30 Ağustos 2018 Perşembe

Şenay Eroğlu Aksoy - Evlerin Yüreği

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'yi geciktirmek için elimden geleni yapıyorum. Birincisi; yazdığım romanımsı şey canıma okudu. İnanılmaz derecede yoruldum, hatırladıklarımdan kurtulduğumu hissediyorum ama kendimle ilgili ne kadar çok şeyi unutmuş olduğumu hatırlayıp daha çok yoruluyorum, başkalarını hatırlayışım bir yana. Bir noktada Knausgaard için kullanılan "edebi intihar" noktasına geldim sanırım, gerçeği ne kadar kurmacaya uydurmaya çalışsam da bir noktada karar vermek zorunda kaldım, ya her şeyi -yapıp unuttuğum şeyler dahil- olduğu gibi değerlendirecektim, ya da gerçeklikten iyice uzaklaşıp anlatılacakları örseleyecektim, eleyecektim. İlkini tercih ettim. Emre, "Seni dava ederim, daha fazla yazma lan beni," diye tehdit etti. İsimleri değiştiriyorum ama en anlatılmayacak şeyleri anlatıyorum bir yandan, şirazem kaydı, ahlaktan nasibini azıcık olsun alamayan bir hayvanmışım ben, yazdıklarımı biraz okuyunca böyle dedi Emre. Neyse, ikincisi; bu yazı işine girince okumaya daha az zaman kaldı, Gökçeada'yı iyice bir gezmek istiyordum ama olmadı bir türlü. Zaten mesele Proust olunca at koşturur gibi okuyamıyorsunuz. Bir yavaşladım, iyi geldi açıkçası. Her şey yavaşladı. Yıllar sonra diyeceğim, ilk kez ayaklarımı uzatıp hiçbir şey yapmamanın/yapmayacak olmanın saadetine vardım. Aklımda en ufak bir düşünce kırıntısı yok. Sadece sonsuz. Karşımda deniz, bulut, ada ve gök olarak öylece duruyor.

Araya birkaç kitap sıkıştırdım, onları anlatayım. Bir tanesi Şenay Eroğlu Aksoy'un iki öykü kitabından biri. Kimya teknisyeni olan Eroğlu Aksoy 1968'li ve öyküleri biricik imgelerle yüklü, dil ölçülü bir kapalılıkta, ataerkil toplumda kadının konumu meselesi ağırlıklı. Yeni soluklu öyküler, konu ve anlatım tekniği açısından olmasa da sözcüklerin yarattığı imajlar açısından. Klasik anlatıda hiç kullanılmayan pencerelerin açılması gibi düşünülebilir. Bir manzaraya hiç bakılmamış bir yerden bakmak gibi de düşünülebilir. Olur yani bunlar.

Çığlık nam öyküyle başlıyorum, gırtlağı delik kadınların yaşadığı distopik bir mekândayız, tekmelenen kadınlar, bağırılan kadınlar seslerini kaybetmişler ve buraya konmuşlar. Sesleri olmadığı için birbirleriyle iletişimleri de kısıtlı. "Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı." (s. 9) Neredeyse yaşamıyorlar, yoklar. Nazilerin gaz odalarına benzetiyor mekânı anlatıcı, oraya geldiği ilk günlerde çok korkmuş olmasına rağmen alışmış. Etrafındakilerle kurduğu yakınlık da sosyallik ihtiyacını bir ölçüde karşılıyor, yetinmesi mümkün olmayan kadının anlatıcı olarak bir hikâye anlatmaya başladığını düşünebiliriz. Oraya nasıl konduğunu, sesini nasıl kaybettiğini anlattıktan sonra Aysel'in hikâyesini de ekleyerek bitiriyor anlatısını. Aysel dövülüyor, tekmeleniyor, sesini kaybetmesi yeterli değil, bazı insanların sınırı yok, kötülükse konu.

Abis, bir celladın hem kendi ağzından, hem de bir anlatıcı tarafından anlatılan hikâyesi. Cellat hiç evlenmiyor, sessiz sedasız tekme vuruveriyor sandalyelere, insanları havada bırakıyor, boyunlarda bir ip. Yalıtılmış, tek başına yaşıyor, kasabanın dışındaki tepelerden birinde. Astığı bir adamın oğlunun kendisini öldürmesinden korkuyor, çocuk alenen tehdit ediyor adamı. Cellat bir tüfek alıyor, evinin civarındaki hayvanların üzerine kurşun yağdırarak nişancılığını keskinleştiriyor. Geçmişini hatırlıyor bir yandan, hapisten çıkınca bir tekmelik para vermişler ona, sandalyesine vurduğu adam havada öylece dönerken meyhaneye gidip parayı orada yemiş. Ailesi de pek sağlam ayakkabı değilmiş, kimsesi yokmuş, cellat olmuş o da. Gece vakti patırtılar yükselince sıkarmış sesin geldiği yere, o geceden sonraki gecelerde evin etrafında yine karaltılar olurmuş. Kime sıkıyormuş kurşunları cellat? Korkularına, kendiyle birlikte ölebilecek şeylere.

Arka Bahçe, etrafında olup biten yaşamlara -yaşam olup biter, evet- uyum sağlayamayan, sevdiği adamı gözlemekten başka bir işi olmayan yalnız bir kadınla ilgilidir. Biyolojik saati çalmaktadır, yavrulayan köpeklerle, çiftleşmeyle ve çocuklarla ilgili detaylar öykünün her yerine yayılmış durumdadır, ne ki adam birkaç aylığına iş için gitmiştir oradan. Birkaç ay, beklemek için çok uzun bir süre, karnında bebeğiyle umut eden bir kadına göre. Muhtemelen birkaç ay sonrası da beklemekle geçeceği için.

Sis, mahallenin yosmasıyla genç bir aşığı arasındaki kavuşamama öyküsüdür. Başakların arasında yapılır bu iş, kadın oldukça güzeldir ve gencin kalbini çalar ister istemez. Başakların arasında yapılana bu genç dahil değildir, o penceresinden izler her şeyi. Kendisiyle birlikte pencere de, binalar da, kentin kadınlarıyla adamları da izler, bütün kent yosmayla müşterisini izler. Sonrasında genç adam mektup yazar bir dolu, kadına gönderir ama kim olduğunu söylemez. Kadın mektupların müellifini merak etse de çok da üstüne düşmez, işinden ötürü yaşamının suyu kesilmiş gibidir. "Mabetlerinizde etimden tuğlalar. Biraz daha ayırıyorum bacaklarımı. Eteğimi kaldırıyor adamlar, aldırmıyorum." (s. 27) İzlek olarak tek bir söz: "Seveyim mi seni?" Genç, tarlaya gidip sevdiği kadını öldürdükten sonra kadının kulağına bunu fısıldar.

On sekiz öyküden dördü böyledir, sondaki üç öyküyse ayrı bölümlenmiştir. Onat Kutlar'dan, Oğuz Atay'dan ve Tezer Özlü'den birer öyküye uçlar. Uçlar, öykülerin içlerine sızar ve o öykülerdeki karakterlerden bazılarını taşırlar, karakterleri taşımasalar da öykülerin dünyalarında kendilerine yer bulurlar, dünyalara eklemlenirler.

Şenay Eroğlu Aksoy iyi bir öykücü, dünya kurabiliyor. Belki biraz daha farklı anlatım biçimlerine yönelse öyküleri daha çok renk taşıyabilir. Bilemiyorum, kendi görüşüm. Kitaplardan anlamadığım için lüzumsuz da olabilir. Okuyun, seversiniz.

Bir de şu. Gökçeada'yı aklıma kazıyan şarkı bu oldu. Güneş batarken hiçbir şey seçilmiyordu, bu şarkı da o ânı tamamlıyordu. Sözleri bitirdi beni. Leprous çok deli bir grup zaten, dinleyin, seversiniz.

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Wilhelm Genazino - Aşk Aptallığı

Sonsuzu iki şekilde sezebiliyorum, doğayı ve ölümü düşünerek. İkisi de birbirine dönüşebildiği için tek bir noktaya çıkılıyor ama o noktanın ne olduğunu bilmiyorum, sayısız isimle adlandırılmışsa da bir isim diğerini dıştalıyor, o yüzden adı es geçiyorum, işim sonsuzla. İnsan sonsuza bakıp kendine bir çeki düzen verebilir. Kimi de veremez, döngünün bir parçası olduğunu hissedemez ve yüce bir şeyin karşısında olmaktan öteye geçemez. Geçebilseydi her şeyin dönüşebilirliğini, kendinin dönüşebilirliğini anlayarak bir başkası olurdu, en azından karanlıkta kalan yanlarını görürdü, kararsızsa ne yapacağını bilirdi. Yine Vonnegut; denizin hakikati, ağacın gerçeği her şeyden daha çok itimat doğurur. Kopkoyu bir acının karşısında ağacı, suyu ve toprağı dinlemeden, daha doğrusu dinlemenin sonucunda ortaya çıkan o kısılmışlıktan kurtuluşun yolunu göremeden kurtulamayacak insan. Yetenek bu; doğaya-ölüme bakmak için çaba harcayanlarda bile bulunmayabiliyor. Neye bakıyorlar o zaman, bir adım ötesini görememelerinin sebebi ne, denk gelirsem soracağım. Ne diyeceğim gerçi. "Pardon, görmüyor musunuz ya?" derim herhalde.

Ölümü düşünmek veya doğaya bakmak. Elli iki yaşındaki adamın bunlarla pek bir işi yok. Kendi düşüncelerinin salınımını takip ediyor, şimdiye kadar başka türlü bir uğraşı olmamış. Genazino'nun üslupçuluğu; Türkçeye çevrilen diğer metinlerinde de aynı adamla karşılaşırız, aynı uğraşları görürüz. Yürümenin anlatısıdır aslında, yürümenin sağaltıcılığı olmadan. Sokaklar, insanlar, nesneler, diyaloglar, garip kişilikler, kıyaslar ve kendini bunların içinde bir yere konumlandıramama. Aşk aptallığından bahsediyor, hatta kuramlaştırmaya çabalıyor anlatıcı ama aşkı bir sözcükten öteye uzandırdığını hiç sanmam, aşkla hiçbir ilgisi yok kendisinin. Sevgiyle de. Belki biraz var ama hayatındaki iki kadına karşı kalbiyle hareket ettiğine dair bir işaret yok. İçi boş sözcüklerle tanımlıyor onları, tamamen kendi perspektifinden gördükleriyle yetiniyor, empati kurabildiği şüpheli. Verdiği kıyamet seminerlerinde yeni faşizm modellerini ve insanoğlunun sonunu getirecek iletişimsizliğin tehlikelerini anlatırken bile sadece bir iş bu, ötesi değil. Ötesinde insanlık için kaygılanması umulur ama bu da elde yoktur. Hissiz bir adamın yaşamını anlatır Genazino, belli bir zaman aralığında kronolojik biçimde ilerler, geçmişin izi pek azdır. Anlatıcı daimi bir şimdide yaşar gibidir, geçmişine ket vurmuş gibidir. Ara ara çocukluğuna döndüğü olur, orada sadece travmatik anılar vardır. Sıkıntı büyük ama ne olduğunu da tam anlatmaz, sadece sürüklenişini gösterir.

Pizza yenecekse Sandra veya Judith hazır, sadece seçmek kalıyor. Sandra otuz dört yaşında, şef sekreter olarak çalışıyor. Yirmi üç yıldır tanışlar, başlarda evlenmek üzerelerken anlatıcı çocuk sahibi olmak istemediği için Sandra bir başkasıyla evleniyor, çocuk doğuruyor ve anlatıcıyla tekrar görüşmeye başlıyor, evlilik sürerken. Boşanmanın ardından tekrar beraberler, Sandra hedefini gerçekleştirdikten sonra adamımızla doludizgin yaşamaya devam ediyor. Genellikle Sandra'nın evinde buluşuyorlar, adam eve pek çağırmıyor Sandra'yı. Judith'i de. Judith anlatıcının yaşlarında. Gençliğinde umut vadeden bir piyanistken sıçrama yapamadığı için istediği seviyeye gelemiyor ve ders vermeye başlıyor, şehrin her yerinde öğrencileri var, yabancı dil ve müzik öğretiyor. Sandra'ya göre daha entelektüel, tercih edilme sebebi muhtemelen bu. İki kadının birbirlerinden haberleri yok, adam "hayata çift demir atmak" için iki kadınla birlikte. İkisinin de hassas noktalarını biliyor, nelerden hoşlandıklarını biliyor ve davranışlarını bu özelliklere göre belirliyor. Sonunda yine kendi bencilliğine varıyor; Sandra'nın tembihlerine rağmen o yokken çiçeklerini sulamaya gitmediği için birkaçının ölümüne sebep oluyor, yenilerini alıp olayı çaktırmamak için plan yapıyor, bunun gibi şeyler. "Hesaplaşmam gereken biri var ve o benim." (s. 16) Adam yaşlandığını hissediyor, varisleri kendisine acı veriyor ve sağlık problemleri ardı ardına belirdikçe bir tercih yapmaya doğru sürüklendiğini hissediyor. Tercih, tartının hangi kefesi ağır basarsa onu seçecek. Yalnızlığını, korkularını ve umutsuzluğunu düşünürsek Sandra'yı tercih ettiğini söyleyebilirim, Sandra adama uzun yıllar bakabilir. Çıkardan başka bir şey yok, günümüz toplumunun kara mizahi bir anlatımı. Sevgisizlikten, ilgisizlikten ölmenin mümkün olduğunu söylüyor Tomris Uyar, bu adam sıkı bir katil olabilirdi, birlikte olduğu kadınlar da kendisine biraz olsun benzemeseydi. Sandra adama evlenme teklif ediyor, sırf kendi ölümünden sonra emekli maaşı adama bağlanabilsin diye. Burası karanlıkta, anlatıcı bilerek anlatmıyor ama kadının ölüm korkusundan faydalandığını söylemek mümkün. "Tek eşlilerin acıları" kendisi için katlanılabilir değil, korkusu ayyuka çıktıktan sonra çok eşliliği de söz konusu değil. Anlatıdaki zaman tam bu kırılma noktasında akıyor.

Kendisini dondurmuş gibi hissediyor adam, belli bir yaşta sonsuza kadar kalabileceğini düşünürken yılların geçtiğini fark etmesi zaman alıyor. Eski eşiyle karşılaşması, eskisi gibi ereksiyon olamaması gibi sorunlar alarm zillerini çaldırıyor, çünkü seminerlerinde anlattığı kıyametin kendisi için çoktan geldiğini, bunun farkına varmadığını anlıyor. Bağlanma probleminin yanında kendine güvensizliği de pek çok olayda görülebilir, insanların kendisi hakkında ne düşündüklerini çokça umursuyor. Başka, bırakamıyor. Düşünce zincirinden kurtulamıyor, uçan kuşun konduğu binada yaşayan insanlardan biriyle çorba içerken kaşığını yere düşürür düşürmez, onca düşüncenin ağında, hiç istemediği bir şekilde kapana kısılıyor. Kendinden kurtulması için kendinden kurtulmaktan başka bir yol olmadığını göremiyor, terapist benzeri bir adamdan yardım istiyor nihayetinde. Adamın salık verdiği olay çok hoşuma gitti, ben de deneyebilirim. Eski bir bavul veya çanta alıyorsunuz, eski eşyalarınızı -yeni de olabilir, size kalmış- bavula koyuyorsunuz, sonra bir banka oturuyorsunuz ve bavulu görebileceğiniz, işlek bir noktaya bırakıyorsunuz. Biri gelip bavulu alıyor, gidiyor. Gitmesine izin veriyorsunuz. Tarihinizin bir parçası kayboluyor, sizi biçimleyen nesnelerden kurtuluyorsunuz ve yeni biçimlenmelere açılıyorsunuz. Adamımız buradan ölümün hiçliğine ulaşıyor; ölmek her şeyin götürülmesi, ortadan kaybolması demek. O zaman fark ediyor adam, seçme zorunluluğunu kendisi uydurdu, o zaman eski bir çantaya seçme zorunluluğunu koysun, yaşlılığını koysun, üzüntü veren ne varsa koysun ve her şeyin kaybolmasına izin versin, bir sonraki atağa kadar. Başlanan noktaya dönüş. Yeterince yargıladım zaten, biraz daha yargılayayım. Tom Hardy'nin Locke diye bir filmi var, Hardy'nin oynadığı karakteri pozitif kutba koyarsak bu adamı negatife koyabiliriz. Filmde adam iki kadınla sürdürdüğü ilişkinin doğurduğu problemleri -karısı ve çocukları kendisini evde beklerken o bir iş seyahatinde tanışıp seviştiği, hamile bıraktığı kadının doğumuna yetişmek üzere yola çıkmıştır- ve iş yerindeki sıkıntıları birkaç saatlik yolculuk sırasında, telefonla çözmeye çalışır. O kadar dirayetli, kişiliğinden ödün vermeden hareket eder ki... Bilemiyorum, sanırım gerçeklikleri eşitleme diye bir şey uyduracağım. Derin bir ilişki kurduğunuz insana bilmesi gerekenleri -o insanın taleplerine göre belirlenir bunlar, dengelenir, itilip çekilir, olmazsa ilişki derinlikten uzaklaşır ve kopar- söylersiniz veya söylemezsiniz. Söylerseniz gerçeklikleri eşitlersiniz, söylenecek şeyler sizin için çok önemli şeyler olabilir, bu durum o insanın da çok önemli olduğunu gösterir. Değer verdiğinizi gösterirsiniz. Sessiz kalarak farklı bir gerçekliğin üretilmesine yol açıyorsanız, o zaman o insanın onurunu, kişiliğini, kısacası yaşamını umursamadığınızı gösterirsiniz. Sanırım dünyada bundan daha büyük bir haysiyetsizlik yoktur. İnsan olan yapmaz diyelim. Haysiyetsiz lan bu herif kısaca. Hardy'ye bakın, adam telefonda çat çat eşitliyor gerçeklikleri, eşine durumu anlatıyor, çocuklarıyla konuşuyor, bedeli ne olursa olsun. Helal be.

Gevezelik bir yana, adamımızın dünyasında her şey bir tedirginlik kaynağı. İletişim kurmak zorunda kaldığı insanlar, sokakta karşılaştıkları, evindeki eşyalar dehşet verici. Kadınlarıyla birlikte olduğu zamanlarda biraz rahatladığını hissedebiliyoruz, o da biraz. Açık alanda yapılan seks, kalçalar orijinal bir pozisyondayken yapılan seks, seks, seks, seks. Ölüm de adamı yola getiremediğine göre iktidarsızlığa kalıyor iş, o da pek uzakta değil zaten.

Genazino'dan bir kent insanı daha. Yalnız, kaygılı, sorunlu, onmaz.

16 Ağustos 2018 Perşembe

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı

Bachelard'ın zaman ve mekân hakkındaki sözlerini hatırlıyorum; mekân zamanı sonsuz odacıklarında barındırır. Zaman da mekânı aynı şekilde barındırır. Anılar zamanı mekânda barındırır. Zaman, anıları mekânda diriltir. Mekân, zamanı anılarda oluşturur. Nesne, mekânın anıları sonsuz bir zamana yerleştirme çabasıdır. Mekân, nesnenin zamanın sürekli değiştirdiği anılarda var olmasıdır. Zaman, nesnenin biçimlediği anılarda mekânlaşma pratiğidir. Anı, nesneye bağlı olarak mekânın ve zamanın aynı ana yaratılmasıdır. Bu kadar üfürükten çeşitlemenin ardından madlenden bahsedebilirim, anlatıcının yediği tek bir çikolata öyle bir coşkun nehri serbest bırakır ki tat alma duyusundan kokulara, görülere, pek çok duyuya yol açılır. Proust bir sinestezik olabilir, bu konuda yazılıp çizilmiş pek çok kaynak var. Proust bir sinirbilimci de olabilir, kurduğu bağlantılara baktığımızda beynin işleyişini adeta haritalandırdığını görürüz; hatırladığı ve hatırlamadığı onca şeyin arasında, sürüklendiği anıları çözümleyebilecek bir görüye sahip. Anlatıyı bir noktada durdurup noktada hissettiklerini ve insanoğlunun bilişsel yapısının nasıl işlediğini incelemeye başlayabilir. Bu açıdan Proust'u bir yazardan çok daha fazlası olarak görmek mümkün, o aynı zamanda bir bilim adamı, andaç koruyucu ve duyarlılığının olağanüstü derecede yüksek olması sayesinde bir sihirbaz, anı sihirbazı, böylesi bir derinliğin sihirden başka bir açıklamasını düşünemiyorum. Ockham'ın Usturası ağladı, omzunu pış pışladım.

Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı dev anlatısı hakkında pek çok inceleme var, Ricœur'den Booth'a pek çok düşünür, metnin orasından girip burasından çıkarak olabildiğince detaylı bir şekilde açmışlar. Az çok neyle karşılaşacağını bilebilecek hale gelmiştir okur, metin hakkında yazılanları metni okumadan okuduysa. Eco da tez yazımıyla ilgili kitabında mevzuyla alakalı ilginç bir örnek verir, aslında okumadığı bir metin hakkında okudukları üzerinden sanki metni okumuş gibi hissetmesi, metni direkt okumaya başlayınca gelen aşinalık, okumuşluk duygusu anlaşılabilir. Peki böyle bir şey mümkün olabilir mi? Herhangi bir alıntı, birkaç tane alıntı olsun hadi, Proust'un metninin sadece belli bir duygusunu, içeriğini verebilir. Oysa birleştirilecek o kadar çok parça, bir araya gelince başka anıların belirmesine yol açan, hatta o anılara dönüşen hafıza kırıntıları var ki sanırım bu anlatı için incelemeler üzerinden edinilen fikirler yeterli olamaz, süreğen bir anlatı değil bu, okurun da ciddi bir emek sarf ederek okuması, kendisine sunulan sayısız parçayı uygun bir şekilde bir araya getirmesi gerekiyor. Yirminci yüzyılın en büyük anlatılarından biri olan bu metin için mütevazı bir çaba, hazza değecek bir uğraş. Kendi uğraşımın izlerini takip edeceğim, patikaları takip edip nereye çıktığımı anlatacağım, gevşek gevşek yorumlayacağım kısaca.

Üç bölüm, birincisi Combray. Çocukluk. Uzun zaman, geceleri erkenden yattığını söylüyor anlatıcı ve kişileri, mekânları, olayları biriktirmeye başlıyoruz. Hiçbirini kaybetmemeliyiz, sonraları anlatıyı birleştirmede çok işimize yarayacaklar. Uykuyla başladık ve uykunun anlatıcı üzerindeki etkisiyle devam ediyoruz. Sadece bir edim değil bu, yaşamı bir araya getirme konusunda ölüme benzer bir enstrüman. Uykuya dalmadan önce odadaki her şeyin teker teker kaybolması ve uyanır uyanmaz gözleri bir hiçliğe açmak, meseleler bunlar. "Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir." (s. 9) Bu çevrelenmenin sonucunda hatıralar işlenir, hatırlanmak üzere yerlerini alır. Uyanmak bir açıdan hatıraları şimdiye taşımaktır, önceki gecenin hatırası olarak orada bulunan oda... Oradadır, her şey hatırlandığı gibidir. Nesneler doğalarının dışına çıkmaz, düşüncemiz onları kerteriz alarak sabitlenir, nesnelerin karşısında kendimizi daha iyi biliriz. Nesnelerden odalara geçeriz ve yine her şey, nesneye duyulan itimat gibi sabittir. Anlatıcı, kendi bedeninden başlayarak odasını, diğer odaları, ailesini ve mahallesini yaratır, anılan her insan ve nesne müthiş bir detaycılıkla tamamen belirlenmiş, anıların oluştuğu maddeden yaratılmış olarak belirmiştir. Combray'in sokakları, bahçeleri, nesi varsa algıların elde ettiği bütün verilerle anlatılır, hatta işin metafiziksel boyutunda anlatım çok daha öteye uzanır; zamanlar aşılır, kişilerin ruh hallerine uygun duygular üretilir, biraz yorumlamaya da varılır kısaca. "Büyü" bulur anlatıcı, kendi sözüne göre. Büyü yardımıyla bütün diyalogları anımsar, geçmiş zamanın bütün duyularını tekrar canlandırır. Bir akşam yemeğini anlatır mesela, sonsuz katlı kuyunun ilk katı, nereden neyin çağrışacağını veya anımsanacağını kestirmek zor. Neyse, yemek. Yemek sırasında babanın, annenin, büyükannenin, halanın ve halanın uşağı Françoise'nın suretleri teker teker belirir. Combray'deki halanın ziyaret edildiği her yazdan bir yazdır, efendisine hizmet eden Françoise için efendinin ailesi de saygıda kusur edilmemesi gereken kişilerden oluşur. Burjuva ailesi, burjuva davetleri, burjuvazinin dibine vurulduğu bir ortam. Etiket kaideleri, diyaloglar, bir oyuna benzeyen her türlü burjuva adeti anlatıcının zihnine kazınmıştır. Çocuğumuz bütün bu adetleri bir oyun olarak gördüğünden, tabii bir de çocuk olduğundan büyük bir merakla izlemiştir olup biteni diye düşünüyorum, hatta gözümde canlandırıyorum: M. Swann evlerine geliyor, büyükannenin bu adamı sevmemesine rağmen kapı dışarı etmemesi, adama laf sokmakla yetinmesi beyefendinin eşi yüzünden. Cemiyetin kabul etmediği, hafif olduğu düşünülen bir kadınla birlikte olan Swann'da şeytan tüyü var; adam müzikten anlıyor, muhabbeti iyi, anlatıcının ailesiyle kendi ailesi eskiden beri yakınlar, ilişkileri derin. Eve girip çıkıyor bu yüzden, anlatıcıda derince bir yer ediyor ki ikinci bölüm tamamen kendisine ayrılmış durumda. Birazdan, önce inceliklerden biraz daha bahsetmeliyim. Sıçramalar bir anlatım tekniği olarak müthiş kullanılmış; odanın camından görülen yaprakların dökülme mevsiminden başka bir mevsime atlanabilir, hatta başka bir mevsimin gününü yaşadığını düşünür anlatıcı, kış yazdan bir günü ödünç almıştır mesela, bu tür imajlar her yerden fırlayabilir ve anlatıyı derinleştirebilir. Genellikle duygu yoğunluğunun arttığı anlarda kurulur bu bağlantılar; örneğin bahsettiğim bir madlen bölümü var, bir çikolatanın tadından zamanda yolculuğa çıkılıyor adeta. Bahçelerdeki çiçeklerin kokularından başka yolculuklar doğuyor, nesnelerin etkisi çok çeşitli. Annesini özleyen anlatıcının uyumadan önce ona son bir kez sarılamamasıyla beliren üzüntüden başka üzüntülere atlanır, oradan oraya zıplanır, anlatıcı bir türlü yerinde duramaz. Anlatıcı da şaşkındır, daima var olacağını zannettiği birçok şeyin zaman içinde yok olduğunu söyler, sanki her şey yitip gitmesin diye geçmişin izini sürmektedir. Kişisel inançları da bu doğrultuda biçimlenir; Keltlerin ağaçlarda barınan ruhlarına inanan anlatıcı, her bir anının kendi ruhundan bir parça taşıdığını düşünür. Ruhunun parçalarıyla nerede, hangi nesneyi anımsayarak karşılaşacağını bilemez, bu yüzden odağı her yerdedir.

Swann'ın Bir Aşkı, ikinci bölüm. Odette ve Guermantes tarafı bu bölümde ortaya çıkar. Swann ve Odette arasında yaşananlar, Swann'ın ve Odette'in dönüşümleri tam bir psikolojik çözümleme şaheseri. Muhteşem. Direkt geçiyorum, duyguların böylesi bir hassasiyetle anlatıldığı pek az şey okumuşumdur. Arthur Schnitzler belki de Proust'un çağdaşları arasında ona en çok yaklaşabilen yazardır ama yine de çok eksik; onca insanı ve olayı bir araya getirebilmek, belki yaratabilmek veya anımsayabilmek kamera niteliğine sahip bir zihin gerektiriyor.

Memleket İsimleri: İsim üçüncü bölüm. İkinci bölümü Swann'ın aşkının solmaya yüz tuttuğu sırada bitiriyorduk, Odette zaten rüzgâr nereden eserse oraya gittiği için kim bilir neredeydi, oysa burada evlendiklerini görüyoruz, hatta çocukları oluyor ve bizim anlatıcı yumurcak, Swann'ın kızına aşık oluyor ama kız da annesi gibi uçarı, çocuğun kalbini kırıyor bir güzel. Bu bir, ikincisi de Combray ve civarı derinlemesine ele alınıyor, bir de Floransa gezisi. Şehirlerin isimleri ve isimlerin uyandırdığı çağrışımlar, bir şehrin ruhuyla birleştiriliyor. Şehrin insanlarıyla, sokaklarıyla, her şeyiyle. Özellikle insanlarıyla. Prensler, prensesler, kontlar, kontesler derken kaymak takımını iyice tanıyoruz, hepsini aklımızda tutuyoruz ki unutmayalım, sonraki bölümlerde karşımıza çıkacaklar, dediğim gibi.

YKY'nin baskılarından bahsetmek gerekiyor biraz. Delta nam seriden çıkan versiyonu iki cilt, ilk ciltte ilk üç kitap, ikinci ciltte sonraki dört kitap mevcut. Tek tek de okunabilir, baskıları var sanırım. Bence tek tek okunması daha iyidir, iki sebepten: Delta versiyonunda kullanılan kağıt ince. Sarı olması gözün performansını yükseltiyor ama inceliğinden ötürü sayfanın arkasındaki yazılar da gözüküyor, bu da gündüz vakti okumayı işkenceye dönüştürebiliyor. İkincisi de punto küçük. Göz bozmaya çok müsait. Yarattığı korku da cabası; külçe halindeki paragraflarla karşılaşan okurda yılma, okumaktan vazgeçme gibi yan etkiler görülebiliyor. Delta versiyonuyla ilgili yapılan yorumlarda bu mevzuya çok denk geldim. Burada da iş okura düşüyor gerçi, bir kez o dünyaya girdikten sonra, girebildikten sonra diyeyim, punto veya kağıt vız geliyor.

Uzun süreden sonra çok büyük bir şeyi ellerimin arasında tuttuğumu hissediyorum, ara vereyim dedim de canım Genazino'nun Aşk Aptallığı'nı okumaya başladım ama çok yavan geldi. Proust, anıların ne işe yaradığını -bana, nihayet- anlatan en büyük yazar.

7 Ağustos 2018 Salı

Karl Abraham - Rüyalar ve Mitler

Metne dair hiçbir şey hatırlamıyorum, aldığım notlardan ilerleyeceğim. Bir de uzunca bir süre buraya bir şey yazmayacağım, roman demeye dilimin varmadığı bir şeyi bitirmeye çalışacağım. Gökçeada'da sakin bir yer buldum, yarın oraya gidiyorum. Bu sırada Proust'un kallavi eserini okuyacağım, bir onları yazarım yazarsam. Şimdilik benden bu kadar.

Freud'un görüşlerinden yola çıkıyor Abraham; patolojik ruhsal dışavurumların psikanalitik olarak incelenmesinde, dahi psikanalitik yöntemin aşamalı olarak detaylandırılmasında rüyalara başvuran Freud'a göre bilinçdışı, çocukluktaki ruhsal yaşam ve cinsellikle ilgili olguları rüyalardaki biçimleriyle birlikte ele alıyor. Abraham bu noktadan hareketle "mitleri bireysel psikolojinin fenomenleriyle" ve rüyalarla karşılaştırıyor, araştırması boyunca Freud'un fikirlerini alıntılayarak, fikirlere atıfta bulunarak mit psikolojisini adım adım örüyor. Bölümler halindeki incelemesinin ilk bölümünde rüya ve mitlerdeki çocukluk fantezileriyle arzu kuramının mitlere uygulanması var. Öncelikle yöntemine edilecek itirazlara cevap veriyor Abraham, mitlerin uyanık durumda meydana gelen fantezilerden ortaya çıkmasına karşılık sadece uyurken rüya görülmediğini, uyanıkken de rüya görülebildiğini söylüyor. Sadece rüya görmek de değil, birçok etkenden ötürü algılarımız aslında gerçek olmayan şeyleri duyumsamamıza yol açabilir. Bu mevzuyu uyanıkken görülen fantezilerle rüyalar arasında pek de bir ayrım olmayabileceğine bağlıyor Abraham. Tartışılır bir konu, devam ediyorum. Çocukluk hatıralarının rüyalar üzerindeki etkileri, Freud'un görüşüne göre rüyaları biçimleyen en önemli etkenlerden biri. Yakın akrabaların ölümü, kardeşlerle yaşanan çekişmeler, anneyle ve babayla ilgili bir dünya olay zaten sıklıkla işlenmiş durumda, diğer yandan rüyalarda beliren arzularla mitlerde de karşılaşıldığı söylenmiş. Çoğu insanda ortak bulunan arzuların kaynağı rüyalar, rüyaların kaynağı arzular, birbirine geçmiş bir iş. Freud'un Kronos'la Zeus'un çatışmasını incelediği bölümler, Oedipus'un yolculuğu, arzuların incelendiği çalışmalar olarak metinde yer alıyor.

Simgecilik meselesi, rüyaların aldıkları biçimler ve mitlerin alegorik yapılarıyla ilgili. Bu noktada Freud'un ön yargılarıyla hareket ettiği düşünülmüş, biraz keyfe keder çözümlemeler yaptığı iddia edilmiş. Abraham'a göre, söz gelişi cinsel simgecilik, bütün yer ve zamanlarda insanlar için ortak bir psikolojinin ürünü. Dilde bile yer almış bir fenomen bu; sözcükler bazı dillerde eril ve dişil, hatta Hint-Avrupa dillerinin bir kısmında üçüncü bir cinsiyet bile varmış. Gemi isimleri örnek veriliyor; "gemi" tercihen dişil bir cinsiyet taşısa da zaman içinde savaş gemilerine man-of-war adı verilmiş. Başka pek çok örneği sıraladıktan sonra Abraham cinsel simgecilikle her yerde karşılaşılabileceğini söylüyor. Tamamen bilincin etkisiyle oluşmuş bir yapı yok, cinsel temsiller bastırılmış ve bilinçdışında oluşmuş temsiller. Adem'in cinsel organı olarak görülen "yılan" sıkı bir örnek yine.

Savunusunu sunduktan sonra Prometheus'a, asıl mevzuya geçiyor Abraham, yöntemini bu mite uyguluyor. Ateşten başlamak gerekir ki Peter Watson'ın YKY'den çıkan kallavi eseri Fikirler Tarihi'nin alt başlığı da Ateşten Freud'a olduğundan iyi bir kerteriz noktası. Bachelard'ı da hatırlayalım tabii ama kuru gevezelik yapıyorum, devam. Sürtünme yoluyla ateş yakabileceğini buldu insan, deneyim sonucu ortaya çıkan ateşin yanında fizikselin ötesindeki ateşi aramaya başladı ve Güneş'i böyle yarattı, kendi metafizik algısına göre, o zamanın düşüncesiyle. Fiziksel ve metafiziksel ateş söner, tekrar yakılması gerekir. Cinsel simgeler bu noktada ortaya çıkar, Sami dillerinde görüldüğüne göre genital organlara ilkel aletlerin isimleri verilmiş, hatta İbranicede "dişi" ve "eril" ifadelerinde "oyucu parça" ve "oyuk" sözcükleri kullanılırmış. Bu simgecilikten tanrılar da nasipleniyor, ateş artık tanrıların egemenliğine girer girmez tanrılar yaratıcı, yok edici ve daha pek çok şey edici olarak ortaya çıkıyorlar. Tabii başka kültürlerle de kıyaslamalar yapıyor Abraham, Veda metinlerindeki Matarichvan'ın prototip bir Prometheus olduğunu söylüyor. Ateş getiren, geleceği gören, arzulara hitap eden, insanın çocukluğundan bir parçayı hatırlatan varlık. Nihayetinde mitleri halkın çocukluk ruhunun bastırılmış bir yaşamının parçası olarak değerlendiriyor Abraham, eğitimle ve daha pek çok yolla bastırılan arzular, mitler yoluyla açığa çıkıyor. Mitler, halkın arzularını sürdürmede bir savunma mekanizması olarak görülebilir.

Mitlerin belirli genel özelliklerinin incelenmesi, Freud'un rüya kuramı ve Prometheus'un eylemlerinin incelenmesi, son tahlilde de açıklama kısmı. Sıkı bir araştırma, Pinhan sağ olsun. Ben Prometheus'u severim, Vernant'ın bir sözünü almalıyım buraya: "Her hiyerarşide en tepedeki ile en aşağıdaki arasında muazzam farklar vardır. Yani Prometheus Zeus'un rakibi değildir, onunla yarışmaz. Yapacağım benzetmeyi mazur görün, Prometheus Olympos'un altmışsekiz kuşağıdır." Devam ediyor da benden bu kadar.

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Gallagher Lawson - Kâğıt Adam

Michael otobüse biniyor, şehre doğru yola çıkıyor. Şehir Güney'de, korkunç çağrışımları var. Kalabalık, büyük ve kağıttan bir adam için çok tehlikeli. Güney ve Kuzey, başka bir bilgi yok, büyük yarımadanın iki ucunda iki farklı yaşam biçimi sürüyor ama uzun süre böyle kalmayacak, Kuzeyliler şehre ajanlarını sokmuşlar, terör ortamı için henüz erken ama alttan alta bir hazırlık sürüyor. Michael bu karmaşanın tam orta yerine gidiyor, yediği kağıt çorbasından ötürü ağzı kupkuru, ağzı zaten kupkuru çünkü o kağıttan bir adam. On beş yaşında geçirdiği bir kazadan sonra babası tarafından kağıtla kaplanmış, böylece geriye iz kalmamış. Metnin aşırı alegorik anlatısına bakarsak her türlü okumaya çok açık; ben ergenlik olarak okudum. Ergenlik bir insanın geçireceği en büyük kazadır, baba baskısı altında biçimlenirse o zaman kağıtla kaplanmak da makul bir hale geliyor. Michael'ın çiftlikte, yanlış hatırlamıyorsam çiftlikte yaptığı tek iş muhasebe kayıtlarını tutmak, zira kağıt bedeniyle ağır işleri yapamayacak durumda. Kardeşleri ve babası makine gibi çalışıyorlar, yaşamları bu şekilde sürüp sonlanacakmış gibi. Micha'yı hatırlıyor Michael, okula gittiği sıralarda tanıştığı arkadaşı, aşkı. Birbirlerine şiirler okumuşlar, birlikte yolculuklara çıkmışlar, bir anlamda renksiz dünyanın rengi olmuşlar birbirleri için. Sonra ansızın gitmiş Micha, şehre yerleşmiş. On yıl önceymiş bu, Michael'ın amacı şehre gidip Micha'yı bulmakmış.

Adamımızın nasıl bir kaza geçirdiği, kazadan sonra ailesiyle neler yaşadığı müphem, karanlıkta. Belli belirsiz bilgilerle karşılaşıyoruz bazen, Michael'ın babasına yazdığı hayali mektuplarda bir isyanın öfkesi okunuyor, birey olabilmenin sancılarını görüyoruz daha çok. Olaylar hızlandıkça mektuplardaki kızgınlığın tonu açılıyor, aslında bütün bir metni erginlik ayini olarak görürsek kahramanın yolculuğun çıkıyoruz yine; geride bırakılanlar, mekan değişimi, erginleşme. Dönüş yok, dönecek bir yer, hesaplaşılacak bir şey kalmadığı için Michael'ın gelişimi son adım olmadan tamamlanıyor. Şehre de aynı açıdan bakabiliriz; Kuzey'in adım adım tırmandırdığı gerilimin sonucunda insanlar ve şehir değişiyor, isyanlarla birlikte toplu bir cinnete sahne oluyor ve nihayetinde ele geçiriliyor. Şehri de bir karakter olarak düşünürsek iki karakterin gelişimi paralel ilerliyor, tabii sembolizmin ağır tahribi altında. Yolculuk esnasında yolun ortasında yatan bir denizkızı görülebiliyor örneğin, deniz kızının yolda ne işi var? Kuzey'de ölüler neden gömülmüyor da suya bırakılıyor? Üzerinde düşünülmesi gereken sorular birikiyor.

Otobüs yolculuğu sırasında Michael'ın tanıştığı radyo programcısı, tek gözlü bir adam, Michael'ın bavulunu aşırıp arazi oluyor. Babasını suya, denize bırakan adam bu. Bir müddet sonra Kuzeylilerin kenti ele geçirmeye çalıştığına dair yaptığı programlara denk geleceğiz, hatta küçük çaplı bir yüzleşme de yaşanacak. Sıradan gidiyorum, Michael otobüsten indikten sonra şehrin korkunç büyüklüğüne karşı kendini küçücük hissediyor. Rüzgar çıkıyor üstüne, ailesinin beline taktığı ağırlık da yok, uçacak Michael. En kötüsü; yağmur başlıyor. Kimse Michael'a yardım etmiyor, uzak duruyorlar. Literatürde bir adı vardı bunun, olumsuz bir olayın gerçekleşmesini engellemeyip de izleyenler için gösteri akbabaları deniyor sanırım. Denmiyor, ben uydurdum. Ama var öyle bir şey ya. Evet. Sonrasında Maiko çıkıyor karşımıza. Vitrin mankeni, canlı manken. O da tutunmaya, durumunu iyileştirmeye çalışanlardan. Belki de Michael'ı da kendi gibi görüp o yüzden yardım etmiştir, bilemiyoruz, yardım ediyor sonuçta. Adamı kurutuyor, yırtılan uzuvlarını onarıyor, besliyor, evini açıyor. Buzdolabı çeşit çeşit mantarla dolu, başka bir şey yemiyor gibi gözüküyor. Mantar kokusu üzerine sinmesin diye uzak duruyor ondan Michael, bunu da bir simge olarak düşünebiliriz, yalnızlıkla alakalı. Sanki şehre ait olmayan bütün ögeler şehirde toplanmaya çalışıyormuş gibi bir durum var; deniz kızları, Michael ve Maiko gibi orijinal tipler, herkes şehri doldurmaya çalışırcasına tutunmaya çalışıyor, sınırlar ve kontroller hiçbir işe yaramıyor, bunun sonucunda da halk ayaklanması gerçekleşiyor bir yerde, ileride. Mültecileri düşünün, aslında dünyaya ait oldukları halde öylesine ayrışmış bir dünya ki bu, sınırların dışına çıkmak onlar için çok zor. Deniz kızları için de.

Michael iş bulmakla geçirdiği günlerden sonra çalışma kağıdı olmadan çalışabileceği bir yer buluyor. Muhasebe işi, bir balıkçılık şirketinin defterlerini tutacak ve denk geldiği bazı hesap hatalarını kitabına uyduracak. Tekinsiz işler çevriliyor belli ki, Michael bunu umursamadan çalışıyor ve sonradan ortaya çıkacak isyana istemeden yardımcı oluyor. Şirketin Kuzey'e ait olduğu ve ajanlarını bu şirket sayesinde Güney'e soktuğu anlaşılıyor, Doppelmann'ın ortaya çıkışıyla birlikte karışıyor işler. Sanat camiasından isyana bir köprü.

Her şey, Michael'ın aylaklık yaparken Mischa'nın bir resmini görmesiyle başlıyor. İlk aşkın külleri kıvılcımlanıyor, kızı bulmaktan başka bir şey düşünemiyor Michael, Doppelmann'a böyle ulaşıyor. Doppel diyeceğim, bir sanatçı. Mischa'yı tanıyor ve hatta Mike'la -Mike olsun bizimki de- bir araya getiriyor onları. Mischa'nın kaotik ruhu Mike'ı inanılmaz bir döngüye sokuyor; Doppel'la sevişmesini izletiyor Mike'a, kalbini paramparça ediyor, Mischa'nın tamir ettiği bedeni de. Bu kez Doppel el atıyor işe, bir sanatçı olarak müthiş bir eser ortaya çıkartıyor ve Michael daha kuvvetli bir kağıt adam oluyor. Daha güçlü, daha alımlı, daha... Sahte. Yüzündeki maskeyi bir tek kendisi takarken maske takmak ideolojik bir eylem haline geliyor ve artık herkes maske takmaya başlıyor, toplumsal kargaşa patlak verdiği sırada ilk kağıttan adamın Michael olduğu unutuluyor, o da herkes gibi oluyor bir açıdan, normalleşiyor. Ya da koca bir şehir anormalleşiyor, değişimi kestirebilmek zor. Michael'ın değişimini takip ediyoruz ama arka arkaya sıralanan olaylar tempoyu yükselttikten sonra biraz zorlayıcı oluyor bu, Adam'ın ortaya çıkışı, Michael'ın Doppler rolünde Adam'ı kağıtlaştırması, kendi başına gelenlerin aynısını Adam'a yaşatması, şehrin bireyleri öğütmesi, herkesi belli döngüler yaşamaya zorlaması, çıkışsız olduğunu göstermesi, umudu ortadan kaldırması bir fırtına gibi geliyor, fars gibi. Duygular bayağılaşıyor bu durumda, akış o kadar güçlü ki hiçbir duygu tutunamıyor, çünkü hiçbir insan sabit değil, her şey gündelik yaşanıyor, herhangi bir hissin bir süre olsun kalıcılığı yok. Her şey çok hızlı.

Bir ilk roman. Metaforlarıyla, anlatımıyla zorlayıcı bir metin. İyi.

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Machado de Assis - Mezarımdan Yazıyorum

Etini kemiren ilk kurda ithaf ediyor metnini Cubas, bir tek o kurt okuyacak ve sonrasında her şey yok olacak. Sonra Okura diye ayrı bir bölüm oluşturuyor, Stendhal'ın eserlerini yüz okur için yazdığını duyanların şaşırmaması gerektiğini, kendisinin belki de beş okura seslendiğini söylüyor ama doğru değil bu, az önce sadece bir kurda sesleniyordu, mezarından yazıyordu, bu yüzden yazdıkları onca dağınık ve kötümserdi, zira mezarından yazan bir adam iyimser ne yazabilirdi, üzerinde biten çiçekleri mi, geceleri ıssızlıkta şarkı söyleyen rüzgarı mı yazacaktı, daha da ne olacaktı, Sterne veya Xavier de Maistre gibi serbest bir tarzı tutturmanın bir anlamı olduğunu sezdirecekti, bunlar tek bir odada kendini sekizden fazla kez katlayabilen kağıtlara ve adımlara bir dünya sığdırmışlardı, Cubas da sığdırabilirdi ve sığdırdı, mezarında. Bu yüzden kitabının uçarılar ve ağırbaşlılar tarafından sevilmediğini söylüyor, aslında pek de hoş bir konu değil, ölüm korkusu yüzünden yaşamlarını mahveden insanlardan ölümü aklına hiç getirmeyen insanlara kadar pek çoğu için görmezden gelinecek bir kitap bu, belki de Assis lafa giriyordur ve bu metnine kadar pek satmayan kitaplarını da göz önüne alarak konuşuyordur, bilemiyorum, yine Cubas konuşsun: Halkın teveccühünü kazanmak istemiyor, saygı istemiyor, sadece yaşamının hikâyesini anlatmak istiyor. Sondan başa, mezardan yine mezara. "Kitabı yazmış ve ölmüş değilim, ölmüş ve yazmaya başlamış, yani mezarında yeni bir hayata başlamış bir yazarım." (s. 11) Şehrazad'ın ölümden kaçışı gibi mi, zaten metinde de sıklıkla geçiyor o masallar, birbiri ardınca gelen sudaki çemberler genişliyor, hikâyeler dağılıyor ve anlatacak bir dolu şey çıkıyor ortaya, bu da bitmeyen metinlerden biri, anlatılanlar kadar anlatılmayanlar da hâlâ orada bir yerde, okurun köşesinde duruyor, durur. Cubas olabileceklere de olanlar kadar yer açıyor, hatta daha fazlasına.

Harold Bloom'un 100 dâhi arasında gösterdiği de Assis'i Philip Roth da çokça övüyor, de Assis Brezilya'nın en büyük yazarı olarak görülüyor. 1881'de yazdığı bu olağanüstü metin tek başına yeterli, de Assis dünyanın uzak köşesinden Kafka'yı müjdeliyor ve kendi zamanının Avrupalı yazarlarının ötesinde bir anlatı zenginliği oluşturuyor. Okuyup esinlendiği yazarların etkilerini görmek mümkün; Shakespeare'in çıkmazları, Stendhal'ın kadın-erkek meseleleri, Lord Byron'ın mistisizmi, hatta adı geçmese de Kant'ın ahlak felsefesi metinde kendine yer bulur. Okura sesleniş zaten anlatının temelinde yer alır ki ben tek bir kurda sesleniş olarak değerlendiriyorum bunu. Taktiği kes, böylece güvenilmez anlatıcının ortaya çıkması için de sağlam bir temel oluşturdu de Assis. Tabii ortaya çıkarırsa. Mezarından yazan bir adama ne konuda, nasıl güveneceğiz? Okur olarak işimiz sadece okumak. Yargılamak başka bir şey, biz sadece anlatılanlara tanıklık edeceğiz. Gevezeliğe de katlanmak gerekiyor biraz; Cubas konuşkan bir adam ve hayatı boyunca olmayacak işlerin peşinde koştuğu için palavra atmaya çok yatkın, kendine güveni tam, sözcükleri ve cümleleri parıltılı. Şık bir ölü Cubas.

Vadesi dolan adamımız, altmış dört yaşında bir bekâr olarak gömüldü. Cenazesine pek az kişi geldi, kız kardeşiyle kız kardeşinin eşi dışında bir de sürekli ağlayıp kendi kendine Cubas'ın öldüğünü söyleyen kadın var, bu kadının kim olduğunu anlatının sonunda anlıyoruz tabii. Bir yakı icat ettiğini, onunla parayı kırdığını söylüyor ama bu yakının bahsi metnin sonuna kadar hiç açılmıyor, hikâyesini bekliyoruz ama gelmiyor, yine yakı muhabbetiyle bitiyor olay. Başlarda anlatmaya çalışıyor ama lafı oraya getirmeye çalıştığı her seferde başka bir yere gidiyor kafa, başka şeyler anlatıyor adam. Kafasının çok karışık olduğunu, her şeyi her an düşünebileceğini söyleyebiliriz. Patlamayan tüfeği duvara asıyor Cubas, her tüfeğin patlamayacağını gösteriyor bir açıdan, şık bir hareket. Ailesine gelirsek, büyük büyük dedesi fıçıcı bir adam, fıçı işiyle uğraşıyor, aileyi o kuruyor. Babası nispeten zengin, oğlunu seven bir adam. Çok uğraşacak oğlunu iyi yerlerde görebilmek için ama Cubas sürüklenmediği zamanlarda garip kararlar alacak ve bir başına kalacağı mezara kadar adım adım yalnızlaşacak. Psikolojisini az çok bilebiliyoruz, zaten kendisi de konu hakkında gevezelik yapıyor: "Bildiğim kadarıyla şimdiye dek kendi hezeyanlarını anlatan kimse yok. Bunu ben yapacağım, bilim dünyası da bana minnettar kalacak." (s. 23) Psikolojik olgular üzerinde düşünmeyi sevmeyen okura diğer bölüme atlamasını salık veriyor adam, bölümler arasında ani geçişler yapıp metnin bir ucunu diğer ucuna bağlayabiliyor, onun için doğal hareketler. Trapez diyordu galiba, bütün düşüncelerin biriktiği ve dengede durmaya çalıştığı beyni bir gösteri alanı. Çöplük, hazine odası da denebilir. Geçişler burada doğar, Cubas okura nasıl bir yeteneğe sahip olduğunu göstermek için Virgília'nın hezeyan başlatıcı özelliğini anlatır, bir bölüm buna ayrılmıştır, anlatı kronolojik sayılabilir ama o kadar çok dala ayrılır ki doğrusal zamandan sürekli olarak çıkarız ve geri dönmek için diğer bölümü beklemek zorunda kalırız, tabii Cubas bambaşka bir yere atlamazsa.

Okuluna gidip gelir Cubas, babasını memnun eder ama çok yaramazdır, olmadı şeyler söyler, insanları utandırır, babasından nadiren şamar yerse de şeytan tüyü onu hep kurtarır. On yedi yaşına gelince Marcella'ya tutulur. Civarın en zillisidir, herkesin gözü ondadır ama o zenginlerle takılır, onları bir güzel yolar. Cubas da bir güzel yolunur, babası onu Avrupa'da okumaya yollayana kadar. Orada da küstah ve acımasızdır, Cubas kendini pek güzel eleştirir, okurdan hiçbir şey gizlemez. Okulu bitirip döndüğünde politikacı olması istenir, politikacı olmak için sağlam bağlantılara ihtiyacı vardır ve Virgília'nın ailesi sağlam bir bağlantıdır. İlk karşılaşmaları bu. Cubas aşık değildir, dolayısıyla Virgília bir başka adamı tercih ettiğinde kalp ağrısı çekmez pek. Sonrasında, tekrar karşılaştıklarında ve yıllar sürecek kaçak aşkları başladığında ikisi de yeterince acı çekecektir. Tam bu noktada şahane bir alıntı yapmam lazım: "Ah benim patavatsız, kör cahil sevgilim, bizi dünyanın hâkimi kılan yeteneğimiz budur: Geçmişi yeniden kurmak. Böylece kanılarımızın değişkenliğini, sevgilerimizin beyhudeliğini kanıtlamış oluruz. Pascal, insanın düşünen bir kamış olduğunu söylemiş. Yanlış... İnsan düşünen bir dizgi hatasıdır. Hayatın her dönemi, bir öncekini düzelten yeni bir basımdır ve her dönem, bir sonraki tarafından düzeltilecektir; ta ki nihai basım yapılana kadar, ki yayıncı bu basımı kurtlara adamıştır." (s. 84) Bu yüzden acı verenler değişmese de acı hep yenilenir, ilk kez çekiliyormuş gibi hissedilir. Altmış yaşında terk edildiği için intihar eden insanları anlamak kolay, hiç altmış yaşında öylesi bir acıyla karşılaşmamışlardır. Bu yüzden Cubas da anlatı boyunca yaşlanır, yirmilerini harcar, otuzlarını, kırklarını, ellilerini ve altmışlarını harcar, sonra kurt için bir itirafname hazırlar, yaşamını ve acılarını diri tutabilmek için.

Siyasi meselelerle, deli bilgelerle, bitmeyen aşk maceralarıyla dolu, çağının çok ötesinde bir metin bu. Daha yazılacak çok şeyi var, benden bu kadar. Mutlaka ve mutlaka okunmalı, hatta okuma sırasında önlere alınmalı.

3 Ağustos 2018 Cuma

Erlend Loe - Bildiğimiz Dünyanın Sonu

Üçlemenin son kitabı bu sanırım, neden ikinciden devam etmediklerini bilmiyorum. İsveç ormanlarında geçen bir üç yıl var, o kısım kayıp. Doppler'in kafayı kırdığını, kent yaşamına uyum sağlayacak yetilerini iyiden iyiye yitirdiğini göreceğiz ve bunun sebebini bilemeyeceğiz, o üç yıl içinde yaşananlar çok şey anlatabilirdi ama eve dönüşten başlıyoruz direkt. Arada büyük bir kopukluk var. Hiç hoş değil. İkinci metin de çevrilmeli, adamın Bongo'yla sınırlı sosyalliğinin yaktığı balatalar ortaya çıkmalı. O zamana kadar boşluğu hayal gücümüzle doldurmak zorundayız, yoksa ilk metinde bir parça olsun mantıklı ilişkiler kurabilen Doppler'le bu metinde iyice ilkelleşmiş halde bulduğumuz Doppler'i denkleyemeyeceğiz.

Doppler dönüyor, ormanın derinliklerinden çıkıp evine geliyor ve dışarıdan baktığında her şeyi değişmiş buluyor. Ev maviye boyanmış, posta kutusunun üstünde Egil Hegel diye birinin adı var, kendi adı kazınmış. Ortadan kaybolmadan önce nasıl biri olduğunu hatırlayarak ismini tekrar oluşturmaya çalışıyor. Okuduğu okullar, yaptığı iş, eşi, çocukları, her şey yerli yerindeydi bir zamanlar, artık değil. Yıllar boyunca ormanda yaşadı ve hayat devam etti; çocukları büyüdü, eşi Solveig yaşlandı ve işte bir başka adamın adı var artık. Her şey yabancılık yaratıyor, bunu hiç beklemiyordu. "Doppler bunu anlayamıyordu. O yabancı değildi ki. Kendi evine bu rahatsız edici, yabancılaştırıcı duyguyu hissetmeden yaklaşabilmeliydi." (s. 10) "Kendi evi" olarak bahsettiği ev, kapitalist düzene uyum sağlarken edindiği bir metaydı ve artık ona aitmiş gibi değil, zaten aidiyet duygusundan kurtulalı çok olduğu için geri döndüğü zaman bıraktıklarını aynı bulamıyor, kendini de. Dönüş yolunda Bongo'yu bıraktığı çevreci çocukla sarılıp ağlaştıkları zaman çocuğa hayatını iyi değerlendirmesi gerektiğini, tüketime saplanıp kalmamasını öğütleyip yola düşen Doppler'in unuttuğu yaşam biçimi yabancı bir ev olarak beliriyor, yabancı bir adam olarak.

Evin kenarındaki bir ağaca kamp kuruyor Doppler, ailesini geri almak için aylar boyunca gözlem yapıyor. Hegel iyi bir adam, düzenli bir işi ve ortalama bir geliri var, çevreci, spor yapmayı seviyor, kendine bakıyor. Bir zamanlar Doppler'in olduğu gibi bir adam, Solveig'ın istediği türden. Doppler hemen uç fikirlere sarılıyor, şaşırtan nokta bu, çünkü bu herif hatırladığım kadarıyla böyle değildi: "Kişi bir dakika ortadan kaybolmaya görsün, hemen her türlü orospuluk ve hedonizm serbest miydi yani? Yaşamını ve yatağını paylaştığı Solveig, iş buraya varınca eni konu bir sürtük müydü?" (s. 14) İlginç. Neyse, doğal yaşamın içinde yıllarını geçiren Doppler iki farklı yaşamı bir araya getirmeye çalışır ama beceremez, kadınların düzen istediğinden, böylece yumurtlayabildiklerinden bahseder ve evini geri almak için planlar yapar, evdekilerin yaşamlarını inceler ve harekete geçer. Dürbünle gördüğü güvenlik şifresini girerek eşinin yastığına attırır, başka birçok eşyaya attırır ve Hegel'in fişini çeker, eşiyle Hegel arasındaki kavgayı memnuniyetle dinler. Bu sırada attırma alıştırması için komşusu Sara'nın evine gider, önce onunla sevişmek ister ama kadın sadece attırmaya müsaade eder. Sonrasında Hegel'in paketlenişi gelir, Doppler evine döner. Ev sadece bir meskendir, Doppler'i eski haliyle geri getirmemiştir, adamın da geri gelmek için ne yapması gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktur. "Kendisi kırkına varmadan önce kendisiyle iletişim kurmuş değildi. Bir kez daha düşününce, kırkına vardığında bile bunu yapabildiğinden pek emin olamadı." (s. 30) Sadece yaşıyor Doppler, hayvan içgüdüsünü kazandıktan sonra kent hayatının idame ettirilmesi hakkında hiçbir bilgiye sahip değil, ne olacağını bilmiyor ve döndüğü evine uyum sağlamaya çalışıyor.

Metin, bu tür değişimlerin gerçekleştiği her seferde bölümlenmiş, şimdi Mavi Evdeki Zaman var. Çocuklarıyla sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışıyor Doppler ama zaman çok şeyi değiştirmiş ve Hegel'in çocuklarının üzerindeki etkisi silinecek gibi değil. Nora'nın başka erkeklerle eve gelmesi Doppler'in canını sıkıyor, kızına bir elma olduğunu ve herkese ısırık verirse geriye koçandan başka bir şey kalmayacağını söylüyor. Bu elma metaforu önemli, ileride karşımıza çıkacak. Sonra, Solveig'ın eşine alışma çabaları var. "Burada mısın?" diye soruyor kanepede televizyon izlerlerken, ekrandaki amatör aşçı ağlıyor, yemeği becerememiş. "Doppler kesinlikle burada değildi. Nerede olduğundan bihaberdi gerçi ama en azından burada olmadığını biliyordu." (s. 63) Aşçıyla özdeş bir Doppler, belli ki beceremeyecek. İşe girdiği yalanını birkaç ay sürdürebiliyor ama Solveig'in sabrı tükenince her şey açığa çıkıyor. Kadının olabildiğince anlayışlı olduğunu söyleyebiliriz, Doppler yaşama ayak uydursun diye uzunca bir süre dayanıyor, ona model uçak bile alıyor. Pilot bir koca, eh, bu da bir şeydir. Televizyonu tekrar keşfeden, daha doğrusu medeniyeti(!) tekrar keşfeden Doppler'in saatlerce televizyon başında oturmasındansa hobi edinmesi daha iyi. Yalan söylememesi de. Yalan Yasası gerekli bir şey diye düşünüyor Doppler, insan yaşama uyum sağlayamıyorsa yalan söylemek suç olmamalı. Sanayi Devrimi'nden beri geçen, görece kısacık sürede bu kadar çok şeye sahip olmak, daha çok şeye sahip olmak istemek, elde para yokken kredilere yumulmak, sürekli tüketmek, daha iyisini istemek, daha iyisini elde edemeyince mutsuz olmak, insanları mutsuz etmek, mutluluğu elde edilebilecek nesnelere bağlamak, dünyayı sadece bu nesnelerden ibaretmiş gibi görmek, bu nesneleri elde edebilmek için yıllarca çalışmak, en değerli şey olan zamanı heba etmek, ilk metindeki hemen her şey yine yerin dibine sokuluyor. Doppler bir türlü alışamıyor.

Aralara serpiştirilmiş göndermeler var, bir ikisini alayım. Shakespeare'in Venedik Taciri'nden bir bölüm var, model uçak uçuranlarla diğer insanlar arasındaki bir diyalogda geçiyor, Doppler Solveig'a söylüyor bu tiradın bir bölümünü.

Sensei Arntzen'ın Doppler'in hayatına girdiği kısım bu. Tekerlekli sandalyesiyle karate öğretmeye çalışan bu kara kuşak sahibi ilginç adam, kıyamet tellallarının en moderni belki de. Çocuklara verdiği dersi izleyen Doppler adamın sert davranışları karşısında şaşırıyor. Sensei, kıyamet geldiğinde çocuk veya yaşlı dinlemeyeceğini, herkesin aklını başına toplaması gerektiğini söylüyor. İlişkileri ilginç, Sensei'nin ağzından ne çıkacağı belli olmuyor pek. Çocuklara söylediği bir şey: "Öğretmenler kim olduklarını, ne halt ettiklerini bilmedikçe siz gençlerin de adam olmasını bekleyemeyiz." (s. 123)

Potlaç, Doppler için en büyük kırılmanın gerçekleştiği bölüm. Solveig'ın hatıra defterini okuyan Doppler, eşinin Hegel'i özlediğini ve kendisinden giderek uzaklaştığını görüyor. İnternete dalıyor bu sırada, yıllar sonra. pembe blogcuların sitelerini inceliyor ve herkesin boktan nesneler biriktirdiğini, boktanlıktan kurtulmak için bunlardan kurtulmak gerektiğini düşünüyor. Afiş yaptırıp sağa sola asıyor, arınmak için eşyaların yakımına davet. Gün gelince Nora'nın elinden telefonuyla bilgisayarını alıyor, evdeki eşyaları toparlıyor ve römorka atarak belirtilen alana gidiyor. Sensei de orada. Ateş yakılıyor, eşyalar yanmaya başlıyor ve o sırada Hegel'le Solveig geliyor. Polisler de. Gösterinin sonu. Hegel eve taşınıyor, Doppler bodruma postalanıyor ve orada kıçları keşfediyor. Bir sürü kıç. Hepsi çok güzel. Kıç eksperi oluyor Doppler, yakamadığı yulaf ezmesi karıştırıcının ardından acısını hafifletmek için. İlk metinde kızıyla aralarında geçen Yüzüklerin Efendisi geyiğini hatırlarsak Doppler'in fantastik dünyayla ilgili pek bir halt bilmediği aklımıza gelir, oysa tam da bu noktada karıştırıcıyı yüzükle bir tutarak yüzük için söylenen birleştirme, bulma ve bir araya getirme konulu dizeleri alıntılıyor. Aslında bir şeyler yapmış adamımız, en azından kızının okuduğu şeylere bir göz atmış ama aradan yıllar geçince, kafa da biraz kırılınca pek bir şeyin önemi kalmıyor. Sürüklenmeye başlıyor Doppler, bir süre önce sokakta görüp yardım ettiği Roman kadın Mirela'nın yanında dilenmeye başlıyor, bir müddet Mirela'nın kabilevari ortamında yaşıyor ve kıskanç bir adam kendisini deşmeye niyetlenince uzuyor oradan. Sonrasında Danimarka'daki porno serüveni geliyor ki Doppler'in elmaya dönüşme süreci tamamen bir gelişine vuruş işi. Artık nereye sürüklenirse orada tutunmaya çalışıyor Doppler, metnin sonuna kadar.

Günümüzün dünyası delirtici, bir yerinden tutulmazsa kopuluyor. Sosyal medya hesapları olmadan bir hiçmişiz mesela, beğendiğim bir yazarın röportajını izlediğimde sırf "varlığını sürdürebilmek için" birkaç tweet attığını söylüyordu. Varlığımız birkaç gevezeliğe bağlı. Ormanda yaşamak istemeye şaşmamalı. Doppler bir yandan saygı duyulası bir adam, kente dönmesiyle ipin ucunu kaçırdığı bölümleri dışarıda bırakırsak ideal bir yaşamı var. Az insanlı. Huzurlu. En önemlisi bu, huzur.

 

2 Ağustos 2018 Perşembe

Gerhard Roth - Uçurumun Kıyısında

Steinhof'un boğuculuğunu Bernhard anlattı, bildik. Ölümü bekleyenlerin bitmek bilmeyen öksürükleri, yavaş yavaş çıkardıkları çürüyen uzuvları, doktorların merhametsizliği, her şey genç Bernhard'ın aklına kazınmıştı, zamanı gelince otobiyografik anlatılarda belirdi. Şimdi bir kez daha karşılaşıyoruz Steinhof'la, Franz Lindner'ın kaldığı ve aklını sayısız saçmaya açtığı bir sirk olarak. Üç karaktere ayrılmış anlatıda anlatıcı olarak yer alanlardan biri Lindner, aklından neler geçtiğine bir an bile bakılsa insanın beyin yerine havai fişeklere sahip olmasının nasıl bir şey olduğu anlaşılabilir. Kendi otoportresine bir göz atalım; uçabildiğini söylüyor. Kulakları fil kulağı gibi. Yeryüzünün 1330'da doğuşuna tanık oluyor. Annesiyle babası tarafından 1741'de dölleniyor. Öldüğü zaman bilincini yitirdiğini, bir daha kendine gelemediğini söylüyor. Anlatının üç karakterinden biri olan arkadaşı Alois Jenner ziyaretine geldiğinde ayrı bir bölüm açılıyor, Lindner anlatmaya devam ediyor. Jenner babasının ölümüne üzülmemiş, onun göğü toprakmış, başının üzerindeki mavi ise bir sınırmış. Duygular bu biçimde beliriyor, eylemler çok daha ilginç. Jenner gitmeye kalktığında bambaşka imgelerle karşılaşıyoruz; "Canis minoris" biçiminde gökyüzüne yerleşiyor. Gitmeden önce söyledikleri de elinde tuttuğu bir göktaşının ağzından duyuluyor: "'Sen yoksun. Yalnızca yaşadığını sanıyorsun; gerçekteyse her şey senin kavrayamadığın, ama ağaçkakanın gagasıyla bir ağaca vurmasından daha fazla bir anlam da ifade etmeyen bir süreçtir ancak.'" (s. 14) Lindner, Jenner tarafından hastaneden çıkarıldığında bu deliliği sosyal yaşamın bir parçası haline geliyor, iletişim kurduğu insanlar onun biçimsiz vücudundan, ucubeliğinden hoşlanmıyorlar ama söylediği şeylerin çekiciliğine kapılabiliyorlar.

Bölümlere uyarak ilerliyorum, Jenner'ın notuna bakıyoruz. Jenner, yaptığı tek hatanın Lindner'a suçundan bahsetmek olduğunu söylüyor. Ele verilme ihtimali çılgın imgelerin uçuşları yakalanırsa var, düşük gerçi, yine de adam göz önünde tutulmalı. Bu yüzden birlikte yaşamaya başlıyorlar. Jenner hukuk öğrencisi, hukuka inanmasa da. Kendi ahlaki değerlerini oluşturmuş biri, bu sayede insanları öldürmekte herhangi bir vicdani çekincesi yok. Evine girdiği yaşlı insanların kendisine yardımcı olmalarına rağmen onlarda delikler açmasının ahlaki olabilirliği sabit, bir problem teşkil etmiyor bu. Sosyal normlara göre, Lindner'dan daha az havai fişeğe sahip olsa da Jenner da akıl sağlığı bozuk bir adam. Birlikte büyüdüğü, liseye kadar okula birlikte gittiği arkadaşından daha "canlı" görüyor kendini. "İntihar etmiş bir insanla konuştuğum hissine kapılıyorum sık sık." (s. 17) Suskunluğuyla kendini tükettiğini ve bunun bir rol olmadığını, gerçek kişiliğinin suskunluğa dönüştüğünü söylüyor. Lindner konuşmuyor, herhangi bir ses çıkarmıyor, sadece yaşıyor. Duru bir yaşam, Gulliver'in Seyahatleri'ni olduğu gibi kopyalamasının sebebi, kendisini ait olmadığı bir yerde hissetmesi. Bütün bunları bir kendini keşfetme isteğiyle yazıyor Jenner, insanları öldürmesi bir keşif, inanmadığı hukukun bir temsilcisi olmaya çalışması da öyle. Ne ki kendini ne kadar üstün görmeye çalışırsa çalışsın, Lindner'ın anlayamadığı parçası yüzünden tetikte, bu adamdan, arkadaşından çekiniyor. Şuradan çıkarabiliriz; Jenner anlatıcı olduğu bölümlerde kendi perspektifinden anlatırken Lindner'ın bakış açısına geçebiliyoruz birden, bir göldeki bütün balıkların uzaya fırladığını ve yıldızlara dönüştüğünü görüyoruz. Anlatıcının gücünü elinden alan başka bir güç var, Lindner'ın nereden çıkacağı pek belli olmuyor.

Lindner şehirde. Jenner okula gittiğinde Lindner sokağa çıkıyor, yürüyüş yapıyor ve şehri kendi renkleriyle donatıyor. Kendini de: "Şehre gittim; orada bir bacağımı kestiler. Bu bacağı o zamandan beri yanımda taşırım: Bazen bir yıldızdır, bazen bir güneş saati, bazen de bir balta." (s. 33) Gün diye bir öyküm var, onda her şeye dönüşebilen bir nesneye sahip olan anlatıcı, nesneyi yanında taşıyor ve bu durum onu sürprizlere açık hale getiriyor haliyle, yaşamın getirdiği her şey o nesnede gizli. Bu metni bir yıl önce okusaydım kesinlikle etkilenirdim ve o nesneyi öyküye koymazdım. Lakin aklıma geldi, koydum. Bu beni Lindner kadar deli yapmasa da aynı meşrepten geldiğimizi gösterir. Bu yüzden Lindner'ın düşünce biçimi, daha doğrusu düşünmeme biçimi oldukça hoşuma gitti. Güneşin ikiye ayrılıp geceyle gündüzü ortadan kaldırması, bir müezzinin sıçmasının buna sebep olması, başka pek çok şey bana göre müthiş mantıklı. Bu mantıkla uzun bir yaşam için gereken her şeye sahip Lindner, bir kere kendiyle kalabiliyor. Kimse olmadan bir başına yaşayabilir, sosyalliği kendi zihninde, bir birey olarak zaten kendinden menkul, o yüzden ayakları yoksa kahveye giremeyeceğini söyleyen garsonu kendi zihninde hacamat ediyor, uzuvlarını dönüştürüyor ve giremeyeceği hiçbir yer kalmıyor böylece. Çok amaçlı bir adam Lindner, amaçlarından görünmüyor bile. Jenner'ın takıldığı kızın, Eva'nın aklının Lindner'da kalması, arkadaşı Julia'ya iki arkadaşı anlattığı bölümde gösterinin ne kadar çekici olduğuyla gerekçelendiriliyor. Jenner çekici, zarif, iyi giyinen bir adam ama Lindner'ın sözleri bambaşka bir dünya kuruyor, mutlak anlamsızlığın insanı eyleme sürüklemesiyle ilgili şeyler söylüyor Lindner, Eva'nın aklını çeliyor. Bir de cinayetler var tabii, Jenner için tehlike çanları çalıyor artık, bir de soruşturma başladığı için diken üstünde artık. Lindner'ın kaybolmasıyla birlikte her şeyi oluruna bırakıyor Jenner.

Üçüncü bölüme geçebiliriz.

Sonnenberg bir soruşturma hakimi, onu dış bir anlatıcı vasıtasıyla göreceğiz. Bu adam işlenen cinayetlerin araştırılması sırasında Steinhof'a gidiyor ve oraya tekrar dönmüş olan Lindner'la konuşmaya çalışıyor. Şenlik bu bölüm, geçiyorum. Jenner'ın notlarının olduğu bölümler de şenlik, onları da atladım. Çok şeyi atladım, özellikle okunması gereken bölümler onlar. Roth hakkında birkaç şey söyleyecektim zaten ama şunu şimdi diyeyim; karakterlerinin etrafına ördüğü dünya şahane. En az iki türü var bunun sanırım, karakterin kendi etrafına ördüğü ve anlatıcı tarafından örüleni. İlkinde anlatıcının bir aktarıcıdan öteye geçmediğini düşünüyorum, ikincisindeyse aktif olarak yer alıyor zaten. İkisi de müthiş. Devam, Steinhof'un karanlığı yer yer Bernhard'ın anlattığı karanlıkla yarışıyor, hatta üslupsuz bir betimleme kullanıldığı için buradaki Steinhof daha korkunç. Sonnenberg'in iç dünyasının diğer iki adamla benzeştiği ve ayrıştığı noktalarla metnin tam ortasında ansızın belirmesi herhangi bir kopukluk yaratmadığı gibi, katili arayan Sonnenberg'le Jenner'ın satranç oynanan bir mekanda karşılaşmaları ve birbirlerine gülümsemeleri, gerginliğin zirve yaptığı bir bölüm. Sonuçta dava görülüyor, masum bir adam mahkum ediliyor ve her şey çözümleniyor. Bu üç çarpık yaşamın sürmesi, her şeyin olabileceğini ve olduğunu gösteriyor bir yandan, son bölümde Lindner'ın otoportresi metnin başıyla sonu arasında yaşanan her şeyin yaşanmamışçasına bayağı olduğunu imliyor.

Roth'un günümüz Avusturya edebiyatının Bernhard ve Handke'yle birlikte üç atlısından biri olduğu yazıyor arka kapakta, muhtemelen doğrudur. Akıl hastanesinin yalıtılmış ortamında dış dünyanın karmaşası olmadan, Lindner gibi bir adam mutluluğu bulabilir, Jenner'ın küçük hobisi bütün dünyayı bir akıl hastanesi rahatlığına kavuşturabilir, Sonnenberg'in akışa kapılıp görmesi gerekenleri görmemesi doğrunun sorgulandığı, Lindner'ın kaçtığı bir dünya yaratabilir. Üç karakter de birbirinin mutsuz olduğu dünyaların yaratıcısı, bitimsiz bir döngünün.

Gazpacho'ya geleceğim az. Yıllardır müthiş albümler yapıyorlar, Norveç'ten kötü bir şey çıktığını görmedim zaten. Aşağıdaki şarkıları şahane bir albümün son şarkısı, albümün hikâyesine göre ilk şarkı da olabilir tabii. Ben şarkının son bölümüne ayrı bir dikkat çekeceğim, 8:30'dan itibaren başlayan bölüm. Farid Farjad çalsa bu kadar olurdu. Muhteşem.