28 Eylül 2018 Cuma

Niklas Luhmann - Aşk - Bir Alıştırma

Üremeyi iletişimin ilk adımı olarak görmüştük, Dilin Tarihi'nde iletişimin temellerinden biriydi. Biyolojik bir iletişim yolu bu, ekonomideki karşılığı metanın el değiştirmesi olabilir, bu da kendi içinde iletişimin temel öğesini, mesajı taşır. Her sistem kendi iletişim yolunu oluşturuyor, Luhmann'ın öne sürdüğü fikir bu. Kendi sistem kuramına göre toplumdaki bireylerin salt dille birbirini anlaması mümkün değil. Pirandello'dan Kosztolányi'ye pek çok yazarın ele aldığı bir mesele. Doğrudan, vokal iletişim yorumlamalara ve haliyle yanlış anlamalara açık, kelimelerin bazı anlamlara gelmemesini de buna katabiliriz. Mutabık olunan kavramlar bile her bireye göre -az veya çok- değişiklik gösterir, dolayısıyla "iletişim mecraları" denen nanenin asıl iletişim kanalı olduğunu söyler Luhmann. Cinsellik, hediye alıp vermek gibi eylemler kusursuz bir bağlam yaratmasa da mesajların nispeten sağlıklı bir şekilde iletilmesini sağlayan kodlardır ona göre, aşk da böyle bir koddur. Luhmann'ın sosyolojik düzlemde incelediği aşk olgusu, insan ilişkilerinde anlam üretiminin en özgül biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Rastgele bir sevişmenin doğuracağı tutkunun aşkla olan ilişkisinden tek eşliliğe kadar pek çok mesele sosyalleşme kapsamında ele alınıyor, aşkın maskeleri ve maskelerin altında ne olduğu üzerine fikir yürütülüyor. Kabaca bu.

Luhmann, postmodernizm, postyapısalcılık gibi fırtınaların estiği düşünce ortamında kendi sistemini ortaya koyuyor, Talcott Parson'dan devraldığı otonom sistemler kavramını kendi fikirleriyle birleştirerek somutlamaya çalışıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında özgün bir girişim, o atmosferde özgün olduğu söylenebilir. Eylemsel ve deneyimsel anlamın birleşimini analitik bir anlam olarak görür ve bu anlamın dünyayla sistem arasındaki bölünmelerinden gerçekliğin ortaya çıktığını söyler. Ona göre bölünmeler sonucu ortaya çıkan parçalar gerçekliği oluşturan parçalardır, birbirleriyle uyumlu oldukları sürece bireyin gerçeklik algısı stabil ve sağlıklı bir şekilde kurulur, iletişimsel bir kurulumdur bu; parçaları üreten sadece biz olmayız, aldığımız ve verdiğimiz mesajlar bu parçaları oluşturur. Bu bağlamda aşkın korunmasında belli bir açıklığın bulunması gerektiğini söyler Luhmann, iletişim sosyal sistemlerin desteği ve dağıtıcı bir riski olduğuna göre partnerler arasında bir denge kurulması gerektiğini, anlatılmamış veya uydurma bir hikâyenin varlığının partnerleri ayıran önemli bir etken olduğunu söyler. Evlilik kurumunun, hayat arkadaşlığının temelinde bu vardır. Gerçekliklerin eşitliği olarak adlandırmıştım ben bunu, Luhmann'dan haberim yoktu ve kendi ilişkimin bunun yokluğundan mustaripliğini anlatan bir metin yazıyordum. Yazdım, bitti. Bir zaman basılır. Sanırım. Neyse, bu eşitlik "bireyselliği etkisizleştirmek yerine karmaşıklığı azaltma sürecinde bir referans noktası olarak bireyi oluşturur". "Aşk, başka bir kişi ya da birtakım kişilerin kendi bireysel kavrayışlarına ve özel dünya görüşlerine yönlendirmek suretiyle seçimler sunar. Bu iletişim mecrasının özel işlevi de, somutlaşmış ve bireyselleşmiş deneyim işleme tarzına dayanır." (s. 15) Aşkta kişi kodlardan arınmıştır, olduğu gibi kabul edilir. Kendini kabul ettiği ölçüde -yine gerçekliğin eşitliği çıkıyor ortaya- partneri tarafından da kabul edilecektir, dolayısıyla önce öz bilincin gelişmiş olması gerekir ki başka bir bilinç tarafından kusursuz bir şekilde kavransın. Partnerler, birbirlerinin dünyalarında bu kavramaların başarılı olması ölçüsünde yer alırlar veya birbirlerinden koparlar. Birlikte bir dünya kurmanın, ilişkinin bir boyutu olan üçüncü kişiliği yaratmanın temelinde bu etken vardır.

Diğer iletişim mecralarının aşkın yerini çok sınırlı bir ölçüde tutabileceğini söyler Luhmann, aşk da onların yerini kısmen tutabilir. Toplumun karmaşık yapısı, mesajların berraklığını ortadan kaldırırken aşkın kimliği de tarih boyunca değişir, cinselliğin aşka göre konumu yer değiştirir, bir edim olarak cinsellik aşk bağlamında geri plana alınır, deneyimsel düzeyde işlerliğini sürdürür. Aşkın bir temsilidir, kendisi değil. Lefebvre'ın mekânlar için söylediklerini aşka uyarlayabiliriz; temsil mekânlarının ideolojilerin aygıtları olarak kullanıldığını düşünürsek mekânın gerçekliğinden -gerçek mekânı düşünüyorum, olabildiğince saf ve tamamen kendime ait olan imgelemimle oluşturduğum mekândır herhalde- aşkın gerçekliğine uzanan nitelik benzerliği görürüz. Aşk biriciktir, yardımlaşmaya, tanımaya ve tanınmaya, rahatlığa ve aidiyete yol açar. "Kurulu" bir mekânda kendiliğimize yapılan saldırıdan ötürü rahatsız oluruz, örneğin AVM'lerde nefes alamayacak gibi olurum. Partnerimin "kurduğu" aşk da bir başka boğulma vakasıdır. Misal. Doğal bir dengelenmenin gerçekleşmesi gerekir, yoksa o aşk bir zaman sonra ortadan kalkacaktır, zira mesajlar aşırı yorumlara açık hale gelecektir. Belli bir ölçüde yıkıcılık kabul edilebilir, dengelenme için dağıtıp birleştirmelere ihtiyaç duyulur ama mutlak bir yıkımdan korunmak için bireyin kendini dengelemesi de gerekir. Bu noktada çok hassas bir durum çıkıyor ortaya; aşkın doğması için aşk idollerinin, aşk hakkında okunan metinlerin, makyaj malzemelerinin, kısacası temas kurmada aracı olacak pek çok etkenin varlığı gerekir, aşkın ayrışmasına yol açan bu etkenler, aşkın korunması ve sürdürülmesi konusunda oldukça yardımcıdır. Bir iletişim mecrasının ögeleri olarak görmeliyiz bunları, yoksa yüzün boyanmasının aşkı doğurmasında yanlış bir kod olarak değerlendirilebilir olması elbette incelenebilir. Flörtözlüğün yerine derinlere dokunan, belki istemsiz bir bakışın iz bırakması anlaşılabilir.

Aşkın toplumsal mecradaki karşılıkları, iletişim kanallarını oluşturma biçimleri gibi pek çok meseleyle devam ediyor inceleme. Luhmann, sezdiğim şeyleri belirli bir sisteme oturtmuş olarak çıktı karşıma, dünyanın karanlığı biraz daha dağıldı. Kesinlikle okunmalı bu.

27 Eylül 2018 Perşembe

Jeanne Cordelier - Gatien'in Tutkusu

Sel'in sitesinde 1990'da basıldığı ve Armağan Ekici tarafından çevrildiği yazıyor. Bu bilgi doğru değil sanırım, bendeki "ilk baskı" 1998 tarihli, Ayşe Banu Karadağ çevirisi. İkinci baskıyı görememiş, kaybolmuş kitaplardan biri. İzini sürüyorum böyle kitapların, demiştim. İsmail Abi'de buluyorum, bulunuyorum genellikle. Çalıştığım okuldan İstiklâl Caddesi'ne beş dakikada yürüyorum, bir beş dakika daha yürüyorum, İsmail Abi'nin çay ısmarlaması da bir on saniye tutsa, kayıp kitaplara erişimim bu sürecin sonunda. İyi bir şey. Meltem'i götürdüğüm zaman dükkânın yarısını alacak gibi olmuştu. Normal.

Bir cin tarafından hacamat edilip kuş formuna sokulmuş anlatıcı vasıtasıyla dinlediğimiz hikâye, aşkın bütünlenip parçalanmasıyla ilgilidir. İnsanın sayısız parçası bir araya geldiğinde, kusursuz bir yapı ortaya çıktığında aşık olunur, sanırım böyledir bu iş. Aşkın bir durum olduğu ve en uygun nesnenin bu duruma yerleşir yerleşmez biricikliğe kavuştuğu söylenir, zaten orada olan yaraları taşımak için doğmuş olmakla benzer bir mevzu. Niklas Luhmann'ın aşk konusundaki incelemesini okuyorum şimdi, orada ilk görüşte aşık olmanın böyle bir doğum olduğu söyleniyor. Bir şeye hazır olma durumu gerçekten vardır, parçaların kusursuz birlikteliği diyeceğim ben buna. Aşık olmalık durum oradadır yani, bu tamam, ama kuvvetli bir vurulma için nesnenin varlığı çok daha önemliymiş gibi geliyor bana. Azıcık bilen adam olarak konuşuyorum; tek bir kez ilk görüşte aşık oldum ve hiçbir parçam buna hazır değildi, Luhmann'ın iddia ettiğinin tersini savunuyorum. Aşk kesinlikle bir hazırlıksız yakalanma olayıdır. Aşk, düşen ilk dolu tanesini kafaya yiyecek kadar şanslı olma halidir. Evet, tanesi. Şanssızlık değil ki, dolunun oluşmasından itibaren kafaya inene kadar çizdiği yolu okuyabilseydik eğer... Sanırım aşkı yine çözemezdik. Aşkı anlayabilmenin bir yolu yok, Luhmann aşkın yarattığı iletişime onca taban oluşturuyor ama kesin bir açıklaması yok. Dolayısıyla aşkın, tutkunun bürüneceği kimlikler de bu ansızlıktan doğan bilinmezin niteliğine sahip. Aşkın paylaşılabilirliği, paylaşılmazlığı, yarası, onarısı, sayısız yüzü var ve her birinin ne zaman ortaya çıkacağı belirsiz. Onca parçanın kusursuz birleşimi dedim, bir parça arıza çıkarsa sihir sönüyor. Aşk çok kırılgan, çok belirsiz, çok yorucu. Bunların tersi aynı zamanda, çakılı bir kaya gibi, tam şurada.

Her şey hazırdır, şartlar olgunlaşmıştır, zemin sağlamdır, aşık oluruz. Engelleri aşıp bir araya geliriz, arkamızda yıkıntılar bırakırız, arkamız diye bir şey kalmaz, şimdinin doludizginliğinde bilmediğimiz bir yere doğru sürükleniriz. Cordelier, iki aşığın bu sürüklenişini anlatıyor diyebiliriz. Anlatıcı kuş -bundan sonra Gatien olarak geçecek- sahibesine aşıktır, kadının her davranışını izler, hatta tanrılığa soyunup ne düşündüğünü, ne hissettiğini bilir, çok uzaklarda gerçekleşen olayları bile bilir. Cin çarpmış bir adamdan beklenecek hareketler. Yine de, aşkın kıyım kıyım kıydığı çiftin anlatısında yersiz gibi duruyor, bu tekniğin anlatıyı derinleştirdiği herhangi bir nokta yok, bir paspas da anlatabilirmiş hikâyeyi mesela. Tek bir nokta var, onca sadakatsizlikten sonra -birbirlerinin gözü önünde gerçekleşen olaylar bunlar, ben bir noktada üçlü ve dörtlü ilişki bekledim ama Cordelier o kadar yürütmemiş mevzuyu- sahibe, kendisine aşık olan Gatien'e "aşk" demeyi öğretiyor. Sahibin hediyesine öğretilen kelime, kadının peşinde koştuğu heyecanın en saf haline dönme özlemini taşıyor bir yandan. Kadın adama hâlâ aşık, onca onur kırıcı hadiseden sonra basitleşiyor, yaşamındaki ağırlıktan kurtulmaya çalışıyor -aşktan değil- ve kuşa dönüyor, o güne kadar pek de umursamadığı, hatta kötü davrandığı kuşa. Bunun dışında Gatien'in dahil olduğu pek bir mevzu yok.

Nedir, sahip ve sahibe tanışırlar. Sahibe, çoksatar birkaç kitabın yazarıdır, eşiyle çok sağlıksız bir ilişkiyi sürdürmeye çalışırken sahiple tanışır. Sahip, işi gereği uzaklara seyahat edip durur ama kadını unutamaz, bir süre sonra kadın, kendisine korkunç bir biçimde bağlı, saplantılı eşinden boşanır, adamla evlenir. Aşkın doğuşu ve serpilişi keyif vericidir, kavuşma tablosu mutluluk saçar ama, işte, sayısız parçalar. Bu parçalardan haberdar değiliz, aşık olduğumuz kişinin parçalarını hiçbir zaman tam olarak bilmeyiz, sadece bir arada durmaları için dua ederiz. Kadının parçalarından birkaçı yitiktir, muhtemelen nevrotik ebeveyn yüzünden. Kendisi de bunaltıcı bir ilişki kurar. Sanırım şöyle; başta her şey bütünken aşkın sağaltıcılığı ortaya çıkıyor ve zirveyi gören bir sağaltım uyguluyor ruha veya eksik olan her neyse ona. Aşkın ilk günleri bu, insanın en "iyi" olduğu zaman. Sonrasında, biraz alışıldıktan sonra... Parçalar dağılıyor. Sahibe, sahibi delicesine kıskanmaya başlıyor, zaten en başından beri adamdan çocuk yapmak istiyor delicesine. Çocuk, yer yer başka bir şey düşünmediği söylenebilir. Bu uğurda zorlu bir ameliyat oluyor, ölümden dönüyor, çocuk oluyor nihayet ama sahibe aklını iyice kaçırıyor. Başka dünyalardan, başka varlıklardan bahsetmeye başlıyor ve adamı da kendinden uzaklaştırıyor böylece. Gerisi son derece acılı bir kopuş-kopamayış hikâyesi. Bol cinsellikli, bol kırık kalpli. Kuşun basit dilinden.

Eh, çok boş bir zamanda okunabilir. Sırf ideal aşıkların birbirlerinin katili olmalarının seyri için okunur aslında.

26 Eylül 2018 Çarşamba

Mario Benedetti - Yıldızlar ve Sen

Guermantes Tarafı'nı yazmayı ertelemek için araya bir şeyler sokacağım yine, Proust'un metinlerindeki anımsayışları anlatmak, okurun kendi anımsayışlarını oluşturmasını gerektiriyor. Alt çizmeyle, yıldız koymayla oluşturulan güzergah yeterli değil, bilincin dağınık parçaları tekrar bir araya getirmesini bekleyeceğim. O arada kayıp metinlerin izini sürmeye devam edeceğim, güncelden olabildiğince uzakta.

Mario Benedetti'nin şiirlerinden bir derlemeyi ve bir romanını basmış Ayrıntı, yakın zamanda basılan başka bir şey yok. 1988'de Alan Yayıncılık'ın bastığı öyküler var elimde, Zerrin Günyol çevirisi. Alan'ın Belge'yle doğrudan bağı var, fişinin çekilmesinde dönemin siyasi atmosferinin etkisi tartışılmaz. Edebiyat ve Devrim de Benedetti'nindi, evin bir yerlerine gömülü durumda. Bulup onu da okumam gerek. Neyse, Benedetti Uruguaylı, devrimci hareketlerin destekçisi olduğu için Latin Amerikalı çoğu aydının kaderi olan sürgünlüğü yaşamış, 1973'teki askeri darbeden sonra paramparça olan orta sınıf kökenli aydınlardan. Tanıtım yazısında ülkesine geri döndüğünden bahsediliyor, 2009'daki ölümüne kadar yirmi küsur yıl ülkesinde yaşayabilmiş demek. İngilizceye pek çevrilmemiş, bu yüzden pek tanınmıyor ama İspanyol dünyasında Latin Amerikanın çıkardığı en büyük yazarlardan biri olarak görülüyor. Şiirlerinin, senaryo çalışmalarının, romanlarının, öykülerinin ve incelemelerinin toplamı seksen kitap ediyor. Çalışkan ve devrimci bir yazar; militanlaşan ve üstün ahlakı empoze eden edebiyatı beğenmediğini söylüyor, aydınların insandan uzak edebi çalışmalarını da beğenmediğini söylüyor, beğendiği şey "militanca yaşamak", varoluşun acısını ve sihrini olabildiğince yansıtmak, bunu baskıcı bir rejim ortamında sunmak. Benedetti'nin kendi sesini yaratmış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; öyküleri Saki'nin ironik dünyasından Hemingway'in apaçıklığına, açıklığın altında yatan derin gizeme kadar pek çok unsuru barındırıyor, anlatım tekniği olarak çeşitlilik içermese de yenilikçi bir ses var öykülerde.

Birkaç öyküyü biraz anlatacağım. Fotoğrafı şuradan aldım.

Yıldızlar ve Sen, bir kentin ve insanlarının darbeyle birlikte değişimini olabildiğince gerçekçi bir şekilde yansıtıp büyülü bir şekilde biten bir öykü. Oliva adlı komiserimiz bir ilkokul öğretmeniyle bir terzinin oğlu. Kendisine pek iş düşmüyor, çünkü kentte suç işlenmiyor pek. En son işlenen suç bir cinayet; kanser yüzünden acı çeken bir kadın, kocası tarafından öldürülüyor. Bunun dışında vukuat yok. Komiser arkadaşlarıyla takılıyor, eğleniyor, yüzler gülüyor, her şey son derece uygar, insancıl. Komiserin arkadaşlarından Arroyo'nun gazetede yazdığı yıldız falları mutluluk dolu bir geleceği müjdeliyor, ütopik bir atmosfer. Darbeyle birlikte distopyaya dönüşüyor. "Bugün Uruguay'da sadece belli kişiler, siyasi gruplar ve sendikalar değildir yasa dışı olan. Mahalleler, köyler ve kentler bile vardır yasa dışı kabul edilen." (s. 8) Oliva hızla değişir, protestocu öğrencileri hapse attırır, insanlara işkence yapar, yıldız falları hızla karamsarlaşır. İnsanlık dışı onca muameleden sonra sıra Arroyo'ya, eski dosta gelir. Oliva, dostunun mekanına gelir ve fallarda öleceği söylenen kişinin yaşayacağını yazmasını ister. Arroyo'ya göre yıldızlar yalan söylemez, silahını çıkarıp ateşler.

Şakacı, baskı altındaki bir toplumun hızla paranoyaklaşması ve paranoya edinen insanın takip edilmediğini sanması üzerine bir öykü. İki arkadaştan biri, telefon görüşmeleri esnasında duyduğu tıkırtılardan ve öksürükten dinlendiğini anlar ama herhangi bir tehdit unsuru oluşturmadığı için dinleyenlerle dalga geçmek amacıyla gizli toplantılardan, eylem planlarından bahseder. Bir gün kendisini içeri alırlar, fena döverler. Salındığı zaman direkt hastaneye yatırılır, ziyaretine gelen arkadaşlarından birinin telefonda duyduğu öksürüğünü ayrımsar. Aslında şakayla başlayan bir mesele gerçek olur, insanlar en yakınlarına bile güvenememeye başlar. Kutuplaşmış toplum. Korkunç.

Çirkinlerin Gecesi okuduğum en etkileyici, derin öykülerden biri oldu. Sırf bu öykü için kitabı bulmalısınız. Basit bir şey; elmacık kemiği çökük bir kadınla çenesi yanık bir adam birbirlerini bulurlar, diğer insanların garip bakışlarından kurtulup karanlık bir odaya çekilirler ve güzel buldukları insanlar gibi sevişip sadece ikisinin anlayabileceği şekilde birbirlerinin yaralarını severler. Fiziksel yara bir metafor olarak okunabilir, insanlar yaralarından sevilebilirler, yara belli bir inceliği gösterir. Sadece bu; gösterir. Yarayı severiz ama ona dokunamayız, öyküde olduğu gibi. Dokunabileceğimizi, geçireceğimizi sanabiliriz. Böyle bir şey çoğunlukla gerçekleşmez. Başka bir zamana, başka insanlara aittir o. Başka insanların arasına katılırız, geride kalırız ve her şey devam eder. Yaranın eşini taşıyan, en azından yarayı tanıyan, anlayan biriyle denk düşebiliriz. Düşebilirsek.

Bayan Bellek Kaybı da çok iyi. Genç kadın gözlerini açar ve hiçbir şey hatırlamadığını fark eder. Bir meydanda oturmaktadır, saat 4.15'tir, hepsi bu. Geçmişine dair hiçbir şey yoktur, oraya nasıl geldiğini bile bilmez. Felix Roldan nam bir adam ona yardımcı olacağını söyleyerek evine götürür, kadına sarkar. Kadın oradan zar zor kaçar ve yaşadığı şeyin utancından kurtulmak için her şeyi unutmak ister. Unutur, gözlerini açar ve hiçbir şey hatırlamadığını fark eder. Saat 7.25'tir. Felix Roldan nam bir adam ona yardımcı olacağını söyler. Utanç döngüsü. İnsanlıktan utanır kadın, öyküyü okuyan her okurun hissedeceği şekilde.

Hayalet de iki numaram. Ölen bir sevgilisinin hayaletini her gün gören bir kadın, bu durumu sevgilisinin en yakın arkadaşı dahil olmak üzere birkaç kişiye anlatır. Kimi anlayışla karşılar, kimi dalga geçmeye yeltenir, sevgilisinin arkadaşıysa yaşamın doğal akışında bir şeye şahit olunmuş gibi düşünür ve kadınla yakınlığını ilerletir. Duyguları değiştikçe, adamla kadın yakınlaştıkça hayalet yavaş yavaş silinir, en sonunda görülmez olur. Bu da bir metafor olsa, desek ki bir yokluğu, birinin yoksunluğunu bir başkasıyla kaparız. Açık kalan kısımlar olur ama kapanmasına asıl ihtiyaç duyduğumuz bölüm bir daha göremeyeceğimiz biçimde ortadan kaybolur. Böyle; yaşantılarımıza bakalım. Bir acının üzeri bir mutlulukla örtülür, bir insanın yokluğu bir başkasıyla dolar. Dolmaz. Doldurulur, olduğunca. İnsanlar beliriyorlar, yaşamımıza giriyorlar ve kayboluyorlar. Birinin yerini bir başkası alıyor, böylece ölüm haricinde mutlak hiçle karşılaşmamış oluyoruz, bir ölçüde kendimizi de kandırarak. Hayaletleri seviyoruz ama bu dünyaya ait değiller, yok olmalılar. Geçmişin kalıntıları bir bir ortadan kalkmalı, geriye hiçbir şey kalmayana kadar.

Diğer öyküler de şahane, denk gelindiği yerde alınmalı bu kitap. Sahaflarda bulursunuz. Şimdiden elinize sağlık, çünkü ıskalamadınız.

Hiçbir şey kalmayana kadar, gökyüzü hariç.

17 Eylül 2018 Pazartesi

James Hogg - Bağışlanmış Bir Günahkârın Özel Anıları ve İtirafları

Bende 6:45'ten çıkan ilk -ve sanırım tek- baskısı var, Ekşi Sözlük'ten okuduğuma göre İletişim yakın zamanda yeniden basacakmış.

Marina MacKay'in Roman Nedir? nam, romanın ne olduğunu anlattığı incelemesini okurken denk geliyorum ve on yıldır aynı yerde duran kitabı elime alıyorum, bunu okumadan incelemeye devam edemeyecektim. Okudum. On yıl beni bekledikten sonra. Zamanı hiç gelmeyecek onca kitaba bakınca bende olmalarına rağmen bir başkasının zamanını beklediklerine inandım. Hepsini okuyamayacağım, ölümümden sonra dağılacaklar ve canlanacaklar. Şu an ölüler.

MacKay, "bulunmuş elyazması" olarak adlandırıyor mevzuyu. Otranto Şatosu'yla başlayan gotik geleneğin temellerinden olan bu tekniğe pek çok metinde rastlamak mümkün, Poe'nun öykülerinden Cthulhu Mitosu Öyküleri'ndeki örneğine kadar pek çok öykünün temelini oluşturuyor. Hogg'un metnine bakarsak erken dönem kullanımlarından biriyle karşılaşırız. Hogg, bir intihar vakasını anlattığı mektubunun yayımlanmasından sonra -gerçekten basılmış bu mektup, bir bölümü metinde yer alıyor- kendisine başvuran birkaç adama doğrudan yardım etmez, mezarın açılması aşamasında olaya dahil olmaz ama elyazmasının bulunmasını sağlar; kemiklerin ve çürümüş kıyafetlerin arasında malum elyazması bulunur ve asıl metin böylece ortaya çıkar. Editörün yorumları ve kendi yaşantısı birkaç yan anlatı oluşturur, böylece çok katmanlı bir metin ortaya çıkar. İşin ilgi çeken noktası, anlatıdaki karakterlerden Hogg'un bizzat kendisine kadar hemen hiç kimsenin güvenilir bir anlatıcı olmaması. O kadar çok yan hikâye ve yorum vardır ki her bir bakış açısı anlatıyı derinleştirdiği gibi gerçekliğinden şüphe ettirir. İşin gerçeklik boyutunu Hogg'un mektubuyla temelleniyor ama bu mektubun da bir oyun olup olmadığını bilmiyoruz, sadece gerçeği içerdiği şüpheli. Hogg'un zaten "güvenilmez bir sanatçı" olduğu söyleniyor, kendisi Wordsworth gibi adamlarla düşüp kalkmaktan ve çiftliğinde kısmen yalıtılmış bir biçimde sürdürdüğü yaşamından ötürü pek de tekin olmayan biri olarak görülüyor. İşin gerçeklik boyutu kurmacaya karışır karışmaz yazar ve eser de birlikte ele alınıyor ister istemez. Aslında basit bir olay; bir cinayetin izi sürülüyor ama karakterlerin satır aralarında kendileriyle ilgili verdikleri bilgiler ve eylemleri, basit bir kurmacayı içinden çıkılmaz bir hale getiriyor, anlatı katmanlarının takibini zorlaştırıyor ve gerçekle kurmacanın ne olduğunu sorgulatıyor. Belki de Hogg'un başarısı burada yatıyor, kurmacanın var olmadığına inandırmak. Şeytan'ın kendi varlığını inkar ettirmesi gibi.

Çevirmenin Önsözü bölümünde Işıl Erçin güzelce özetliyor konuyu. Eser 1824'te basılıyor, sonrasında birkaç baskısı daha yapılıyor. İlk baskıda Hogg'un adı yok, Kalvincileri kızdıracağını düşündüğü için adını gizlemiş. Kalvinizm, "olacakların önceden takdiri" ve "seçilmiş kulların günahtan muaf olmaları" gibi nitelikler taşıyan bir mezhep, Hogg'un kıyasıya eleştirdiği ve esas oğlanlardan birkaçı üzerinden çarpıklığını anlattığı bu mezhep o zamanlar giderek güçleniyor, farklı inançların yayılma alanında genişçe bir yer kaplıyor. Özgür iradenin yadsınması, günahların seçilmişleri etkilememesi gibi olgular sınırsız bir kötülüğe yol açabilir, Hogg bunu gösteriyor. Esas adamımız Robert Wringhim nam püriten kardeşin yediği naneler bu iki olgu üzerinden şekilleniyor. Dinî altyapı bu. İddialara göre Hogg bu metni başka birine düzelttirmiş, diğer metinlerinin basitliği böyle bir kuşkuya yol açmış. Romandaki olaylar 1687 ve 1712 yılları arasında geçiyor, Kalvinistlerle Katolikler arasındaki mücadelenin hız kazandığı "çalkantılı zamanlar". Metnin planını bu çalkantılı, şiddet dolu zamanlar oluşturuyor, belki de tekinsizliği sağlayan en önemli etken budur.

Editörün Anlatısı bölümünde olaylara şahit olan insanların insanların yaşadıklarını ve şahit oldukları olaylar üzerine yaptıkları yorumları görürüz, hikâye bu bölümde doğar. George Colwan adlı toprak sahibi, komşularının "soytarı ve kayıtsız bir adam" olarak andıkları biri. Reformculara öfkeyle yaklaştığı söylenebilir, inancının zayıf olduğu da söylenebilir. Lady Dalcastle'la evleniyor, görebileceği en püriten kadınla. Laird adlı bir çocukları oluyor ama evlilikleri yolunda gitmiyor, en baştan itibaren fikir ayrılıkları can sıkıcı boyutta, hatta kadın bir noktadan sonra yaşam alanlarını ayırıp malikanenin ayrı bir bölümünde yaşamaya başlıyor. Babasından yediği dayak da cabası; katı bir yargıç olan baba, kızına zarar veren damadına yaptırım uygulamak yerine kızını dövüyor, damadı cezalandırıyor böylece. Neyse, Rahip Wringhim ortaya çıkıyor ve Lady Dalcastle'ın zor günlerindeki en büyük yardımcısı oluyor, George'la pek de hoş sonlanmayan bir konuşma yapıyor ve durumun umutsuz olduğunu görüyor. Kendisinin Robert Wringhim'in babası olduğunu sanıyoruz, pek çok noktada olduğu gibi metin bu noktada da kapalı, yoruma açık. Robert adlı evlat katı bir dindar olarak yetişiyor, kardeşinin -üvey kardeşi de olabilir tabii- ve babasının dinsizliğine tilt oluyor, Laird ve arkadaşlarıyla problemler yaşıyor, hapse giriyor, dayak yiyor, bir sürü şey. Bu sırada George, uşağı dahil pek çok insanla bağları koparıyor, adamın dinsizliğine dayanamıyorlar.

İki kadın anlatıya dahil oluyor, ailenin etrafındakiler. Şeytan olduğu düşünülen varlık ilk kez ortaya çıkıyor, kadınların anlattıklarına göre. Laird'ın öldürülmesinde bu şeytani varlığın payı var. Laird'ın kafayı giderek yiyişine Rahip Wringhim, Lady Dalcastle ve bu iki kadın yakından şahit olur, Laird "melek" olarak gördüğü yeni arkadaşından bahseder ve Rahip bu varlığın şeytan olduğundan şüphelenir ama Robert'ın aklı tutulmuştur bir kere, ilahi sapkınlığı gerçeği görmesini engeller. Varlık da engeller tabii. Varlığa adam diyeyim; adam herkesin kılığına bürünebilmektedir ve düşünceleri kopyalayabilmektedir. Kendisinin kim olduğunu gizler, Robert'ın aşırı yorumlarını kendine kimlik olarak benimser. Rus Çarı'dır Robert'a göre, insanlığın kurtuluşu için kendi topraklarından çok uzaklarda, bitmez bir uğraş vermektedir. Robert giderek yoldan çıkarken adamın kötülüğünden şüphelense de evi yakılana, hatta mezara girene kadar olup bitenin farkına varamayacaktır.

Kadınların anlatısı bittikten sonra asıl bölüm olan Robert'ın anlatısı başlar. Aynı olaylar ilk kaynağın ağzından anlatılır, kahramanımızın yavaş yavaş delirmesini izleriz. Sonrasında editör tekrar lafa girer, Hogg'un mektubundan bir bölümü paylaşır, intihar eden adamın -Robert olduğuna inanıyoruz, inanıyor muyuz veya inanmıyoruz- mezarını açar, elyazmasını bulur. Kabaca budur. İnce noktaya gelirsek, ilk bölümdeki kadınların gerçekleri ayrı ayrı çarpıttıkları şüphesi, şüphe izleği metin boyunca yakamızı bırakmaz. Duyular yoluyla edinilen gerçekliğin mutlak olduğunu söyleyen kadın, soruşturma sırasında yanlış bilgi verir. Duyuların gerçeği maniple ettiği ortadadır. Sonrasında Robert'ın yalan söyleme alışkanlığına sahip olduğunu öğreniriz, çocukluğuna dair bir olgudur bu. Öyle midir acaba, yalancılığı çocukluğuyla mı sınırlıdır? Editörün olayları farklı anlattığı düşünülebilir, Hogg'un metnin neresinde olduğu zaten tartışmaya açıktır, mektubunun kurmaca olma ihtimali var. Kısacası en kurulmuş karakterden Hogg'un kendisine kadar güvenilmeyecek pek çok şahsiyetin ortasında, kafası karışmış bir okur olarak kör topal ilerlemeye çalışıyoruz. Neye inanacağımız bize kalmış. Robert bile şeytani varlığın kendisinin bir parçası olduğunu düşünür bir noktada, varlık sanki bölünmüş kişiliğinin öbür yarısıdır. MacKay, bu meselenin Jekyll ve Hyde'ı öncelediğini söyler.

Güvenilmez anlatıcının, anlatıcıların cirit attığı bir anlatı. Türe sıkı bir katkı. Mutlaka okunmalı.

15 Eylül 2018 Cumartesi

David Shields - Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto

"Kelimelerin sahibi kim? Müziğe ve kültürün geri kalanına sahip olan kim? Biziz, hepimiz, ama birçoğumuz bunun farkında değiliz. Gerçekliğin telif hakkı alınamaz." (s. 288)

Yayınevinin avukatları Shields'a alıntıların kaynağını yazması gerektiğini söylemişler, Shields zorla yazmış, en sona eklemiş. Yüzlerce alıntı, ayırt edebildikleri mezar taşları gibi dizilmiş, en sonda. Metnin içinde yaşıyorlar, kaynakçada ölüler. Horatius'tan Breton'a gerçeklik tanımları yapılagelmiş, sanatın ne olup ne olmadığı tartışılmış, aynı şey. Gerçeklik olarak görülenler sanatın içine nasıl sokulabilir, nasıl sokuşturulabilir, bir forma ite kaka nasıl sıkıştırılabilir, bunun arayışında koca koca manifestolar çıkmış ortaya, bir pirinç tanesinin üzerine dünyalar çizilmiş, resimlerin yer aldığı çerçeveler başlı başına bir eser olarak değerlendirilmiş, türler birbirine karışmış ki daha en başta ayrılmaları gerçeklikten bir kopmaymış, sanata dair pek çok şey olurmuş ve olmaya devam edermiş. Miri malı çalıyorum, zaten çalmıştım, üfürdüğüm birkaç öyküde bir ondan, bir bundan bahsetmiştim, en sona da uydurma fotoğraflar ekleyip gerçeği maniple etmiştim, bozuk bir gerçekliği -tekil bir "ben"in gerçeği gerçek midir, bir gerçeğin gerçek olduğunun bilinmesi için en az kaç kişi gerekir, kişi mi gerekir, bunlar cevaplanmayası sorulardır, çünkü bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur, gerçeğin kendinden başka bir şahidi de yoktur, o ulaşamayacağımız bir yerde durur, üzerimize düşen gölgesidir ve halk arasında bu gölgeye kurmaca denir- açık etmiştim ve kendi bilincimi sökmüştüm, bilinçsöküm, düşündüğüm hiçbir şey bana ait olmadığı için isim curcunası ortalığı toz duman etmişti, Gospodinov ünlü romanların ilk cümlelerinden bir metin yaratmayı düşündüğünde birkaç yüz kilometre ötede adamın biri aynı şeyi düşünüyordu, belki başka gezegenlerde de aynı şey düşünülüyordu, bir gezegen bir diğerinin kopyasıydı ama çok uzakta olduğu için bunun farkına varmıyordu kimse, aynı şeyler tekrarlanıp duruyordu ve tekrardan "yeni" türüyordu, fark ve tekrar bir yerden bir yere götürüyordu ama adımlar hep aynı izlerin üzerinde beliriyordu, bir resim gördüğümde başka bir resme benzetiyordum, bir anlatı bir diğerinden çok da uzağa düşmüyordu, dağıldığı sanılan onca şey tek bir noktaya farklı açılardan tutulan aynaların kırışıydı. Kırışmamak dahi kırılmamak gerekiyordu, ham bir malzemeye doğru çekiliyordu sanat, bilincimi izlerken anlatıyı biçime sokuyor, hamlığı görmüyordum, beklenmedikliğin ve hataların güzelliği örtülüydü, günümüzün sanatı bu öz-biçimi dışlıyor, marjinalleştiriyordu. Ne olmalıydı, kalıbına uygun. Okurun okuduğunu daha en baştan oyun olarak görmesi gerekiyordu, yazarla okur arasındaki sözsüz, yazısız anlaşma saçmalığı her daim geçerli olmalıydı, yazar okura, "Ben numara yapıyorum, sana hikâye anlatıyorum, sen de yiyorsun, tamam mı?" diyordu ve okur da kabul ediyordu bunu. Bu artık ölü bir anlaşmadır, tedavülden kalkmıştır, çünkü bunun içinde gerçeklik hiçbir boyutuyla yer almamaktadır. Kurmacaya gerçekliğin belli bir ölçüde aktarılması da bu saçmalığın sürmesi için yeterli değildir artık, otobiyografinin bile kurmaca olarak kabul edilmesi gerekir. İçinde sözcüklerin bulunduğu her şey kurmacadır. İçinde harflerin bulunduğu her şey kurmacadır. İçinde boyanın, çizginin, edimin, belleğin bulunduğu her şey kurmacadır. Gerçek diye bir şey yoktur, belki başka bir zamanda, başka bir yerde mevcuttur ama burada değil. Sayfalarda değil, şövalelerde değil, imgelerde zaten değil. Her şey birbirinin o kadar kopyasıdır ki gerçeklik hiper, über, meta, kuta, pata, küte olarak sonsuz parçaya bölünüp kaybolmuştur, belki gelenek adını alarak kopyaların, (ç)alıntıların arasında sürüne sürüne yaşamaya çalışmaktadır ama bu da mümkün değil. Mümkün olanı düşünelim. İncil, İlyada ve benzeri metinler gerçek olarak algılandı. Tanrılar, Tanrı, peygamberler, her şey gerçekti ve anlatılmıştı, gerçekten başka anlatılmaya değer bir şey yoktu. O halde bir tür kutsallık illüzyonu yaratılmalıdır ki gerçeklik üretilebilsin gerçeklik yoksa da bir tane icat edilmesi gerekir, her çağ kendi gerçekliğini icat etmelidir, romanın icadının üzerinden o kadar uzun bir zaman geçti ki yazar-okur anlaşmasının bayatladığı dümdüz, klasik anlatıların leş kokusundan anlaşılabiliyor. İmgeler yetmiyor, her şeyin gerçekten yaşandığının söylenmesi bile yetmiyor, estetik bir hazzın minicik bir parçası dışında hiçbir şey yok bunlarda. Bireyin yükselişi romanla birlikte başladı ve çoktan bitmesine rağmen hâlâ sürüyormuş gibi gözüküyor, oysa göğün yedinci katında, kulenin en tepesinden görülen yıldızlar boyalı bir tavandan fazlası değil.

Karmaşanın merkezinde bir noktanın hikâyesinden daha çekici bir şey yok, benim hayatımın hikâyesi dışında hiçbir şey yazılmamalı, anlatılmamalı. Sadece kendi kurmacalığımdan emin olabilirim ve bunu kendime gerçek diye yutturabilirim. Klasik anlatının kukla karakterlerinin hiçbir inandırıcılığı yok, anlatım biçimlerinin hiçbir inandırıcılığı yok, yaşam dümdüz ilerlemediği için bir yerde başlayıp bir yerde biten anlatılar insanı aptal yerine koymaktan başka ne yapıyor? Gerçek bunun içinde değil. Kurmaca yazmadığını iddia edip istediklerini yapanların yarattığı tekinsiz bir zemin var, büyük bir boşluk, belirsizlik. Şimdinin gerçekliği yaratılmışsa eğer, bundan daha iyi değildir. Hiçbir şeyden emin değilsem, çağımın dünyası bütün inançları, erdemi, sevgiyi alaşağı ettiyse, korkunç bir uğultuya, kakofoniye katlanıyorsam bu belirsizliğin yapışkan doğası yüzünden. Türler bu belirsizlikte kayboluyor, tiyatroyla şiir arasındaki sınırların kalkması rahatlatıcı geliyor, ne izlediğimi, ne okuduğumu bilmemek, anlayamamak, düşünmemek müthiş bir rahatlık sağlıyor, yaşadığımı hissediyorum. Yetmeyince kendi belirsizliğimi yaratıyorum. İkinci dosyayı da gönderdim, utancım geçerse basılacak. En başta kendimi, sonra sırasıyla yakınlarımı mahvettim. Tabii ki her şey kurmaca. Tabii ki. Telif hakkı birilerinde, kimde olduğunu bilmiyorum. Bende sanırım. Kendime telifliyim.

Duruldum. Shields'ı Baran okuyordu, ondan gördüm de okudum. Kendimi yazar olarak ilk kez kurduğumu hissettim, Shields'ın söyledikleri pek önemli. Mesela şu sözü göğsüme bir madalyonmuş gibi asmak istedim: "Önemli olan, yazara ne olduğu değildir, yazarın olanlardan çıkarabildiği geniş anlamdır." (s. 63)

Kurmaca-gerçeklik ilişkisinin parçalı doğası, mis.

Daniel L. Schacter - Belleğin İzinde - Beyin, Zihin ve Geçmiş

Başlangıcı ve sonu belli bir olay. Bir parçası olunmuş, şahit olunmuş, anlatılması gerekiyor. Bu büyük zahmete girmek için her detay hatırlandı, benliğe çeki düzen verildi, ampirik mekanizma rölantiye alındı, her şey hazır. Aslında kolay; uygun sözcükleri uygun bir sıraya dizip fonem curcunası yaratacağız, dünyayı bir anlamda anlaşılır bir forma sokup aktaracağız. İletişeceğiz, bunu başarıyoruz ve çoğunlukla başaramıyoruz. Birincisi, korkunç bir uğultudan başka bir şey çıkmıyor ortaya. Dinleyemiyorum, sesler bir noktada birbirinden kopuyor, hikâyenin gideceği nokta kendini belli etmişse, anlam kendini ele vermişse çabanın sürerliği değersizleşiyor. İkincisi, ben bir şey anlatıyorsam bu anlamı vermeme çabasıyla tamamen kendi hikâyemi anlatıyorum, paydaşların katıldığı bir süreç doğmuyor, sonunda ortada bir anlatı kalıyor ve bu anlatı kimse için bir anlam taşımıyor. "Dur oğlum, hiçbir şey anlamadım, baştan anlat," deniyor, anlatıyorum ama benim anlayacağım biçimde değil. Bunu nasıl ifade ederim bilmiyorum, sanırım semantik kopuş diyeceğim. Önce seslerle, sonra seslerin meydana getirdiği yapılarla koptum, kronolojik ilerleyişten belli bir ölçüde koptum, insanlarla arama koca bir anlam ayrılığı girdi. Bu yüzden bilincimin, belleğimin çalışma düzenini anlama çabasına giriştim, böylece sosyallikle aramda bir denge kurabilirdim, sosyal olmanın asgari ölçüdeki gereklerini yerine getirebilirdim. Mümkün. Uğraşıyorum.

İletişim bir kurmacaysa, doğasını anlamak için en büyük kurmaca ustasına, zihne dönmek gerek, sanırım. Bellek çeşitlerinin birbiriyle etkileşimini anlamak, geçmişin inşa edilmesindeki süreçleri uygulamalı olarak değerlendirmek gibi zihinsel aktivitelerle benliği kurmak gerekiyor, benliği bu şekilde -bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde- kuruyoruz, her an, yeni baştan. Bakınız, okula giderken zihnime yüklediğim parçaları biraz anlatayım. Sağdan soldan duyduğum diyalog parçalarını birleştiriyorum, ortaya kırkyama bir iletişme çabası çıkıyor. Bağlamdan kopuk konuşmalar anlaşılacak bir mesaj taşımadıkları için daha rahatlatıcı geliyor bana.

“Gelmesi gerekirken telefon etmiş, sucukları haşlasana lan Olimpos’ta güneşlenen o herif!”

Misal. Sonrasında yeryüzüne ulaşmak için çıkılan basamakların her birinin hikâyesini kuruyorum, biri diğerinden daha alçakta veya yüksekte olduğundan, buna rağmen aralarındaki hıncın bir arada durmak zorunda oldukları için bastırılmasından doğan anlatıların çeşitleri türevler ortaya çıkarıyor, biçem alıştırmaları veya kurmaca alıştırmaları şeklinde, ötesine de uzanıyor ve her şeyin biçimle çözülemeyeceğini düşündürüyor, içeriğin çeşitlemeleri biçime göre çok daha zor gibi geliyor bana. İnsan, bilincini nasıl çeşitleyebilir? Bir olayı çeşitleyebilir ama. Sonra vapurları görüyorum ve bir vapurun tarihçesini çıkarmaya çalışıyorum, her bir parçasının üretimine dek geri gidiyorum ve bunları tek bir bilinçle, yarı istemli yarı istemsiz yapıyorum, bilincimi söküyorum bir anlamda, bilinçsöküm. Ne kadar küçülebilirim ve ne zaman yok olabilirim, bunu merak ediyorum. Belleğin parçalarına inmek demek bu; ilk anılarıma kadar inip ne yaşadığımı, ne hissettiğimi ve aynı hissin farklı zamanlarda ortaya çıkışıyla ne kadar değiştiğini, ne kadar aynı kaldığını çözümlemeye çalışıyorum, merdivenler hep merdiven değildi, vapurlar neydi, sevgilerim hangi biçimlerdeydi, neydi yaşadığım, bunun gibi meseleler artık ağır gelmeye başladığında profesyonel bir yardım almaya karar verdim ve bibliyoterapiye, aslında nevrozlarımın bir ürünü olan alışkanlığımın -varsa eğer- sağaltıcılığına sarıldım. Schacter'ı bu bağlamda okudum ve belleğin insanı kuran tekliğini çaresizlikle özümsedim. Çaresizlikle, çünkü bellekten başka bir dayanak noktamız yok ve bu dayanak o kadar hassas ki yanlış biçimlendiği zaman gerçeklik dediğimiz şey, artık her neyse o, bir anda başka bir şekle bürünebilir ve başka kimsenin gerçekliğine ilişemez, böylece tekilliğin hüküm sürdüğü bir yaşamı edinmiş oluruz, her şey bizim açımızdan olduğu gibidir, gerçektir, oysa insanlar için normun dışında olduğumuz için ayrıksıyızdır. Foucault bu normların oluşumunu ve onların dışına çıkmanın zorluğunu anlatıyordu, ona göre toplumun hikâyeler kadar çizgilere de ihtiyacı vardı ve politika, psikoloji, kapitalizm, birçok etken bu çizgileri sağlıyordu. Bunlardan kurtulmanın mümkün olmadığı bir çağda yaşıyor olmak başlı başına bir yılgınlık kaynağı olsa da en azından belleğin uyumsuzluğunu anlamaya çalışmak bir çaba olarak, olumlu bir kaygının ürünü olarak, belki bir teselli olarak ortaya çıkıyor. Beynin işlerliğini sekteye uğratan onca problemi ortaya döken Schacter'ın verilerini bu bağlamda da değerlendiriyorum; bireyin ve toplumun birbirini dönüştürebileceği onca enstrümanın tamamen sağlıklı yapılar ortaya çıkaramayacağı malum, zihindeki bir devrenin iptal olup uçan pastalar görmeye neden olması genetikten toplumsal baskıya kadar pek çok etkenin sonucu olarak ortaya çıkabilir.

Schacter, incelediği aksamaları arka arkaya dizerken pek çok sanat eserinden de faydalanıyor; resimlerle, romanlarla ve şiirlerle dolu bir inceleme bu. Bir noktaya kadar böyle, anıların ve belleğin doğası incelendikçe terimlerle dolu bir dünyaya giriyoruz, sanatla etkileşimli olan bölümler bitiyor ve bilimsel çıkarsamaların, laboratuvarda yapılan deneylerin, kontrol gruplarının arasında kalıyoruz. Eugenio Borgnia'nın metinlerine benzer bir şekilde başlayan metin, bir süre sonra bilim adamlarının deneylerinden elde ettikleri verilerle doluyor. Bu bir anlamda iyi, mevzunun pek dağıtılmadığını gösteriyor. Kötü olan kısmı, belleğin yol açtığı "problemlerin" hikâyeleri yerini "sağlıklı" bir beynin onca bölümünün dökümüne bırakınca insanın nörolog olasının gelmesi. Elbette tam olarak ne olup bittiğini anlamaya ihtiyaç var ama denge tam olarak kurulamamış gibi sanki, Proust'un dünyasından amigdalanın derinliklerine yapılan uzun yolculuk oldukça afallatıcı.

Schacter'ın incelemesinde belleğin geri getirdiği verilerin gerçeklikle -bunu her yazışımda tedirgin oluyorum, anlamını bilmediğim, başka bir dildeki bir sözcüğü kullanıyormuşum gibi- uyuşmamasının türleri mevcut. Öncelikle beynin işleyişini ve belleğin kuruluşunu anlatıyor, sonrasında farklı amnezi türleri, psikotik meselelere girişiyor. Proust'un bir madlen yardımıyla geri getirdiği geçmişin tamamını hatırlamaya çalışmasını duyularla kurulan belleğin gücünü göstermek için kullanıyor, bu kurulumun Nazi ölüm kamplarındaki kolektif hatırlamalarla bağlantısını gösteriyor, böyle pek çok parçayı birbirine bağlıyor. Semantik bellekle işlevsel belleğin farkları ve birbirlerini etkileme biçimleri de oldukça ilginç. Bir de gerçekten büyük bir soru işaretinin ortadan kaldırıldığı bölümler var, benim için bir tanesi geçmişin her an yeniden kurulup kurulmadığıydı, daha doğrusu bunun bilimsel karşılığıydı. Yapılan deneylerden biri gösteriyor ki gerçekten de şimdinin çeşitlemeleri geçmişi de çeşitliyor, bir anıyı geri getirmek sadece o zamanın hatırlanmasıyla değil, yaşanan şimdiyle de ilgili.

Bazı hikâyelere beyinle ilgili olan başka incelemelerde de rastlamıştım, yine de Schacter'ın kendi hastaları ve bilim adamı arkadaşlarının anlattıkları vakalar oldukça ilginç. Bellek tam bir lanet, insanın tıpkıbasımı, savunma mekanizmaları olmasa tam bir cellat. Bir yandan da, sanki bize geçilen bir kıyak. Yol açtığı bütün acılar kendisinden doğsa da bildiğimiz şekliyle yaşam da kendisinden doğduğu için ona tutunmak zorundayız, onunla devam etmek zorundayız, bazen ona rağmen.

Düşünmenin, anımsamanın, belleğin kendini koruma şekli olduğu geçiyordu bir yerde, Schacter belleğin taktiklerini, kendini korumak için insanı parça parça edebildiğini anlatıyor bir anlamda. Şahane bir inceleme.

12 Eylül 2018 Çarşamba

Steven Roger Fischer - Dilin Tarihi

İletişim kurmanın üreme çabasıyla birlikte başlamasına dikkat çekiyor Fischer, evrimsel bir sürecin zamanla yapay dillere, programcılığa uzanması doğanın kendi varlığını korumak için bir mekanizma olarak iletişimi yarattığını düşündürüyor. Üremenin metaforu olarak dili düşünebiliriz; doğuyor, gelişiyor, doğuruyor ve ölüyor. Uzun vadede. Sanal dünyada doğanın sınırlarından tam anlamıyla çıkılıyor mu, düşünmek lazım, orada da bir doğum-ölüm döngüsü mevcut. İletişime dönersek, çağlar boyunca süren gelişiminin doğadaki bütün canlılardan sonra -ağaçların da iletişim kurduklarına dair bir haber vardı geçenlerde, Ent emmiler bir anlamda gerçek- insanla farklı bir boyut kazanması bir yana, insanın bilimsel metotlar geliştirmesiyle birlikte ortaya çıkışının hikâyesi belirdikçe ikiliğin canlılık olduğunu görüyoruz, anlaşmak ve anlaşamamak bir sürecin iki dayanağı olarak beliriyor, en az iki, birde herhangi bir doğum veya ölüm gerçekleşmiyor. Bu açıdan dilin tarihini, dilin taşıdığı bütün anlamlarla birlikte insanın, hatta doğanın tarihi olarak görmek mümkün. 

Hayvanlar arasındaki iletişimle, dilin en ilkel boyutuyla başlıyor Fischer. Wittgenstein diyordu, bir köpeğin konuşması bize anlaşılır gelmeyecektir ama bilim hızla yeni olanaklar sunuyor, araştırmalarımızın sınırları genişliyor ve mesajın/diyaloğun/iletişimin içeriğini tam olarak bilemeyecek olsak da taşıdığı anlamı bilebiliyoruz, davranışların incelenmesi bize yeterli veriyi sağlıyor. Karıncaların tehlike anında koku yaydığı keşfediliyor mesela, feromon dilinin ilk örneği. Bunun "yeryüzünün ilksel dili" olarak tanımlandığını söylüyor Fischer. Bal arılarının sistemi başlı başına sanat; polen kaynağının yönünü, kovana olan mesafesini anlatmak için bayağı dans ediyorlar. Kuşlarda Alex dikkat çekici. Afrika gri papağanı Alex, kırk değişik nesnenin adını söyleyebiliyor, nesnelerin niteliklerini ayırt edebiliyor. Yeni nöro-analitik testler, kuşların sol-beyinleriyle insanların sol-beyinlerinin aynı işlev için kullanıldığını ortaya çıkarmış ama bilim adamları henüz uzlaşamamışlar bu konuda, üstelik kuşların karmaşık bir dili kullandıkları ortaya çıkarılırsa kuşların ataları olan dinozorların da bu dili kullanabildikleri düşünülebilirmiş. Olaya dikiz. Atlar ve filler de akustik yardımıyla iletişim kurabiliyorlar. Balinalarda durum ilginçleşiyor; çıkardıkları sesler bizim duyabileceğimiz frekansta değil ve ağır tempolu ama hızlandırıldığı zaman kuş şakımasına benziyormuş. Gorillerden, orangutanlardan ve şempanzelerden ve en sonunda bonobolara geliyoruz, insani iletişime en yakın canlılara. Semantik açıdan değerlendirildiğinde bizim iletişimimize en uyumlu tür. Tabii onlar bizim iletişim kurma biçimimizi öğrenebiliyorlar ama kendi iletişim yollarını bize öğretemiyorlar. Türlerine özgür bir şekilde öğreniyorlar, uyguluyorlar. Bu kadar.

Konuşan Maymunlar başlığında hominidlere geliyoruz, Maymun-Adam ve Homo olmak üzere iki türü var. İlk tür, maymunların iletişim yollarına sahip ama ikincisinde sözel iletişimin ilk basamaklarını görebiliyoruz, bunun beyin yapısının değişmesiyle doğrudan ilişkisi var. Fiziksel nitelikler geliştikçe iletişim yolları da gelişiyor. Fischer, Homo'nun türlerinin geçirdiği fiziksel değişimleri ayrıntılı bir şekilde inceliyor ve her değişimin fonetik açıdan sağladığı olanakları ortaya koyuyor. Erectus'un şart kipini kullanabildiğini söylüyor, soyutlamanın en önemli adımı bu, dilin somut dünyadan kurtulup zihinsel, kurgusal bir özellik kazandığını gösteriyor. Sonrasında basit işaretlemeler ortaya çıkıyor, daha az basit işaretlemelerden önce. Örneğin isimler sıfatlardan önce beliriyor ve ikisi bir bütün, bir kalıp oluşuruyor. Bunun gibi çeşitli aşamalardan sonra sözdizimi yavaş yavaş sistemleşiyor ve ilk dil aileleri belirmeye başlıyor.

Dil aileleri iki türlü sınıflandırılıyor, yapı bakımından ve köken bakımından. Yapı bakımından sınıflandırmada eklemli, çekimli gibi sınıflar belirlenmiş, Türkçenin yer aldığı sınıfı hepimiz ezberlemiştik hatırlarsanız. Dillerin tarihsel geçmişlerine dair bir bilgi vermiyor bu tür bir sınıflandırma, zira dillerin yolculuğu direkt dillerin yapısını ilgilendirmeyebiliyor. Köken bakımından sınıflandırmaya bakarsak, burada tarihsel ilişkiler bulmak mümkün. Hint-Avrupa dil ailesi örneğin, bu ailedeki dillerin izlerini sürmek mümkün. Göç yollarının takip edilmesi bile dillerin sınıflandırılmasında etkin. Proto-dillerden Çin-Tibet veya Bask gibi nadir örnekler için geriye dönük tarihsel yapılandırma işlemi pek etkili olamıyor, bu diller kelimenin tam anlamıyla benzersiz ve konuşuldukları coğrafyaların dışında hemen hiç rastlanmıyor bunlara. Oysa diğer ailelerde yapılandırma işlemi işe yarıyor; bununla ilgili bir grafik var kitapta, binlerce yıllık bir süreçte iki dille başlayan çoğalma, dil sayısını onlara çıkartabiliyor. Afrika Dilleri, Asya Dilleri sınıfları için bu çoğalmanın gerçekleşme biçimlerini anlatıyor Fischer. Tabii bunca dilden baskın olanlar varlığını sürdürürken diğer diller yavaş yavaş siliniyor. Fischer, genetik çözümlemelere bakarak insan kitlelerinin değil, dillerin birbirinin yerini aldığını söylüyor ve pre-Kelt topluluklarının Kelt istilası sonucu dillerinin değiştiği örneğini veriyor.

Yazının ortaya çıkması, sözel boyuttan yazıya geçen dilin geçirdiği değişimler, ilk alfabeler, değişen dünyayla birlikte dillerin akıbeti, ilk filoloji çalışmaları ve teknoloji çağında dilin geleceği gibi konular oldukça kapsamlı bir biçimde ele alınmış, meraklılar bu kitaba bayılır.

  

9 Eylül 2018 Pazar

Georges Perec - Paralı Asker

Odamda, bilgisayarımın yanında bir kule var, askerde okuduğum kitapları üst üste dizdim. Kuleyi tekrar okuyacağım, bir zaman. Neredeyse üç yıldır öylece duruyor, parçalarını ara ara çekip karıştırıyorum. Arka kapağa yazdığım notlara genellikle nöbetlerde okuduğum için o bomboş zamanda aklıma gelen düşünceleri, bir dünya şeyi yığmışım, o zamanın sıkıntıları da çıkıyor aralardan, yorucu bir yüzleşme yaşanıyor, kapayıp kuledeki yerine koyuyorum kitabı. Uzun süredir böyle oluyordu, yaz başında hafiflediğimi hissedip bir kez daha denedim. Bu sefer hiçbir şey ağır gelmedi, okuyabildim. Kulenin geleceği karanlık, bir süre sonra ortadan tamamen kalkacak. Benim için de geçmişin girilemeyen bir odası açılacak. İyi.

Önsözde Claude Burgelin'in metnin biçiminden yazılışına kadar pek çok özelliğini enine boyuna incelediğini görüyoruz. Bu önsöz, sona bırakılması gerekenlerden. Mümkünse önce metnin kendisini okuyun, bellekte biçimlenen şeklini önsözle tamamlayın, daha iyi. Burgelin'den öğrendiğimize göre bu, Perec'in tamamlamaya nefesinin yettiği ilk anlatı. 1950'lerde yazıyor ve Seuil'e gönderiyor ama yayınevi metni yayımlamayı reddediyor. 1960'ta Gallimard, bir kitap dizisi içinde metni yayımlamayı kabul etse de Georges ve Pauletta Perec'in Tunus'ta yaşadıkları, Şeyler'de anlatılan yılda ret cevabı geliyor, bir kez daha. Metin tam olgunlaşmamış, söz oyunları gevezelik ve beceriksizlik ürünüymüş, böyle sebeplerden basmıyorlar. Perec'in birçok türevini yazdığı metin, basılmayan diğerlerinin yanında yerini alıyor, bir çantaya konuyor ve yazarın ölümünden sonra, atılacaklar çantasına konmuş olmasına rağmen kaderin bir oyunuyla atılmıyor, ortaya çıkıyor. On sekiz yaşından beri yazar olmak için çabalayan Perec'in aldığı ret cevabıyla yaşadığı yıkımı Şeyler'de, biraz da Uyuyan Adam'da görebiliyoruz, Burgelin bu metinlerle bakışımlı olarak inceliyor metni ve aşağı yukarı beş yıl sonra, Şeyler'in yayımlanışına kadar, Perec'in hayal kırıklığını aşarak daha çok çabaladığını söylüyor. Sonuçta Perec istediğine kavuşuyor ama ilk metniyle değil, bu metni okuyanın kafasına sıçmak istediğini söyleyecek kadar uzaklaşmış yaratısından. Ben kafamdaki boktan son derece memnunum açıkçası, iyi ki yok olmamış bu.

Perec'in mektuplarına da yer veren Burgelin'e göre sonraları yazılacak pek çok metnin izlerini Paralı Asker'de görmek mümkün. Bölümlemelerin oyunculluğu, anlatım biçiminin değişkenliği derken apartmandaki dairelerden birinde, zaten üretilmiş olan eseri tekrar üreten bir adamın şövale başında çalışmasını izleyebiliriz. Apartmanın bulunduğu sokağın, aslında orada olmayan sokağın adının Perec'in yakın bir arkadaşının adından, soyadından geldiğini de öğreniriz böylece, metnin sorgulamaya benzer bölümlerinin başka bir coğrafyaya yapılan yolculuklarda başka birine dönüşen, kendisi hakkında fikirlerini çizgilerle sınırlandırabilen bir karakter ortaya çıkardığını görebiliriz, bu karakter yıllar boyunca aynı işi sürdürürken, ünlü eserlerin kopyalarını üretirken her şeyin akışta kaybolduğunu, yaşamı hakkında pek bir fikri olmadığını söyler ama yaşamından ne kadar uzaklaştıkça bir o kadar yakınlaşır, kurgusal bir hayatın düzeninin biraz dışına çıkınca bir başkasına, bir anlamda kendisine dönüşür. Perec'in yolculuklarının bir sonucu. Burgelin, metni elli yıl sonra tekrar okuduğu zaman "gözlerinin açıldığını" söylüyor, Perec'in diğer metinlerini de düşününce Paralı Asker'in yapbozun önemli parçalarından biri olduğu ortaya çıkıyor gerçekten. Gerçeklikle kurmacanın bitmek bilmeyen davasında önemli bir nokta. Yaratıcılığın tekrarla muhasebesi görülürken sanatçının kendi hayatını kurma biçimi de edimleriyle zıt bir yönde ilerleyince kaçınılmaz olarak yıkım gerçekleşiyor.

İki nokta mühim, biri Gaspard Winckler'in aylarca üzerinde çalıştığı eseri yok etmemesi. On yedi yaşından itibaren etrafında sanatçılar ve sanat simsarlarından oluşan bir dünyanın içinde yaşıyor ve ünlü eserlerin kopyalarını üreterek yaşamını sürdürüyor. O insanları anlatmayacağım, ikinci tekil şahıslı ve diyaloglu bölümlerde hikâyeleri yavaş yavaş ortaya çıkıyor, Gaspard'ın sosyal çevresi adım adım oluşuyor. Dikkatimi çeken nokta, Paralı Asker üzerinde çalışan Gaspard'ın çevresindeki insanlardan biri olan Madera'yı öldürecek kadar kafayı kırmasına rağmen aylarca üzerinde çalıştığı esere dokunmaması. Önsözde Perec'in özellikle bu resimle, Paralı Asker'le özdeşleşim kurduğu çeşitli detaylarıyla birlikte anlatılıyor, varoluşsal kaygıyla estetik kaygının iç içe geçtiği söyleniyor, Dorian Gray referansını da düşündüğümüz zaman anlatıcının kendi yaşamını tekrar çemberinden kurtularak yaratmaya çalışmasını, kendini tamamen yok etmeyerek -çalışması olduğu gibi duruyor, en yakınındakilerden biriyse ölü, boğazı kesik, kendi sıvısı içinde yatıyor- gerçekleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bir çıkmaz var burada; resim bir kopya, orijinalin başarısız bir reprodüksiyonu, yine de sanatçının ta kendisi. İki yönden; hem kişinin yaratısı, hem de kendisi. Tamamlanması halinde bir oluş biçimi gerçekleşecek ama kişinin biricikliğine hiçbir katkı sağlamayacak, varoluşsal bir doyum gerçekleşmeyecek yani. Tamamlanmaması durumunda biricikliğe zararı yok, bu kez estetik varoluş yarım kalacak. Bernhard'ın metinlerinde geçen tamamlan(a)mayan çalışmalarını düşünerek yorumlarsak tıpkı kişinin tamamlanamaması gibi, eserlerin de tamamlanamayacağını, bitişin hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğini söyleyebiliriz, Perec de bu metninin farklı versiyonlarını yazdığına ve yayımlatamadığına göre bitimsizliğin üstesinden gelmiş olsa gerek. Yaşam bulamamış bir potansiyelin izleklerini takip ediyoruz; Gaspard'ın Antonello'yla hayali çekişmelerini düşündüğümüzde, Paralı Asker'in ressamı Antonello ulaşılamayacak bir düzeyde belirir, yaşamın orijinal boyutunda var oluyor ve Gaspard oraya ulaşamıyor, kopyalayıp durmaktan başka bir şey yapmadığı için, iyi para kazanmasına ve istediği zaman seyahat edebilmesine rağmen, kısacası zevklerine vakit ayırabilmesine rağmen hiç deneyimlenmemiş bir duygusu, edimi, eseri olmadığı için kendisini var edemiyor, bir otomata dönüşüyor ve ilk fırsatta otomatlıktan kurtuluyor. İkinci nokta bu; Madera'yı öldürdükten sonra anlatmaya başlıyor Gaspard. "Madera ağırdı." (s. 29) Bütün versiyonların ilk cümlesi buymuş. Makul. Cinayet, çemberin dışına çıkıldığını, biricikliğe doğru dev bir adımın atıldığını gösteriyor, Gaspard kendine biçtiği, kendisine biçtirilen yaşamın bir adım uzağına varır varmaz çözümlemelerine başlıyor, boyalarla yapamadığını sözcüklerle yapmaya çalışıyor. İkinci tekil şahıs olan anlatıcıyı ikincilikten kurtarmak gerekiyor sanırım, birincinin bir parçası o da, kanı göl halinde görünce açılan bir dil, kendinden öncekiyle birlikte olup bitenleri konuşuyor. Bu dilin gevezeliğinden bahsedilebilir ama yeni açılmasına vermek gerek, o kadar uzun bir zaman boyunca susmuş ki çözülünce oyunbazlıkla birlikte işlemesi çok doğal.

Gaspard kendisine kaçış tüneli de yapmış, iyi bir şekilde kamufle etmiş. Kurtuluşunu planladığına göre patlama noktasına yaklaştığını düşündüğü söylenebilir. "Kendi kurduğun tuzaklar bitirdi seni, kendi aptallığın, kendi yalanlarınla kendi sonunu getirdin.." (s. 42) Bir kurtuluşun arındırıcılığını yaşamak için sabote edilen yaşam, Gaspard'ın planladığı şey bu. Sımsıkı, kapalı bir sistemden kurtulmak için kesin, tek bir darbenin gerektiği zamanlardan birini iyi yakalıyor. O zamana erişimde pek çok itiraf, pek çok hata belirip kayboluyor, Gaspard kendini hazırlıyor, belki farkında olmadan. "Ne idiysen onu istedin. Ne istediysen oydun." (s. 59) Kendisi olmak isteyen bir adamın önce kendisinin ne olduğunu bulması gerekir, Perec'inki bir kendini bulma hikâyesi. Kendi yaşamıyla paralel bir arayış.

7 Eylül 2018 Cuma

Marcel Proust - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Formülize etme gibi bir densizlik yaparsam, Proust belirli süreleri bölümlüyor, bölümlerde yakın çevresindeki insanlar tekrar belirdiği zaman onların anlık durumlarına yer veriyor, böylece önceki bölümlerde yer alan karakterleri yavaş yavaş inşa etmeye girişiyor. Anlatıda kilit rollerde yer alan bu karakterlerin mühim eylemlerini yığmaca usulü hemen sunmuyor, bazı olayların zamanı gelince anlatılacağını söylüyor. İleriye bir işaret; Proust'un metni aklında çoktan oluşturduğunu ve yazıya dökerken okur için belirli ipuçları bıraktığını gösteriyor bu. Yeni karakterlerin anlatıya katılışı başka bir süreci tetikliyor; karakterlerin hafızadaki verilerle betimlenmesi, davranışlarının incelenmesi ve anlatıcı tarafından tahlil edilmesi gibi çok aşamalı bir anlatım tekniği kullanıyor Proust, insanın yaşamı anlamlandırmada kullandığı doğal işlemlerin metne yansımaları bunlar, müthiş bir hassaslığın ve bakma-görme kabiliyetinin sonucu.

Birinci bölüm, Mme Swann'ın Çevresinde. Anlatıcının Gilberte'i göremeyeceği, birbirlerinden uzaklaştıkları zamanlarda Norpois Markisi'nin manzaraya dahil olduğu noktadan başlıyoruz. Marki ve Profesör Cottard'ın yarattığı izlenimler anlatıcı tarafından ele alınıyor, anlatıcının babasının fikirleri de enine boyuna inceleniyor. Soyluların arasında bir genç, yazdığı metinlerin yeterince iyi olup olmadığını durmadan sorguluyor, kendine güvenmediği için huzur bulamıyor ve kendini geliştirmek için konserlere gidiyor ve gözlem yapıyor, durmadan, karakterlerin niteliklerini çocukluğunda edindiği fikirler ve anıların hatırlandığı zamanki düşünceler üzerinden ortaya koyuyor. Dönemin monarşi ve cumhuriyet yanlılarının yarattığı gerilim de kendini gösteriyor, karakterlerin bir masa etrafında oturup ettikleri sohbetlere gerginliğin izleri de karışıyor. Marki'ye özel bir önem verilmiş, kendisi cumhuriyetçi ve modern, çok kibar, hatta anlatıcının annesinin züppe bulacağı kadar kibar ama adamın doğal yapısı gereği kimse onun ayağını kesmeye çalışmıyor, beğenilen bir adam olduğu için birçok ortama davet ediliyor. Anlatıcının evi dahil. Marki edebiyattan da anladığı için, Gilberte'in acısı da taze olduğu için anlatıcımız bir metin yazıyor, duyguların şelale olduğu cinsten. Metne aktarılan duyguların kolay kolay kaybolmayacağına dair tipik bir Proust eki giriyor araya, edebiyatın zamanı dondurmasını ve yıllar sonra gerçekleşen çözülme sırasında her şeyin yeni yaşanıyormuş gibi bir duygu doğurmasını anlatıyor genç dostumuz. Bu sırada Berma nam bir sanatçının üstün performansı mevzu bahis oluyor ama anlatıcı performansı pek beğenmiyor, neden beğenmediğini kendi estetliğini merkeze alarak uzun uzun anlatıyor. Düşündüklerini Marki'ye de anlatıyor, Mme Berma'nın performansları hakkında sohbete başlıyorlar. Not almışım; bana göre çok ince bir detay: Marki konuşurken, diyaloğun orta yerinde, anlatıcının dediğine göre Marki, anlatıcının annesi konuşmanın dışında kalmasın diye ona doğru dönüp konuşmaya devam ediyor. Anlatı gayet kusursuz bir şekilde ilerlerken bir anda böylesi bir detayla karşılaşmak etkilemişti beni, hatta kendim de kullanırım diye aşırdım bunu.

Politik sohbetleri buraya almıyorum, Marki'nin Swannlara gittiğini söylediği kısımdan devam ediyorum. Anlatıcının annesiyle babasında bir irkilme, bir şaşırma, bir titreme görülüyor. Marki'nin izlenimlerini dinliyorlar, çift hakkında bildiklerini dinliyorlar, okur olarak biz de karanlıktaki bazı noktaları öğrenmiş oluyoruz, örneğin Odette'in Swann'a şantaj yaptığını öğreniyoruz, belki hamile kalması da bir katakullinin sonucudur, olabilir, Odette şeytan gibi bir kadın çünkü. Swann'ın zayıflıklarını keşfeden Odette'in bunları nasıl kendi çıkarı için kullandığı anlatılır, bir yandan anlatıcının insanın zayıflıkları konusundaki nutkunu dinleriz, üç katmanlı bir anlatı çıkar ortaya, geçişler kusursuzdur, masadaki muhabbetten Swann ailesinin evindeki davete, oradan Swann çiftinin ilişkisine, Swann'ın psikolojik tahliline ve ailesiyle olan ilişkisine bağlanırız, etkileyicidir.

Bergotte'a geliyoruz, anlatıcının en sevdiği yazara. Marki'nin okuması için anlatıcının bir metin yazdığını söylemiştim, okuma işi bittikten sonra Marki'nin hiçbir yorumda bulunmaması biraz kıllandırıcı geliyor, ki kendisinin Bergotte'u iyi bildiğini, hatta defalarca birlikte vakit geçirdiklerini öğreniyoruz. Marki, Bergotte'un parıltılı, süslü anlatımını pek sevse de zorlama ve değersiz bulduğu için anlatıcının yazdığını da beğenmez ve kendi fikirlerini söyler, ona göre gerçekliğin bir biçimde yakalanması gerekmektedir ve bunu da gerçeğin öznel ve nesnel yansımalarının dengelenmesi yoluyla sağlanacağı kesindir. Anlatıcı, buradan yola çıkarak gerçeklik-zaman ilişkisini düşünür ve zamanın yaşamlar, anılar, edebiyat ve pek çok şey üzerindeki etkisini irdeleyen bir düşünce akışına kapılır, göreliliğe yakın bir sonuca varır ve kendi yaşadığı zamanı yakalamak için yapabileceklerini düşünür.

Meseleler çok ama Proust'un ele aldığı konuların hepsini incelemek için ciddi mesai harcamak gerek, gerçekten özet geçiyorum: Gilberte'in acısının atlatıldığı kısım bir yüz sayfa kadar sürüyor. Bu bölümde Swann tarafının anlatıcıya verdiği tepkinin her bir boyutu inceleniyor, arzunun mutlulukla her zaman çakışmadığı söyleniyor, aşkın acımasız doğasının hayattan hem kopuk, hem de bir olması akıl karıştırıyor, Swann ailesinin sosyetedeki konumları başkalarınca anlatılan detaylarla da ayrıntılandırılarak sunuluyor. Bu sırada anlatıcının Bergotte'la karşılaştığı bir yemek sahnesi var, bir yazar adayının nasıl biçimlendiği ve usta olarak gördüğü insanların etkisinden nasıl kurtulduğu müthiş bir şekilde tasvir ediliyor, onca yemekli bölüm içinde bunun en iyisi olduğunu söylemek mümkün. En iyisi, çünkü kendi kendine psikanalizin sıkı bir örneği var burada. Sadece öz değerlendirme de değil konu, bir edebi eserin ortaya çıkışında kişiliğin, özgünlüğün rolü de ele alınıyor. "Eseri artık bana o kadar kaçınılmaz gelmiyordu. Bunun üzerine, acaba özgünlük, her büyük yazarın sadece kendisine ait bir krallığa hükmeden bir tanrı olduğunu gerçekten kanıtlar mı sorusu geliyordu aklıma; yoksa bütün bunların içinde biraz aldatmaca mı vardı; acaba eserler arasındaki fark, değişik kişilikler arasındaki, öze ilişkin köklü bir farkın ifadesinden ziyade, çalışmanın sonucu muydu?" (s. 559) Bergotte'un kişiliği, konuşma tarzı ve yazım üslubu bir araya geldiği zaman dalgayı çakıyor anlatıcı, adamın düşünce yapısını çözüyor ve eserlerindeki sihrin kodlarını belirleyebiliyor, böylece başka yazarlara, daha üstün yazarlara doğru yolculuğuna devam edebiliyor.

İkinci bölüm, Memleket İsimleri: Memleket. Babaanneyle çıkılan birçok yolculuğun, Balbec'te karşılaşılan, tanışılan ve belli ki ilerleyen bölümlerde tekrar tekrar ortaya çıkan yeni karakterlerin bölümü, Albertine'le yakınlaşılan, gençliğin verdiği enerjiyle her şeyin mümkün olduğunun anlatıldığı bir bölüm, kitabın esas bölümü. Çiçek açmış genç kızların tümüne aşık olan anlatıcı, aralarından birine yönlenen aşkını tahlil ederken aşkın adım adım doğuşuna şahit oluyoruz, her bir aşama üzerinde sayfalar boyunca duruyoruz ve Albertine'in uçarılığıyla eğlenip gencimizi üzmemesini umuyor, bölümü alkışlarla uğurluyoruz. Yaklaşık üç yüz sayfayı kıytırık bir paragrafa sıkıştıran bendenize de uçan tepik atarsanız makbule geçer.

Ağır ağır, araya birkaç kitap sıkıştırarak okuyacağım, bittikten sonra çok üzüleceğim çünkü. İki gitti, kaldı beş.

6 Eylül 2018 Perşembe

Kazuo Ishiguro - Gömülü Dev

Ishiguro'nun hatırlayış ve unutuş üzerine kurduğu meseleler her bir metninde farklı bir biçimde ortaya çıkıyor. Günden Kalanlar'da geçmişin kişisel kurulumlarının gerçekliği kırdığı noktayı görürüz, Avunamayanlar'da şimdiye taşınan acıların geçmişte farklı kişiler tarafından yaşandığını görürüz ki karakterler aynıdır ama olaylar başkalarının başından geçmiş gibidir, Beni Asla Bırakma'da gerçeklikte kurulan alternatif yaşamların keşfiyle ortaya çıkan yıkımı görürüz, yazarın diğer metinlerinde de aynı izlekle farklı kurguların içinde karşılaşırız. Sağlam damardır, belki de günümüzün hızlı, hıphızlı yaşantısında anlatılması gereken başlıca konulardan biridir bu. Ishiguro'nun sadece bu izlekle kalmayıp iki farklı damardan daha beslenmesi, metinlerinin altlı üstlü kurmacalığını daha da değerli kılıyor bana göre; Öksüzlüğümüz'ün savaş ortamında gördüğümüz unutuşun bir nimet olduğunu söylemek mümkün, kültürel farklılıkların tehlikeli bölgesinde insan topluluklarının bir arada yaşayabilmesini sağlıyor unutuş, gördüğümüz kadarıyla tehlikenin tekrar belirmesine rağmen çatışma boyutuna varmamasını sağlayan şey, kaynağı utanç, pişmanlık, ne olursa olsun unutuşun ta kendisi. İnsanlar acıların tekrar yaşanmasını istemedikleri için çözülmemiş meseleleri olduğu gibi bırakıyorlar. Karşılıklı yapıldığında kan dökülmüyor artık, iyi ama taraflardan birinin yarası henüz soğumamışsa, o zaman tehlike varlığını sürdürüyor.

Gömülü Dev, Öksüzlüğümüz'ün Britanya'da geçen, metaforlarla dolu bir versiyonu olarak görülebilir. Unutuşun üzerinden geçen onca yıldan sonra uzun sürecek bir arayışın başlaması, yolda karşılaşılan insanların anlatıyı derinleştirmesi, belirsizliklerin yavaş yavaş kaybolması ve hikâyenin finalde tamamlanması gibi ögeler Ishiguro'nun sevdiği işler zaten, bu metni farklı kılan şey, hikâyenin Romalıların geri çekilmelerinin az ertesinde, Britanya'nın efsanelerle dolu fantastik bir çağında geçmesi. Romanı bir fantazyaya çevirmiyor bu, günümüzde anlatılacak bir hikâyeyi söylencelerle besleyerek daha büyülü, heyecan verici bir hale getiriyor. Açıkçası şimdinin sönük insanlarının yerine Sir Gawain'in yaptıklarını okumak, Merlin'den bahsedilen bölümlerde heyecandan şöyle bir titremek çok daha keyifli. Çünkü Merlin -Taliesin olanı, bard- büyük bir büyücüdür, metinde de ara sıra bahsi geçecek Lord Arthur'un has hocasıdır. Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Avalon ve bir iki yerde ortaya çıkan Kharonvari kayıkçı derken kaptırır giderdim ama bu bir fantastik metin değil, bir Ishiguro metni, Ishiguro da kurmacanın retoriği konusunda çok yetkili bir abi olduğu için şirazeyi kaydırmıyor, fantazyayla asıl meselesini tam dengede tutuyor. Dahi iddia edeceğim; Ishiguro okumaya başlamak için en uygun metin budur.

Tarih bilmek gerekiyor biraz, dönem hakkında biraz bilgi vereyim. Romalılar dev bir duvar örmelerine rağmen akınlara engel olamayınca, barbar kabileler de merkezlerini iyiden iyiye tehdit etmeye başlayınca adayı bırakıp geri dönüyorlar. Britonlar, efsanevi liderleri Kral Arthur'un da yardımıyla bir müddet egemen güç haline gelseler de Germenlerin adaya gelmesiyle işler değişiyor, Angllar ve Saksonlar doğu kıyılarında koloniler kuruyor, içerilere doğru ilerledikçe kurdukları köylerle yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Sonrasında hakimiyet onlara geçiyor, Normanlar adaya akın üstüne akın yapana kadar mutlak üstünlük onlarda kalıyor. Saksonların giderek çoğalıp Britonları alt edecekleri zamanın biraz öncesinde kuruyor anlatısını Ishiguro, Norveçlilerin bahsi az çok geçiyor gerçi. Bu noktayı merak ettim; o zamanlar gerçekten de "Norveçliler" olarak mı adlandırılıyorlardı, yoksa çevirmenin tercihi mi acaba? Orijinal metne bakmak lazım, Ishiguro'nun sağlam bir araştırma yaptıktan sonra metnini yazmaya başladığını düşünüyorum. Söylencelere de hakim olduğunu sanıyorum, Keltlerin doğaüstü varlıkları pek ortalarda gözükmüyor ama elde bir ejderha var, insan yiyen devler var, dev köpekler var. Adanın folkloru çok zengin, Ishiguro bu zenginliği sislerin arasına müthiş gizlemiş. Sisi bir metafor olarak değerlendirirsek unutuşun izi olarak görürüz, gerçeklik olarak gördüğümüzde olağanüstünü saklamak için kusursuz bir perde olarak yayıldığını anlarız. Şöyle bir mekan, tek bir alıntıyla fikir vermeye çalışacağım: "Irmaklarla bataklıkların üzeri, bu topraklarda hâlâ varlığını sürdüren yamyam devlerin ekmeğine yağ süren dondurucu sislerle kaplıydı." (s. 7) Anlatının böyle bir atmosferde kurulacağını anlarız, sonrasında Axl ve Beatrice çıkar ortaya. Yaşlı bir çift. Yaşadıkları köyde pek rahat değiller, kullandıkları eşyaların mülkiyetleri topluluğa ait olduğu için geceleri mumsuz kalıyorlar, mum yakmalarına izin verilmiyor. Daha da kötüsü, geçmişi unutmaya başlıyorlar. Çocuk sahibi olup olmadıklarını bile unutacak noktaya geldikleri zaman tek oğullarını görmek üzere yola çıkmaya karar veriyorlar. Oğlan uzakta, bir iki günlük yolculuk kadar. Yaşlı olmalarına rağmen, yaşadıkları topluluğun da unutma salgınına yakalandığını gördükleri zaman vakit kaybetmeden yola düşüyorlar. Kendi tarihlerine de bir yolculuk bu; eğer Ishiguro'nun karanlık noktalarını yavaş yavaş aydınlatmasına aşinaysak başta anlamsız gelen bazı diyalogları, ayrıntıları aklımızda tutup parçalar yerine oturdukça yerli yerine koyuyoruz. Dolayısıyla yavaş yavaş belirmeye başlayan geçmiş, bahsettiğim bağımsız parçaları da içine alacak şekilde genişliyor, yolculuk boyunca bu genişlemenin gösterdiklerini iyi takip etmeliyiz.

Beatrice'in bildiği bir Saxon köyünde geceleyecekler, sonraki gün dağlardaki bir manastırda geceleyecekler, sonrasında oğullarına kavuşmak için bir kayığa binecekler. Plan bu, yolda karşılaştıkları insanlar ana hatları bozmasa da yolculuğu oldukça heyecanlı bir hale getiriyor. Öncelikle dişi ejderha Querig yüzünden unutuş dalgasının giderek yayıldığını öğreniyorlar, bir lanet gibi çökmüş bu mahluk. Sonrasında bir dev tarafından ısırılan Edwin ve onun koruyucusu, sıkı bir savaşçı olan Sakson Wistan çıkıyor ortaya. Bu iki karakterin belirmesiyle birlikte Briton-Sakson savaşı, sonradan edinilen kimliklerin değişimi gibi konular, Ishiguro'nun özellikle üzerinde durduğu düşünsel temeller çıkıyor ortaya. Wistan, Britonlar tarafından büyütülmüş olsa da geçmişteki katliamları bir türlü unutamıyor, ejderhaya rağmen. Sir Gawain dahil olmak üzere kendine yer bulan bütün ana karakterlerin geçmişte dost veya düşman olarak karşılaşmışlıkları var, yeri gelince birlikte kılıç sallayıp yeri gelince birbirlerine kılıç çeken bu insanlar, yolculuk boyunca yavaş yavaş anımsamanın büyüsü altına giriyorlar ve yoldaşlıkları kimliklerine yeniliyor, geçmişin savaşları bireysel olarak canlanıyor. "Ishiguro Belirsizliği" diye bir şey üfüreceğim; bu belirsizlik sırıtmaz. Gizlenmez de, sadece hemen anlam veremediğimiz bir anlatı parçasıdır. İyi bir okursak aydınlık halini sezdirir. Ve her zaman, istisnasız bir şekilde, çözüleceğini belli etmeden çözülür. Ishiguro'nun pek çok niteliğini sayabiliriz; o çağın karakterlerini müthiş bir gerçekçilikle konuşturur, son derece uygun sıfatlar ve hitaplar kullanır, uzamı son derece sade bir şekilde kurar, bir sürü şey söylenebilir ama bu belirsizlik olayı bence onun zirve noktasıdır. Diyeceğim ki pek az örnek vardır böylesi kusursuz çözülen ve etkileyen. Axl'la Beatrice'in çocuğu örneğin, okursanız anlarsınız, böylesi etkileyici bir hatırlama -okur için etkilenme diyebiliriz- zor bulunur.

Tanrı'nın işlevinin sorgulanması da önemli bir yer tutuyor, o zamanın mitleşmemiş dini konusunda soru işaretleri daha az olmasına rağmen daha vurgulu. Dönemin insanının daha materyalist olmasına bağlayabiliriz, özellikle savaşın içinden gelenlerin kötülüğü engelleyemeyen bir Tanrı'nın bir kenara atılmaya değer olduğunu söylemeleri son derece anlaşılır. Bir de şey, yine çeviriden kaynaklı olup olmadığını bilmiyorum ama anlatıcı ara sıra kendini gösteriyor, "Bizim köylüler" diyor mesela. Nasıl anlatıyorsun acaba, serbest dolaylı mısın? Sen bir köylü müsün, yoksa anlattığın için bize tanıdık geldikleri için, kendini de bizden/okurdan saydığın için mi öyle diyorsun? Bu bir, ikincisi de bir meyhaneden mi, kafeden mi ne bahsedilirken -kafe diyelim- mekanın "çağdaş" kafeler gibi olmadığı söyleniyor. Çağdaş kafe? Anlatıcıyı o zamanın insanı olarak görsem çağdaş kafeler gözümde canlanmayacak, çünkü o zamanın kafeleri hakkında hiçbir fikrim yok. Eh, günümüzün kafelerinden bahsettiğini hiç düşünmüyorum zaten.

Gevezelik bir yana, sanırım Ishiguro'nun en tuttuğum metni bu oldu. Birincisi, unutuşun hem bir nimet, hem bir lanet olarak farklı biçimlerde belirmesi. İkisi zaman zaman birbirine dönüşebiliyor. Bu dönüşümü Briton-Sakson mücadelesine uyarlarsak, bizdeki Doğu-Batı meselesine denk gelecek biçimde düşünebiliriz, aslında birbirine dönüşebilen, en azından anlaşılabilecek biçimde düşünülebilen ögelerin arasındaki mücadeleyi ortadan kaldırmanın ve tekrar ortaya çıkarmanın insana bağlı olduğunu görürüz. Ejderha gibi bir korku kaynağının sadece korktuğumuz için o şekilde algılandığını düşünebiliriz, bana bu anlatıda insanlara verilmiş bir hediye gibi geldi ejderha. İyileşmek için unutmak istiyoruz ama unutmanın sınırları kesin olmadığı için unutmak istediklerimizin yanında unutmak istemediklerimiz de gidiyor. Gitsinler. Bunlar elleriyse bunlar da gitsin. Cendrars en güzelini söylüyor; evini bırakıp yola düş, eşini bırak, çocuğunu bırak, sadece git.

Ishiguro, mon amour.

4 Eylül 2018 Salı

Kurt Vonnegut - Otomatik Piyano

Zamanında Metis basmıştı, koleksiyonumun tek eksik parçası. Yıllardır arıyordum, hiçbir yerde denk gelmedim. Sonra April bastı nihayet, kavuşmuş olduk. Vonnegut'ın yazdığı ilk roman. O alaycı üslup henüz ortaya çıkmamış. Çağın tipik bilimkurgularının benzeri bir metin. Büyük savaşın hemen sonrasında yazıldığı için isyan manzaraları yazarın şahit olduklarına benziyor, zaten karakterlerin anlattıkları hikâyeler de direkt savaştan izler taşıyor.

Harari, Homo Deus'ta bazı meslek kollarının tarih olacağını, işsiz kalacak insanların istenmeyenler sınıfını oluşturacağını söylüyor, gerçi bunu pek çok bilim insanı söylüyor. I, Robot ve Upgrade gibi filmlerde gördük, otomobiller trafiği yönlendiren bir sistem tarafından hareket ettiriliyor veya o sistemden aldıkları verilerle otomatik olarak hareket ediyor, bu durumda şoförlere pek iş düşmüyor haliyle. Şoförlüğün orta-uzun vadede ortadan kalkacağı düşünülüyor, mümkün. Bu durumda şoförler ıskartaya çıkacak demektir ve şoförlük ortadan kalkacak tek meslek değil, hizmet sektörü de tehlike altında. Kısacası makinelerin ve dahi yapay zekanın yapmaya başlayacağı işler bir ordunun oluşmasına sebep olacak, yararsızlar ordusunun yaratacağı problemler kolaylıkla çözülemeyecek gibi duruyor. Matbaanın icadıyla ortaya çıkan problemleri düşündüğümüz zaman kargaşanın boyutu anlaşılabilir. Bazı distopyalarda antika değeri kazanmış bazı iş kollarının kodamanlar tarafından kasıtlı olarak yaşatıldığını görürüz, statü göstergesi olarak. Numunelik birkaç kamyoncu kalır belki, iyi ihtimal.

Vonnegut, tam da bu noktayı yakalayarak yarattığı distopik dünyayı Cesur Yeni Dünya'dan çarptığını söylemiş, Huxley de Zamyatin'den çarptığı için bunun üçüncü dalga olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu metni olarak Çocukluğun Sonu'nu işaret ediyor Vonnegut, en iyiler arasında anılacak diğer metinleri kendisinin yazdığını ekliyor. Clarke'ın İthaki'den çıkan metni gerçekten de bilimkurgunun çok ötesinde bir şey, insanoğlunun evrimsel aşamalarını anlatırken şimdiki formumuzu çocukluk metaforuna bağlayarak yetişkinliğin bambaşka bir forma geçmek demek olduğunu belirtiyor. Vonnegut ne yapıyor, dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biri olan küresel savaşlardan ikincisi bittikten sonrasını başka bir evrimsel aşama olarak yorumluyor; makinelerin egemenliğinde bir dünya olarak. Müdür ve mühendislerin tepede olduğu bir hiyerarşide hemen her şeyi makinelerin ürettiği, dinin ve sermayenin makinelerin düzenini sürdürmede bir araç haline geldiği, yeni sınıflandırmanın insanları coğrafi olarak da ayırdığı ve ıskartaların yalıtılmış halde yaşamak zorunda bırakıldığı bu dünyada işlerin yolunda gitmediğini düşünen birkaç kişi çıkıyor, anlatılan onların hikâyesidir. Anlatı iki bölüme ayrılmış, birinde Paul Proteus'un başına gelenler varken diğerinde Kolhouri mezhebinin altı milyon üyesinin ruhani lideri Bratpuhr Şahı'nın ve etrafındakilerin ilginç hikâyesi anlatılır. İlginç, çünkü Vonnegut bütün geyiği bu adamın üzerinden döndürüyor. Bu romanı yirmi yıl sonra yazsaymış adamın şahit oldukları tam bir kara mizah olarak bildiğimiz Vonnegut üslubunda ortaya çıkarmış. Eski dünyanın adamı bu Şah, ülkesinden diplomatik bir misafir olarak geliyor ve şehri geziyor. ABD'deki yeni dünya düzenini -sözde- bir türlü anlayamadığı için yeniden yapılandırılmış işlerin, insanların yeni isimler verilmiş görevlerinin aslında eskinin sömürü düzeninin en alt basamakları olduğuna dair tepkiler veriyor. Bir nevi, "Kral çıplak!" diyen çocuk gibi.

Proteus'un birkaç günlük hikâyesi, Şah'ın gezilerinde anlatılanlarla biçimlenen yeni yaşamın kırılmaya doğru gidişini takip ediyor. New York'taki Ilium üçe ayrılmış durumda; kuzeybatıda müdürler, mühendisler, devlet memurları ve profesyoneller, kuzeydoğuda makineler ve güneyde, nehrin karşı yakasında halkın oturduğu, Yuva denen bir bölge var. Proteus, savaş zamanı büyük faydalar sağlamış olan babasının izinde giden önemli bir mühendis, bölgenin en önemli fabrikasında müdür olarak çalışıyor. Eşi Anita'ya aşık, işini iyi yapan bir adam. New York'a iki arkadaşıyla birlikte gelmiş, Finnerty ve Shepherd başka önemli görevlerde çalışıyorlar. Sosyal yaşamı doyurucu, pek bir sıkıntısı yok Proteus'un, Finnerty kafayı kırana kadar. Adam işinden ayrılıp Proteus'un yanına gelince Anita rahatsız oluyor, Finnerty'nin sinikleşmesi düzenin tehlike çanlarını harekete geçiriyor ve adam izlenmeye başlıyor. Proteus'un birkaç hatası dikkatleri kendi üzerine çekiyor, zaten yaşamından eskisi gibi keyif almadığını fark etmesiyle birlikte makinelerin insanlara yardım ettiğinden çok daha fazlasını kaybettirdiğini düşünmeye başlıyor. Düşünsel altyapı böylece ortaya çıkıyor; insanlığın yaşamı önemli ölçüde kolaylaştığı halde işsizler ordusunun büyümesi, insanların elimine edilirken daha acımasız süzgeçlerden geçirilmesi ve üst sıralara tırmanamayanların hakir görülmesi, yaşamlarını sürdüremeyecek kadar sefil duruma düşmeleri, makinelerin yararlarını sorgulatmaya başlıyor. Proteus giderek Finnerty'nin tarafına doğru kayıyor, psikolojisi bozuluyor ve birlikte tanıştıkları yeni insanlar, "halktan" insanlar yanlış giden şeyleri irdeledikçe Proteus nihai bir karar vereceği noktaya doğru hızla sürükleniyor. Önce basit bir yaşam istediğini anlıyor ve bir kulübe satın alıyor, kulübenin bakımını yapan adam numunelik bir yaşlı, doğanın kalbinde yaşayan son insanlardan biri. "Uygar" insanlara öfkeyle yaklaşıyor ve her şeyi berbat ettiklerini düşünüyor ama Proteus'un onlardan farklı olduğunu anladıkça aralarındaki soğukluk ortadan kalkıyor, Proteus hayatının çıkmazına girmeseydi iyi dost olabilirlerdi.

Proteus, babasının arkadaşı kodamanlar tarafından şantaja maruz kalıyor. Sistemi yıkmaya çalışan Hayalet Gömlek Derneği -Kızılderililerden ödünç alınan bir isim, ABD'nin mahvettiği ve metinde değinilen onca dünya mirasından sadece biri- nam bir eşkıya topluluğunun Proteus'la iletişim kurduğunu biliyorlar, Finnerty onlardan biri. Onların arasına karışıp casusluk yapmasını istiyorlar Proteus'tan, bu nokta ince. Proteus sistemden atılıyor, en büyük hakaret haline gelen "sabotajcı" küfrünü yiyor ve örgüte şutlanıyor. Shepherd, yeni düzenin yılmaz savunucusu ve Proteus'un ayağını kaydırmaya çalışıyor, Anita da kendisi gibi olduğu için birlik oluyorlar ve Proteus'u sıkıştırıyorlar, gönülsüz Proteus'un casusluk yapması için. Eşini yitirmek istemeyen Proteus bir müddet örgütün içinde yer alıyor, operasyon merkezi basılınca yakalanıyor ve mahkemeye çıkarılıyor. Hayatının dudaklarının arasından çıkacak birkaç kelimeyle biçimleneceğini biliyor, doğru bildiği tek şeyi yapıp örgütün başının kendisi olduğunu söylüyor. Böylece üç arkadaştan üçüncüsü dengeyi bozuyor ve ağırlığı isyancılardan yana artırıyor. O sırada isyan patlak veriyor, bombalar patlıyor, makineler yakılıyor, ironik olarak isyancıların içecek ihtiyacını karşılamak için kullanılıyor derken, devrimin asla gerçekleşmeyeceği anlaşılıyor, makineler isyanı bastırıyor. Devrimin bir rüya olduğunu söylüyor isyancıların en kıdemlilerinden biri, devrim bir rüya ve o rüyayı görmek için en azından denemek lazım, sonunda yenilgi olduğu bilinmesine rağmen.

Yan hikâyelerin anlatıyı derinleştirmesi bir yana, onlarca ayrıntının bir arada durabilmesi büyük bir ustalığın ürünü, daha ilk metinde üstelik. Kusursuz bir distopya, şahane bir klasik.

Otomatik piyano. Para atarsanız çalar, tuşları kendi başına alçalıp yükselir ama insanın performansı olmadan, yarımdır işte. Bütün bir dünya için bu roman.

1 Eylül 2018 Cumartesi

Ali Teoman - Öykü Uçları / Çok Çok Kısa Öyküler

Uçluklarından çoktan sıyrılmış öyküler aslında, herhangi bir yarımlıkları yok, kısa olmaları öykünün alt dallarından birine yollar mı bunları, bilemiyorum. Mikro öykü değil, öykücük değil, basbayağı öykü, bir sürü. Tanıma yönelik bir sıkıntı yaşıyorum aslında, minimal öykü okura geniş bir alan sağlayan öyküyse minimal olmayan öykünün niteliği konusunda kararsız kalıyorum. Anlatım tekniği bir şey, sözcüklerin sonsuz çağrışımları başka bir şey, o halde nicelikten kaynaklanan bir isimlendirme eğiliminin sonucu olarak mı "mikro öykü" olarak adlandırılıyorlar? Ayamadım bir türlü, yüz sayfalık öykülerden hiçbir şekilde ayıramıyorum Ali Teoman'ın küçürek öykülerini. Diyorum ve bakıyorum, "küçürek öykü" de tanımlanmış ama ben tanım bağlamında kullanmadığım için beni bağlamıyor sanırım. Aman.

Ali Teoman'ın romanlarına bilerek girişmiyorum, öykülerindeki kodları benimsedikten sonra bir bir okuyacağım hepsini. Okumadığım çok bir öyküsü de kalmadı sanıyorum, sıra romanlara geliyor ama zaman var daha, zaman her şeye biraz var. Öykülere her zaman var zaman. Bu öyküler tekrar tekrar okunabilir, o ölçüde çoklar, anlamlarını her daim yenileyecek kadar. Bazılarında sözcüklerin geldikleri anlamlardan başka anlamlara geçişleri üzerinden kurulan bir çatı var, örneğin Adım, adımları adlarına muhalif olan bir anlatıcının kısa metni. Yürüdükçe adı silen adımlar öyküyü de silmeye başlıyor ve en sonda adın, adımın ne olduğu sorgulanıyor, sona varılıyor, adımlarla birlikte öykü de bitiyor. Bu bir teknik, bir diğeri durum betimlemeleri. Gümüş'te böyle bir teknik var; yer ve zaman belirtilmiş, muhtemelen ânın büyüsü yakalanmış ve silinmemesi için kayıtlara geçirilmiş. Gümüşün bulunduğu yerde yenmesi gerektiğini söyleyen bir adam, iri gözleri bulanıyor ve rakısından derin bir yudum alıyor. Bu. Bakışı yetebilen diyeceğim, bir öznenin nesneyle yer değiştirme ânı olduğunu düşünüyorum bunun. Bazen öyle bir noktadan yakalıyorlar ki özne-nesne dengesi bozuluyor, yer değiştiriliyor. İki varlık birbirine hiç bu kadar yakın olmamıştır, özdeşleşme kusursuzdur ve bu nadiren gerçekleşir. Tarafların insan olması gerekmiyor, doğa karşısındaki insan da kendisini doğanın bir parçası gibi, hatta doğanın kendisi gibi hissederse, işte büyülü bir an. Günce için ölü zamanlar defterinden bir sayfa olduğunu söyleyebiliriz, bugün hayatının geri kalan bölümünün ilk günü ve dün geçmiş hayatının son günüydü, artık ölü bir gün, ölü bir sayfa, ölü bir insan. Ölmek, geçmişin bir daha tekrarlanmayacak olmasını mühürleyen en önemli iş, bir günü öldürmek ve geride bırakmakla yaşamak aynı şey.

Buhur gibi belirsiz bir dünyayı anlatan öyküler bir başka kanal. Belirsiz, sözcük tercihleri ve anlatımın hızı sağlıyor bu belirsizliği. "Sidiğin sararttığı umumî hela taşları" ve "yeşil sineklerin uçuştuğu ciğerci vitrinleri" birleştiriliyor, sonrasında mermer tezgahta yatacak olan herkese çıkıyor anlatı. "Aynı habis iştahayla izale edilmeyecek mi bikrimiz?" (s. 14) Çukur gibi tekinsiz olanlarında vurucu sonlar nakavt ediyor; arabasını ve evini satıp ortadan kaybolan adam, iş yerindekiler tarafından aranıyor ama bulunamıyor bir türlü. Ormanda oysa, bir çukur kazıyor ve çukurun içine giriyor, dudaklarında belli belirsiz bir şarkı. Elsinor günümüzden bir Hamlet manzarası, karakterler huylarına uygun bir biçimde internette dolanıyorlar, apartman dairelerinde çürüyorlar, altın günlerinde entrikalar kuruyorlar, bir şeyler yolunda gitmiyor sarayda, toplumda ve zamanımızda. Eşya ve Zaman bir betim yükü kadar ağır. "Oturmak gecenin bir saatinde eski eşyalarla dolu bir odada, başında bir masanın, dinleyerek yorgun bir saatin ağır aksak tıkırtısını." (s. 23) Perecvari bir eşyadöküm odanın orta yerinde durmaktadır ama her şey kötücül bir ışıkla aydınlanır gibidir. Eşyalar arttıkça zamanı bükmekte, yavaşlatmaktadır. Bu yüzden çok eşyalı evlerin ağır rayihasını durmadan içe doldurur insan ki ağırlaşsın her şey, yavaşlasın, hatta dursun. Zaman için eşya neyse insan da o olsun, maksat budur.

Pek çok öykü, pek çok güzel öykü. Her birini geceler boyu okumak gerek, bittikleri gibi başlıyorlar aslında, anti-öykü diye bir şey uydurasım var, anlatının çok az bir parçası, asıl hikâye anti-öykü bittikten sonra başlıyor. Ali Teoman'a saygı, rahmet. Günümü sonsuza derinledi.

David Grossman - Aslanın Balı

Ara ara aklıma geliyor, Tanrı'nın kendisi için yaptığı planları bozan olası bir peygamber, bir yüce insan varsa elden gelsin. Düşünüyorum, o insanla Tanrı zaten birdir, öyle şey olmaz. Bu durumda üzülecek pek bir şey yok. Sonra biraz daha düşünüyorum, adam akıl hastası olduğunu düşünse de kutsal mesajları görmezden gelse, zorlama peygamberliğini intiharıyla sona erdirse. Sırasını savsa veya, ilahi hiçbir görev istemediğini söylese. Kendi iradesiyle göksel planlarda bir çatlak oluştursa. Kudreti sarssa, cezalandırılmadan yırtsa bir şekilde. İşlerin böyle yürüyeceğini sanmıyorum gerçi, kafasına maşrapalar yağabilirdi o zaman. Profiller de değişiyor; Tanrı'nınki dahil olmak üzere karakterlerin değişimleri inanılmaz, dinden dine. Helak eden, lütfeden, merhametli, şefkatli, intikamcı, sevecen, bir sürü ama bir Tanrı. Dediğim dedikçiliğini bir insanda görebilmek isterdim. Benzerleri var ama tam bir savaş haline geçip yok olana kadar mücadele edeni yok sanırım, varsa ben bilmiyorum, belki hikâyesi anlatılırken kırpılmıştır, başına bin türlü iş gelince çark etmemiştir de tamamen silinmiştir bu yüzden.

Samson, Grossman'ın gözünden biraz bu mertebeye yaklaşıyor ama yine de son bir intikam için göklere başvuruyor, Filistinlilerin evlerini başlarına yıkarken Tanrı'dan gelen iman gücüyle kendisini ve düşmanlarını yok ediyor. Yaratıcının sillesi olarak görevini yerine getirdiği söylenebilir, peki Grossman'ın günümüzün bilimsel verileriyle on bin küsur yıl önceki bir karakteri yorumlayarak yeniden inşa etmesi, karakterin silleliğini ve kulluğunu doğru bir biçimde oluşturabilir mi? Sanmıyorum, günümüzden geriye bakınca her şey güncel şemalara uydurulabilir ama bu Freud'un çıkarımları gibi bir iş değil; Freud Oedipus'un komplekse yakalanmış olduğunu söyleseydi bu saçma olurdu. Eh, Grossman biraz maniple ediyor Samson'u açıkçası, çok daha basit yaşamların sürdürüldüğü zamanları karmaşık aygıtlarımızla yorumluyor. İyi bir uğraş aslında, Samson günümüzde yaşasaydı icat ettiğimiz kavramlara uyum sağlama biçimlerini davranışların kodlarını çözerek anlayabilirdik böylece. İbrani mitolojisi olay ağırlıklı olduğu için malzeme zenginliği had safhada, psikolojik çözümlemeler etimolojik veriler incelenerek, Samson'un ve ailesinin edimleri üzerinden gerçekleştiriliyor. Grossman sadece psikanalizden yararlanmıyor, edebiyattan sosyolojiye pek çok disiplinle bağlantılar kurarak kahramanın yolculuğunu inceliyor.

Samson'dan biraz bahsetmek gerekir. Saçları efsane, gücünü saçlarından alıyor. Çok güçlü bir herif bu, Herkül ve türevlerinin arasında yer alıyor, tipik bir kahraman. Çocuğu olmayan bir çiftin çocuğu, zamanında aileyi ziyaret eden melek sağ olsun, Samson'u konduruyor annenin karnına. Sonra çocuk büyüyor, gelişiyor, aslan parçalıyor bir tane, parçaların arasından akan balı avuçluyor ve hem kendi yiyor, hem ailesine yediriyor. Filistinlilerle savaşıyor bir yandan, Filistinli bir kadına aşık oluyor, onun yatağındayken gücünün kaynağını söylüyor ve kadın saçlarını kesince Samson tüyleri yolunmuş tavuğa dönüyor, Filistinliler mekânı basıp Samson'u kör ediyor. Samson sergi nesnesine dönüyor, insanlar etrafında dönüp dolaşırken sessizce bekliyor. Tanrı onu terk ettiği için umutsuzluğa düşüyor önce, gücünü yitirmesiyle birlikte kapana kısılmış gibi hissediyor ama Tanrı'nın elini omzunda hisseder hissetmez iki kolonu yerle bir ederek koca yapıyı çökertiyor, binlerce Filistinli ölüyor. Kendisi de ölüyor. Mevzu kabaca bu. Grossman'ın çıkarımları, işte ilgi çekici noktalar burada başlıyor. Kendisine göre Samson'un olayı: "Ne cesur bir lider (zaten halkına hiç liderlik etmiyor), ne Tanrı'nın Nezîr'i (itiraf edelim, fahişelere ve şehvete kaptırıyor kendini), ne de kas yığını bir katil. Bana göre, kendisine dayatılan güçlü alın yazısına, asla kavrayamadığı, besbelli tam olarak anlayamadığı yazgısına karşı bitmek bilmeyen bir mücadele sergilemek zorunda kalan bir adamın öyküsü." (s. 5) Annesiyle babasının sevgisini kazanmaya çalışan bir adam Samson, onaylanmak ve sevilmek istiyor ama dünyaya gelişi sağlıklı bir ilişki kurmalarını engelleyecek nitelikte. Hasar ilişki kuramamakla kalmıyor, Samson'un dünya üzerinde huzur bulacağı tek bir yerin bile olmadığını düşünerek yaşamını mahveder gibi yaşamasına yol açıyor.

İsrail'in bir kralının, bir otoritesinin olmadığı, Midyan, Kenân, Moab, Ammon ve Filistiya İbrani kabilelerinin birbiriyle mücadele içinde olduğu zamanlarda Tanrı'nın meleği kısır bir kadına görünür. Kadın, meleğin "kendisine geldiğini" söyler, çiftleşme anlamı da taşıyan bir deyiş. Kadının bir çocuğu olacaktır, bu çocuk Tanrı'ya Nezîr olacaktır, işi budur yani. Annesiyle babasına ait olmayan bir çocuk aslında, Tanrı'nın mülkiyetinde bir evlat. Misyonu Filistinlilere kan kusturmak olacak. Olağanüstü özelliklere sahip bir çocuğu tam olarak kendi çocukları gibi göremiyor anneyle baba, bu yüzden sağlıklı bir ilişki kuramıyorlar. Kadın daha en başta kocasına olanları anlatırken çocuğun görevinden bahsetmiyor, taşıyıcı anneliği uzun süredir yolu gözlenen bir çocuğun doğuracağı mutluluğu baltalıyor. Kocayla arasında bir mesafe, çocukla arasında çok daha büyük bir mesafe. "Tanrı tarafından sömürülme" izlenimi çıkıyor ortaya, sonuçta kadın çocuk istiyordu ama bu biçimde değil. Öleceği günün de melek tarafından dile getirilmesi sonucunda anne, çocuğundan iyice kopuyor ve onun sağlıklı kararlar verebilme becerisini daha en başından baltalıyor, aklı zaten karman çorman olmuş babanın da pek bir yardımı dokunmuyor çocuğa, o halde Samson'un kendini mahvetmesinin ilahi emir mi, yoksa öz yıkımdan kaynaklanan bir mesele mi olduğu konusunda hâlâ muallaktayız. Birincisinin temelinde ikincisi de anlaşılır hale geliyor, darmadağın edilen umutlar ebeveyni yıkıyor, ebeveyn çocuğu yıkıyor, çocuk kendini ve Filistinlileri yıkıyor. Tanrı'nın pek de adil davranmadığını söyleyebiliriz Grossman'a göre.

Rembrandt'ın resmini inceleyen Grossman, Manoah'ın -kocanın- yüzünü patates çuvalına benzetiyor, bir eblehin vereceği tepkiyi yüzünden okuyabiliyoruz. Adsız anneyse dimdik, göğüslenmiş. Şöyle bir tabir var, hoşuma gitti: "Oğlu daha doğmadan önce 'kamulaştırılan' bir çift." (s. 43) Kocasına meleğin söylediği her şeyi söylememesi kadınlığın bilgeliğiyle ilgili, adamın böyle bir meseleyle başa çıkamayacağını düşünüyor ki daha hamile kalma durumunun yarattığı huzursuzluk var. Babanın meleğe çıkışır gibi olması bundan. Sonrasında gerçekten de Tanrı'nın elçisiyle karşı karşıya olduğunu anlayıp gereken saygıyı gösteriyor ama o zamana kadar olanlara pek bir anlam veremiyor gibi gözüküyor. Samson doğduktan sonra da oğluyla pek yakın değil, araya ilahi bir duvar girmiş durumda. Çocuk büyüyor, güçleniyor ve Filistinlilere kafa tutar hale geliyor. Bir anlamda kendini tartıp aslan öldürdüğü zaman ortaya çıkan bal onun sanatçılığını da uyandırıyor, sebep olduğu ölümün güzel bir şeye dönüşmesi yaratıcılığını tetikliyor ve ölüm makinesine dönüşmesine yol açıyor.

Samson'un çıkmazlarına bakıp bitiriyorum, Samson'un sevdiği bir kadınla başlayalım. "En büyük dileğinin, birinin onu mucizevi niteliklerinden dolayı değil, onlara rağmen, basitçe, bütünüyle, doğal olarak sevmesi olduğu gerçeğini kucaklayabilseydi?" (s. 50) Samson'un kabul edilme isteğini hiç kimse göremiyor, kahramanın yalnızlığı o kadar büyük ki yaşam alanındaki insanlardan anlayış göremeyince en olmadığı şeye yöneliyor; zıddına. Muhtemelen Filistinli, fahişe Delila'ya aşık oluyor ve onun yatağına giriyor. Kendi sonunu getirecek adımları birer birer atıyor Samson, özgürlüğü yakalamak uğruna. Tanrı tepede bir yerde izliyor ama Samson umutlu, anlaşılacak ve anlaşıldığı gibi sevilecek, olduğu kişinin sevilmeye değer biri olduğunu anlayacak. Kenara kadar yürüyor, kendini tamamen açmadan önce üç kez yalan söylüyor, en sonunda gerçeği söyleyip -Delila'ya gücünün kaynağının saçları olduğunu söylemesi son nokta- uçurumdan aşağı bakmaya başlıyor. Kendisi atlamayacak, o gücü bir başkasına, aşık olduğu kadına vermiş durumda. Aşkla ilgili o söz, hemen bir yerlerden çıkar: Aşık olduğunuz kişiye bir silah vermiş olursunuz, namlunun size çevrilmemesi tek dileğinizdir. Çevrilir, Delila satışı koyar, Samson'u yakalatır. Sonrasında yine yıkım, yok oluş, Samson'un gitmek istemediği bir yere sürüklenmesi.

Basit, anlaşılır bir insan olarak Samson oldukça ilgi çekici, semavi meselelerden sıyrıldığı zaman, sıyrıldığı ölçüde tutunacak bir şey arayan, acısını dindirmeye çalışan bir adam. Grossman, mitik imajın arkasındaki çocuğu insan olmanın -insan olmamanın, bir yandan- sancılarıyla değerlendiriyor, çok iyi.