyla aralarındaki dengesizlik her şeyi bitiriyor. Aşık olduğu adamlar hastalığını bir ölçüde dizginlese de birinin ölmesi, diğerinin de kendisinden büyük ve üç çocuklu olması -kendisi de çocuk yapmak isteyen Jamison için bunun gerçekleşmeyeceğini kabullenmek zor- sıkıntıların sürmesine sebep oluyor. Yine de aşk iyi bir sağaltıcı.

Lityum fırtınalı zihni durultuyor, durdurma noktasına getiriyor hatta. Akademik araştırmalar için okunan makaleler anlaşılmaz bir hale geliyor, yazılması gereken makaleler ve tezler baş ağrısı olmaktan öteye geçmiyor ama yeni bir dengeye oturuyor her şey, Jamison bu yeni haliyle daha mutlu olduğunu fark ediyor ve ara ara ilaç kullanımını durdurup ipi koparsa da en sonunda durumu tamamen kabullenip çalışmalarını farklı bir disiplinle sürdürmeyi öğreniyor, "yeni" kendiyle yaşamayı öğreniyor yani. Metnin pek çok yerinde artık kim olduğunu bildiğini söylüyor, bir de fırtınayı çok özlediğini.

Jamison iyi bir gözlemci, rahatsızlığının değiştirdiği dünyayı ve insanların rahatsızlığını öğrendikten sonraki davranışlarıyla biçimlediği dünyayı bir araya getirme çabasını, bipolar bozukluğu ve her zaman umut edilebildiğini anlatıyor.