30 Haziran 2018 Cumartesi

Kjersti Skomsvold - 33

Metni okumaya başlayana kadar hiçbir şeyim yoktu, Norveç ellerinden soğuk soğuk bilinç akışlarında kaldığımdan mıdır, nineyi kaldırdığımız hastanenin bekleme odasının soğuğundan mıdır, çok acayip çarpıldım. Bugün dördüncü gün, kendime geldim. Otuz olduğumu hatırlatmak içindi sanırım, artık yarım gün yatıp akşama iyileşmek diye bir şeyin olmayacağını hatırlatmak istedi virüs kardeşler. Sağ olsunlar. Denk geldi; K. olan Kjersti -veya tersi- de otuz üç yaşındaydı ve akciğer arıyordu, böyle hatırlıyordum, o gece soğuktu, muhtemelen Kayışdağı esintisi ciğerlerime doluyordu ve dinen öksürüğüme yeşil mantar gibi ekstra can veriyordu. Ben sigarayı bıraktım ama K.'nın akciğer transplantasyonundan başka şansı yoktu, hiç sigara içmemişti, ciğerlerini hiç zorlamamıştı ama ölmek üzereydi. Bunun adaletle ilgili bir şey olduğunu sanmıyorum; en yakın arkadaşlarımdan biri ağzına sigara sürmezdi, devlet sanatçısı ve deli sporcu olan babası akciğer kanserinden ölünce herif bacaya döndü. Yaşamdan adil olmasını -diğer pek çok şey gibi- bekleyemeyiz, sadece onu yaşamayı bekleyebiliriz. K.'nin anlattığı da sadece yaşamak. Yaşamak zaten başlı başına bir iş, bir yük, ölüme yakın olunca daha da bir iş. Ferdinand var, intihar eden sevgili. Eh, daha ne kadar iş olabilir gündelik?

K.'nın parlak düşüncelerinde takılabileceğimiz noktalar var, bir de takip edemeyeceğimiz bağlantılardan çıkılan yaşantı parçaları. Fotoğraflar insanların yaşamlarına açılabildiği gibi karanlığı dolduran gölgelerden başka bir şey ifade etmeyebiliyor, tamamen anlık bir akış. Pesimist Samuel'in ve müntehir Ferdinand'ın arasında kararlarını gözden geçiriyor K., bir bebek ve Samuel'le mutlu olabilir ama mutluluk düşüncesini aklından silebilirse. Düşünüldüğü an ortadan kaybolan bir şey bu, K. da pek optimist bir insan sayılmaz, sıkıntılı sınıflarıyla, baskıcı müdürüyle, tatminsizliğe yol açan öğretmenliğiyle meslek yaşamı pek yardımcı olmuyor. Bunun yanında atladığı balkondan aşağı düşmeden önce elini uzatan Ferdinand'ın havada açtığı boşluğun kapanma sesi de kulaklarından silinmemiş. Daha da kötüsü, pek bir şeyi sevmediğini söylüyor. İnsanları, hayvanları, ne varsa sevmiyor ki çocuğunu nasıl sevecek, hele Samuel'i, bu sevmeme olayı bir travma sonucu mu, kaybettiklerinin ardından ortaya çıkan bir duygu mu, bilebiliriz veya bilmeyebiliriz, biz sadece dinlemekle mükellefiz ve anlatıyor K., dikkatli adımlar atarak yaşamış şimdiye kadar, matematiği bu yüzden sevdiğini ve öğretmeye çalıştığını söylüyor. Matematik kesin, formüllere oturan sayılar, belirli uzaylarda belirli biçimde davranan denklemler, hepsi bu. Elbette işin uçucu bir yanı var, matematik diğer her şey gibi buharlaşır ve hayal gücünün ulaşabileceği yerlerde somutlaşmaya başlar ama K. işin bu boyutuyla pek ilgilenmiyor, o sadece acısıyla ilgileniyor. "Bir yaşamı olmayan insan, yanılsama yaratmak zorunda kalır." (s. 8) Acısını yanılsamalarla çoğaltmaya da meyilli, eyvah. Bir konuşsa dünyanın depresyona gireceğini söylüyor, bu kadın tehlikeli. Bu kadın temizinden bir ömür törpüsü olabilir. Bazıları var, çıkarmaya çalışırsınız ama battıkları çukurda iyidir onlar, günü gelince kendi haline bırakıp gidersiniz. K. da onlar gibi, Samuel'le karşılaşana kadar. Daha derin bir çukurda batan biri Samuel, daha pesimist, daha yazar, daha çıkışsız ve yaşamını bu şekilde sürdürebiliyor. Daha kötü durumda olan biri sağaltıcıdır, iyidir ama iyileşene kadar. Sonrasında sadece batışı görülür ve o da arkada bırakılır ama bu da bizim problemimiz değil, Ferdinand'ın problemi ki K.'ya Samuel'den çocuk yapmasını, onunla sevgili olmasını söyleyen Ferdinand. Ferdinand bir albatros, bu imgeyle sık sık karşılaşacağız ve karakterlerin her biri için bir albatros tüyü koparıp saçlarına sıkıştıracağız. Albatrosların pençelerini geçirdikleri türdeşlerine tecavüz etmeleri pek iyi bir çağrışım taşımıyor ama bırakamama-kurtulamama döngüsü birbiriyle uyumsuz üç insanın ilişkisini iyi yansıtıyor sanırım. Üstelik K., kendinden bile kurtulamadığını kabul ettiğinde, Ferdinand'ı Paris'te ve Samuel'i İrlanda'da bıraktığını, kendisinin Norveç'te sıkışıp kaldığını düşündüğünde kentlerin pençelerini de hissediyor. Ciğerlerinin iflası bu pençeler yüzünden olabilir. Bir başkasının ölümünü bekliyor ki son model ciğerlerine kavuşabilsin. Aldığı hava bir başkasının çok önceden sahip olduğu organla alınırsa belki bir başkası olabilir, umutsuzluğundan kurtulabilir ki bu bilimsel bir mevzudur, organ hafızası mıydı neydi, her nakilde önceki sahibin bir parçası yeni sahibe geçebilir. Yeni organı eskiymiş gibi düşünmek, ilk sahibiymiş gibi düşünmek şart, yoksa vücut yeniyi kabul etmiyor. Beyin demeliyiz aslında. Yaşam da biraz böyle; yaşamı olduğu gibi kabul etmezsek hiçbir zaman bizimmiş gibi algılayamayız, hep dışımızda bir yerde durur, olması gereken yerden çok uzakta. Yaşam, tam gözlerimizin arasında, burnun az üzerinde olmalıdır. Bence yeri orası. Yaşama daha güzel bir yer düşünemem, her şeyin merkezinde olmalı.

Edebiyatı düşünüyor K., Ferdinand istedi düşünmesini. Edebiyat, bir şeyler yazmak, K.'nın kurtuluşunun anahtarı olabilir. "İçimdeki şeytanlarla başa çıkmak için kendimi edebiyata yönlendirmem gerektiğini söylemişti." (s. 11) Ferdinand'ı neden bırakmadığını düşünüyor K., Ferdinand öldü. Ferdinand acılarına dayanamayıp Paris'te kendini aşağı attı ve hayaleti musallat oldu, K. geriye kalan tek şey hayalet olduğu için başka bir şeye tutunmuyor, başka bir şeye ihtiyacı yok, Samuel'i görene kadar. Ferdinand'ın hayaleti olmasa belki de Samuel'e de ilgi göstermeyecekti, helal hayalet. Sözcükleri sahtekarlık için kullandığını söyleyen bu kadına başka bir yol gösterdin ve güvenilmezlik pelerininden arındırdın onu, helal.

Tüylü Bir Şeydir Şu Yas'ı beğenenler bunu da beğenir. Melankoli ve yas bir yaşamı nasıl kemirir, neye çevirir, ikisinden nasıl kurtulunur, hep bunlarla alakalı bir anlatı. K.'nın kendiyle yüzleşmesi çok duru, açık. Jaguar'dan hoş bir metin. Şu sıcaklarda İskandinav hüznü iyi gelir, tavsiye ederim.

26 Haziran 2018 Salı

Pelin Buzluk - En Eski Yüz

Ben dile tutuldum sanırım, gündeliğin en olağan hareketleri bile Buzluk'un sözcükleriyle şiirleşir, çağrışımlarla tek bir hareket olmaktan çıkıp birçok duyguyu taşımaya başlar. Bir kuşun çırptığı kanadı pes sesli bir başka kuşa bağlar Buzluk, denizle nehri bir kılar, daha da neye benzeteyim bilemiyorum ama benzerliğe de gelmez, ona özgüdür. Ödüllüdür de; üç kitabı üç farklı ödül almıştır. Bir arkadaşım ilk iki kitabının çok daha iyi olduğunu söyledi, onları da gözden geçireceğim.

Öyküler insanların kaybettikleri şeyleri eğip bükerek acıyı nasıl benimsediklerini yansıtır biraz, örneğin bir insanı devlet elden alır, yok eder. Yaşanmıştır ve yaşanacaktır bu, insanların bununla nasıl baş ettikleri, baş edip edemedikleri, mesele budur. Basit insanların basit kötülükleri vardır ve kötülük en saf halinde bir dinişsiz yokluğa sebep olur. İnsanlar acılarını hep başka bir şeye çevirmeye çalışırlar, katlanabilmek için. Buzluk'un öykülerinde bu başkalık bir dünya olarak ortaya çıkabilir, dolmuştan uzak bir zamanın hatıralarına inilebilir, istikamet belliyken trenlerden inilip kuyut bir ormana girilebilir, mücadelenin yaratıcılığı öykülerin başrolündedir.

Su İşi, ayın doldurduğu bir odada, kocasını uyandırmamaya çalışan bir kadının anlatıcılığıyla başlar. Kadın hamiledir, kocası yorgundur, aydınlatmaya çalıştıkları bir dünyayı paylaşırlar, konuşmalarından birbirlerine duydukları sevginin katmanları anlaşılır. Gecenin bir vakti uyanıktırlar, kadın sokaktan geçen bekçiyi görür, sonra cama dayanmış ucube bir yüzü. Koca camı açar ve üç yevmiyelik bir iş olduğunu öğrenir adamdan, gider. Bir süre sonra kadın üç yevmiyenin çok olduğunu düşünür, hiçbir iş bu kadar etmez. Kadın yollara düşer, kocasıyla adamı girdikleri bir eve kadar takip eder, sonrasında biraz bekleyip evine döner.

Kadının ormanda kaybolup yitme düşüncesi yine ortaya çıkar. Başka öykülerde başkalarında da ortaya çıkar bu, yoğa karışmak cazip gelir. Göğün sonsuzluğuna karışmak da caziptir, o da başkalarındadır, hatta "en eski yüz" gökyüzüdür, insanın sonsuzluğu ilk çıkarsadığı.

Koca gelmez, kadın karakollara gider, sorar, soruşturur, öyle biri var olmamıştır, kayıtlarda yoktur, kesin bir yalancıyla evlenmiştir kadın. Polislerin insanlıktan uzak davranışları bezginliği derinleştirir. Bir polis çocuğa devletin bakacağını söyler, bir diğeri çocuğun cinsiyetini merak eder, kocanın kendisini kandırdığını söylerler, bir sürü şey. Kadın sokaklarda kocasının adını haykırır, son. Korkunç bir dönem, günümüzde uzantılarını bulmak mümkün. İnsanlar kayıp, öldürülüp gömülmüşlerdir. Cumartesi Anneleri'ne sabır, sabır, sabır dilerim.

Tozlu Cennet, kadından erkeğe bir mektup. Yıldız'a duyulan aşkın Yıldırım'la sonlanması konulu bir öykü. Yıldız ve Yıldırım ikizdir, anlatıcı onlarla çocukluğunda tanışmıştır, iyi arkadaş olurlar. Sonra Yıldız'la aralarında bir ışık belirir, birbirlerinin vücutlarını keşfederler, aşkın en duru hali yaşanır. Toplumsal baskı onları ayırır, aşk küllenir, anlatıcı Yıldırım'la evlenir. Yıldız'a en yakın olan. Sonrasında Yıldız'la tekrar yakınlaşınca, Yıldırım'dan da çocuk bekleyince... Üçlü bir ilişkiyi sürdürebileceklerini söyler mektupta. Yıldırım'a bir davet; yanlışı düzeltmek. Yanlış neyse. Bütün karmaşanın çözümü için önceden denenmiş bir formül. Yıldırım kabul ederse. "Kimi zaman senin," diye biten bir mektup işin olurunu önceden bağlamış gibi gözüküyor. Homoseksüelliğin üçlü ilişkilerdeki yeri, ikizlikle birlikte orijinal bir mesele.

Dördüncü, meyhanelerde ağlayacak bir omuz aramakla ilgilidir. Kadın, erkeklerin egemenliğindeki meyhanelerde bir kuytu köşe, bir dertleşecek kadın arar, kendisine sarkan adamlardan kurtulmak ister. Gördüğü tek kadının peşinden fırlar, taksiye atlar ve adamları eker. Yüzleşirler, takip edilen hiçbir şey söylemez, evine davet eder. Ağlamak için omuz bulunmuştur. Son. Kadınlar için bu dünya çok erkek, çok rahatsız.

Diğer öykülerde başka acılar, başka masallar var. Hepsinin çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Kurmaca dünya iyi, karakterler iyi, öykünün tamamı boyunca süren kurulum iyi, her şey iyi. Buzluk iyi bir öykücü.

24 Haziran 2018 Pazar

Kazuo Ishiguro - Avunamayanlar

Yarım kalanların kırkyamalığını biliyorum, öyle bitmek isterler ki ilgisiz parçaları çekerler. Ucubelikle tamamlanmışlık arasında bir yer, bir kent. Ishiguro mekânı kurdu. Parçalar başka zamanlara ait olabilir, yine de eklemlenir, çizgisel akışın iki ucu birbirine geçebilir. Cenin pozisyonunda uyumanın rahatlatıcılığı. Karışan zaman. Uzamı böyle kurdu Ishiguro, iki dakikalık bir diyaloğun saatlere yayılması, bir kapıdan geçince kentin öbür ucuna çıkılması, kapıların aslında orada bulunmayan, bulunmaması gereken mekânlara açılması karmaşık zihin yapısına o kadar uygun ki bu konuda farkındalığı olan insan hiçbir şekilde garipsemiyor bu geçişleri. Yorumlara baktığım zaman bu kurguyu mantıksız, anlamsız ve saçma bulup metni olumsuz bir şekilde eleştiren çok sayıda insanın tek bir düzlemde ilerlemek istediklerini fark ettim. Günden Kalanlar veya Beni Asla Bırakma onlar için yeterli, ötesi için pek de olumlu düşünmüyorlar. Oysa anlatılar insana bunu da yapar; kendi algılarının dışında bir dünya olduğunu ve bu dünyanın aslında çok da dışarıda olmadığını sezdirir. Fiziksel olarak tek bir frekansın, titreşimin sonucu olabiliriz ama fiziği tanımladıktan ve nispeten çözümledikten sonra metafiziğe göre kendimizi yeniden konumlandırmamız gerekir, tabii böyle bir kaygımız varsa. Yoksa bu metin pek de hoş değildir. Varsa, işte o zaman Ishiguro'nun yaptığı şey karşısında ceketimizin düğmelerini iliklememiz gerekir, zira avunamamanın açtığı yara bundan daha başarılı bir şekilde anlatılamazdı. Anlatılabilirdi, bu yarım kalmışlık en az Ishiguro kadar incelikli bir yazar tarafından ele alınsaydı.

Yarım kalanların kırkyamalığını biliyorum, onu bir daha hiç göremeyecekseniz -Gülten Akın'dan çarpayım- acının eşiği aşılmıştır. Onsuz bir öğleden sonrasının nasıl geçireceğinizi bilmiyorsanız, onunla tanışmadan önce ne yaptığınızı hatırlamıyorsanız olduğunuz yere çökün ve ağırlığı hissedin. Bir alternatif; durmadan hareket edin, her şey hızla geride kalsın, insanları ve nesneleri ıskalayın. Ishiguro, Ryder'ı kurduğunda bu bitmez yolculuğunu arayışta temellendirmiştir mesela. Ryder sıkı bir piyanisttir, geldiği kentte konser verecektir ve kentin insanlarını onurlandıracaktır ama otelin sahibinden orkestra şefine kadar hemen herkesin kendisinden bir talebi vardır. Otel taşıyıcıları hakkında birkaç söz söylemek, otel sahibinin eşinin elindeki, kendisiyle ilgili haber kupürlerinin yer aldığı albümleri imzalamak, birileriyle birileri hakkında konuşmak, bir sürü iş. Bu işler birikir ve Ryder bir türlü prova yapamaz, annesiyle babasının geleceğini öğrenince gerekli ayarlamalarla uğraşmak ister ama hemen hiç zamanı kalmaz. Kendi problemleri için yaratabileceği bir zaman yoktur, bir de kentin çarpık kuruluşundaki fiziksel engeller sürekli karşısına çıkar. Otele dönmek istediği zaman kubbeyi takip eder ama girişe açılan yol duvarla kaplıdır, başka bir yerden dönmek zorundadır ama yolu bilmez. Her çıkmazda karşısına tanıdığı biri çıkar ve onu bambaşka yerlere sürükler. Ryder boş bir sayfadır, hayatına dair pek az şey hatırlar ki Ishiguro bu unutma anlarına kısacık değinir ve sahneyi değiştirir, her olayın ardından bir olay gelir, sürükleniş sürer. Ryder yavaş yavaş kendini kurmaya/kurulmaya başlar. Zaman etrafındaki dünyaya göre biçimlenir; normalde iki veya üç günlüğüne kentte kalacakken yaşanan olayların çarpıttığı zaman, süreyi korkunç ölçüde kısaltıp uzatır. Ryder uyuyup uyandığı zaman çok kısa bir sürenin geçmiş olduğunu fark eder, sonlara doğru resitalini verecekken gecenin sürdüğünü düşünür, gökyüzüne bakar ve sabahın ilk ışıklarını gördüğünü sanır, bundan da emin olamaz. Ishiguro'nun çok klas bir tekniği vardır, karmaşık bir zaman örgüsünü onca insanın yaşamında herhangi bir defo yaratmadan oluşturur. Şudur; biçimlenen bir adamın kendi yeteneğinden başka bir şeyi hatırlamaması, dünyanın koca bir kurmacadan ibaret olduğunu imler.

Yarım kalanların kırkyamalığı, bunu herkes bilir. Ben bir şey anlatırım, anlattığım kişide onun karşılığı varsa uyum sağlanır ama bundan hiçbir zaman emin olamam, ne kadar yakınlık duyulursa duyulsun. Ishiguro'nun bu öz tanınmama meselesini bir karakteri birçok karaktere dağıtması şeklinde düşünüyorum. Ryder, annesiyle babasının konser salonuna geleceğini hemen herkese söyler ve otelin yöneticisinden gerekenin yapılmasını ister ama sonradan öğreniriz ki bu sadece bir temennidir, anneyle baba konsere gelmeyecektir. Ryder onların gelmesini neden ister? Kabul edilmek için? Bir şey yapabildiğini ispatlamak için? Burada Stephan'a geliyorum, Stephan çok yetenekli bir çocuk, otelin yöneticisi Hoffmanların evladı. Bu yetenekli eleman müthiş bir dinleti sunar ama annesiyle babasına göre "kentin katlanmak zorunda kaldığı" bir sanatçıdır, kısaca iyi çalamaz. Stephan'ın hayal kırıklığını, kabul edilme isteğini Ryder'ın bir parçası olarak düşünmeli miyim? Özellikle kendisinden talep edilen onca şeyi ya zamansızlıktan, ya isteksizlikten yerine getirmeyen Ryder'ın bir tek Stephan'ın isteğini yerine getirmesine, çocuğun çaldığı eseri yarım yamalak da olsa dinlemiş olmasına dayansam? Kentlilerin müthiş bir yetenek sahibi ve müthiş bir ayyaş olarak görüp aşağılamaya başladığı Brodsky'nin Bayan Collins'le olan uzatmalı ilişkisini, Bayan Collins'in Brodsky'yi yıllar önce terk ettikten sonra bir daha geri dönmemesini Ryder'la -sonradan eşi veya çocuğunun annesi olduğu anlaşılan- Sophie'yle olan ilişkisiyle paralel götürsem? Brodsky, Ryder'ın yaşlanmış versiyonu olabilir, ikisi de yaşlı ama bu şekilde de alternatif yaşamlar yaratılabilir. Ryder bir sanatçı olduğunu ve durmadan seyahat etmek zorunda kalacağını söylerken oğlu Boris'i ve Boris'in annesi Sophie'yi daima hayal kırıklığına uğratır, çocuğun mutsuzluğunu görmez, hatta onu bir kafe köşesinde saatlerce beklettiği olur. Sophie de aynı şekilde mutsuzdur, öyleyse terk edilmesi doğal, Brodsky'ye dönüşmesi de. Buna benzer pek çok örnek var ve karakterleri birbirinden ayıramamaya sebep oluyor; her birinde bir diğerine dair acılar, umutlar, envai çeşit duygu var. İnsan birdir, özetin özeti bu. Herkes bilir mi? Bence çok derinlerde bir yerde bilir. Pek de farklı şeyler yaşamıyoruz ama içimizde bambaşka bir şeye dönüşüyor yaşananlar.

Toparlamaya çalışıp toparlayamayacağım; neden kimse avunamıyor? "'Soğuk, yalnız bir kent olmaya niye razı olmuyoruz ki?'" (s. 113) Herkesin elinde çabalamak için yeterince değerli bir sebep var ama bu sebep kişiselliğin içinde kayboluyor, anlamı karşıdakine ulaşamıyor. İki düşünce; çabaladığımız şeyleri ne kadar istiyoruz ve onlar için ne ölçüde ödün vermeliyiz? İnsan gideceği veya elindekini bırakacağı zamanı nasıl bilebilir? Bu kent donuk, sanki kimse hiçbir şey bilmiyor, hiç kimsenin -söylenen onca tumturaklı sözün aksine- yaşamakla ilgili bir fikri yok ve gündeliğin içinde kaybolmuş herkes, bu dünya da bir nevi distopya, yaşam algısını simgelediğini düşündüğüm zaman ne olursa olsun distopyadan kaçılamayacağı fikriyle çarpışıyorum. Ishiguro'nun Nobel'i kazandıktan sonra komitenin eserleriyle ilgili yaptığı değerlendirmeyi düşününce her şey yerine oturuyor: Anlamlı olduğu düşünülen ilişkilerin altında koca bir boşluğun uğultusu. Bu uğultu sözcüklere dökülebilir; Ishiguro'nun dalgasını geçtiğine emin olduğum İngiliz kibarlığı, bu kibarlığın diyaloğa yansıması o kadar görev icabı ve anlamsız ki söylenecek olan asıl önemli şeyler bile bu goy goyun arasında kaynayıp gidiyor. Abartayım, kibarlığı uzatan karakterlerin kafasını sopayla yarmak istiyorsunuz. Bu işte, herkes herkesin sözcüklerini alıyor ve kendine yontuyor ama elde kalan bir şey yok, aslında hiçbir zaman iletişilememişti. Korkunç bir dünya, okuduğum en korkunç dünya tasviri. Sürreal ve bu yüzden olabildiğince gerçek, aslında camdan baktığımızda görülenlerden başka bir şey yok bu metinde. Gerçeğin bu boyutunu yansıtan çok az eser olduğuna inanıyorum, burada akıl almaz bir basitlik var: kodlar her zaman uyum içinde var olacak diye bir kaide yok. Dünyayı biçimleyen bilmediğimiz etkenleri devre dışı bıraktığımızda düz çizgiye ulaşabiliriz, onun dışında küçücük de olsa bir pırıltıya/travmaya/her neyseye sahipsek ayaklarımız yerden kesilir.

Yerden kesilmenin deli ayrıntılı anlatısı. Zor bir metin olduğu için kolay okura hitap etmiyor. Ellerinizden öper.

20 Haziran 2018 Çarşamba

Adam Johnson - George Orwell Arkadaşımdı

Yüz Kitap'ın bastıkları arasından okumadığım pek az kitap kaldı, ağır ağır okuyorum ki hemen tüketmeyeyim. En son Chicago Kıyıları'nı okumuştum, bir kentin zamanlara sığmayıp büyümeye devam etmesi çok güzel anlatılmıştı. Bu işin geçmişi ve geleceği yok yani; kent insan imgeleminde o kadar hızlı değişir, büyür ki artık bildiğimiz kent değildir. Mesela oturduğum yerde -Küçükyalı, canım benim, mon amuğ- kentsel dönüşümde bir binayı yıkıp yenisini yapmışlar ama binanın bahçesi artık bir sokak. Sokak ya, bayağı. Yani benim için bu o kadar büyük bir şey ki nasıl anlatacağımı bilmiyorum, bu değişiklik yüzünden bu cumartesi bütün Küçükyalı'yı gezip değişimleri sindirmeye çalışacağım, kentin imgesel haritasını tekrar çıkaracağım. Üç ana travmadan biri olduğunu söylerler; mekân değişimi. İkamet ettiğimiz yer değişirse yirmi bir günde yeni yere alışırmışız, genel olarak. Kentin değişimi, bu daha büyük bir şey. Yeni doğan bir sokaktan kaç kez geçersek oraya alışırız? Bahçeyi ne zaman unuturuz? Hiçbir zaman unutamayız ve hiçbir zaman alışamayız. Alışamamanın getirdiği huzursuzlukların toplamına yaşam diyoruz. Buna katlanabilmek için de yeniyi arıyoruz, eskiyi unutamadan. Müthiş yorucu, her şeye rağmen bir o kadar güzel.

Johnson'ın öykülerinde böyle bir birikmenin tortuları görülür. Zamanın sürüp gidişi, ayrıntıların anlatıda yavaş yavaş belirmesiyle ortaya çıkar. Tek bir bakış açısından, söz gelişi odamın penceresinden görüneni alalım, akışın içinde manzaraya birçok nesne girip çıkar. Yapraklar, otomobiller, ağlayan insanlar, gülenler, yürüyenler, koşanlar, konuşanlar, acıyla donanlar, görülecek bir sürü şey. Belleğin sürüp gitmesi, Johnson bu süreğenliği o kadar doğal bir şekilde kuruyor ki günlük hayatın gerçekliği beliriveriyor, çok şey olmasına rağmen hiçbir şey olmaması gibi bir duygu, nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama öykülerin başlangıcı ve sonu dahil olmak üzere, yaşadığımız olayların başlaması ve bitmesi kadar sıradan, bu sıradanlığı yansıtabilmesi açısından olağanüstü. Yine Yüz Kitap'ın bastığı Belki Bu Defa, Belki Şimdi'den sonra yayınevinden çıkan en beğendiğim öyküler bunlar, her biri şahane.

Büyük yayınevleri gibi bir ayda on kitap çıkarmıyor Yüz Kitap, şimdi yaz dönemi de geldiği için iyice yavaşlamışlardır, iki ayda bir yeni bir şey bassalar öpüp başa koymak lazım, çok özel ve emek gerektiren bir iş yapıyorlar çünkü. Çeviriden kapağa çok özenilmiş bir iş, rezalet ekonomimiz yüzünden kapatıp gitmezler umarım. Neyse, öyküler.

Nirvana için Black Mirror bölümlerine benzerlik konusunda bir şeyler söylenebilir. Anlatıcı bir mucittir, iProjector diye bir zımbırtı icat edip suikasta uğramış bir başkanın hologramvari versiyonunu yaratır. Başkanın sanal ortamda gezinen her türlü bilgisini toplar ve alete aktarır, böylece insanlara yardımcı olmak ister, kendine de. Karısı Guillain-Barré Sendromu'ndan mustariptir, kasları beyinden gelen sinyallerden münezzehtir, isyan halindeki vücut hareket edemez, acıdan başka bir şey sunmaz ve kadını yaşamından bezdirir. Esrar kafası, alkol, hiçbir şey kadının acısını hafifletmez, gece gündüz dinlediği Nirvana ve Kurt Cobain hariç. Travmanın dibine vurmuştur, üfleyerek uzaklaştırmaya çalıştığı bir örümceğin saçlarının arasında kaybolmasına şahit olması bu durumu tetikledi muhtemelen. İntihar konusunda eşinin yardım sözünü alır, böyle bir şeye girişmeyeceğini söylese de kendi sınırına ulaşmak üzere olduğunu sezer ve verilen sözü eşine hatırlatıp durmaya başlar. Anlatıcı dayanamaz, Kurt Cobain'in hologramını yaratır, adamın acı sonuna ve şarkılarındaki boğuculuğa rağmen eşine iyi geldiğini düşündüğü için.

Otoyolda Google şeridi, drone yolu gibi pek çok detaya bakarak öykünün yakın bir gelecekte geçtiğini söyleyebiliriz. Başkanın herkes tarafından delice benimsenmesine bakarak travmatik bir toplum yapısından bahsedebiliriz; Ballard'ın sırf bu meseleyle alakalı başlı başına bir metni var, Monroe, Kennedy vs. gibi figürlerin ölümlerinin toplumun kolektif bilincini yıktığını, gerçeklikle kurmacanın birbirine girdiğini söyler Ballard. Hasta eş bu ikisini ayıran sınırın çok yakınındadır, anlatıcının yapabileceği tek şey gerçekken kurmacalaştırılmış bir figürü tekrar kurmaca haline getirmek. Kadının acısını görmezden gelmesini sağlamak için gerçekliği çarpıtmaktan başka bir şansı yok. "Here we are now! Entertain us!" ve "All in all is all we all are."

Anonim Kasırgalar, doğal felaketler insanların kendi felaketleriyle birleştiği zaman sıkı kararlar alınabildiğini gösteren bir öykü. Nispeten güncel; Katrina Kasırgası'nın hemen ardında, yıkıntıların arasında birkaç insanın yaşamlarını sürdürme çabaları ve farklı yönlere sapmalarını, yaşamlarını birleştirip ayırmalarını anlatıyor. Çocuklarını terk edip giden, köprüden aşağı atarak ölmelerine sebep olan anneler, her şeye rağmen sevdiği adamların yanında yer alan kadınlar, karar verme anı geldiğinde ortadan kaybolan ve sorumluluk alıp en iyisini umarak harekete geçen erkekler, yıkık evler, yıkık köprüler, parçalarını bir araya getirmeye çalışan ruhlar, bir kasırga panoramasında mücadele. Nonc nam Cajun merkezde. Nasıl bir insanla muhatap olacağımızı bilelim; hayatındaki onca probleme bir de fırtına binmiştir ama onun için değişen bir şey olmamıştır pek. "Sadece olaylardır bunlar. İşin doğrusu, kasırga Nonc'un hayatını azıcık bile olsun değiştirmedi." (s. 49)

İlginç Bir Bilgi konusunda kimin geride kaldığı tartışılabilir; kanserden ölmekte olan ve öldüğünü fark eden kadının eşiyle olan hesaplaşması, ölümünden sonra yaşamaya devam eder gibi anlatması bir şey, her şeyin olup bittiği dünyada kalanların kayıplardan, değişimlerden çabuk sıyrılmaları başka bir şey. Kadının çocukları ve babası bir süre yas tutsalar da her şey olağan haline geri dönüyor, boşluk bir şekilde doluyor. Dünyanın uğultusu geri geliyor, her ne olursa olsun geri geliyor, yoksunluğu duyulan şeyleri yavaş yavaş silmek için. Bir bahçenin yoksunluğu uğultuda yeni bir sokağın sakinliğine dönüşüyor. Geride kalan dedim, acaba kent de benim aklımda geziniyor mudur? Şeylerle olan ilişkimizin iki taraflı olduğunu düşünmek beni her zaman tedirgin ediyor, bir yandan rahatlatıyor da. Bir nesnenin fark etmediğim tepkisini var saymanın yanında, baktığım zaman göremediğim bir şeyin beni gördüğünü düşünmek, bunu insanlığın bir seviyesi olarak göresim var. Akıl hastası olmadığımı varsayıyorum. Yok be, değilimdir. Yanımdaki kişisel meleğim de öyle söylüyor.

Kadın. Kocası bir yazar, Pulitzer ödüllü. Kendisi de yazar ama metinleri basılmamış. Kocasının kendisinden çaldığı bir fikri fark etmek, kocasının başka kadınlarla görüşmeye başladığını görmek, çocuklarının yaşamlarını sürdürdüklerine şahit olmak, ilginç bilgilerle dolmak ve bu bilgiler sayesinde yaşamak, bir filin bir ağaca kaç dakikada çıkacağının istatistiksel bilgisiyle yaşamak örneğin, dünyaya dair bilinecek ne varsa bilmeye çalışmak belki de kadının hâlâ buralarda olmasının sebebidir. Tamamlanmamış işleri olanların gidemedikleri söylenir, belki de daha fazlasını görmek istemek, gitmemek için yeterlidir. Kocanın dediğine göre annelerin işi hiçbir zaman bitmezmiş, o halde Çinlilerin inandığı şey doğru; hayaletlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz.

Son üç öyküyü bırakıyorum, en iyileri.

Adam Johnson'ın öykülerinden çıkarılacak malzeme çok fazla, teknik de. Yazanlar, yazmaya çalışanlar mutlaka okumalı. İyi bir şeyler okumak isteyenler de okumalı. Okunsa ne güzel olur.

18 Haziran 2018 Pazartesi

Thomas Bernhard - Sarsıntı

Bir metnin parçalarını tekrar birleştirmeyi umuyorum ama iki ay oldu, iki aydır metin üzerinde hiç düşünmedim, diğerlerinde olduğu gibi okur okumaz unuttum ve kırıntılarını tepemde dönüp duran gri kaosa attım. Ağız açıldı, yutacağını yuttu ve içinde başka bir şeye çevirdi. Bir metnin herhangi bir hareketimde, gündeliğin tepkilerinden birinde ortaya çıkma olasılığı yüksek ve bunu takip etmenin bir yolu yok, kendimi neye dönüştürdüğümü bilmemin imkanı yok, onca sayfanın, ekran karşısındaki onca dakikanın, onca resmin ve biçimleyen ne varsa, onca şeyin karışımında neler belirip kayboluyor, bazen sezgisel olarak farkına varıyorum ama kaçırıyorum, bir an için orada ve sonrasında orada değil, duyularım bir noktaya kadar işe yarıyor ve sonrasında kenara çekiliyor, geriye ne kaldıysa o halletmeliymiş gibi. Halledebilir, düşündüğümde metni elime aldığım yerler bir bir aklıma geliyor ve Proust'un dediğine uyuyorum, okumanın mekânını canlandırırsam okuduklarım da canlanır, takip ediyorum, doktor bir babayla oğlunu hatırlıyorum. Bernhard bu kez neyi yok etmeye çalışıyordu, düşünmeye gerek yok, aynı önermelerden aynı sonuçlara çıkacak ama bunu ortaya koyma biçimi sarsacak, zaten Bernhard doğanın, kentin, insanın birbirini nasıl çürüttüğünü göstermesi yine bir çürüme biçimine çıkar; ele aldığı konu tamamlanmaz, hemen bir başkasıyla değişir, sürdürülebilir bir niteliği kalmaz, giderek un ufak olur ve özündeki çarpıklıktan başka bir şey kalmaz geriye. Diğeri çürür, bir diğerinin çürümesi başlar, oradan oraya atlayarak görürüz bunu. İki bölümlü anlatıda önce doktorun ziyaret ettiği hastalar ve oğluyla yaptığı konuşmalar vardır, sonrasında Prens'in sayıklamalarını, katran kara yaşamının parçalarını inceleriz. Hastalardan başlamak gerekir, "zor" bir bölgede çalışan doktorun düzenli olarak ziyaret ettiği hastalara ölümün damgası vurulmuştur, bu damgada yaşamın en ölümcül hastalık olduğuna dair izler bulunsa da hastaların yakınlarının, ailesinin, yaşadığı yerdeki meyhanecilerin, oduncuların, çiftçilerin hastalığı hızlandırdıklarına dair bir izlenim ediniriz. Küçük ve kapalı yerlerin sıkıntısı insanı delirtici bir hale gelmiştir, bir yaşam alanı olarak doğanın insana yetmeyecek biçimde küçültülmesi, insanların ne kadar küçük bir dünyada yaşadıklarını gösterir, onmaz bir şekilde yaralandıklarını da, onların yaşamlarını düşünmek için, insan olmanın neye dair bir oluş olduğunu düşünmek için, attıkları adımların suda, toprakta nasıl bir yankı bıraktığını düşünmek için ihtiyaç duydukları yeti daha baştan sakatlanmıştır, insan bir nevi yıkıcı bir hayvana dönüşmüştür ve doktorun iyileştirmeye çalıştıkları ya bu yıkıcılıkta yitip gidenlerdir, ya da bu parçalanmadan kaçmaya çalışıp yatağa düşenler, o halde doktorun umutsuzluğu iyi anlaşılır, oğluna, "çoğu zaman bütün bunların çok fazla geldiği duygusunu" aktarırken aklında bitimsiz acıların gölgeleri gezinir. Anlatıcı olan oğluna göre, "bilimsel kafalarına rağmen iş adamından başka bir şey olmayan, iş adamı gibi konuşup davranan doktor" tipinin dışındadır, bu yüzden işi çok daha zordur. Şefkat duyabilmek için belirli bir ruh inceliği gerekir ve hastaların çoğunda bu incelik yoktur, hatta doktora göre sağlıklı olanların çoğunda da yoktur, oğlunu yanına alması bu inceliksizliğin görülmesi için. Oğlan hassas, kız kardeşi daha da hassas, bu yüzden kızı yanına almıyor doktor, oğlanın "güçlenmesini" istiyor. Oğlanı felaketler panayırında gezintiye çıkarıyor ve vakalar arasında gidip gelirken yaşamın nasıl bir şey olduğunu öğretmeye çalışıyor. "Gerçekten de taşrada, şehirdekinden daha fazla barbar ve suçlu varmış." (s. 16) Taşranın öfkesiyle şehrin öfkesi çok farklı, doktor taşradaki suçların insanlıktan uzak olduğunu söylüyor, taşra genellikle fakir insanların var olmaya çalıştığı, var olurken diğerlerini yok ettiği bir yer, "yoksullar iki kat barbar, hain ve suça yatkın" bir halde, gündelik işlerin peşinde sürünüyorlar, gelecek algılarının olduğunu sanmıyorum, günü kurtarmak için her şeyi yapabilirler. Yapıyorlar. Doktorun arkadaşlarından birinin cenazesinde, muhtemelen bu dünyaya daha fazla dayanamayacağını sezen anne, kısa süre sonra öleceğini söylemiş ve bunu takıntı haline getirmiş. Eşinin ölümünün giderek yaklaştığını gören doktor, onu daha iyi tanımaya başladığını söylüyor. İnsanları ölürken tanırmışız, o zaman kendileri olurlarmış, sadece ölmekle de olmazmış bu, araya mesafe girdiği zaman, sevilen kişi bir daha görülmeyecekse eğer, insanın gizleyecek bir şeyi kalmazmış, gizleme çabasında olmadığı şeyler bile açığa çıkarmış, her şey ortaya dökülürmüş. Annenin ölümünden sonra çocukları için bir kez daha evlenmeyi düşünen baba, "içindeki eşi"nin karşı çıkmalarına uymuş ve evlenmemiş. Çocukları arasındaki kaotik ilişkiyi çözümleyemediği için oğlunu yanına alıyor olabilir, kız intihar girişiminde bulunmuş ve annesinin ölümü konusunda suçlayacak birini arıyor. Baba da uzaklaşıyor kızından, felsefi bir dostluk kurduğu Bloch'u ziyaret ediyor. Bloch bir kaçış, kapandığı zaman yaşamı dışarıda bırakan bir kapı. Doktor yaşamı unutmaya çalışıyor, üniversiteden mezun olunca kendilerini geliştirmeyen, tüketim toplumunun bir parçası haline gelen, hastalarına kötü muamele eden tanıdıklarından uzaklaşmak istiyor, başaramıyor. Oğluna göre çok yalnız bir insan, kendini çocuklarına çok az açabiliyor, kendisini ifade edebilmenin imkansız olduğunu söylüyor. "Aslında babam, gittikçe daha yalnız kalmak için gittikçe daha fazla insanla bir araya geliyor." (s. 26) Hastalarla bir araya gelmenin mantığıyla bir odaya kapanmanın mantığı aynı; birçok insan birçok uzaklık doğurur, uzaklıkları temellendirir, süreğenleşen uzaklığı sağlar, aradaki uzaklığı sabit tutmaya yarar, insanlar pek yakınlaşılacak gibi değildir, özellikle o coğrafyada. Gelinler kaynanalarını, damatlar kayınpederlerini, evlatlar ebeveyni, ebeveyn evlatlarını öldürmek ister, doktor aralarında kalır ve her şeye şahit olur, kusursuz bir uzaklaşma sağlar bu. Odada tek bir sestir bu, toplumda karmaşanın sesi. Kendi çocuklarının sesini diğerlerininkinden ayırmak mümkün değil, oğlunun yirmi bir yaşında olmasından, kızının sonsuz öfkesinden dehşete düşüyor doktor, onları tanımıyor. Onlar da babalarını tanımıyor. "Bu kadar zamandır birlikte yaşıyor ve birbirimizi tanımıyoruz." (s. 37) Bu öyle büyük bir umutsuzluğa yol açar ki insan kaçmak ister, her şeyi düzeltmenin bir yolu varsa bile uzaklaşmak, kendiyle kalmak ister, başkasıyla kalmak ister, daha az bilinmeyene sahip biriyle. Birini asla tamamıyla tanıyamayacak olmanın bilinciyle kurarız, birlikte yaşadıklarımızı kurarız ve sonra parçaları birer birer değiştirmeye başlarlar, sonra her şey yerle bir olur. İnsan olmanın acısı bu noktada yükselir, insan olmanın acısı ne olursa olsun devam etmektir. Geçmişe takılı kalmak değil, geleceğin gelmesini beklemek değil, şimdide süren yenilgiyi peşte sürüklemektir, diğer acılar bunun türevleridir. Bu türevlerden insanlık doğar, Bernhard'ın anlatısı bu türevlerin dile getirilişinden başka bir şey değildir. Diğer metinlerine kapılar açar Bernhard, doktor hastalarını gezdikçe metinlerini yazıp yazıp yok eden bir adamı tanırız, adamı önceden de tanırdık, bir anlatıda odaktı. Ressam bir hasta, onu da bildik. Ölümünden sonra pek kimse tarafından hatırlanmayacak ama çizimleri akıldan çıkacak gibi değil, tamamen gerçek. Gerçekliğin ötesine geçen bir gerçekçiliğe sahip. Gerçeküstü. Bernhard bir röportajında diyordu, gerçeküstü gerçekten daha gerçektir. Kurmaca, gerçekten gerçektir. Gerçeklik algımı yitirdiğim noktada bu sözü sürekli hatırlıyorum, yaşadıklarımı öykülere dönüştürüyorum ve onlardan kurtuluyorum, öyküye dönüşen insanlara yazdıklarımı okutuyorum ve kızıyorlar, çok gerçekmiş her şey, bu kadar gerçek kılmamalıymışım bazı şeyleri, hatta silmeliymişim. Diyorum ki, "Bakın, ben kendi ailemi de yazdım ve ne tepki vereceklerini bilmiyorum, ailenin yıllardır konuşulmayan sırlarını ortaya döktüm, birileri mutlaka bana çok kızacak, abim kızacak, annem kızacak. Knausgaard'ın ailesiyle davalık olması gibi bir durumun yaşanacağını sanmam ama neden olmasın, babamı yerin dibine soktuğum öyküyü okursa babam, zaten evlatlıktan da reddetti, dava açabilir çünkü beş parasız. Parçalara ayırmışım kendimi, neyim varsa ortalığa dökmüşüm, sizi neden dinleyeceğim? Sizi dinledim de ne oldu? Bundan böyle istemediğim bir şeyi yapmayacağım ve istediğim her şeyi yapacağım. Belki de böyle bir şeydir erdemli olmak, en başta insanın kendine yalan söylememesidir." Kaç insanı parçalıyor doktor, Prens'e bir türlü gelemiyorum, erişemiyorum, Prens kalıyor ki asıl yıkım Prens ortaya çıkınca başlar ama o da okura kalsın, gücüm yine tükendi, Bernhard'ın metinlerine şöyle bir göz atmak, altını çizdiğim, çizgiler arasına aldığım, yıldızla işaretlediğim, ünlemlerle ünlettiğim, çemberlerle kapattığım, çarpılarla değillediğim, artılarla olumladığım, eksilerle eksilttiğim, sayılarla saydığım bölümlere şöyle bir bakmak bile dizlerimi yere değdiriyor, tükeniyorum, daha fazla bakmayacağım.

17 Haziran 2018 Pazar

Doris Lessing - Evlenmeyen Adamın Hikâyesi

Taciser Belge çevirisi. The Story of a Non-marrying Man adlı kitaptan derlenen öyküler. Dört adet. Can Yayınları Lessing'in bütün öykülerini birkaç parça halinde bastı, aslında onları edinmek daha iyi. Çevirileri hakkında bir fikrim yok, Sinem Yazıcıoğlu çevirmiş onları. Ben Taciser Belge'nin çevirilerinden memnunum ama Can'dan çıkanları da edineceğim sanırım. Lessing'in bütün öyküleri çünkü. Lessing iyi bir yazar olduğu için. Param da var. Neden almayayım. Alacağım.

Lessing'in anlatıcılığını seviyorum. Anlatıcı olarak anlatıcı iyi ama Lessing'in kendisini metne yansıtması da iyi. Sonradan kurgusal anlatıcıya dönüşümü kusursuz. Bu dönüşüm fark edilmiyor çünkü hikâyeyi o kadar iyi anlatıyor ki metinden parmaklarının ucuna basarak çıkıyor, kurmacadan sıyrılıveriyor. İlk öyküde hikâyeye nasıl başlayabileceğini söylüyor, bir zaman bir şehirde oturan bir adam ve başından geçenler. Bunu söylediği için böyle başlamadığını mı düşüneceğiz, hayır. İki başlangıç birden, paralel ilerleyecek. İlki hikâyenin doğal başlangıcı, ikincisi sis. Sisle başlıyor Lessing, uçağın kalkışını geciktiren sis. Doğal felaketlerin birkaç kişiyi bir araya getirmesi şimdiyye kadar kaç hikâyeyi paylaştırmıştır, düşününce dünyanın uğultusu bir an için diniyor ve anlatıların hikâyelerin heyecanından başka bir şey duyamaz hale geliyorum. Neyse, bir grup yolcu kahve içip vakit geçirmek üzere toplanıyor ve birbirlerinin hikâyelerini dinliyorlar, anlık bir parıltıyı paylaşıyorlar. Hemen araya sıkıştırıyorum, Miwoklar bir yere yayılan sisin insanı yakalayıp öte dünyaya çekebileceğine inanırlarmış, bu yüzden her birinin özel bir ıslığı ve karahindiba esansı varmış, öteye geçme tehlikesi taşıyanlar böylece birbirlerine destek olurlarmış. Bizde bunu hikâyeler sağlıyor, hikâyeler insanları bir arada tutuyor ve onları kolluyor. Bu Miwok meselesini Adam Johnson'ın George Orwell Arkadaşımdı kitabından çarptım, bir sonraki yazı o kitapla ilgili olacak. Neyse, esas hikâyeye gelene kadar yan hikâyecikleri dinleriz, herkes bildiği bir hikâyeyi anlatır. Hippilerin yaktıkları paralar, Roma'daki çeşmelere atılan paralar... Bir arınmadan bahsediyor Lessing, sanki parayla ilgili bir şey dinleyince veya okuyunca o nesneden arınmış gibi hissedildiği duygusunu anlatıyor ama son hikâye bu arınmayı sağlamayacak, dinleyicilere uzun süre düşünebilecekleri bir hikâye verilecek.

Bir Sokak Çeşmesinin İçinden... Öykünün adı. Paranın izini takip ederek İtalya'daki çeşmelere geldik, kahve içenlerden biri attığı paralardan ve diğeri de paraları toplayışından bahsettikten sonra o zamana kadar konuşmamış bir adam, yine İtalya'da tozun dumanın içinde havaya savrulan mücevherlerle ilgili bir hikâye anlatıyor. Ephraim bir elmas kesicisi, ailenin en "düz" çocuğu olarak aile işini sürdürüp elmas kesme işinde uzmanlaşıyor, ziynet eşyaları konusunda da ustalaşıyor tabii. Kırk beşine kadar bu işi yapıyor, evlenmeden ve başka hiçbir şeyle uğraşmadan. Sonra Mısır'dan çağrılıyor, Mısırlı bir tüccarın elmasını yontmak için. Tüccar, kızını Güney Amerikalı Paulo'yla evlendirmek üzere, kızına hediye edeceği elmas yüzüğün en iyi şekilde hazırlanmasını istiyor. Ticari bir evlilik; büyük ailelerin hanedanlaşması yolundaki araçlardan biri. Mihréne gayet normal bir Mısırlı kızdır ama Ephraim'in kalbine yerleşmiştir bir kere. Taktığı sahte incileri gören Ephraim, kıza gerçek inciler hediye eder. Kız, adamı unutur ve adam kızı hiçbir zaman unutmaz, memleketine döndükten çok sonra bile. Kız Paulo'dan vazgeçer, ailesinin onayı olmadan Carlos'la evlenir, İstanbul'da. Carlos politik bir figürdür, 1939'da memleketi İtalya'ya gider ve Mussolini'nin adamları tarafından öldürülür. Mihréne İtalya'da bir başına kalır, zorluklar içinde yaşar. Tesadüf olduğuna inanmam, Ephraim orduya yazılmıştır ve İtalya'ya giren müttefik ordularında görev almaktadır. Karşılaşırlar.

Sihri kusursuz yaratır Lessing: Mihréne acı dolu günler yaşarken Ephraim'i düşünür. "Hayatı boyunca, ondan başka hiç kimsenin kendisinden bir şey beklememiş olduğunu, kendisinden hiçbir şey istememiş olduğunu ve hiçbir zaman ciddiye alınmadığını düşünüyordu." (s. 16) Ephraim'in verdiği incileri saklar, satmaz. Kaos ortamında, savaşın her kötülüğe ve dehşete açık kakofonisinde aç kalmasına rağmen hayatındaki tek değerli şeyin o inciler olduğunu düşünür. Ephraim'se kendisini İtalya'ya getiren yol boyunca kız için sakladığı mücevher parçalarını korumak pahasına diğer askerlerin alaycı sözlerine katlanmıştır. Karşılaşma anında kızın aç olduğunu ve incileri satmadığını görünce delirir. Küçük, zengin bir orospu olduğunu, aptal olduğunu haykırır, incinin kızdan daha önemsiz olduğunu söyler ama kız için o incinin değerini biliyoruz. Adam, yiyecek bir şey yerine mücevher getirdiği için sinirlenir ve mücevherleri açlıktan ölmek üzere olan insanların üzerine savurur. "Daha o zamanlar bu hikâye efsaneleşmemişti: şehre bir asker geliyor, açıklanmaz bir biçimde çeşmenin içinden bir hazine çıkarıyor, sonra bir kral ya da sultan gibi bunu havaya saçıyor." (s. 23)

Anons yapılır, yolcular uçağa çağrılır. Hikâye burada kesilir, anlatan adam Ephraim'i elli yıldır tanıdığını söyleyerek noktayı koyar. Bir hikâye sonuçta, bitmesi normal ama öyle bir büyünün sözcüklerinden oluşur ki dinleyen kişi/anlatıcı, bir gün hikâyede bahsi geçen kişilerle ve nesnelerle karşılaşacağını düşünür. Bir hikâye, gerçekliğini yaşamdan yansıtabilirse, en azından bunun olabilirliği sezdirilirse sınırı aşar ve gerçekliğin bir parçası haline gelir. Ya da tam tersi. Kurmacayla gerçeklik arasında pek bir fark olmadığını düşünüyorum.

Pek Sevimli Olmayan Bir Hikâye, tek eşlilik ve ilişkiler üzerine.

İki erkek, ikisi de doktor. Yakın arkadaşlar. Evlenirler, eşleri de yakın arkadaş olur. Dört kişilik tayfanın dostlukları yirmi yıl sürer, içlerinden biri ölene kadar. Asıl olay, birbiriyle evli olmayan kadınla erkeğin yirmi yıl boyunca fırsat bulduklarında sevişmeleri. Birbirlerine aşık değiller, içlerinden biri böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalıyor ama diğerinin telkiniyle grubun dışından birine aşık oluyor bu kez. Çocuklar doğuyor, evlilikler sarsılıyor ama dörtlü hiç ayrılmıyor.

Lessing, savaş sonrasında tanrının öldüğü fikrinin iyice yayıldığı bir dönemi anlatır. Ne ki bu bir sadakatsizlik öyküsü değildir, herhangi bir ahlaki kaygı yoktur. Karakterlerin edimleriyle yüzleşmeleri ve yaşamaya devam etmeleri, anlatılan sadece bu. Çağın toplumuna batırılan iğnelerden bahsedebiliriz belki; duygu yoksunluğu yaşayanlar için televizyonların büyük bir yenilik olduğundan bahsedilir, bir şey yaşamak için bir şey yaşamanın sürüklediği duygulardan bahsedilir. Travma zamanlarında hayatta kalabilmenin cinsellikle bağlantısı, mesele bu.

Evlenmeyen Adamın Hikâyesi ilk öyküdeki sihri taşıyor. 1930'ların ilk yıllarındaki ekonomik çöküşün yersiz yurtsuz insanların sayısını çoğalttığı fikriyle başlıyoruz ve adamımızla tanışıyoruz; o bir gezgin. Güney Afrika'nın genişçe bir alanında yürüyor, evlere konuk oluyor ve ortadan kaybolduktan sonra teşekkür mektubu yolluyor. Eski eşlerine de yolluyor bu mektuptan; anlatıcının birbirini tanımayan insanların ortak yanlarını bulması bu mektuplar sayesinde gerçekleşiyor, terk ettiği karısına kim teşekkür mektubu yollar ki? Kadınlar, adamın yakışıklı olduğunu söylerler, içlerinde adama karşı öfke yoktur ama adamın terk ediş biçimi kalplerini kırmıştır. Adamın neden öyle davrandığını, neden "yerlileştiğini" ve beyaz insanlardan çok yerlilerle takıldığını en sonda görürüz; adam sadece özgürlüğünü sürdürmek ister. Kadınların taleplerinden bıktığı noktada gider, bu kadar basit. Perdeler, evler, araçlar, yemekler, özgür olunacak zamandan çalan her türlü istek, adam için gitme sebebidir. Katlanamaz, anlamsız tüketimlere karşı sabrı yoktur. Sevdim ben bu adamı, şuyu ve buyu olmayıp bundan ötürü şikayet eden kadınlarla yaşamaktansa yollara düşmek en iyisi.

Ağır topları incelemedim, Jack Orkney'le ilgili öykünün adı, Can'ın bastığı kitaplardan birinin adı olmuş. Bence mutlaka alınmalı, Lessing'in öykü dünyası büyüsünden kanatıcı gerçeğine kadar pek çok nitelik taşıyor ve daha da iyisi; bunlar birbirini zayıflatmıyor, keyif alınacak bir üslup doğuruyor.

16 Haziran 2018 Cumartesi

Alejandro Zambra - Soru Kitapçığı

"Önce şıkları ele. A gitti, B'de fiilimsi yok zaten. Kalan üçüne odaklan. Olumsuzluk ekiyle sıfat-fiil eki aynıdır, cümlenin öğelerini hatırlayıp yüklemi bulduğun zaman karıştırmanın imkanı yok zaten. Geriye bir tek şık kaldı. O doğru olan. Onu işaretlersen binlerce kişinin önüne geçersin, çoğu öğrenci bu soruyu yapamaz. Yapmak istediklerini varsayıyorum, senin de yapmak istediğini tabii. Arkadaşlarının önüne geçmelisin. Bulutsuzluk Özlemi dinledin mi hiç? 'Belki en yakın arkadaşınla yarıştırıldın ve sen kazandın.' Birbiriyle alakalı sözcükleri bul, alakasızları bul, ekleri ayır, kökleri kayır, öğeleri biç, atasözlerini kes, böyle atasözü mü olur? Bunları öğrenmek zorundasın, öğrenmezsen devam edemeyeceksin. Film senin için burada bitecek. Askere gidersin, işe girersin, bir halt edersin ama üniversiteye gidemezsin. Gidemezsen uzun dönem askerlik. Asgari ücrete talim. Ona göre."

Sözlükte başlığı var, Metin Baba. Metin Tekeşin. Kadıköy Uğur'da çalışıyordu bir zamanlar, kendisiyle 2005'te tanışma şerefine eriştim. Müthiş bir öğretmendi. Daha ilk derste dediği: "Çocuklar, böyle boktan bir sistemin bir parçası olduğum ve size istemediğiniz şeyleri yaptıracağım için sizden defalarca özür dilerim." Beni Asla Bırakma'daki öğretmene bir kapı: "Size bazı şeyler anlatıldı, bazı şeyler anlatılmadı." Bize sadece Metin Baba anlattı, diğer öğretmenler dersi işleyip gittiler. Kusursuz bir parçaydılar, konuştukları zaman çarkların sesi duyulabiliyordu ama bir kere uyanmıştık, uyanmasaydık daha iyiydi. Bundan çıkış yoktu. Kurtulamadık. Sınavdan sonra kitapları yakma klişesi bizi rahatlattı, tek rahatlamamız buydu. Her şey yolunda gidecekti, umudumuzu koruyorduk. Koptuk. Belki o zamanda kalan arkadaşlar için güzel günler gelmiştir, bilemiyorum. Ben öğretmen oldum, niye öğretmen oldum, bilmiyorum. Hiçbir sebebi yoktu, sadece neden böyle olmasındı? Olsundu. Çocuklar bir de benden dinlesindi ama Metin Baba'nın anlattığı şeyleri anlatayımdı. Anlatıyorum ama tepeden birileri bana bir şeyleri nasıl yapmam gerektiğine dair yönergeler, maddeler yağdırıyor. Bu bir yön, diğer yönde çocukları beş şıkın dışına çıkarmayan, yanlış sözcüklerin çizgilerine hapseden sistemin sarsılmazlığı var. Muktedir bir sopa sallıyor, tam tepemizde. Yumuşak uçlu kalemle taşırmadan dolduruyoruz veya çoktan seçmeli sorulara alıştırıyoruz, doğruyu bir dakikalık karar aşaması sonucunda seçimlerimizle bulabilecekmişiz gibi. Yaşamda bunlara yer yok, bunlar yaşamı biçimliyor, bu saçmalığın içinde mantık aramayı bıraktım artık. Sadece eğitimde değil, her şeyde. Neden-sonuç ilişkilerini bulmak için mantığımızı kullanmamızı isterler ama konseptin kendisi bu işlemi mantıksız hale getirir. Ben bir şey bulamıyorum, öğrenciler bulsun da üniversiteye girsinler diye uğraşsam, onları insanlıktan çıkarmadan...

Akademik Yeterlilik Sınavı'nın Sözel Yeterlilik Sınavı kısmı beş bölümden oluşuyor, oluşmuş, Şili'de, 1967-2002 aralığında. İlk bölüm İlgisiz Terim. 1'den 24'e kadarki alıştırmalarda anahtar sözcükle ve diğer şıklarla ilgili olmayan şıkkı, sözcüğü bulacağız. Şıkların birbiriyle aynı olduğu bir soru var, sessizlikle alakalı olan. Diğerlerinde birbirlerini anlamca çağrıştıran sözcüklerden çağrıştırmayanı çıkarmamız gerekiyor ama "EĞİTMEK" sözcüğündeki şıkların hepsi birbirini destekliyor; programlamak, idman yaptırmak ve evcilleştirmek dahil. Hemen Şenlikli Toplum ve okulun öğütücü niteliği geliyor akla; mekanizmalarının zenginliğini düşünürsek karşımızda korkunç bir güç var ve tek bir yol çiziyor insanlar için, o yolun dışında var olabilmek imkansıza yakın. Geceyle gündüzün işlevinin bile biçimlendiği böylesi bir yapılaşmada insanın özüne dair hiçbir şey sağ kalamaz. Direnmezsek. Diren insan. "CUNTA" şıklarından "acil demokrasi" için diren ki o da bir iktidar mekanizması aslında, doğduğu zaman bile öyleydi, Antik Yunan'ın semirmiş tayfası için demokrasi, köleler ve barbarlar için bir zincir. Yine de iyi bir şeye dönüşebilir, şu an yaşayan bütün insanlar toprağa karıştıktan sonra olsa da gerçekleşebilecek şeyler için mücadele!

Temel Cümle Yapısı. Bu testlerin çözüldüğü zamanlar, ailenin ne olduğunun anlaşıldığı, insanların arasına karışıp bir yer edinme çabasının verildiği zamanlar, dolayısıyla öncüllerde rastladığımız ilişkiler şaşırtıcı değil. Her soruda en az beş cümle verilmiş, anlam bütünlüğü oluşturacak şekilde sıralıyoruz veya sıralamadan okuyoruz, herhangi bir düzene girmeden de anlam bütünlüğü oluşturabiliyor bu cümleler. Onlara hükmetmek zorunda değiliz, test çözerken bize hükmedilmesinin aksine. Mesela baba anneyle, anne abiyle, sonra herkes abiyle tartışıyor ve hava soğuk. Bunlar bir sıraya gelmez. Parçalı gerçektir bunlar, kendi başlarına bir anlam adacığı olarak yüzerler ve birleştiklerinde bizi oluştururlar ama onlar zorlamaya gelmez, bilinç o şekilde işlemez, parçaların bazıları unutulur, bazıları sıraya girer, işlenir ve hatırlan(ma)mak üzere bir köşeye konur. Bazı parçalar da unutulacak gibi değildir çünkü bir eve sahip olmanın parçası, çekilen kredinin uzunluğu müddetince her an akılda duracaktır. 2033'te bitecek taksitlerin, o zamana kadar ev senin değil ama senin, evden insanlar gelip geçecek, gün ışığı geçecek, eşyalar, tozlar, böcekler, sigara dumanları, çiçek kokuları, sokaktaki hayvanların sesleri, gitar sesi, pek çok şey geçecek ama sen o evden geçemeyeceksin, sen oradasın, sabitsin. Pek çok parçanla birlikte. Zambra seni oraya koyuyor ve yaşamının önemli parçalarıyla seni yüzleştiriyor. Onları sıralı bir hale getirmeni isteyerek.

Cümle Tamamlama. Boşlukları doldurunuz. Boşlukları aynı kelimelerle doldurduğunuzda çıkan anlamla yine aynı kelimelerle doldurduğunuzda çıkan anlam nasıl farklılaşabilir? Yaşamın birikmesiyle, kabul. Bir de kaçışsız bir aynılığın kıskacı vardır, beş farklı şık da aynı cevabı içerir. "Öğrenciler üniversiteye çalışmak ______ giderler, düşünmek ______ değil." (s. 56) Okullar düşünmek için iyi yerler değildir, en azından serbest filozofların yaptığı gibi, hayatı düşünmek için.

Anlam Bütünlüğünü Bozan Cümle ve Okuduğunu Anlama, biçimsel yapı gereği Zambra'nın tipik anlatılarını ortaya koyduğu bölümler olarak ortaya çıkıyor. Sondaki üç metin ve metinle ilgili soruların büyümenin sancılarını müthiş bir şekilde yansıttığını söyleyebilirim. Sistemler arasında kalmış insanların, mesela Şili yasalarına göre yasak olan boşanmanın yerine alternatif çözümleri deneyen çiftin, eğitim sisteminin dışında kalan eski bir öğretmenin ve benzeri pek çok karakterin çarpık bir memleketteki çarpık durumlarına bakacağız ve bir sonuca varmaya çalışacağız; metinlerin başlıkları ne olabilir? Karakterler sıkıntıdan neden kurtulamamaktadır? Neden her şeyin böyle olmasıdır ve dahi bundan bir çıkış yolu yok mudur? Eğer kaydırma yapmazsanız cevabı bulabilirsiniz, yoksa bütün çabanız boşa gider.

15 Haziran 2018 Cuma

Stuart Kelly - Kayıp Kitaplar Kitabı

Masalarda bekleyen sayfaların üzerini lavlar örtüyor. Toprak, insana dair her şeyi derinliklerinde barındırmak için harekete geçerken kendinden koparılanları istiyor, metinler bir anda yüzeyin altına çekiliyor. Doğal felaketlerin yok ettiği metinler çok ama insanların yok ettikleri daha çok, insan doğadan daha sağlam bir yıkım örneği oluşturuyor. Kütüphanelerin yakılması, kitapların toplanıp yok edilmesi, bir sürü şey. Şimdiye kadar kaybolan onca eseri düşünmek ağır bir yük gibi çöküyor, özellikle eski zamanların kayıp metinlerinin sağlayacağı zenginlikleri düşününce. Stuart Kelly de benzer bir üzüntüyle yola çıkarak kaybolan metinlerin izini sürüyor. Çocukluğunda okuduğu çizgi romanlarla başlıyor anlatmaya, Dr. Who'dan Agatha Christie'ye geçişini ve ardından Antik Yunan metinlerini keşfedişini hikâyeştiriyor. Penguin'in klasikler serisinde Aristophanes olsun, Euripides olsun, kim varsa okuyor Kelly ama okuyamayacağı metinlerin varlığından ilk olarak bu adamların kayıp eserleri hakkında bilgi edinince haberdar oluyor. Agathon'un hiçbir oyununun zamanımıza ulaşamaması ona inanılmaz geliyor ve kayıp metinleri araştırmaya başlıyor. Shakespeare, Sylvia Plath, Pound, Hemingway gibi birçok büyük yazarın kayıp eserlerini, kaybolma nedenlerini inceliyor ve sonuçları kronolojik olarak sıralıyor. Kayboluş sebepleri çok ilginç; yayıncıların taşınma sırasında kaybettiği, yazarların ateşe attığı ve sigara kağıdı olarak kullandığı ve kusursuz hale getiremediklerini düşündükleri eserler o kadar çok ki günümüzden geriye doğru baktığımda parlayan ışığın çok daha parlak olabileceğini düşünüyorum ister istemez. "Kayıp bir kitap, asla dansa kalkmayı teklif edemediğiniz kişi gibi, sonsuza kadar daha da çekici kalmayı sürdürür çünkü o yalnızca hayal gücünüzde kusursuz olabilir." (s. 23) Kaynakça ve dipnotların olmamasını iz sürdüğü zaman duyduğu fısıltıların kayıt altına alınması gibi boş bir çabaya çıkacağını düşünmesine bağlıyor Kelly. "Böyle bir kitap için dipnotlar boş bir mezara uzanan birer patika." (s. 24)

Birçok metin, birçok yazar. Aralarından seçiyorum. Adsız bir metin, ilk. Güney Afrika'da 77000 yıllık bir dikdörtgen tablet bulunmuş, üzerinde üçgenler ve dörtgenler var. Ne anlama geldikleri bilinmiyor, Minos'un Linear A'sından çok daha eski. Biraz daha ilerleyince Lascaux'daki mağara resimleri. Bunların anlamları aşağı yukarı biliniyor, hatta Berger da dahil pek çok adam bunlar için kafa patlatmış ve işlevlerinden estetik boyutlarına pek çok ögeyi ortaya koymuş. Kelly üsluba dikkat çekiyor, bunlar hikâye anlatımının biçimleriyse, "bir varmış bir yokmuş" türünde mi okunuyorlardı yoksa direkt mevzuya mı giriliyordu? Formdan bunu çıkarmak mümkün değil, sadece anlatımı öncelediği söylenebilir. Gılgamış Destanı için de aynı şey söylenir; farklı biçemler ve türler içerdiği için bulunan versiyonunun öncesinde başka versiyonlarının da olduğu düşünülür. Sanatçıların isimleri yoktur tabii, o zamanlar sanatçı imgesi ve aidiyet tam olarak oluşmamıştı. Sonuçta isimsiz metinler ve isimsiz yazarlar kalıyor geriye, gizemleri muhtemelen hiçbir zaman çözülemeyecek.

Homeros için söylenenler. Kipling, Butler ve Pope için kurmacanın en tepesinde Homeros vardır. Kipling, insanların Homeros'un çalıntı yaptığını bildiğini, Homeros'un da bunun farkında olduğunu söyler. Rieu için on dokuzuncu yüzyılın akademik ortamında Homeros bir savaş alanıdır, herkes Homeros'u parçalara ayırmakta ve eserlerinin tek bir kişinin çalışması olmadığını düşünmektedir. Bu sırada Homeros ortadan kaybolur, birçok Homeros ortaya çıkar. Kelly, Homeros'un eserlerindeki bronz silahları ve ölülerin yakılması adetini farklı zamanların olguları olduğunu söyler, Özdemir İnce'nin detaylı incelemesinde eserlerin sözlü edebiyat ürünü oldukları ve sonradan yazıya geçirildikleri anlatılır. Kısacası çok parçalılığını sürdürmektedir Homeros, ailesi başta olmak üzere kendisiyle ilgili bilinen bütün detayların bir araya getirilmesi karmaşık bir sonuca ulaşır. İki bin yıldan çok daha önce benzer tartışmalar ortaya çıkmıştır, şiirlerin Atinalılar tarafından genişletildiğini ve tahrif edildiğini söyleyen Megaralılar, Atinalıları utanmazlıkla suçlar. Spekülasyonlar bir yana, Margites'ten bahseder Kelly, ilk komedya olabilecek bir eserden. Kayıp eserler içinde en az açıklanabilir olanıdır ve Homeros'un gizeminin bir parçası olarak varlığını sürdürür.

Kutsal metinler konusu derya deniz olduğu için dokunmaya cüret etmiyorum, günümüze doğru yaklaşıyorum. Yunan tiyatrosunu da es geçiyorum, incelenen kayıp metinleri bir de ben kaybedip Dante'ye ulaşıyorum. "Eserlerini bitirmeden bırakmak onda bir alışkanlık haline gelmişti," diyor Kelly, tamamlama işi kardeşlerine ve evlatlarına kalmıştı, Commedia'nın eksik kısımları onların çabaları sayesinde oluştu ve eseri onlar yayımladı. Cervantes'in de buna benzeyen bir Galatea'sı var ama bir türlü tamamlayamamış. Kelly, Cervantes'in mektuplarından ve yaşamından parçalar sunarak bu yarım kalmış eseri ömrünün yarısı boyunca nasıl tamamlamaya çalışıp başarısız olduğunu anlatıyor. Shakespeare'i de Cervantes'e bağlayabiliriz, Fletcher'la birlikte yazdıkları Cardenio, Don Quixote'tan yola çıkılarak yaratıldı. Shakespeare'in metni çevirisinden mi okuduğu, özgün hali üzerinde mi çalıştığı soru işareti olarak duruyor. Shakespeare'in farklı yazarlarla yaptığı çalışmaların izini sürmek zorlaşıyor, aitlik meselesinin yanında anonimlik de ortaya çıkıyor ve yazarın büyük sözleri, başkasının adı altında ortaya çıkıyor veya kayboluyor.

Günümüze doğru gelmeye devam ediyorum, Dickens'ı almalıyım. The Mystery of Edwin Drood yarı yarıya tamamlanmışken Kraliçe Victoria'ya eserinden parçalar okuyor Dickens ve kraliçe dilerse öykünün nasıl biteceğini anlatabileceğini söylüyor. Victoria kabul etmiyor ve üç ay sonra, eser tamamlanmadan ölüyor Dickens. Yarım kalan bir eser daha. Ölümünden altı yıl önce ciddi bir tren kazası geçiren Dickens, iki bayanı trenden indirdikten sonra geri dönüp Müşterek Dostumuz'un taslağını ve brendi şişesini alıyor. Eserlerinin kaybolmaya bir adım uzakta olması heyecan verici geliyor sanırım, başka bir açıklama düşünemiyorum. Tamamlanmayan eseri üzerinde dönen efsaneler de bir başka ilginç. Bir kadının medyum tutup Dickens'ın ruhuna ulaştığını ve eserin bu şekilde tamamlandığını söylemesi başta olmak üzere çok ilginç şeyler yaşanmış.

Flaubert, Dostoyevski, Swinburne, Zola, Rimbaud, Kafka, Burroughs, Plath ve Perec de yakın tarihli ağır toplar. Kelly kayıp/tamamlanmamış eserler üzerinden yürüyor, bu iyi ama yazarların dönemindeki edebiyat ortamını, yazarların yaşamlarını ve alakalı pek çok detayı da ele aldığı için müthiş kapsamlı bir eser çıkarmış ortaya. Hikâyelerin ilgi çekici olması bir yana, kitapların akıbetleri sonsuzluk içinde dalgalanıyor ve uzak zamanların uğultusundan başka bir şey kalmıyor geriye. Kelly, yakalayabildiklerini bir araya getirmiş, çok da iyi yapmış.

14 Haziran 2018 Perşembe

Altay Öktem - Thomas Düşerken

Biraz araştırdım, Altay Öktem'in özel ilgi alanı olan Thomas Dumas'ın fotoğrafları çağına göre radikal ölçüde yeni. Metinde de geçtiği gibi çağdaşlarını ve kendisinden sonra gelen sanatçıları etkilemiş, etkilemediyse de onları öncelediğinden değeri büyük. Değerini daha da büyüten şey, adamın tamamen kurmaca olması ama kurmacanın gerçeğe yaklaştığı bir yerde durması. Öktem'in diğer metinlerinde de yer alan Dumas, sıkı örülmüş ve daha önemlisi de on yıldan fazla bir zamandır yazarın üzerinde kafa yorduğu bir adam. Bundan daha gerçek bir şey düşünemiyorum, mesela şu binanın ardındaki binanın, onun da ve onun da ardındaki binanın arkasında uzanan Burgazada bu kadar gerçek değil şu an, çünkü kurmaca içinde kurmacanın iki eksinin bir artı etmesi niteliğini taşımıyor. Thomas Dumas bunu taşıyor. Anlatı içinde sıkı duruyor, daha başlarda tedavülden kalkmasına rağmen düşüşünü izliyoruz. Anders Bauman ve Maria Saura üzerinden, yeryüzüne hızla yaklaşmanın Dumas gibi avantgarde denebilecek bir sanatçı için anlamını gösteriyor Öktem, bu sırada iki ana karakterin kendi arayışlarını ve kendi kurgularını da Dumas'la birleştiriyor ve pek de güvenemeyeceğimiz karakterleri koyuyor ortaya. Anlatısına başlar başlamaz romandaki kişilerin, mekânların ve olayların tamamen gerçek olduğunu söylüyor. Bernhard'a uyarsak gerçekten daha gerçek olduklarını söyleriz, iyi olur.

Nedir, Thomas Dumas'ın sağ ayağının başparmağıyla çektiği fotoğrafların odağında Maria vardır. Alp Dağlarında süren fotoğraf çalışmaları, Dumas'ın aniden açılan bir boşlukta yitip gitmesiyle sona erer. Çektiği fotoğraflara dönüşür Dumas; bedeni kırık aynalardan yansıtıp bir araya getirerek oluşturduğu ve parçalarından daha başka bir şey haline getirdiği sanatını gerçekte kendi bedenine uygulamıştır, istemsizce. Parçalara ayrıldığını hayal ederek söylüyorum bunu, aşırı yorumluyorum. Maria ne yapar, yerdeki fotoğraf makinesini alır ve ağlamaya başlar. Bauman'la tanışmalarına bu ölüm sebep olacaktır, birlikte Paris'e ve İstanbul'a uzanırlarken aralarındaki ilişki derinleşecektir ve derinleştikçe aralara sıkıştırılan küçük detaylarla aslında pek de makul bir ilişkinin özneleri olmadıkları ortaya çıkacaktır. Zaten her şey bir parçalanmayla başladığı için türlü akıl hastalığını karakterlere yakıştırabiliriz; II. Dünya Savaşı sürerken masum insanların kafalarına yağan bombaların arasında var olmaya çalışırlar. Doris Lessing'in bir öyküsünde, Clive Barker'ın bir romanında savaşın ne kadar kaotikleşebileceğini görürüz; alev topunun içine girmeden önce insanların aç karnına gitmek istemediklerini öğrendikten sonra değil savaşın anlamı, yaşamın anlamı bile ortadan kalkar. Yani aslında yaşamın anlamı kolay bir şeydir; düşünmekten geçmediği gibi sözcüklere de sığmaz. Yaşamın anlamı yaşamın ta kendisidir, bu yüzden yaşamdan umulacak olan şey yaşamaktan başka bir şey olmamalıdır. Oysa savaş zaten yaşamın değillemesi olduğu için insanların düştüğü boşluğu anlamak bizler için pek mümkün değil, ancak belli bir ölçüde bu hiçliğe yaklaşabiliriz. Anlatıcı olan Bauman'a göre bu yaklaşım saçmalık üzerinden yürür. Yıkık duvarların arasında ağlayan Dumas'ın hatırlanması, belki de o an kırılan bir kişiliğin artık kendi olmayan kendini görmeye yol açar. Burada keyif kaçırmamak mümkün değil ama söylemeliyim; Dumas ve Bauman aslında aynı kişide iki farklı persona olabilir gibi duruyor, anlatının içinden çıkarılabilecek bir şey bu. Maria da aynı şekilde Bauman'ın zihninin bir defosu vaziyetinde. Belki. Belki de değil. Okura kalmış.

Maria İspanyol, Dumas'a poz veren son kişi. Dumas'ın "rezil" ünü yüzünden İspanya'dan şutlanıyor ve aforoz ediliyor. Dışlanan bir güzellik, Dumas'ın yeteneği gibi. İster istemez analoji arıyorum, elimde değil. Her neyse, arkadaşı Dumas'ın ölümünden sonra Maria'ya ulaşmak isteyen Bauman, kadından haber alır almaz Paris'e gider ve yaşamını yavaş yavaş mahvetmeye başlar. Çalıştığı üniversiteden yıllık izin almıştır ama anlatı ilerledikçe işi tehlikeye girer ve nihayetinde kovulur Bauman, zaten hocalıktan da pek haz aldığı söylenemez. Dumas'ın sanatı hakkında yazdığı makalelerden daha iyisini yapabilecek durumu vardır artık; Maria'yla birliktedir ve Dumas'ın tamamlamaya çalıştığı Derinliğin Dört Boyutu nam eseri kendisi tamamlamaya çalışır. Bunu hem Dumas'ın biyografisini yazarak, hem de ölümünü adım adım takip ederek yapar. Hatta beşinci bir boyut da ekler; Dumas'ın düşüşü. Sanatı yaşama taşımıştır Dumas, kendi düşüşüyle derinliğin son boyutunu sergiler. Olaylar çok ani gelişmiştir, bir ara Bauman bu düşüşü Maria'ya borçlu olduğunu düşünür ama doğru değildir bu. Maria da pek doğru bir insan değildir aslında, Bauman keçileri kaçırmaya yaklaştığında kararsız bir madde gibi salınmaya başlar.

İkisi olayın yaşandığı yere giderler, Paris'te dolaşırlar ve yolları en sonunda İstanbul'a düşer ama önce Dumas'ın yaşamını aktarmak gerek. Savaş sırasında birkaç eşyayla birlikte İsveç'e taşınan ailenin küçük oğlu Dumas, fotoğrafa düşkündür ve babasının bin bir zorlukla aldığı fotoğraf makinesiyle çalışmalarına başlar. On iki yaşındayken kendisinden sekiz yaş büyük komşu kızının fotoğraflarını çekmeye başlar. Pornografik fotoğrafı andıran bu çalışmalarda bedenin farklı anlamları ortaya çıkarılır, işin kuramsal boyutunu bırakıyorum ki anlatıya eklemlendiği noktaların kilit nitelikleri bozulmasın. Neyse, Dumas bir fotoğrafçının yanına kalfa olarak verilir ve ustası tarafından çok sevilir, ustasının karısının çıplak fotoğraflarını çektiği ortaya çıkana dek. Tekme tokat dövülür ve işten atılır. Son damla, açtığı sergidir. Çalışmaları infial yaratır, öldürülmemek için her şeylerini geride bırakarak kaçarlar. İki hadise: Fotoğraf makinesi hediye edilirken mutluluktan dili tutulan Thomas bir daha konuşamaz. Benzer şekilde kollarının yönetimini de kaybeder, bu yüzden ayaklarının yardımıyla çalışmalarını sürdürür. 

İstanbul kısmı da ilginçtir, burada Dumas'ın fotoğraflarını çektiği kızın öldüğünü öğrenen Bauman, kızın abisi tarafından tuzağa düşürülür ve kaçırılır. Maria'yla yolları -geçici olarak- burada ayrılır ki aslında yollarını hiç ayrılmayacağını sonra öğreniriz. Kendisinin çıplak fotoğrafları çekilir ve adamımız Maria'yı bulabilmek için birlikte dolandıkları yerlere gider. Bulur da, kaçarsız. 

Bir iki meseleyi ele alıyorum, yakalanabilecek ince detaylar var. Maria, Bauman'ın düşündüklerini dile getiriyor. Bu, Bauman'ın beynine erişim olanağı olduğunu gösterir ki biri benim beynime erişiyorsa o biri, tanımadığım bir "ben"imdir. İkinci olarak Dumas'ın çalışmalarının rezilliğine dayanamayan ablanın evden kaçmasını ve yıllar sonra tekrar ortaya çıkması üzerinde durabiliriz. Bauman, Dumas hakkında yazdığı biyografiyi -aslında biyografiden fazlası, monografiyle karışık bir şey denebilir- bitirmeye yaklaşırken ansızın ortaya çıkan ablayla da uğraşmak zorunda kalır. Abla, ablalığını laf arasında çaktırır ve Dumas'la Bauman'ın aynı kişi olabileceğini düşündürür. Bauman işinden şutlandıktan ve Maria'yı bulamadıktan sonra sadece eserine yoğunlaşır, abla bu eseri bitirmemesi konusunda kendisini iki kez uyarır ama Bauman'ın dinleyecek hali yoktur. Metnini yazmak onu yavaş yavaş yok eder, aslında ünlü bir Hollywood yıldızı olan Maria'yı tekrar yanında bulur. Gerçi diğer insanlar, mesela otel görevlileri bulamaz ve Bauman'a garip garip bakarlar. Hastalıklı bir zihnin yaratısı işte, ne kadar inanılırsa. 

Sonsöz olarak romanın yazılışını anlatıcının ağzından dinleriz ve gerçekliğe yeni katmanlar ekleyen gelişmelerle romanı bitiririz. Şöyle bir durup düşünmemiz gerekir, karakterlerin hiçbiri güvenilir değildir, Dumas hariç ki onun olayını söyledim. Bauman hakkında bir iki şey söyleyecektim, dolayısıyla Öktem'le de ilgili olacaktı ama adamın zaten hafif tırlatmış olduğunu düşününce aslında anlatım tekniğinin başarısıyla bir ilgisi olmadığını düşündüm mevzunun. Bauman'ın duygu geçişleri çok hızlı ve aşkı açıkçası temelsiz, beyninde karnavallar dolaşıyor olmasaydı olumsuz bir eleştiri yapmaya niyetlenmiştim ama şu halde mümkün değil. Bir diğer mevzu, kentlerin çok anlatı kokması. Bunu nasıl tanımlayabilirim bilmiyorum ama şöyle bir şey; bir kente gittiğinizde sadece "en" noktalarını gezmek gibi bir imge oluşuyor ama yine Bauman'ın düşüncelerini izlediğimiz için bunu bir kurmaca defosu olarak göremiyorum. Yavanlık aslında Bauman'ın yavanlığı.

Şu sıralar D&R'larda 7 TL'ye bulabilirsiniz bu romanı, denk gelirseniz kaçırmayın.

Ek: Düşmenin başka hangi kırılmalara yol açtığını şunu izleyerek görebilirsiniz, şahane film.

Karl Ove Knausgaard - Bahar Yağmurları

"Norveç edebiyatıyla uluslararası edebiyat hakkında ve kendi kitabım üzerine konuştukça konuştum, amaçlarımdan söz ettim: Minimalistten maksimaliste kaçmak, güçlü, çarpıcı, barok, Moby Dick bir şey, ama epik değil; bir kişiyle ilgili, eylemlerin dışsal değil içsel olduğu minik bir romanı alıp epik biçeme genişletmeye çalıştım, anlatabiliyor muyum?" (s. 563)

Hmm, sanırım. Knausgaard'ın ne yapmaya çalıştığı üzerinde fikir yürütüyorum. Yazıp yok ettiği onca metni, sonradan ün kazanan yazar arkadaşlarının kendisine mesafeli, biraz tepeden bakan yaklaşımları, aşık olduğu kadının abisiyle ilişkiye girmesi, babanın ilgisizliği, annesinin kendi planlarıyla ilgilenmesi ve benzeri pek çok şeye bakarak kendine güveni olmayan bir adamın erginlenme ayini olarak gördüğü yazma eylemine sıkı sıkıya tutunmasını, içinde yetenek kırıntısı olmadığına inanmasına rağmen yazmaktan başka bir şey düşünmemesini kendini bir yere sabitleme ihtiyacına -sayfalar iyi bir yerdir, bu çabada sözcüklere ihtiyaç duyulur ama sözcükler yerlerinden sökülemez- bağlayabiliriz. Serinin önceki metinlerinde Knausgaard'ın büyüme serüvenini izlemiştik; davul çalan bir ergen, bulduğu her şeyi okuyan bir münzevi, kendisini çok ciddiye alan bir umutsuz. Sadece ileriye bakıyor ve kendisini var edecek edimlerden başka bir şey düşünmüyor. Yaşadığını bu şekilde hissedebiliyor ama yazın onun hayatının merkezinde gibi gözükse de aslında bir araç, dünyada bir yerde olduğunu ve yaşadığını söyleyebilmek için. Her zaman tedirgin, suçlu ve korkulu. Yazdıkları yeterince iyi değil, yaşamı ve kendisi de öyle, o zaman yapabildiği tek iyi işe odaklanmak zorunda ki onda bile iyi olmadığını düşünüyor, etrafındakiler iyi olmadığını düşündürüyorlar. Ego kaynaklı bir durum var ortada ama çevredeki insanların Knausgaard'a pek de yardımcı oldukları söylenemez. Sosyal ilişkilerde büyük mesafeler var, aşılacak gibi değil. Adamımızda Papinivari bir sıkıntının olduğunu söyleyebiliriz; sadece çabalamakla bir şeylerin değişebileceğini pek düşünmüyor. Güdüsel olarak yaptığı şey bu ama; öyküleri reddedilse de yazmaya devam ediyor, çok iyi giden ama iyi gitmesiyle yetinmediği ilişkisini bitirebiliyor, yaşamda doldurması gereken boşlukları dolduruyor kısaca. Alkolle doldurduğu da sıklıkla görülebilir, sarhoşluğunda yaptığı şeyler dudak uçuklatıcı ve asıl kişiliğini ortaya çıkarıyor, sıklıkla kendisiyle yüzleşmesine ve yüzleştiği şeyi pek sevmemesine yol açıyor. Knausgaard kendisini susturmuş durumda, en azından, "İyi gidiyorsun be oğlum," sözü hiç duyulmuyor, bazen çok derinlerden bir yerden yankısı gelse de yeterli değil. Kendisini susturmuş ama bunun farkında; metinde geçmiş zamanın içinde şimdiki zamanın sesini duyabiliyoruz, olayların analizi yapılmış ve değerlendirilmek üzere bir kenara konmuş. Bu büyük bir çaba istiyor, zaman katmanlarının seslerini birbirine karıştırmamak, o zamanı o zamanın Knausgaard'ının anlatması, bu zamanınkini bu Knausgaard'ın, büyük iş.

Serinin dördüncüsünde Karl Ove'un öğretmenlik macerasından sonra hızlandırılmış bir biçimde Bergen'e dönüşünü görüyorduk. Yolculuklara çıkıyor, aşık olacağı Ingvild'le tanışıyor ve memleketine dönünce başlayacağı yazarlık akademisini düşünüyor, 1988'de. 2002'ye kadar Bergen'de kaldığını söylüyor, ara ara başka ülkelere gidip oralarda yaşasa da on dört yıl boyunca bu kentte takılıyor. Bu metinde Bergen yıllarına odaklanmış Knausgaard, özellikle beş yıla. Yazarlığının başlangıcını, alkolle olan problemlerini ve inişli çıkışlı ilişkilerini görüyoruz. Arada bir günlük tutup yaktığını, fotoğraflardan ve mektuplardan başka bir şey kalmadığını söyledikten sonra ekliyor adamımız: "Mektupları şöyle bir karıştırdım, aralardan birkaç satır okudum ve her zamanki gibi kederlendim, ne korkunç bir dönemdi. Bilgisizdim, aşırı tutkuluydum, hiçbir şeyi başaramamıştım. Oysa oraya yerleşmeden önce nasıl da heyecanlıydım!" (s. 7) Arkadaşı Lars'la çıktığı Avrupa yolculuğundan dönüşte yaşadığı sıkıntılar heyecanını yitirmesine sebep olmuyor, gelecek parlak günler için ödenmesi gereken bir bedel varsa aç kaldığı, saatlerce otostop çektiği yollar bu bedelin ödendiğini söyleyebilir. İlk romanını yazmaya da bu dönemde başlıyor, Yunan adalarından birinde. Leonard Cohen'la aynı denize baktığını bilmek mutluluk verici bir şey, aynı şeyi yapmaya çalıştığını bilmek de. Tabii bu roman çalışması da denizin dibini boyluyor, ilk çalışmalarının tümü gibi. Knausgaard, Bernhard'ı pek sevdiği için ulaşılamayan yaratıyı ararken ve yazdıklarını yok ederken büyük yazarın çerçevesini çizdiği karakterlerden biri haline geliyor sanki. Her ne kadar kendisini parlak bir yazar olarak görmese de yok ettiği, yarım bıraktığı metinlerden -bunların bir kısmı sonlara doğru verilmiş- iyi bir yazar olduğu düşünülebilir. Zamanla olgunlaşan bir yeteneği var adamın, başlarda sadece parıltıları yakalamaya çalışırken sonradan sözcüklere parıltıları yerleştirmeyi öğreniyor ama öncesinde neyi nasıl yapacağını bilmediği için deniyor ve beceremiyor. "Dünya bomboştu, hiçbir şeydi, bir imgeydi ve ben bomboştum." (s. 20) Büyükbabasının yaşadığı yere yaptığı yolculuk da kendisine iyi gelmez, dağlarla denizden çok kente ihtiyacı vardır onun. Yeni ilişkiler kurabileceği, yenilgilerini yaşayabileceği bir kent. Bergen.

Abi Yngve bir otelde çalışıyor, bir yandan okuyor. Karl Ove'un edindiği ilk çevre abisinin çevresi. İlk yılın anlatıldığı kısımda akademiyle sosyal yaşam ele alınmış. Okuldaki öykü ve şiir denemelerinin, arkadaşlarının ve hocalarının değerlendirmelerinin Knausgaard için çok önemli olduğunu görüyoruz, yazdığı şeylere kendisinden daha çok önem verdiğinden ötürü en ufak bir olumsuz eleştiride morali bozuluyor ve bu işi kotaramayacağını düşünüyor. Ne yapması gerektiğine dair fikirleri de yavaş yavaş oluşuyor, baştaki alıntıyı metnin sonlarına doğru söylerken daha en başta kendisine gereken şeyin "Hamsun gibi, bir fikir bulup çıkarmak" olduğunu belirtiyor. Basitten karmaşığa. Yaşamın zorluğunu gördükçe her şeyin o kadar da basit olmadığını anlıyor diyebiliriz, sıkı bir metin yazabilmek için kurmacanın çok ötesinde bir şeylere ihtiyacı olduğunu anlıyor. Sarhoş olup abisinin kafasında bardak kırması, sevgilisini aldattıktan sonra, tekrar aldattıktan sonra, bir daha aldattıktan sonra pişmanlıktan kıvranması, parasızlık, sıklıkla ev değiştirmesi, ailevi problemler ve abisiyle olan gerilimli ilişkisi ona lazım olan görüyü, yaşam deneyimini sağlıyor ve hayatın katman katman açıldığını gördükçe metinleri de derinleşiyor, düz anlatılar olmaktan çıkıp daha duyarlı bir bakış açısı kazanıyor. Daha çok kendisi başarıyor bunu, okulundaki Jon Fosse gibi -Monokl sağ olsun, bir metnini bastılar sanırım, çok iyiydi- hocaları veya arkadaşlarının çok faydalı olduklarını söyleyemeyiz ama bir paradigma kazandırıyorlar adama, yaşamını derinleştirmesine de istemsizce katkı sağlıyorlar. Mesela bir kızın metnindeki fikri çalıyor Karl Ove, kızla yüzleşince yalan söylüyor ve metni çalmadığını iddia ediyor. Anlatının çeşitli yerlerinde bu iç hesaplaşmalarla kaşılaşırız; Karl Ove sayısız halt yer ve sonrasında pişman olur, davranışlarının nedenini anlamaya çalışır ama pek başarılı olamaz. Başarılı olamaması bir yandan iyi, arayışını sürdürmesini sağlar. Karl Ove daha iyi bir insan olmaya çalışırken daha iyi metinler yazmaya başlar denebilir. Hiçbir zaman çok iyi bir insan olmayacaktır, müthiş metinler de yazamayacaktır ama çok iyi ne demektir zaten? Kim kusursuzluğa yaklaşabilmiştir, herhangi bir konuda? Kusursuzluğa ulaşmayı sonsuza ulaşmanın çok yakınlarına koymak gerekir. Karl Ove bunu anladığı, hatalarını ve zaferlerini sahiplendiği an ne yapması gerektiğini bilir. Bu sefer de evlilik, çocuklar, ailevi problemler belirir. Yine önceki kitaplarda gördüğümüz sıkıntıları yaşar; evden uzaklaşmak ve her şeyi geride bırakmak ister. Kendine karşı sorumlu, diğerlerine karşı sorumsuzdur bu kez. Arayı bulamaz. Arayıp bulamamayı gösterir Knausgaard, en azından denediğini gösterir.

İzlanda yıllarında Björk'ün evinde takıldığı zamanlar eğlencelidir çünkü müzikal anlamda bir iddiası yoktur. Birkaç grupta davulcu olarak yer alır, kendine güvensizliği yine zirvededir ama çalabiliyordur, dahi olmasına gerek yoktur. Ünlü olabileceklerken zamanlarını müziğe ayırmazlar ve grup dağılır, küçük zaferler yetmiştir. Bu yüzden ünlü müzisyenler adamımızı severler, birlikte güzel zamanlar geçirirler ama aynı şeyi yazarlar için söylemek mümkün değil. Karl Ove'un ruhunu adadığı iştir yazmak, özellikle iyi yazmak. Bu yüzden kitapları birer birer basılmaya başlanan arkadaşlarını kıskanır, onlarla mesafeli ilişkisini sürdürür. Çok okuyan, çok bilen tiplerin yancısı gibi hisseder, hiçbir zaman rahat etmez çünkü yetersizlik duygusu onu ele geçirmiştir. Gecesini gündüzünü okumaya ayırır ama yetmez, her zaman okunmamış bir şeyler kalacaktır ve bu bile ona acı verir. Daha çok çabalar, daha çok çabaladıkça alkole daha sık sarılır. Kavgalar, kontrolsüz ilişkiler, yıkımlar arka arkaya gelir. Yıpratıcı bir döngüdür bu, yıllar boyunca devam eder, Karl Ove Bergen'i terk edene kadar. Çok detaylı ve derinlikli olaylar, bunlara girmiyorum.

Şöyle; geçen sene bu zamanlarda, belki biraz daha öncesinde dördüncü kitabı bitirdiğim sırada hayat berbat gidiyordu ve sonraki sene her şeyin düzelmiş olacağını, beşinci kitabı büyük bir mutlulukla okuyacağımı düşünüyordum. Eh, her şey bambaşka bir şekilde düzeldi ve kitabı büyük bir mutlulukla okudum. Şimdi serinin son kitabının çıkacağı 2019'un baharını, Karl Ove'a nasıl veda edeceğimi düşünüyorum. Game Of Thrones'a da veda edilecek. Sonra her şeye devam. Eyvallah çekerek. Ama şimdiden acısını çekiyorum bunun, bitiyor yahu. Ben Karl Ove'a şimdiden veda ediyorum, erken olması daha iyi. Okumayan varsa da seriyi, bir şey demiyorum. Okusanıza arkadaş.

13 Haziran 2018 Çarşamba

Giovanni Papini - Gog

Yazma işine yetişemiyorum. Yüze yakın kitabı bir gün yazarım diye yanımdaki rafa koydum ama bazılarını unuttum, bazılarını nasıl toparlayacağımı bilemedim. Öylece duruyorlar. Mesela Norman Mailer'dan Çıplak ve Ölü, Georges Perec'ten Paralı Asker, Vedat Türkali'den Bir Gün Tek Başına, evlat Herbert'ın Dune üçlemeleri, bir PKD, bir DeLillo, bir Robbe-Grillet, gidiyor böyle. Tabii Papini'nin Bitik Adam haricindeki kitapları. Düşsel Konçertolar'ın ikisini de Zonguldak'ta çalışırken okumuştum, İstanbul'a tayin işleri sırasında yazmaya vakit bulamadım. Gog'u da geçtiğimiz kasımda okumuşum, sıkıntılı zamanlar olduğu için kaldı. Aslında kalanların çoğu askerde okuduklarım. Onları kafamdan direkt silmişim, tekrar okumam lazım. Onca uğraşım heba olmuş, yeni fark ediyorum. Okumak için yarattığım zamanın askerliği yemesi, elde kalan bu oldu.

Bitik Adam'da Papini'nin ruh hallerini, fikirlerden fikirler doğuran bir zihnin yankısını duyduk. Acılarla doluydu. Kadınlar, edebiyat, felsefe, gelecek, dünyanın bütün uğultuları tek bir noktaya sıkışmıştı. Bütün bunlarla ne yapacağını bilmeyen adamımız, bir çıkış yolu bulabilmek için zamanın geçmesini beklemek zorundaydı. Zamanı geçirememek, asıl problemi buydu. Her şey geride kalmaya başladıkça adamımızın sıkıntılarının ortadan kalktığını gördük. Kadınlara yaklaşamayan adam, bir süre sonra kadınlarla oynadığı oyunlardan bahsediyordu ve kendine yeni sıkıntılar buluyordu. Odağı bu ve bunun gibi çıkmazlardı. Yaşamın kendisiydi, sadece bunları içeren bir yaşam. Papini, sıkıntısını çoğaltır gibi karakterlerini de çoğalttı, ikisi koşut ilerledi sanıyorum. Araya çağının bilinen insanlarını da kattı; Ford'u ve Einstein'ı kurmacanın içinde, mümkün bir paralel gerçekliğin içinde konuşurlarken buluruz.

Gog nam adamla tımarhanede tanışan anlatıcı, Dalmaçyalı bir şairi ziyaret ettiği günlerden birinde Gog'un ilginç hayatını öğrenir. Gog dünyayı dolaşmış, yaşayabileceği hemen her şeyi yaşamış bir gezgindir, dünyanın en zengin adamlarından biri olduğu için ne istemişse gerçekleştirmiştir. Tımarhaneye kendi rızasıyla girip kafa dinlemek ister ama coşkun ruhunu dizginleyemez. Paradoksal konuşmalarındaki "hayvanca çıkışlar" bu adamı anlatıcı için oldukça dikkat çekici kılar. Yazıları da ilginçtir, bir gün doluca bir defteri anlatıcıya verir ve anlatıcıdan defteri okumasını ister. Büyük bir olaydır bu; anlatıcı okuduklarından inanılmaz ölçüde etkilenir ve kronolojik bir sıraya koyduğu parçaları yayımlatır. Gog'un fikirlerine katılmadığını ve Gog'dan nefret ettiğini söyler ama adamın barbarlığı olağanüstülüğe karışmıştır, son derece çekici bir ilkellikte deneyimledikleri dünyanın bütün gizemlerine açıktır. Bu sayede okuruz insanların söylediklerini, yaptıklarını. Bütün bunlar bir notun içinde yer alır, altta Papini'nin imzası vardır. İnanabiliriz yani her şeye, kurmacanın en eski oyunlarından biri iş başındadır. Yalanın da. İçine bir parça gerçeklik katılan yalanın inandırıcılığı nasıl tavan yaparsa işte.

Birçok bölümden oluşan metnin her bir parçasında ayrı bir delinin, dehanın veya orijinal fikirler taşıyan kişinin yaptıklarını ve düşündüklerini öğreniriz. Kişileri nasıl ele alacağımı bilemiyorum, Gog'un yolculuklarında ortaya çıkıp kaybolurlar, evine çılgın projelerle gelip kaybolurlar, her zaman söyleyeceklerini söyleyip giderler. Çılgın projeleri için Gog'dan para istedikleri olur, nüfuzundan faydalanmak isteyen olur. Çeşit çeşit. İnsanoğlu böyledir, vermezsen de isterler. Neyse ki hikâyeleri oldukça ilginç. Şahsen Gog'un yerinde olsam aynı şeyi yapardım ama kafayı yemezdim sanırım. Neyse, en ilginçlerini anlatayım. Gog'dan başlıyoruz elbet, adamımız, "Nedir şu edebiyat yahu?" diyerek klasik eserleri toplar, okur. Neyi okuduğunu biliriz, mesela "canı sıkılıp kocasını aldatan ve nihayet kendisini zehirleyen taşralı bir kadının sıkıcı hikâyesi" adres olarak gayet açıktır. Hepsi saçmalıktır, edebiyat Gog'a aradığını vermez. İkinci adam, sessizliğin musikisini icat eden. John Cage'in bu adamdan etkilendiği hayalini kurup gönül eğliyorum. Üç, Ford. İnsanların ellerindeki sanat eserlerini otomobillerle değiştirecekleri çağın pek de uzak olmadığını söylüyor.

Gandi'nin üzerinde durmak gerek. Dünya işleriyle ilgilenmeyen eski Hintlilerden olmadığını söylüyor Gandi, halk kitleleri Batı'nın özgürlük mesajını anlamadıkları için öne çıktığını, İngilizlerden daha İngiliz olabileceğini söylüyor. Sınıf farklarını kaldırma fikrini Fransız İhtilalinden aldığını da söylüyor. "Ben, vatanımın eski ruhuna, geleneklerine ihanet ettiğim için Hindistan'ın kurtarıcısı olarak göründüm." (s. 30) Evrensel ilkeleri yerele uyarlayarak kendi insanını uyandıran Gandi, onların gözünde vatana ihanet etmiş sayılabilir ama onlara özgürlüklerini vermiş durumda. Özgürlük mutlak bir özgürlük değil tabii, yine de önemli kazanımlara sahip.

Maskeler. Gog'u dinliyoruz yine. Üç Japon maskesi satın alan adamımız, insanların neden günlük yaşamlarında maske kullanmadıklarını merak eder ve maskenin tarihini çıkarır. Hawthorne'un öyküsündeki gibi maskeyle bir şeyleri gizlemeye çalışan insanların aslında dünyayı çıplak bıraktıklarını söyler. Maskeler aynalara dönüşür ve herkes maskede kendini görür, davranışlarını ona göre biçimlendirir. Tersine maske, bilinmeyenden bilinene ulaşmak. Tersine tarihçi de aynı izleği takip eder, tarihin daha iyi anlaşılması için kronolojik dizilimi tersten okumanın daha iyi olduğunu ispatlamaya çalışır. Diğer kişiler gibi onun da söylediklerinde mantıklı bir yön vardır, fikirleri düşündürücüdür ve tatbik edilebilir. Lakin tek bir yöne doğru ilerleyiş mevcuttur ve zaman algısı oluştuğundan beri değişmez bir şekilde sürer. Daima ileri. Şöyle hayal ediyorum; beyaz karelerde ölüme doğru bir koşu. Sonra negatif; siyah karelerde beyaz bir figürün koşusu. Buranın suyunu tattık, toprağına bastık, ağacına tırmandık, denizine girdik, yağmuruna tutulduk, batan güneşini izledik, sevdik, üzüldük, güldük ve ağladık. "Bu kadarı kafi," deyip sonsuza dek kaybolmaya tamam. Ama bunun devam filmini çekmeyi de istemiyor değilim, ne biçimde olursa olsun.

Babil'in gizemlerinden atomun büyüsüne, teknolojinin sihrinden kadim zamanların gizemlerine kadar hemen her şeyi anlatan onlarca insan, onlarca serüven, dehayla deliliğin arasında gezinen sayısız fikir. Papini, medeniyetin çizgilerini katranla bozuyor ve alternatif düzenlerin, yaratıların belirsiz imajlarını sunuyor. Tatavayı geçersek, hasta ruhlu bir deha.

Ek: Askerlikten Sights'a geçiyorum. Bakın, sabahın beşi. Beşparmak'ın eteklerinde, garaj nöbeti. Gün doğuyor. Bu şarkı çalıyor, çarpılmayayım diye kısık sesle dinliyorum. Üç yıl olacak ama her şey o kadar canlı ki. Sonra yeni albüm çıkardılar, bu sefer Hannah'ya gerçekten tutuldum. Mesela:

10 Haziran 2018 Pazar

Stephen Graham Jones - Melezler

İthaki'nin Karanlık Kitaplık serisi sağlam başladı ve sağlam ilerliyor. Stephen Graham Jones'la nispeten genç yazarlara da el atıldı. Bu kurtadam takıntılı kurtadamın eserleri bir bir çevrilmeli, Melezler'in çok sıkı bir anlatı olmasına dayanarak istiyorum bunu. Gerçekten sıkı, ince düşünüldüğü için. The Walking Dead'in çizgi romanlarını okuduysanız görmüşsünüzdür, en arka sayfada serinin takipçilerinden gelen ilginç soruların cevaplandığı bir bölüm var. Karakterlerin tıraş olmalarından buldukları besinlerin son kullanma tarihlerine kadar pek çok mesele sorgulanır, Kirkman da esprili bir dille soruları cevaplandırır. Aynı olayı bu metinde de görüyoruz, tabii burada söz konusu olan kurtadamlar. Bildiğiniz gibi kurtadamlar ötemorfoza uğrarlar, insandan kurda ve kurttan insana dönüşürler. Vücut yapıları değişir, psikolojileri değişir, hayvanlaşırlar ve insanlaşırlar. Bir sürü detayı var bu dönüşüm meselesinin, Jones gerek esas oğlanına sorular sordurarak, gerek olaylar gerçekleşirken kurtadamları birçok yönden inceler, kurtadam olmanın doğasını yansıtır. Bu açıdan etkileyici ayrıntılarla karşılaşırız, hemen her bölümde. Daha çok soru sorulabilir ama Jones yeterince soru cevaplıyor. En sevdiği kitabı buymuş bir de, makul.

Postmodern olarak anılmış arka kapakta Jones. Tek bir metinden çıkarım yapmak doğru değil ama Melezler'deki anlatım tekniği postmoderni çağrıştırsa da bu büyük bir iddia. Belki kurtla insanın, doğayla modernizmin çatışmasından yürünürse, eh, oradan bir şeyleri yakaladığı söylenebilir ama odak olarak bunu almadığı için... Bilemiyorum, metinde neyi nasıl yaptığına odaklanmak istiyorum.

Yirmiye yakın bölüm var, parçalı bir bildungsroman. Esas oğlanın adını bulamadım, sanırım metinde hiç geçmiyor, erginlenme ayinini yaşayıp bir isim almadığı için olabilir, henüz kurda dönüşmediği için olabilir. "Henüz" diyorum ama bu zamanı sabitleyen sözcüğün pek bir anlamı yok, her bir bölüm farklı bir zamanın olaylarını içeriyor. Anlatıyı birbirine bağlayan iki teknik var; Jones neden-sonuç ilişkilerini farklı bölümlere dağıtıyor ve böylece bütünlük sağlanıyor. İkincisi de esas oğlanın -adını Lou koyayım, manalı olsun- yaşının her bölümde söylenmesi. On iki, on dört, altı, on beş. Parçalar birbiriyle uyumlu. Anlatım teknikleri oldukça başarılı, bu açıdan Jones'un türe gerçekten büyük katkı sağladığı söylenebilir. İkinci olarak da şu söylenebilir; kurtadamların insanlar arasında kendi kimliklerini kaybetmeme çabaları, var olma mücadeleleri son derece insani. Büyük bir savaşa yol açıyor bu, insan-kurt zihni birbiriyle sürekli mücadele etmek zorunda. Bir kurtadam önüne gelen hayvanı yiyemez, hayvanın sahibi peşine düşerse vurulan kapıyı açtığında burnuna bir tüfek dayanabilir. İnsan gibi düşünmeli, kurtken. İçgüdülere karşı koymaya çalışarak. Sırf bu döngüsel eziyetin gerçekçiliği için Jones'u kutlamak gerek. Üçüncü bir olay, Jones olabildiğince insan olan kurtadamları -tersi de söylenebilir- kendi yaşadığı topraklarda var etmeye çalışıyor. Aslında bir insanın imgelemlerinin kurt zihnindeki halini inceliyor denebilir; Kevin Lynch'in insan-kent ilişkisine göre düşünürsem kurtların da kenti kendilerince yarattıklarını, imgelerini her bir yapıya uyarladıklarını -tersi de...- görüyorum ve artırıyorum, insanın doğayla ilgili sayısız imgesi vardır ama doğada yaşayan bir insanın imgelemi nasıldır? Bunu bilemeyiz, kentlerde yaşayan insanlar olarak bilmek mümkün değil. Charles Foster, Hayvan Olmak nam eserinde sırf bu imgeleri yaratabilmek/yaşayabilmek için olabildiğince hayvanlar gibi yaşıyordu ve çabaladığı şeye ulaşmanın imkansız olduğunu söylüyordu. Kurtların doğayı nasıl kurguladıklarını düşünüyorum, bizim kentleri kurgulama biçimimizden yola çıkarsam bir nebze yakınlaşabilirim ama hâlâ uzakta kalır. Jones'un yapmaya çalıştığı şeye bakıyorum, evet, çok daha yakın.

Dede, Libby Teyze, Darren Dayı. Lou'nun annesi Lou'yu doğururken ölmüş. İnsan bedeninin kurtadam olma potansiyeli taşıyan bir bebeği doğurması genellikle ölümle sonuçlanıyor, türler arasındaki uyumsuzluk daha doğum sırasında ortaya çıkıyor. Bu konuda geniş kapsamlı bilgiler veriliyor; başka bebekler, başka kurtlar, yaşama tutunabilenler ve doğum sırasında ölenler dedenin hikâyelerinde mevcut. Dede ilginç bir karakter, II. Dünya Savaşı'nda cephenin öbür tarafında, Naziler kendisine Kara Kurt diyormuş, karnını her gece tıka basa doyuruyor olmalı. Kendi türünü ortadan kaldıran bir temizlikçi aynı zamanda, türün devamı için korunmaları ve gizlenmeleri lazım, tehlike arz eden tipler dedenin hedefi haline geliyor. Kendi çocuklarına kıymayı düşündüğünü de öğreniyoruz, öldükten sonra. Dede daha başlarda ölüyor ve çocuklarıyla "eniği" ardında bırakıyor. Libby'nin toparlayıcılığında Darren ve Lou iyi kötü idare ediyorlar. Darren on altı yaşında yuvadan ayrılıp yara izleriyle döndüğünde erginliğini tamamlamış oluyor, kurtların yalnızlık ritüeli gibi bir şey olsa gerek bu. Tek başına avlanmayı öğrenmek, hayatta kalmaya çalışmak. Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı aklıma geliyor ister istemez, köpeklerle kurtların ilişkilerinin yanında insanların hayvanlara davranışları bu metin için iyi bir arka plan oluşturabilir. Kurtların temel özellikleri az çok bilinir şeyler, oradan veya buradan okuyup, izleyip öğrenmişizdir. Dolunay, gümüş kurşunlar ve diğer şeyleri de fantastik eserlerden biliyoruz, hatta anlatının bir yerinde bu klişeler Darren ve Lou kurtadam filmi izlerken Darren tarafından ele alınır. Parodinin gerçeğe yansımasının parodiyi dalgaya almasını görürüz, babasını katleden oğul. Gerçeklik katmanını sağlamlaştırır bu. Hatta filmde çok ince bir detayı yakalayan Darren, yönetmenin de kesinlikle kurtadam olduğunu söyler. Başka kurtadamlar da vardır, bazen bizimkilerin karşısına çıkarlar. Büyük bir gizlilik içinde yaşayanlar, kudurmuş kurtlara dönenler, kurtadam oldukları halde doğalarını bastıranlar, hemen her biri için ayrı bir bölüm ve macera var. İşin Darwin'e uzanan boyutu da dikkat çekiyor; kurtların rengi -dönüşümden sonraki ve önceki- genlerin baskınlığı ve hayatta kalmak için mutasyona uğramaları üzerinden muhabbet konusu oluyor. O kadar çok detay var ki anlatmaya gelecek gibi değil, keşfedilmeli.

Kısa cümleler. Kurtların hassas algılarının en ufak bir uyaranı fark etmesini andırır ölçüde ani değişimlere açık, paragraflar her bir anı farklı bir düzlemde yaşayan hayvanları çağrıştırırcasına dizili. Upuzun paragraflar yok, basit ve nokta atışı diyaloglar kesinliği ve netliği sağlıyor. Davranışlar gibi; en küçük bir değişimde/hadisede yola düşmeleri gerektiğini biliyor bizimkiler. Lou'nun okulda tanışıp aşık olduğu kızın dedesinin kurtadam ve kurtadam avcısı olduğu ortaya çıkınca, tayfa da evi basan bu herifi öldürünce anında uzuyorlar oradan. Bölge tehlike altına girdiğinde orayı korumaya çalışmıyorlar, başka bir bölge belirleyip oraya yönleniyorlar. Hatta yolda Darren'ın geçmiş zamanda kazıkladığı bir adamla karşılaştıklarında "meşale ve yaba" etkinliği yaşanacağını öngörerek planları tekrar değiştiriyorlar. Yine de tuzağa düşebiliyorlar, Darren çalıştığı bir ilaçlama şirketinin elemanları tarafından yakalanıp hapsediliyor, sidiği böcekleri kaçırdığı için. Bu bölümün soluksuz okunacak kadar iyi kurgulanmış ve heyecanlı olması bir yana, Jones aralara öyle detaylar yerleştirir ki zihindeki kurtadam imajı daha detaylı bir biçime bürünür; mesela Darren'ın işemesiyle birlikte farelerin evden kaçtığını öğreniriz. Öylesi bir işeme. Helal Darren. Sen çalışıyorsun, aileye ekmek getiriyorsun. Gerçi ihtiyaç yok ama normalmiş gibi davranmalısınız. Belki de normalsiniz ama ilahi mesajda sizin adınız geçmiyor ve kiliseleri pek sallamıyorsunuz. Umrunuzda değil. Lou için okula gitmek de aynı hesap. Eğitim hiçbir işine yaramayacak, eğer kurtadama dönüşürse. Tahmin edileceği gibi Lou'nun dönüşüp dönüşmeyeceğini merak ediyoruz anlatı boyunca. Hayvanları kıllandırmıyor, buradan dönüşmeyeceğini çıkarabiliriz. Belki de dönüşüyordur, kim bilir? Okuyan tabii, okusanıza bunu. Çok iyi çünkü.

Son: Olayların art arda dizildiği kuru bir anlatı değil, Bradburyvari bir karnaval anlatıya adım atıyorsunuz. Ailenin yaşadığı karavanın havaya uçma sahnesi var, benzetmeler inanılmaz. Şiir okurmuş gibi. Çağrışımlar, neler neler.

Müthiş. Kaçmaz.