29 Ekim 2018 Pazartesi

Emmanuéle Bernheim - O'nun Karısı

"O" için belli bir erkek düşünülemez sanırım, Claire'nin doğası onu hemen her erkeğe sürüklüyor. Zaten herhangi birinin karısı da değil, çünkü evli değil. Çok tutkulu bir kadın, tutkusuyla evli olduğunu söyleyebiliriz. Kodlardan çıkardığım bu. Kod çözeceğiz, Bernheim arka arkaya sıraladığı günleri ve olayları birçok sembolik eylemle doldurmuş, hikâyenin içinde yer alan mesajları doğru okuyabilirsek Claire için bir tutkunun nerede bitip diğerinin nerede başladığını anlayabiliriz. Bunun için kısa cümleleri, tek satırda başlayıp biten onca eylemi çözümlemek zorundayız.

Claire doktor, otuz yaşında. Tek başına yaşıyor, ikiye böldüğü dairesinin bir odası muayenehane, diğer odası da kendi yaşadığı alanı oluşturuyor. Yemek kokularının odasına sindiğini düşünmesinden, domuz pirzolasından ve çaldırdığı çantasıyla birlikte giden anahtarlarının yerine yeni kilide ait üç anahtardan birini Michel'e vermeyecek olmasından anladığımıza göre yaşamından memnun değil. Kazandığı para az, Michel'in varlığı ona huzursuzluk veriyor, bunlardan kurtulmak istiyor. Thomas tam bu sırada karşısına çıkıyor. Çantasını çalan adam Thomas, muayenehaneye gelip ıslık çalarak oturuyor ve Claire'in korkmasına, masasının üzerindeki biber gazını cepte hazır tutmasına sebep oluyor. Giden hastanın ardından Claire tam saldırıya geçecekken çantanın koltukta durduğunu, Thomas'ın gittiğini görüyor. Parası ve kartı yerinde değil ama yeni biri var onun yerinde, evin karşısındaki inşaatta çalışan -müteahhit olduğu söyleniyor ama Claire'nin her düşüncesine şüpheyle yaklaşıyorum- Thomas. Karşılaşırlar, Claire çanta için Thomas'ya teşekkür eder, Thomas kadına ertesi gün görüşeceklerini söyler, gülümser ve gözden kaybolur. Görüşürler. Her gün öğle yemeği yerler, Claire Thomas'nın söylediği kahvenin şekerlerini cebe atar, evindeki çekmecelerden birinde biriktirmeye başlar. Daha sonra prezervatif ambalajları ve başka şeyler de birikecektir. Sonra daha da görüşürler, evini yuva olarak görmeye başlar Claire, Michel'in hediye ettiği eşyaları ortadan kaldırır, evi düzenler. Michel anlar, ilişkilerinin bittiğini kabullenir ve ortadan kaybolur. Thomas eve gelir, sevişirler. Mutluluğun zirvesidir Claire için bu. Telefon defterine Thomas'yı kaydeder, yaşamına giren bu adamın her bir zerresini kendi hayatına katar. Sonra Thomas evli ve iki çocuğu olduğunu söyler. Claire gülümsemeye devam eder, hiçbir şey değişmez.

Claire, Thomas'yla ilgili hayallerini dizginleyemez. Evin önünden geçen ambulansta Thomas'nın olduğunu düşünür, inşaatta bir kaza. Markette karşılaştığı iki çocuklu kadın Thomas'nın eşidir, çocuklar Thomas'nındır, hatta marketteki bütün çocuklar Thomas'nındır. İnce bir nokta; kafede otururlarken dizlerinin temasından ötürü çorabının izinin Thomas'nın derisine çıkmış olacağını düşünür Claire, adamın yaşamında bir iz bırakmak istemektedir. Hiçbir şey sormaz, hayalleri üzerinden her soruya cevap bulur. Bir saat on beş dakika, görüştükleri -hafta sonları hariç- hepi topu budur. Her gün bir saat on beş dakika. Claire, evdeki bütün saatlerin pillerini çıkarır, Thomas bir şekilde saati öğrenir ve normalden daha önce gider. O andan sonra hiçbir şeye karışmaz Claire, her şey olduğu gibi ilerler. Noel tatili gelir, Thomas ortadan kaybolur, Claire ailesinin yanına gider. Thomas'dan ailesine bahsedemez, aile Michel'i sevmektedir ama Michel yoktur artık, eskimiştir, daha doğrusu eskitilmiştir, Claire'nin değişken doğasının sonucu olarak yeterince acı çekip ortadan kaybolur. Geçmişteki bir aile ziyaretinde Michel'in ağladığını duyar Claire, pek sallamaz. Pek bir şeyi sallamaz aslında, hastaları ve Thomas dışında ilgilendiği bir şey yoktur, araya Christophe da karışır. Yılbaşı yemeğinde arkadaşları tanıştırır, adamın kendisini öpmesine izin verir, sonra adamı evine götürür, sevişirler. Sabah çarşaflar değişir, Thomas'nın ne kadar sağlıklı olduğu düşünülür. Adam hiç hasta olmamaktadır. Bir doktor için, hatta annelik çanları çalmaya başlamış biri için tercih sebebi, sağlıklı bir partner.

Dayanamayıp mevzuyu anlattığı bir arkadaşına göre Thomas eşinden ayrılıp kendisiyle evlenebilir, böyle olabilirdi, Thomas aslında evli olmadığını, haliyle çocuklarının da olmadığını söylemeseydi. Eşle ve çocuklarla ilgili hayaller sürer, Claire her seferinde onların var olmadığını düşünür ama kendini durduramaz, hatta prezervatifsiz sevişme teklifini de geri çevirir, çünkü sevişmelerinin kanıtı olarak çekmeceye konacak yeni prezervatif ambalajları lazımdır. Somut bir kanıt ister Claire, hiçbir şey ona yetmez gibidir. Thomas'nın banliyödeki evini birlikte yaşamaları için düzenlemeleriyle birlikte Bay Corey çıkar ortaya, bir hasta. Kırk beş yaşlarında. Beyaz saçlı, yakışıklı bir adam. Thomas için kurulan hayallerin bir bölümünün onun için de kurulduğunu görürüz, düşürdüğü kibrit kutusu, çöpe atılan şekerlerden ve prezervatif ambalajlarından sonra çekmecenin ilk koleksiyon malzemesini oluşturur.

Thomas'yla evlenmek, ondan çocuk yapmak isteyen Claire için erkeklerin birer koleksiyon malzemesi olduğunu söylemek mümkün. Bir süre sonra Thomas'nın Michel'e dönüşmesi belki zor ama o da Thomas olarak ortadan kaybolabilir. Anlatı oldukça hızlı, hikâye hızla eskiyor, Claire için hiçbir şey yeterince kalıcı değil ve bu durum anlatının biçimini de oluşturuyor bir açıdan. Aslında eskitmek de doğru değil, sadece her parıltıyı yakalıyor kadın, özel bir ânı hiçbir zaman kaçırmıyor ve Thomas'yla mutlu bir evliliği sürdürebilecek durumda, tabii Thomas'nın bir ilişkiden beklentisi Claire'ye uygunsa.

Kısacık bir metin, üzerine uzun uzun düşünülebilir.

28 Ekim 2018 Pazar

Philip K. Dick - Ölüm Labirenti

Black Mirror'ın hangi bölümünde olduğunu hatırlamıyorum, bir şirketin deneysel meselelerinde gönüllü kobay olarak kullanılan gezgin gencin korkularıyla yüzleşememesine tanık oluyorduk. Yapay gerçeklik ortamında klişelerle dolu bir korku evine giriyordu adam, sonra bilinçaltında barınan kat kat korkuları ortaya çıktıkça delirmeye doğru adım adım ilerlemeye başlıyordu, deney kontrolden çıkıyordu, bilmem ne. Elemanın -benzerlikten kıllanıp bakmıştım, Kurt Russell'ın oğlu çıkmıştı falan- kendi zihniyle yarattığı cehennemine adım adım girişinin izleri insanoğlunun en ilkel korkularına kadar gidiyordu; en sonunda bilinmeyenin korkusuna varıyorduk. Eh, dizinin bu bölümünün PKD etkisi taşıdığı aşikâr. Bence. Bir dolu paranoya, gerçeküstü mekânlar, gerçeklik içinde gerçeklik ama gerçeklikten emin olamama derken bir insan kafayı yavaş yavaş nasıl kırar, detaylarıyla görüyorduk ki PKD'nin temel izleklerinden biri bu, birçok metninde karakterlerin başkalarından ve kendilerinden duydukları şüpheyle karşılaşırız. Bu metin sanırım bu konuda yazarın zirve noktalarından biri. Çok gerekli bir bilgi olarak ekliyorum, PKD'nin toplu öykülerinin üçüncü cildi birkaç hafta önce basıldı. Büyülü Fener'in ikinci cildi basmasının üzerinden dört buçuk yıl geçti, yeni ciltlerden umudu kesmiştim ama Alfa işe el attığına göre gerisi de gelir herhalde. Umarım çevirisi iyidir, Alfa'nın bazı PKD çevirileri için pek hoş olmayan şeyler söyleniyor. Bu metnin çevirisi iyi gibi geldi bana.

Bildiğimiz PKD anlatımı; teknolojik meselelerin ayrıntılarına pek inilmez, inilirse de karakterlerin diyalogları üzerinden inilir, her şey hızlı bir akış içinde gerçekleşir, genellikle tek bir bakış açısı kullanılır ve kurmaca dünya bu bakış açısı üzerinden anlatılır. Hangi karakterin bakış açısının seçileceğine dair iki ihtimal sunar PKD; Tallchief'in duasını Aracı yardımıyla Yaratıcı'ya yönlendirmesini ve duasının kabul olunur olunmaz iş değiştirmesini görürüz, hatta bir teşekkür duası gönderir üstüne. PKD, önsözde metinde yer alan teolojinin bilinen hiçbir dini temel almadığını söyler, "Tanrının varlığını gerçek kabul eden rastlantısal bir dinsel mantık sistemi" yardımıyla Yaratıcı'ya veya Yaratıcı'nın yardımcılarına ulaşılır. Sonucu kesin bir sistem, en azından duaların yerine ulaştığını biliyoruz. Tanrı'nın dengeleyicisi olarak Şekil Bozan'dan bahsedilir, Tallchief olumlu yanıtlanan duasının haberini aldıktan sonra Specktowsky'nin Boş Zamanımda Ölümden Nasıl Döndüm, Bunu Siz de Yapabilirsiniz adlı kutsal kitabından bir bölüm seçer ve Yaratıcı'yla Şekil Bozan arasındaki mücadeleyi okumaya başlar. Bu yeni inanç hakkında bilgi sahibi oluruz böylece; Tanrı şekil yaratıcıdır, her biri diğerinden daha büyük olan halkalarla kolay kolay bozulmayacak bir denge yaratmıştır ama Şekil Bozan'ın bozgunculuğuyla mücadele etmek zorundadır. Araya Legolas, Gandalf ve Fangorn karışır, birkaç yüzyıl önce Tolkien'ın yazdığı metinlerle Specktowsky'nin metni arasında bağlantılar kurulur. Tallchief yola çıkma gücünü içkide ve edebiyatta bulur, burnuğuna binerek yeni görevine başlayacağı Delmark-0 adlı gezegene doğru yola çıkar. Burnuk denen nane iki kişilik bir araçtır, tek atımlıktır, gidilen yerden döndürmez. Delmark-0'a gidişin dönüşsüz bir görev olduğunu sezeriz, yeni kurulan kolonide yapılacak çok iş vardır ve dönememe fikrinin başlarda pek de bir sıkıntıya yol açmadığını anlarız.

Mesele Tallchief üzerinden anlatılabilirdi ama ikinci ihtimal tercih edilir; Seth Morley bulunduğu çorak gezegenden sekiz yıldan sonra kurtulacak bir deniz biyoloğudur, Delmark-0'da yapılacak işler kendisini heyecanlandırır. Eşi Mary'yi pek heyecanlandırmaz, ilişkileri alışkanlık sonucu sürmektedir, birbirlerine güvenmezler ve birbirlerini umursamazlar. Seth biraz da savsaklayan, ciddiyetsiz bir adamdır, seçtiği burnuğun sağlam olduğunu düşünür ama sonradan ilahi bir yardımın, Aracı'nın -Tanrı'yla iletişimi sağlayan insan/kişi/kurum/kuruluş- yönlendirmesiyle gerçekten sağlam bir tane seçer. Her karakterin düşünce yapısı, insanlarla ilişkileri ve davranışları çok önemli, bu yüzden burnuk seçiminden eşle olan münasebete kadar her şeyi dikkatle değerlendirmek lazım, hatta zaman varsa metni ikinci defa okumak çoğu şeyi yerli yerine oturtacaktır. Neyse, yola çıkıyorlar ve gezegene ulaşıyorlar. Tallchief onlardan kısa bir süre önce geliyor ve gezegendeki bilim insanlarıyla tanışıyor. Bir teolog, bir sosyolog, bir makine ve elektrik mühendisi, jeolog, dil bilimci, sekreter derken çok renkli bir tablo çıkıyor ortaya, çeşit çeşit insan var ve hiçbiri koloninin amacını bilmiyor, yeni gelenlere soruyorlar ama onların da pek bir şey bildikleri yok. Gezegene inen ilk kişi psikolog olduğu için bir deneyin içinde yer aldıklarından şüpheleniyorlar, burnuklarla geri dönemeyeceklerini bilmeleri paranoyanın temelini atıyor. Yaşadıkları yerler kısa süre idare edecek şekilde inşa edilmiş, yeni yerleşim birimleri kurmayı düşünüyorlar ama hiçbir şey belli olmadığı için etrafı keşfetmekle uğraşıyorlar önce, birbirlerini de. Bir karakterin birkaç ilaç birden kullandığını öğreniyoruz, bir diğeri yaşlılıktan ötürü ölmek üzere ve kendi dünyasına çekilmiş durumda, aslında herkes -psikoloğun dediğine göre- hiper obsesif, herkes kendi egosuna odaklı, bu da her şeyin bir deneyden ibaret olması ihtimalini düşündürüyor. Morleyler gezegene iner inmez Tallchief'le yapılan konuşmalar birebir tekrarlandığı için karakterlerin psikolojilerinde de sıkıntı olduğunu anlıyoruz. Sonrasında mekâna duydukları paranoyayı kendilerine de yansıtıyorlar ve ortam yavaş yavaş karışmaya başlıyor. Üstlerinden gelen, orada bulunma amaçlarına dair bilgilendirme mesajını da teknik bir arızadan ötürü yitirdiklerinde tam bir bilinmezin ortasına düşüyorlar.

Civarda "Bina" denen bir yapı var, diğer zeki yaşam formlarınca inşa edilmiş ve keşfedilmeyi bekliyor. Karakterler birer birer ölmeye başlayana kadar kimse keşfe çıkmayı düşünmüyor ama önce Tallchief, sonra diğerleri garip biçimlerde yaşamlarını kaybediyorlar. Şüphenin tekinsizleştirdiği ortamda katilin veya katillerin içlerinden biri olup olmadığını bulmaya çalışıyorlar, işin içinde gezegendeki diğer varlıklar veya ilahi varlıklar da olabileceği için keşfi daha fazla ertelemiyorlar ve yola düşüyorlar. Binanın hologramını görüyorlar, bir algı oyunu. Gerçek binayı kısa süre sonra bulduklarında civardaki nehri görüyorlar, daha önce orada değildi. Burada iyice kıllanıyoruz, sanki Morley'nin deniz biyologluğunun bir yansıması beliriyor. Sonrasında Bina'nın içinde adı herkese farklı biçimde gözüken oda, tepemizdeki ampulü yakıyor. Herkes kendi gerçekliğini yansıtıyor ve böylece kolektif bir gerçeklik ortaya çıkıyor ama henüz karakter boyutunda bu, Delmark-0 hâlâ kendilerinden bağımsız bir biçimde var olmaya devam ediyor. Şekil Bozan'ı gören karakterlerin yanında öznel gerçekliklerini canlandıran karakterler farklı dehşetleri özgür bırakıyorlar, böylece gezegendeki varlıklarının amacı tamamen bağımsız bir birey olarak zihinsel faaliyetlerini sürdürmeye başlamalarıyla birlikte ortaya çıkıyor. O kadar çok verinin arasında mutlak gerçeğin ne kadar derinlere indiği yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bulundukları gezegenin Dünya/Terra olduğu anlaşılıyor, civardaki boş şehrin Londra olduğu ortaya çıkıyor, asit yağmurları tayfanın yaşayan son üyesi olan Seth'i eritirken asıl gerçekliğe varan karakterlerin hikâyelerini, her şeyin arkasındaki sebebi öğreniyoruz. Çok ağır spoiler var burada, vermeyeyim.

Devekuşlarından her şeyin cevabını veren alete kadar pek çok hoş ayrıntı mevcut, örneğin Terra'da kalanlar, başka gezegenlere göç etmeyenler aşağılanmışlar ve kafalarını kuma gömenler olarak nitelenmişler. İnsanlıktan çıktıkları düşünülüyor ki Terra'nın yaşanamaz bir yer haline gelmesiyle bu bir parça doğru olabilir. I Ching'in verdiği cevapları bir alete aktarıyor PKD, müthiş bir karışım çıkıyor ortaya. Karakterler Coleridge'ten alıntılar yapıyorlar, edebi klasiklerden bahsediyorlar, Terra'nı geçmişiyle yüzlerce yıl sonraki güncel zamanı birleştiriyorlar, bir sürü şey.

Biraz bilimkurgusal ve fantastik işlere eğileceğim, Proust'un dördüncü cildi için enerji toplamam lazım. Lovecraft bile okuyabilirim, öykülerini çok özledim. Neyse, PKD'nin dünyası kafayı karıştırıp toparlamada birebir. Tavsiye ederim.

24 Ekim 2018 Çarşamba

Anil Ananthaswamy - Ya Ben Yoksam? - Kendiliğin Labirentinde Bir Gezinti

Alt başlık aslında "kendiliğin garip ve yeni bilimselliğinin soruşturmaları" gibi bir şey. Metinler yeni, eski araştırmaları okumuyoruz. 2015'teki bilimsel gelişmelerden yola çıkarak eski vakalar inceleniyor, yepyeni vakalar inceleniyor, güncellenmemiş meseleler yok. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, bir yerde dünyanın en garip vakası olduğu anlatılan, beyin ameliyatı olduktan sonra her günü aynı günmüş gibi yaşayan -bu konuyu ele alan benim bildiğim iki film yapıldı sonra- adamın kısa süre önce öldüğünü ve beyninin incelendiğini öğreniyoruz mesela, araştırmalar kendilik algısıyla ilgili çoğu soru işaretini ortadan kaldırmış ve beynin çalışma prensipleri biraz daha aydınlanmış. Tabii henüz erken, içeride ne olup bittiği hâlâ tam olarak bilinmiyor ama yavaş yavaş anlaşılıyor.

Beyin bilinci yaratıyor, Descartes'ın düalizmi bilimsel gelişmelerle geçersizleşiyor, insanlar yaşamadıklarını iddia ediyorlar, Budistler bedenin olmadığını öne sürüyorlar, bu kitapta bir sürü şey oluyor. Kendilik algısının metafiziksel boyutları bilime yol gösterebiliyor, bilim kadim öğretilerin sezgisel çıkarımlarını gerçeğe dönüştürüyor. Bellek ve bilinç sürüp gidiyor, bütün çarpıklıklarına rağmen.

Benliğin var olması için gereken "ben"i kurma, bozma ve söküp takma biçimlerimiz inceleniyor, Ananthaswamy -bundan böyle Wamy olarak geçecek- gerek birebir şahit olduğu, gerek şahitleriyle konuştuğu vakaları ele alıyor ve her bir vaka üzerinden bilinç bozukluklarının farklı yönlerini, bilimsel gelişmelerle birlikte kazandıkları boyutları inceliyor. Beynin bir bölgesinde gerçekleşen arızanın aslında pek çok zihinsel aksamanın sebebi olup olamayacağı sorgulanırken işin gündelik yaşama yansıma biçimleriyle de "ben"le yaşamak zorunda olan insanların hapsedildikleri çarpık yaşamları görüyoruz, gerçi bu çarpıklığın biyoiktidardan doğup doğmadığını düşünüyor insan. Beden algımızın sürdürülebilirliği bedenimizi işler tutmaya programlı bir sistem için çok önemli, temel parça hatta, bu yüzden PKD'nin Alfa Ayının Kabileleri metnini akılda tutarak pek çok "hastalığın" aslında hastalık olarak görülmeyebileceği fikrini de akla getirebiliriz. Bu durumda ölçüt, hastalıkla birlikte yaşayan insanın görüşlerinden çıkarılabilir, hatta böyle olması gerekir, örneğin anlatılan vakalardan birinde rahatsızlığını "kabul eden" ve yaşamını bu hastalıkla birlikte sürdürmeye karar veren adam için kişiliğin parçası haline gelen bir durum var, toplumsal normların dışında bir normallik bu. Beynin ıslahı belirli koşulların yerine getirildiği durumlarda ortaya çıkmıyor ama insan, bacağının kendisine ait olmadığını hissedince hastaneye kapatılabiliyor. Düşünülmesi gereken bir durum; eğer bacağımdan kurtulup yaşam kalitemi yükselteceksem, gerçekten yaşadığımı hissedeceksem, daha da önemlisi bunu hiçbir "tedavi" ortadan kaldıramayacaksa, o zaman deli olduğumu kim iddia edebilir?

Zenon'un bir paradoksu veya sağlam sallıyorum, şu bütün parçaları değişen gemi. En küçük parçasına kadar yenilenen bir geminin aynı gemi olduğu söylenebilir mi? Bu geminin bir benzeri Önsöz'de geçiyor, insan bedeni olarak. MÖ 150-250 arasına tarihlenen bir Budist metninde bütün organları değişen bir adamdan bahsediliyor. Adamın bir parçası canavarlarca yeniyor, sonra yanı başındaki cesetten parçalar koparılıp adama takılıyor. Adam aynı adam mıdır? Aynıysa aynılığını sadece bilinci mi sağlar? Aynı değilse bu sadece bilincinin ürettiği bir fikir midir? Ben kimim? "Ben" kimdir? Yok olduğunu söyleyen bir zihin sadece bedenin varlığıyla yenilgiye uğratılabilir mi? Bedenle akıl arasında Kartezyen bir ayrımdan bahsetmek mümkün mü, onca nörolojik buluştan sonra? Genelde bu sorular ele alınıyor, ilginç vakalar üzerinden. Bunu sabah dedim, şimdi de diyorum ve Yaşayan Ölüler bölümüne geçiyorum. Camus'den bir alıntıyla başlıyor; kendiliği ele geçirmeye, tanımlamaya ve özetlemeye kalkmak onun parmaklar arasından süzülüp giden suya benzetir. Kendilik, üzerine düşünülemeyecek bir düşüncenin ta kendisidir, zaten bir düşünce olarak oradadır, sayısız parçadan oluşmuştur ve bu parçaların çok azı takip edilebilir, sorulursa bilinmez, sorulmazsa bilinir. Bu bölümde sorulana cevap verilmesi durumu var, üstelik ölü bir kendiliğin cevaplarıyla karşılaşıyoruz. Vaktinin önemli bir kısmını mezarlıklarda geçiren "ölü" insanlar yaşamadıklarını, bilinçlerinin öldüğünü düşünüyorlar. Cotard sendromu deniyor buna, nadiren rastlanan bir bozukluk. Kişinin varlığıyla ilgili hissettiği kaygılardan doğan, toplumsaldan zihinsele pek çok kaynağı olan bu bozukluğun kendiliğin doğası hakkında çok şey söylediğini düşünüyor Wamy, Wittgenstein'ın öznel kendilik hakkındaki görüşlerine ulaşıyor. Dünyanın düz olduğu iddiası, bu iddianın doğruluğundan veya yanlışlığından önce özneye göndermede bulunur, bu durumda cevap değil, soruyu soranın niteliği önem kazanır. Kendiliğin farkına varılan anlardan biridir bu, sadece soru sorulan an değil, herhangi bir farkındalık anı, yaşanılan bir duygunun düşünüldüğü an, kendiliğin ortaya çıktığı veya kaybolduğu andır. Mutlu olduğunu düşünen birinin mutluluğu o an eskitmesi gibi bir durum. Varlığın sorgulanması da benzer bir şekilde varlığı eskitir, hatta ortadan kaldırabilir, böylece insanlar ölü olduklarını düşünebilirler. Anlatıcı veya otobiyografik kendilik bizi bir arada tutan hikâyelerimizi oluşturmaya yarar, ortadan kaybolduklarında hikâyemiz, benliğimiz de kaybolur. Bazı parçalarımız son derece sağlamdır, gündelik yaşantıyı sürdürmemizde onlara yaslanırız ama kaybolan parçaların yoksunluğu ortaya çıkınca rahatsızlığı fark etmeyebiliriz, "vücut bütünlüğüne ilişkin kimlik bozukluğu" denmiş buna. İncelenen birkaç rahatsızlık bu temele yerleşiyor.

Hikâyemizin Dağılışı. Her şeyi bir arada tutmaya çalışmak çok zor, sırf kronolojik seyir bile öyle zahmetli ki her akşam yaşadığım yorgunluktan kurtulmak için bir ara doktora gittim, yazdığı ilacı kullandım. Nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, bilincim betonlaştı. İlacı bıraktım, kendimi bir bütün halinde tutabilmek için bazı parçalarımı feda ediyormuşum gibi geliyordu çünkü. Şimdi mutsuzluğumla mutluyum, olan tam olarak bu galiba. Eksik de olsa kendi hikâyemi biliyorum, gerçek olması gerekmiyor, ki yeterince depersonalizasyon, neydi o söz, insanı asla yapmayacağını söylediği şeylerin baş rolüne yerleştiriveriyor. Bu aslında oldukça ilginç, öztemsil konusunda anılarımızın işlerliğinin önemli olduğunu söylüyor Wamy. "Öztemsil sistemimiz iyi çalışıyorsa, epizodik anılarımız durmaksızın anlamsal anılara dönüştürülerek, bizi biz yapan şeyin özünü yaratır." (s. 55) Anlamı yitirdiğimiz noktada, olayları birbirine bağlayamadığımız an epizodik, görüngüsel anılar kaydedilmiyor, lineer akışın kaynakları kuruyor, insan bir noktaya nasıl geldiğini anlayamaz hale geliyor. Farklı biçimleri mevcut, Alzheimer bunun bir boyutu. Kendimiz hakkında yeni bir fikrimiz olmuyorsa, kendimizi güncelleyemiyorsak aynı anlatıcı kendiliğimize mahkum oluyoruz. Wamy'ye göre bu bozukluğu aşabilmek için Descartes'ın mirasını tamamen bir kenara bırakmalıyız. Beynin fizyolojik durumundan zihinsel aktiviteleri yorumlayabilir hale gelip yeni tedaviler keşfedebiliriz. Başka bir yaşam düzeyine geçebiliriz o zaman, aksadığı düşünülen yanlarımızı iyileştirebiliriz. Bütün bunların yanında bir ihtimal daha var, o da olduğumuz gibi olmak. Budur belki; olması gereken bir "doppelgänger" yaratmaksa, kendine yabancılaşmaysa, kısacası bilincin savunma mekanizması olarak yaratmış olabileceği anormal parçaların varlığıysa, o halde kendiliğin bir parçasıdır bunlar, kendiliği yaratabilirler ve budur kendilik, herkesinki gibi değil, bambaşka bir şey.

Hikâyeleriyle, hikâyeleri çözümleme ve çözümleyememe yollarıyla yaşananı ve yaşanabileceği ele alıyor Wamy. Çok ince bir buzun üzerinde yürüyoruz, o kadar ince ki çatlama seslerini duyar duymaz ödümüz kopuyor, her an düşebiliriz ama yürümeye devam ediyoruz. Belki ölüm de bilincin bir savunma mekanizmasıdır, bedenin kontrolünün yitirilmemesi için, bilinci yok edecek yeterli çürümeden/bozulmadan önce son bir tedavi.

21 Ekim 2018 Pazar

Şule Gürbüz - Zamanın Farkında

Bazı metinleri anlatmaktan çekiniyorum, hatta anlatmaya hiç girişmiyorum. Masamın bir bölümünde bir yığın kitap bekliyor, belki bir gün üç beş düşünceye, biraz gevezeliğe yol açıp yanlış anlandıklarını görürler. İşteşlik sonucu değil, edilgenlik sonucu, zira onların bende alımlanma biçimlerinde arıza çıkabilir, çok şeyi kaçırmış olabilirim, yetersizimdir ve bu yüzden aşırı yorumlamaya, doldurmacalığa girişebilirim, bir sürü korku. Pek metin diye uydurayım hemen, felsefe metinleri örneğin. Ben Wittgenstein'ın nesnelerini, olanağını, düzlemini, dilini nasıl dile getireyim, zaten onca şey ortaya konmuşsa neyini anlatayım, bendeki izlenimini mi? Söylenmemiş ne söyleyebilirim, özümde yarattığı değişimlere mi odaklanayım, ne yapayım, hiç bilemediğimden çok az sayıda felsefi metni inceledim, o da yarım yamalak, sersem sepelek, tangır tungur ve dahi langır lungur bir biçimde. Sayısız insanın sayısız biçimde incelediği bir konuda sözüm yok ama bu metin için olmalı. Şu an olmalı, yoksa bunu da diğerlerinin yanına, yığına ekleyeceğim. Cesaretim kaybolmamışken, gecenin -artık gündüzün- şarkısını bulmuşken, ay ortada yokken, bu geceyi diğer çoğu gece gibi kaybolup gitmeye meyilliyken kurtarmak, sabitlemek, hatırlamak için. Okur olarak kendimi yaratabilmek maksat ama en önemlisi, Şule Gürbüz'ün meselesinin -olan, olmakta olan, yanlış olan ve olmayan her şey- pekliğinin sadece metinde durabilmesi, okuma esnasında haznesinden taşıp okurdaki denk haznelere nüfuz etmesi. "Karşılığını bulmak"tan bahsediyor Gürbüz, dün oturup röportajlarını okudum, dinledim, biricik derdinin karşılığı kimde varsa metnin onlara seslendiğini söylüyor. Nitelikli okur için metnin katmanları açılmaya hazır, Bacon'ın konuşturulduğu bölümlerdeki felsefi derinlik geri kalan bölümlerdekiyle paralel, o yüzden pek metin; yoğun ve bazı kapılar bilenler için görülebilir hale geliyor. Gürbüz'ün biraz yakındığı bir konu bu, marifetli okurun geçebileceği kapıların pek az açılabildiğini düşünüyor, hâlâ okurunu arıyor. Neredeyse yirmi yıllık sessizlikten sonra ortaya çıkan bu öykülerin -metinlerin de diyebiliriz, bir formun kısıtlayıcılığına gelemezler- taşıdığı yirmi yıllık çaba, tefekkür, artık her neyse, okurda biraz olsun ucundan tutulmuş felsefe, edebiyat, yaşam, bir şey arıyor. Kısacası rahatlıkla ıskalanabilir bir metin, yalnızca gören gözler için de değil ama gözün niteliğine göre açılan anlatılar var burada. Şahsen yakaladığım kadar kaçırdığımı düşünüyorum. Öyle bir paye biçmese de kendine, okurun kendini tartabileceği bir metin, tartıldım.

Zamanın farkına varmak için kendini gözlemlemekten bahsediyor Gürbüz, gözün kendini gözlemlemesi için ayna, ayna-zaman ilişkisi burada belirebilir. Kendisi aynayla mesafeli olduğunu söylese de bir olma hali olarak zamanı düşünelim, zaman biçimlenerek varlıkları ve sürerliği sağlıyor, gözü ve haliyle gözün görebileceği gözü -aslında gözün kendisini- oluşturuyor, bilinç bunun bir parçası olduğuna göre sürekli bir oluşun anlatısını kuruyor Gürbüz. Özellikle ilk öyküsünde -öykü diyeyim- mesele olarak direkt var bu, Müzik Hocası'nda isimden yola çıkmak doğru noktaya götürmeyecektir bizi, Gürbüz'ün formlara olduğu kadar isimlere de karşı olduğunu düşünesim geliyor, neyse, bir müzik hocasının geçmişiyle şimdisini okumayız aslında, oluşun her anını belirli kerterizlerle -travmalar, duyguların zirve noktaları vs.- sabitleyen bir bilincin zamanın karşısındaki varlığını okuruz. Karşısında, içinde değil. Ayna-zamana geleceğim; zamanın içi dediğim şey eğer zamanın dinamikleri, kipleri, artık neleri varsa, hepsinin derlenişinden müteşekkilse durmaz bir ilerleyiş demektir bu, gözün sürekli ileriyi görmesi, lineer bir akış demektir, kronolojik bir anlatı demektir. "Yeniyetmeliğimde" diye başlıyor öykü, oysa yeniyetmelikle yaşlı başlılık arasında İslami terminolojinin baskınlaşması dışında bir duyarlılık farkı yoksa, yaşamın sunduklarının dışında pek bir şey değişmiyorsa zamanın akışkan bir şey olduğunu anlayamayız gibi geliyor bana, en azından karakter için, çünkü aynaya baktığı zaman kendinden başka hiçbir şey görmüyor ve bu bakışı gençliğinden yaşlılığına kadar koruyor. Boyhood'u anımsadım, on iki yıllık bir çekim süresi var filmin, karakterler büyüyor, yaşamları farklılaşıyor ama... nasıl demeli, o kadar da büyümüyorlar aslında. Ayna da kendileriyle birlikte değişiyor, gözü/göze hep aynı görüntüyü gösterecek biçimde kendine/kendini eğip büküyor. Bu yüzden karakterin onlu yaşlarındaki haliyle seksen yaşındaki halinin varlık ağrısı aynı kalıyor, seksen yaşındaki adamın on dokuz yaşındaki hali, düşünceleri, biricikliği kusursuz bir şekilde zamanın dışına taşıyor. "Gerçekten şu an bilemiyorum, kendi hayatım başkasının gibi geliyor, başkasınınki de benim gibi." (s. 9) Kendine ait bir hayatı olmadığını düşünen müzik öğretmeninin, eskinin Genesis dinleyeni, Peter Gabriel hayranı olan evladın, kendini gözlemleyen varlığın kendini gözlemledikçe kendi olamadığını, kendini gözlemlemekten başka bir uğraşı olmaması yüzünden kendisi dışındaki dünyayla bütünleşemediğini, iç dünyanın dışı soğurduğunu söyleyebiliriz, üstelik kendi kendisini gözlemlemesinin dışında insanların ve Allah'ın/Tanrı'nın da şahitliği var, yaşamak konusunda ağır bir sorumluluk hissediyor düşünen varlığımız, baktıkça olamıyor, bakmadan da olamıyor, ikisinin arasında bir yerde yıllar geçiyor ve hiç zaman geçmiyor. Katı, çakılı bir zamandayız. Şarkılar, terennümler, Allahlar, Tanrılar, dinler, sözcükler, insanlar, her şey değişiyor, her şey biçimini kaybedip tekrar biçim kazanıyor ama varlığımız bu değişimleri özünde doğuramıyor, akışa da kapılamıyor, coşkusunun kendisini müziğe itmesiyle bir çıkış yolu bulabileceğini düşünüyoruz ama dinlemekle yetinmiyor, müziği üretmek istiyor, enstrüman çalamadığı için müziğin esrime halini tam olarak yaşayamıyor, zirveyi istiyor, uzaktan bakmakla yetinmiyor. On beş yaşındaki haline gelen hakikatin altmış yaşındaki adamlara gelmemesini yadırgıyor, anlayamıyor, konservatuvarda veya müzik derslerinde karşısına çıkan, müziği kalıplara sokan, armoni gibi bir dünya lanetle saf güzelliği öldüren onca yaşlı niye yaşıyor, hakikati kimse bilmiyorsa neden yaşanılıyor?

Öyküyü açan bazı cümleler var, birkaçını alayım. "Ben peygamber olmak istiyordum, ya da hiçbir şey." (s. 17) Notaları değil, sesi ve sesle gelen yüceliği bulmak istiyor varlık, aynaya bakarlığı boyunca bunun izine düşüyor, bir nevi yolda olma hali ama buna zamanda olma hali dense daha iyi. Genesis, Deep Purple, Brahms, Bach, sonra Gülavettin Efendi'nin bilmem nesi, müzikten musikiye geçiş, kültürel kodlar değişirse ağrı azalır mı, Allah'ın karşısında biraz tevazu sahibi olarak durmak bunu sağlayabilirdi ama Allah'tan müsaadesiz peygamberlik ilan ediliyor burada, hakikat aranırken ne aranacağı bilinmiyor, bunun bir çıkar noktası yok. "Bazen sezdiğim; zaten insanın gerçeğe hayatta pek seyrek, pek uçucu hallerde ancak tesadüf edebilmesi ve bu halin de görüldüğünü anlar anlamaz kayboluvermesi." (s. 28) Aslında bunları anlatırken kendimi anlattığımı düşünürsek, nasıl ki Saramago'nun karakteri sipariş alıp yaptığı portrenin aslında kendi portresi olduğunu söylüyorsa, kendinin tersimi olduğunu fark ediyorsa, ben de buna parıltı dedim, diyeceğim. Bir ışık, bir şey, bunu arıyoruz aslında. Her zaman orada değil, çünkü biz de her zaman orada olmayabiliyoruz. Kusursuz bir uyumun olduğu an, orada olduğu anlaşılıyor ve oradalığı anlaşılır anlaşılmaz kayboluyor. Buna kesin bir ad konmuştur, epifaniyi de içeren bir şeye ne denebilir? Bunu arıyor varlık, daha fazlasını. Onlu, yirmili, otuzlu, kırklı, ellili yaşlarını teker teker devirdikten, sözcükleri gençliğin uçarılığından yaşlılığın ağırlığına ulaştıktan sonra yaşamının tamamını değilleyebiliyor. Yaşadığı o değil. Kalıp konuşmalar, eskimiş evler, ders verdiği kadınların meyilleri, her şey gerçekleşmemesi gereken, yaşama ait olmayan olgularmış gibi geliyor, bunların hepsi bir bir yığılırken perişanlık, yıkım bir türlü gelmiyor. Kendisi de soruyor bir yerde, tamamen perişan olsa kurtulur muydu? Çok affedersiniz, sıçtığını kabul ederse her şeyin kolaylaşacağını söylediğim biri var, gerçekten dibi görmeden, gördüğünü kabullenmeden, gözlemlenme tedirginliğinden kurtulmadan, kendini gözlemlemekten duyduğu beğenmezliğin aslında kendinden doğan en hakik, en kendine ait duygu olduğunu bilmeden başaramayacak, bunu pek kimse başaramayacak sanırım. Metnin dışına taşıldığı noktada nokta, bu öykü bitmediyse de bitti.

Cansın, yirmi dört yaşında, babasıyla annesinin aldığı hediyeler sonucu ölmek isteyen bir genç. Aldığı hediyeler ailesini içinde bir yerlerde kurutuyor, öldürüyor, asıl alması gerekeni alamamış çünkü, bir şeyler eksik. Ailesi İngilizce biliyor, bu İngilizce bilme meselesi Cansın'ın canını çok sıkıyor, o bilmiyor çünkü. Parodik bir durum ortaya çıkıyor; ailesinin karşısında eziliyor Cansın ama aile için biçilen rol de komik biraz, İngilizcenin ne kadar süper olduğundan bahseden insanlar bunlardan sürekli olarak bahsederlerse, başka pek bir işlevleri yoksa tiplikten öteye geçemiyorlar, o durum. Cansın'a yükleniyorlar; okusun, etsin, felsefeyle uğraşsın, en iyi o bilsin, bile bile bir hâl olsun. Sıkıntıdan ölmek üzeredir oysa; sıkıntısının kendisi olduğunu düşünür, sıkıntısıyla birdir. Evlendiğini düşünür, toplumun biçtiği erkeklik rolünden zaten bunalacağı kadar bunalmışken bir de babalık çıkar, en sonunda boşanmaya varır iş. Kurduğu hayaller bile derttir. Günlerden birinde Bacon'ın denemelerini görür, küvette okumaya başlar. Öykü burada bir denemenin içeriğiyle bütünleşir. Ne ölçüde Gürbüz'ün üfürmesi, ne ölçüde orijinal deneme, bilemiyorum. Sonuçta Bacon da kendi cehennemini anlatır, "sarahat" gibi sözcükler kullanıldığından çeviri bir metin olduğunu düşünürüz ya da Gürbüz'dür hâlâ oradaki. Sonsuzluk ve sorumlulukla ilgili meselelerdir anlatılan, sonsuzun karşısında sorumluluğun ağırlığı, Tanrı'nın karşısında özgür iradenin sorgulanması, bu tür. "Böyle yaradılmıştın, kendinden çok şey umdun, herkes kendinden çok şey umar, herkes kendinin hayal kırıklığıdır, umudun kibrindi, aklın ahmakların hayranlığı, sana verilenleri pek de iyi kullanamadın, senden çok iyiler, hayal edemeyeceğin kadar iyiler var, senin işin onlarla." (s. 97) Daha iyinin karşısındaki çaresizliği biliyorum, bu yüzden Gürbüz'ün kişilerinin kaygılarını kendiminkilerde buldum. Hatta iddia ediyorum, Gürbüz kaygıların yazarıdır. Seval Şahin'in "keder" olarak değerlendirdiği zemini ben hadsizce "kaygı" olarak değiştirmek istiyorum. Bulaşıcı kaygı; Cansın en sonunda kafayı kırıp İngilizce bir gazeteyi yaktığında uçuşan bir parçanın Bacon'a konması ve kapakta kahverengi bir iz bırakması sebebiyle Gürbüz'e büyük saygı.

Üç öykü daha var, hatta ikisi -bence- Müzik Hocası'yla birlikte en önemli, sıkı öyküler. Benim nefesim bitti, hakkıyla anlatamayacağım için pas. Düşünmekten, not aldığım şeyleri okumaktan yeni bir şey okumaya başlayamadım dünden beri, hemen hiç olmaz bu oysaki, lakin öyküler ketledi, beş yıldan sonra ilk kez bir günü hiçbir şey okumadan geçirdim. Daha da diyeceğim bir şey yoktur.

Vardır aslında. Ahmet Ergenç'le Ahmet Nezihî Turan'ın makalelerine denk geldim. Turan, Ergenç'in fikirlerini beğenmeyerek bir cevap metni yazıyor, böylece dahil oluyor mevzuya. Pek çok yerde Ergenç'in fikirlerine dair olumsuz eleştiri yapılmış, ben pek bir şey söylemeyeceğim. Turan'ın yazdıklarına da genelde katıldım ama bir iki noktada ona da katılamadım, belki Ergenç'in oluşturduğu eleştiri bağlamında, daha baştan yanlış kurulmuş fikirlere karşılık verme çabası içindeyken konuyla ilgisi olmayan birkaç argüman ortaya koyduğu için. Örneğin Murat Belge'nin on sekiz yaşındaki Şule Gürbüz'le karşılaşmasının, Gürbüz'ün metinlerini beğenmesinin konuyla ilgisini kuramadım. Şule Gürbüz'ün tek tartısı Şule Gürbüz olsa gerek, metnini Belge'ye götürürken ne derece kendinden emindi bilemiyorum ama müziğe aşık olan çocuğun duygularını paylaşmışsa eğer, o kutsiyetin onaylanmasının sevincinden fazlasını yaşamamıştır gibi geliyor bana.

Aşırı yorumluyorum, burada kesiyorum. Sadece bir yazar, sadece bir metin, gerisi okurun niyetine, maksadına. Yazarın uzaylılar için yazdığını da düşünebilirsiniz, dünyayı metinleriyle ele geçirebilecek güce sahip olduğunu da.

18 Ekim 2018 Perşembe

George Saunders - Arafta

Çadırın ipeği kutsal bir ışıkla parlıyor, idea ipeği, gizlediği alanda geçişin son aşaması için birtakım ölçüm işlemleri yapılıyor. İsa-prens bizzat gözlemliyor, kalbi tartılacakların başında Osiris misali bekliyor, ki İsa'yla Osiris arasındaki benzerlikleri inceleyen müstakil bir eser mutlaka vardır, neyse, tek bir soru. "Nasıl yaşadın?" Bu, cevabı soranlar tarafından bilinen bir soru, önemli olan muhatabın kendiyle ilgili bir sorunun cevabını bilip bilmediği. Kitabın son bölümünde Saunders'la yapılmış bir röportaj var, Saunders orada İsa'nın bir sözünden etkilenip bu dürüstlük meselesini değerlendirdiğini söylüyor. İçimizdekini açığa vurunca kurtuluruz, açığa vurmadığımız müddetçe onun verdiği acıya mahkum olacağız, kısacası insan kendi cehennemini kendi yaratacak. Bir cevabında da Tibet metinlerinde insanın ölümden sonrasıyla ilgili ne düşünüyorsa onunla karşılaşacağına dair yazılanları irdeliyor Saunders, uzun süredir düşündüğüm ve biraz olsun inandığım bir şeydi bu, dengini bulmak güzel oldu. İyice dağıldı mevzu, soruya dürüstçe cevap verenler için ışıktan kapılar açılıyor ve Krallık'a bir yol açılıyor, kendini kurtaran ruhlar yolculuklarını mutlulukla tamamlıyorlar. Dürüst olmayanlar ipek çadırın bir anda insan etine dönüştüğünü, İsa-prens'in biçim değiştirerek Şeytan'a benzediğini görüyorlar ve acı çekecekleri mekâna doğru sürükleniyorlar, korkuları tarafından. "Dürüstçe söyle!" sözü yankılanıyor, Rahip Everly Thomas nefret ettiği dayısının sesiyle söylenmiş bu sözü işitir işitmez, kalbi tartılırken İsa-prens'in ve yardımcılarının aşırı karamsar tepkilerini görünce dönüp kaçıyor, kimse onu kovalamıyor. Herhangi bir kötülük yapmadığını söylüyor önce, Tanrı'nın Kelâmı'nı yaydığını, hayırsever biri olduğunu söylüyor ama kendinden emin değil, ara sıra şüpheye düştüğünü itiraf ediyor, lanetlendiğini düşünüyor. Gerçeği söyleyememek gibi bir laneti var, uzun süredir birlikte yaşadığı arkadaşlarına öldüklerini, arada bir yerde kaldıklarını söylemek istiyor ama emredildiği gibi sessiz kalıyor, gerçeği bir tek kendisi biliyor. Aslında öldükten sonra, bilinmeyen bir diyarda bile Tanrı'nın buyruklarını yerine getirmeye devam ediyor, insanların/ruhların düşüncelerini toparlamalarına yardımcı oluyor, çizgiyi aşmadan. Çoktan gidebilirdi, bir süre sonra gitmek zorunda ama görevinin onu orada tuttuğunu düşünüyor, en azından gidişini böylece geciktiriyor, kendisiyle yüzleşmeye henüz hazır değil.

Hayaletlerin başka bir düzlemde var olan bilinç kalıntıları olduklarını düşünüyorum. Hayaletler var. Bana göre Uçan Spagetti Canavarı da var. Evimdeki eşyaların ben yokken etrafı panayır yerine çevirip ben anahtarı kilide soktuğum an yerlerine döndüklerine inanıyorum, hatta şu anda tam arkamda bir boşluk var, kapkara, bakış açımın dışındaki her şey bir kuantum çorbası içinde yüzüyor. Biçimlenmeyi bekliyor, özneliğimi bu karmaşanın orta yerine, biçimlenmeyi bekleyenin önüne koyuyorum. Çorbanın süreğenliğinde varım, bilincimce en iyi eseriyim, en azından ağzımla gözümün yerini tutturabildiği için minnettarım. Burnum biraz daha küçük olabilirmiş, dişlerim de daha biçimli olsaymış ama onun da elinden gelen bu. Sonuçta hayaletler de buradan doğduğuna göre hiç olmayacak bir şey yapıp çorbanın -varsa- niyetini sorgulamadan hayaletlerinkini sorguluyorum, bunu Saunders'tan yola çıkarak yapıyorum. Harry Potter da sorguluyordu bir yerde, yarım kalmış işleri olduğu söyleniyordu. Gitmemeyi tercih ediyorlar, sorgulama bölümünde başlarına gelebilecekleri gördükleri zaman korkuyorlar, ne yaşadıklarından emin olmadıkları, ıstırap diyarında cinsel organından alevler saçan bir boğa-iblis tarafından fiili livataya maruz kalmak istemedikleri için -ekstrem bir örnek, hedefine ulaşıyor-  ortada bir yerde kalıyorlar, defnedildikleri yerde, mezarlığın göbeğinde dolanıp duruyorlar. Kendi jargonlarını geliştirmişler, anlatıcı sözcüklerin anlamlarını açıklamıyor, yeri geldiği zaman söz gelişi bir diyalogdan çıkarıyoruz ki "maddeışıkçiçeklenme" denen nane, gitmeye karar veren hayaletlerin artlarında bir parıltı bırakarak çadıra yönelmeleri/ışınlanmaları anlamına geliyor, tabut için "uyku-kutusu" gibi bir kavramları var, metinde bulamadığım için salladım şu an. "Hasta-kutusu"ymuş, buldum şimdi. Neyse, öldüklerini hatırlamamak için üfürülmüş sözcükler kullanıyorlar, söz birliği etmişçesine. Bir tek rahip biliyor neler döndüğünü, belki de bu yüzden en çok karşılaştığımız üç hayaletten biri kendisi. Diğerleri Hans Vollman ve Roger Bevins III. Bu üçünün dışında pek çok hayalet var, anlatının geçtiği zaman 1862, Abraham Lincoln'ın oğlu Willie'nin öldüğü sıralar. İç Savaş'ta mevta olmuş askerler, siyahiler, cinayet kurbanları, her kesimden insan var mezarlıkta, çoğunun hikâyelerini öğreniyoruz, alt katmanları oluşturuyor bu hikâyeler. Asıl mesele, Willie'nin ölümü ve Abe Lincoln'ın ölümle yüzleşmesi. Saunders, röportajda fikrin aklına nasıl geldiğini ve gerçeklik yanılsamasını bozmamak için kurmacaya ne gibi somutlaştırıcı etkenler kattığını anlatıyor.

İlginç bir teknik kullanmış Saunders, Willie'nin öldüğü gecenin ve sonrasının tanıklıklarını derlemiş, farklı kaynakları kullanarak olayları kronolojik olarak sıralamış. Bakış açıları değişince güzel bir karma-gerçeklik çıkmış ortaya; Abe'in gözlerinin gri, mavi-gri, gri-mavi ve mavi olduğu söyleniyor, hepsini denklemek bir sonuç çıkarmaya yetiyor. Saunders, bu iş için günlerini harcayıp sayısız kaynağı incelemiş, "romancı" kavramını "küratör"ü de içerecek şekilde genişletmiş, mevzu bahis pastiche aslında. Bu bölümler metnin büyük bir kısmını oluşturmasa da genişçe bir yer kaplıyor. Hayaletlerin yaşamlarının olduğu bölümlerde yine değişik bir iş var; diyaloglar ve monologlar halinde kurulan bir anlatı var, hayaletlerin sözlerinin altında isimleri yazıyor. Tiyatro metnine benzer bir metin, isimlerin altta olması dışında.

Abe'in kaybı. Tanıklara bakarsak Willie'nin hastalanıp öldüğü gece evde bir toplantı yapılmış, herkes eğlenirken hayatını kaybetmiş çocuk. Abe'in ve eşinin çocuklarını tamamen özgür bıraktıklarından bahsediyor insanlar, aşırı bir özgürlükmüş bu o zaman için, aslında bugün için de. Willie'nin ölümünün Abe'in suçu olduğu söyleniyor, adam da belki biraz böyle düşündüğü için, oğlunu çok sevdiği ve ölümünü bir türlü kabullenemediği için çocuğun mezarına gidiyor, düşüncelere dalarak bekliyor. Çocuğun hayaleti bir süredir orada, monologlarında babasına duyduğu özlemi dile getiriyor, hayaletler babayı mezarlıkta tutmaya çalışıyorlar, çocuğun orada olması bir hata, ilahi kurallar motamot uygulanmamalı, çocuğun günahı yok, zihinsel melekeleri yeterince gelişmediği için gitmekle kalmak arasında bir karar veremiyor, konseptten haberi yok çünkü. Herkes olanları izliyor, adamın bedeninin bulunduğu alana girip hep beraber düşünüyorlar, adam gitmemeli, çocuğun yanında kalmalı, herkes kendi tanıklığını anlatıyor, herkes susuyor, babayla oğulun derinleşmek için geç kalmış ilişkisini sessizlik içinde izliyorlar. Kayıpla yüzleşme gücüne aynı anda kavuşuyorlar; Abe oğlunun öldüğünü kabulleniyor ve oğlunun bedeni başında konuşurken ölümden bahsediyor, oğlanın zihinsel engeli ortadan kalkıyor ve öldüğünü öğreniyor. Aydınlanma anı, herkes için. Herkes uykusundan uyanıyor, hayaletler birer birer gitmeye başlıyorlar, kalanların bir bölümü gitmeleri için kendilerine işkence yapmaya gelen varlıklardan kaçmaktan bıktıkları için gitmeye başlıyorlar, çok çok azı kalıyor. Sonuçta esas karakterler nihayetinde yolculuklarına çıkıyorlar, tekamüllerini tamamlamak için.

Ölüm sebepleri geride bırakmak istemediklerinden doğuyor bir anlamda; gay bir hayaletin toplumsal baskı yüzünden çektiği acıyla sevdiği adamı bir başkasıyla görmesinin acısı birleşiyor ve adam bileklerini kesiyor. Bir başkası yaşlılıktan, biraz da genç eşine duyduğu aşkın kalbini zorlaması yüzünden ölüyor ve kadını bir türlü bırakamadığı için gidemiyor, kadın hayatının aşkıyla karşılaşıp gerçekten mutlu olana kadar. Her yaştan hayalet var, maddeışıkçiçeklenme sırasında -muhtemelen travmalarını yaşadıkları sıradaki görünümleri- yaşamlarının çeşitli dönemlerindeki formlarını sergileyip öyle gidiyorlar. Konuşmaları bu çeşitlemeye uygun, Willie küçük bir çocuk için düşük cümleler kuruyor, sözcükleri doğru ayırmıyor, nokta ya kullanmıyor ya da çok az kullanıyor. Tecavüze uğrayıp öldürülen bir kadının sözcükleri yaşadığı korkunç olay yüzünden çarpık, bazen anlamsız. Detaylar ilgi çekici, Saunders şahane bir dünya kurmuş. Bir hayaletin yanında kendisine benzer bir başka hayalet var ve bu ikincisi, birincisine zihinsel olarak bağlı, hayaletin bir bedene sahip olduğu zamanlarda şizofren olabileceğini düşündürüyor bu durum.

Sayısız hüzünler metni bu, kaybetmekle ve kabullenmekle ilgili. Daha çok kabullenmenin acısıyla ilgili. "Ah, çok hoştu, dedi hüzünle. Orada olmak çok hoştu. Ama geri dönemeyiz. Eskiden olduğumuz halimize. Tek yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey." (s. 382)

Kitabı nasıl edindiğimi anlatmazsam ayıp etmiş olurum, anlatacağım. Yazın Twitter'dan bir mesaj geldi, "Bir arkadaş grubumuz var, kitabınla ilgili seninle bir oturup konuşalım" diye. Geçen ay buluştuk, Ömer Arslan'la da tanıştım o vesileyle. İletişim basmış öykülerini, edinip bakacağım ona da. Neyse, mesajı atan Özcan Abi'nin sohbeti iyi, saatler geçmiş öyle. Kalkmaya yakın çantasından iki kitap çıkardı Özcan Abi, "Ben hediye vermeyi severim, al, hediye," dedi. Teşekkür ettim, aldım, yoksa okuyacağım yoktu. Çok sağ olsun. Durmayan elimle, kolumla cümle kurma çabalarımı da mazur görsün, bende arası yok. Ya susup dinliyorum ya da heyecanlı heyecanlı anlatmaya çalışıp kepaze oluyorum. Bir örneği aşağıda mevcut. "Kesinlikle," dediğim her sefer için bir tane aşkedebilirsiniz.

Öyle işte. Metin iyi. Çok iyi. Tez okuna.


José Saramago - Ressamın Günlüğü

Addan yola çıkarak günlüğü tuvalin farklı bir formu, belki metaforu olarak görmek mümkün, anlatıcı H.'nin de iki dalın olanaklarını kıyaslayarak benzer bir noktaya varması, aranan gerçekliğin farklı bir sanatsal uğraşıyla yakalanabileceği umudunu taşıyor. Yüzeyin değişmesi -aslında bakışın değişmesi belki, renklerle değil de sözcüklerle biçimlenen bakış- farklı tonların kullanımına kapı aralar, göz değişir, görüşün niteliği yol alınacak farklı istikametlerin varlığını ortaya çıkarır. İkinci resmi yapmaya devam eden, ilk resmin doğurduğu mutsuzluğu ardında bırakmak isteyen H., üçüncü bir resme geçmek yerine beyaz sayfaların ne sunabileceğiyle, bir bakıma kendisinin kendisine ne sunabileceğiyle ilgileniyor, "kendinden milyonlarca ışık yılı uzakta dönüp duran bir dünya" olarak kendisini biçimlerse sözcükler, ne yapacağı hakkında bir fikri yok, bu olasılığı düşünmek bile istemiyor. Onun resmin ve yazının doğasıyla ilgili, söylemeye gerek yok ama kendisiyle ilgili meselelerinde Saramago'nun klasik izleği olarak "kendini arayış" baskın. Hatta bu, Saramago'nun yazdığı ilk roman olarak sonrakilerin de parçalarını taşıyor, Saramago metinlerini kendi metinlerinden doğuran bir yazar, doğum ve ölüm belgelerini düzenleyen kâtibin bahsinden tarihi çarpıtma fikrine kadar, sonradan işleyeceği ve ayrı metinler olarak karşımıza çıkaracağı konularını derliyor. Metinlerin öncesi nasıl beliriyorsa yazarın öncesi de belirmiş olabilir; varolmama halini bir varoluşa dönüştürebilmekten bahsediyor H., "henüz doğmadığını" söylüyor, oyma kalemiyle kendisini izleyen biri var, bu belki okurdur, belki bir başka kendiliktir, sonuçta gözlenme hissi bariz. Diyebiliriz ki H. ne yaptığının son derece farkında. Unutulduğunun, izlendiğinin, ne yapmak istediğinin bilincine varır varmaz kendini bir başka biçimde var etmeye çalışıyor.

Günlük yazımının anlatım tekniği kullanılmış, tarih düşülmeden. Kapının çalmasıyla kesildiğini anladığımız, bir paragraf sonrasında anlatının saatler sonrasına atladığını öğrendiğimiz bir günlük. Zamanda atlayıp zıplamalarla, konudan konuya ani geçişlerle dolu, H.'nin iç dökümü, sanatta gerçekliğin katmanlarıyla birlikte. H.'nin resim ve edebiyatla ilgili görüşlerini kendi yaşantısının pratiklerine, hatta metnin biçemine bile bağlayabiliriz, aslında metnin nasıl oluştuğunun da bir anlatımı haline geliyor söylenenler, örneğin bir portrenin geçmişin gerçekliği açısından gerçekten daha gerçek olduğu söyleniyor, günlük de içeriğinden ötürü aynı işlevi taşıyor, kendine içkin bir mesele. Biçimlenme şekli de zaten çoktan yaşanmış bir ânın bir taklidi halinde ortaya çıkıyor, H.'ye göre bir portreyi nasıl yapacağını düşünmesi, zaten yapılmış bir şey üzerine düşünmek anlamına geliyor. Zaten gerçekleşerek üreyen bir zamanın tekrar üretimini iktidar odağının gücünü sabitleme çabası olarak gördük, Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme'de fotoğraftan önce portrenin bu istencin bir ürünü olduğu anlatılıyordu uzun uzun, Berger de Görme Biçimleri'nde benzer meseleleri anlatıyor, H. de benzer meseleleri anlatıyor ve sipariş edilen portreleri tamamlamaya çalışıyor, yaratıcı konumunda kendisini de yorumlamak zorunda kalıyor. S.'nin portresini yaratırken bakışımlı, kendini tartan bir iş ortaya koymak, yaratım ve yaşayış sürecini derinlemesine incelemek için iki portre üzerinde birden çalışıyor. Başarısız bir ressam olarak görüyor kendisini, atladığı konulardan birinde fakir bir aileden geldiğini ve resim eğitimini yarıda bıraktığını öğreniyoruz, açlıktan kurtulabilmek için canı pahasına tutunduğu bu uğraşını para karşılığı çizdiği resimlerle mahvettiğini düşünüyor, bu yüzden ne yaptığını ve kim olduğunu düşünmeye başlamış olabilir, bir yorum. Ressamlığından çok daha başka beklentileri vardı ama yazarlığı hemen hiç düşünmemişti, günlük yazmaya başlaması anlamlı. Hatta sonrasında İtalya'ya yaptığı geziyi de otobiyografik bir kurmaca olarak ele alacak, gördüğü bütün sanat eserlerini bir ucundan kendi yaşamında bulmaya çalışacak, böylece yaratılan her şeyin aslında otobiyografik olduğunu söylecek, Paz'ın söylediğine benzer bir şekilde. "Eğer bu sözcükler gerçekse ve ben yanılmıyorsam, o halde beni satın aldıkları ölçüde varım. Ben bir yandan satın alınan nesneyim, diğer yandan da arayışın sadık gözlemcisiyim." (s. 63) Bu İtalya bölümleri oldukça detaylı, şahsen oraları gezeceğim zaman bu metni de yanımda götürmeyi düşünüyorum. İyi bir metin karşısında okurun kendi durumunu anlatması nispeten anlaşılabilir imler, düşünce biçimleri üzerinden yürüyebilir ama farklı bir sanat dalında farklı bir duyarlılık lazım -diye düşündüm, H. onca şeyi sayıp dökerken- sanki, resme biraz daha yakın olsaydım daha çok şey sezebilirdim sanırım. Bir nokta daha; H. okuduğu kitaplardan sadece bir yerde bahsediyor ama resim neredeyse bütün metnin temelini oluşturuyor. Uğraşısının beslendiği kaynaklar hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz, belki de nasıl biçimlendiğini, hatta ne kadar biçimlendiğini anlatmazsa yazı işinde yetkinleşeceğini sezdiği için. Gerçi daha net bir yorum var; resmin küstah ve otoriter olduğunu söylüyor H., oysa yazının herhangi bir kısıtının olmadığını belirtiyor. Yazı sonsuza kadar sürebilir, resim sürmez, görüşü bu yönde. Tartışılır, lakin bir ressamın gözlerine sahip olmadan, H. olmadan tartışılmaz ki kendisi de gözlerin ne işe yaradığını sorguluyor ara ara. Gözler görmeye hazırlandıkları şeyi görüyor, resme odaklı bir göz yazıda bambaşka şeyler bulabilir. "Bir şahinin görme yetisi insanoğlunda olsaydı, bu keskin görüşün mü yoksa körlüğün mü bizler için daha iyi olacağını kim bilebilir?" (s. 29) Şahinin görme yetisine sahip bir insan bile bilemeyebilir, resimde belirli bir keskinliğe sahip olan H., portresini yapmakta olduğu S.'den nefret etmeye başlayınca -politik ekonomi, faşizm, insanın posasını son damlası, pek çok mesele var burada- ikinci portreye başlıyor, böylece değişen duygu yüzünden farklılaşan, artık ressamın bir çabası olmaktan çıkan ilkini belirli bir zamanda bırakabiliyor, belirli bir ruh haline hapsedebiliyor. Gerçeğin neliğini sorgulaması bunlara yol açıyor biraz, akarlığın tam ortasında kıyıya bakan birine benziyor. "Hangi gerçek ifade edilebilir, tanımlanabilir ya da tasnif edilebilir?" (s. 64) Günlüğünün sonuna doğru gerçeği yine kendi yaşamında bulabildiği zaman, gerçekten bir şeyler hissedebildiğini anladığı zaman zaten yazmaya başlamadan önce de yazıldığını düşündüğü günlüğünü tamamladığı malum, bir duyguya hapsolmuş kayıtlardan çok daha fazlasına dönüşüyor bu uğraş. Eser tamamlanmıştır, yaşamdan bir parça anlam koparabilmiştir, gerçektir.

H.'nin zamanı resimlerle algıladığı söylenebilir, duygu değişimlerine göre algıladığı da söylenebilir. Anlatıdaki üç farklı konunun doğuşunu bu değişimler oluşturuyor; sanatla -kendisiyle- ilgili derinlikli tahliller bir, kadınlarla olan ilişkileri iki, politik mevzular üç.

Kadınlar. "Bugüne kadar sahip olduğum kadınlar öldüler ve onları ne denli çok sevdiysem o kadar çok ölüler. Hiçbirini onların ölümüyle kendim de bir şekilde ölecek duruma gelecek kadar çok sevmedim." (s. 46) S.'nin asistanı olan Olga'yla müthiş bir ten uyumları var ama o kadar, herhangi bir duygusal yakınlaşma yok. Adelina'yla aralarında on sekiz yaş var, ilişkileri belirli bir derinliğin -H.'nin belirlediği düzeyin- ötesine geçemiyor, kökünü derin bir duygudan almadığı için bitmeye meyilli. Arkadaş çevresinin yaşadığı kadın-erkek ilişkileri de benzer minvalde, anlam yoksunluğundan mustarip. Yakın bir arkadaşın -sonradan yakınlığının da sorgulanabilir hale geldiği görülüyor, arayışın sonucu- polis tarafından gözaltına alınıp dövülmesi, hapse atılması bir mücadelenin doğuşunu müjdeliyor. Yürek, haksızlık karşısında en kuvvetli atımını buluyor ve arkadaşının kız kardeşine aşık oluyor H., kadına taleplerle değil, doğallıkla yaklaşıyor ve Salazar'ın terör estirdiği zamanlarda ve sonrasında, belki de bir parçasını bulup geri kalanının açlığını çektiği yaşam düzeyini buluyor. Bir başkasının da kendileştiği düzey, eşit bir bakışa sahipler veya bakışları eşitlenebilme potansiyeli taşıyor. Aşık oluyor H., kendi sözcükleriyle kendini biçimlemeyi bir aşkın biçimlemesine bırakıyor, metni tam o noktada kesiyor. Kendi olan bir başkası tarafından oluşturulması, kendi kendini oluşturmasından çok daha doyurucu.

Çok meselesi var metnin, Saramago'nun yığmaca bir üslubu var, biçem göz önüne alınırsa olumsuz bir durum yok, kurmacaya halel gelmiyor. Aksine, kurmacanın ta kendisi bu. Müthiş bir uyum var burada, Gökdemir İhsan'ın bir röportajını izlerken denk gelmiştim, tekniği bilmenin onu ters yüz etmeye muktedir olmak anlamına geldiğine dair birkaç söz vardı. Uyum, bir günlüğün günlük olmaktan çıkmasıyla meseleleri yığma biçiminin birbirini etkileyen iki dişli olmasından kaynaklanıyor. Önemli bir metin bu; hem Saramago'nun kurmaca dinamikleri hakkında bir girizgâh, hem de sanatın doğasıyla yaşamın doğasının karşılaştırılması, bir kefenin aynadaki yansımasıyla kendini tartması.

Kendi yaptığım şeyleri pek koymuyorum buraya, dün birini hatırlayıp dinledim, onu koyayım. Zamanında uğraşıyordum kaydetmekle ama şimdi pek zamanım yok, çalıp geçiyorum.


Az önce de Dorock zamanlarından bir şeye denk geldim, onu da koyayım. Gözlüklü gitarist benim. Şimdi bakıyorum, biri Manuş Baba'nın tayfasında bas çalıyor, diğeri bu ilk arkadaşla birlikte Can Gox'la çaldı, bir diğerinin albümü çıktı, biri dizi yıldızı oldu, davulda da yardırmaya devam ediyor. Çok seviyorum hepsini, şahane adamlar, neyi başarmak istiyorlarsa başarsınlar, hak ediyorlar. Yaşam hakka gelmiyor ama bu adamlar için dileğim, umarım gelir.

15 Ekim 2018 Pazartesi

Arthur Machen - Beyaz İnsanlar & Kızıl El

Düzeltisini ben yaptım ama yine kaymış bir şeyler, o kadar da dikkat etmiştim. Demek ki iyi yapamadım ya da dosya benden çıktıktan sonra bir şeyler olmuş, son okumada veya dizgide, bilemiyorum. Yine de olmuş diyebilirim, bitiresiye okurdum. Okudum, iki ay oldu sanırım. Not falan da almadım haliyle, Doğan Abi'den metnin basılı halini yeni aldım. Hatırladığım kadarıyla, orasını burasını karıştırarak anlatmaya çalışacağım. Önce Doğan'ı anlatayım biraz. Benim gördüğüm en edebiyat düşkünü iki üç insandan biri. Yayınevlerini geziyor, kitaplarını topluyor, okuyor, sonra tekrar. Yayıncılık işine girmesi, okunacak çok sayıda güzel şeyin Türkçeye kazandırılmadığını fark etmesiyle başlıyor. Ben kendisini Lovecraft'in doğaüstü korku üzerine yazdığı bir metni basması vasıtasıyla tanıdım. Sonrasında oturup muhabbet ettik, dağıtımcılardan ucuza kitap almam sağladı derken tanışlığımız arkadaşlığa döndü, çok iyi oldu. Fantastik ne varsa takip ediyor, buluyor, bulduruyor. Helal abi.

Machen, Lovecraft dahil pek çok yazarı etkilemiş, türe Kelt söylencelerini sokmuş bir korku yazarı. Borges'in derlediği kitaplıkta yer alıyor, onun dışında Karanlıkta 33 Yazar derlemesinde vardı diye hatırlıyorum, bir de Monokl ve yakın zamanda İthaki tarafından iki metni basıldı. Türkçeye kazandırılması gereken bir yazar, kozmik korkunun atalarından biri olduğu halde bizde pek bilinmiyor, en azından türün sıkı takipçilerinin dışında bilen yok. Çevrilsin yani, Doğan Abi iki öyküsünü bastı ama yetmez, daha çok eseri basılmalı. Sadece korku da değil kendisini çekici kılan, korkunun kaynaklarını irdelemesi karakterlerin psikolojik derinliklerini de ortaya çıkarıyor, sadece doğaüstü varlıklar tarafından değil, bilincin oyunlarından da korkar hale geliyoruz. Kolektif bilinçaltının derinliklerinde çok eski, kadim varlıkların gölgeleri büyüyor, üstelik bu sadece zihinde gizli bir dehşetin gölgesi değil, yemyeşil doğasının ve tarih öncesinden gelen kültlerinin mistik bir hava kazandırdığı Kelt diyarlarının derinliklerinde barınan varlıkların keşifleriyle ortaya çıkan bir gerçeklik-fantazya dünyası. Tekinsiz, karanlık bir bölge. İnsanın en kadim korkusu olan bilinmeyenin korkusu, köklerini Ortadoğu topraklarındaki eski anlatılardan aldığı kadar bu cennet çayırlarından da alıyor, böylece insanların huzur buldukları yerler bir anda her türlü doğaüstü varlığın gezindiği, korku dolu bölgeler haline geliyor. Machen, çağdaşı Yeats gibi Kelt kültürünü merkeze alarak Yeats'in romantizmi yerine karanlığın doğurduğu tedirginliği koyuyor.

Machen'in izlekleri dönemin korku öykülerin izlekleriyle benzer özellikler taşıyor. Diyaloglardan türeyen hikâyeler, belli bir yörede yaşayan yaşlı insanların anlattığı söylenceler, anlatılanların gerçekliğini tasdikleyen objeler, inançla bilginin kesişim noktasında gerçeği arayan insanlar öykülerin temel taşlarını oluşturuyor. Beyaz İnsanlar'a baktığımızda gizemli bir adamın azizlerle günahkârları kıyasladığı, günahın doğasını anlattığı başlangıç bölümü çoğu korku öyküsünde görülebilecek bir teknikle ilerliyor. "Bilen adam", meraklı olana yaptığı açıklamalarla karşısındakinin inançlarını sorgulanabilir hale getiriyor ve fantastik bir dünyanın kapılarını aralıyor, Cotgrave adlı meraklı adama tanıdığı bir kızın yazdığı defteri vererek doğaüstünün mucizelerine şahit olan insanların tecrübelerini aktarıyor. "El yazması tekniği" her zaman başvurulabilecek bir yöntem, metinde bir başka katmanı oluşturuyor. Defteri yazan kız, Yeşil Kitap adını verdiği bir kitaptaki Kelt inanışlarını, tanrılarını, varlıklarını öğreniyor, annesinin ve bakıcısının anlattığı hikâyeleri aktarıyor. "Ay'a kadar uzanan beyaz yer" adını verdiği bir bölgede ritüellerin izlerini arıyor, ağaçların arasında dolanıp denk geldiği varlıkların olağanüstü dünyalarını anlatıyor, korku dolu kaçışlarında yaşadıklarını civarda anlatılan masalsı hikâyelerle bir tutarak kendisini de bir masal karakterine dönüştürüyor. Defterin okunması bittikten sonra Cotgrave, defteri veren ilginç adam Ambrose'a kızın akıbetini sorduğunda Ambrose'un kızı bulanlardan biri olduğunu öğreniyor, kız köklerin ve dikenlerin arasında, defterde anlatılan bembeyaz, Roma işçiliğinin izlerini taşıyan bir heykelle birlikte bulunuyor. Sonrasını anlatmıyor Ambrose, hikâyenin anlatıldığı kısmıyla güzel olduğunu belirtip öyküyü sonlandırıyor.

Beyaz El, sokak ortasında bir ceset bulan iki arkadaşın yaşadığı macerayı anlatan, biraz polisiye ve çokça korku öğesi taşıyan sıkı bir öykü. Kentte geçiyor, büyük bir bölümünde kırsalın dehşetinin kente akın ettiği zamanlarda, karanlık ve izbe sokaklarda yaşanan cinayetlerin kaynağı araştırılıyor. Adım adım ortaya çıkarılan bir gizem, yine okült bir obje, paranormal hadiseler derken yeterince korkmuş bir vaziyette bitiriyoruz öyküyü.

Machen'e eğilelim, metinlerini çevirelim, Doğan'a teşekkür edelim. Okuyalım.

14 Ekim 2018 Pazar

Salvador Plascencia - Kâğıt İnsanlar

Bu metni de sarıp sarmalayıp koruyoruz, kolluyoruz ve Etgar Keret'in Tamamen Yalnız Değil'inin, yanına, Gospodinov'un Türkçeye kazandırılan nesi varsa az ötesine koyuyoruz. Bunu yapmak için çok sıkı bir sebebimiz var, aslında iki sebebimiz var; ilk sebep olarak acının, özellikle bir insanın verdiği acının eksiltili, abartılı, coşkun, kırık tekrarlarını, bölümlenişlerini kusursuz bir şekilde içerdiği için. İkinci sebep birincinin bir yansıması aslında, acının -doğası gereği- gerçeği parçalama biçimini kâğıt üzerinde müthiş bir şekilde görselleştirmesi. Ben bunu bilincin parçaladığı gerçeklik fragmanlarının kurmaca biçimlerini absürt bağlantılarla bir araya getirme yoluyla sağlamaya çalıştım, ikinci dosyada böyle bir şey denedim ki acımı tam olarak anlatabileyim, hissettiğim şekilde. Sonra bu metni okudum, uğraşımın çok ötesine gidildiğini gördüm. Gospodinov okuduğum zaman hissettiğim şeyi hissettim açıkçası; yapmak istediğim şey çoktan yapılmış, kusursuz bir şekilde yapılmış. Ukalalığım derinlerde bir yerde kaldı, hayranlığım öyle boyutlara vardı ki birkaç arkadaşıma ellerinde ne varsa bırakıp bu metni okumalarını söyledim. Vapur bekliyordum, Karaköy'e geçecektim. Metnin ikinci kez başladığı bölümü okudum ve bir an durdum, Satürn konuşmuyordu. Satürn'ün aşık olduğu kadın, doğurduğu acının bir parçası olmak istemediğini, Satürn'ün metni oluşturma biçimiyle kendisinden intikam aldığını, her şeyin Satürn'ün anlattığı gibi olmadığını söylüyordu. Kadın gitmişti, bir başkasıyla yaşıyordu ve gelecekteki çocuklarının bu metni okuyacağı düşüncesiyle, annelerini kalp kıran bir yalancı olarak bilecekleri korkusuyla Satürn'den metne tekrar başlaması gerektiğini söylüyordu, Satürn'ün kalbi kırık ama kadını dinliyordu, metin tekrar başlıyordu, ithaf kısmına kadar aynı biçimde.

Şimdi tekrar baktım, "Ve bana hepimizin kâğıttan olduğunu öğreten Liz'e" bölümü yok, tekrarda silinmiş. Liz'den, "O" diye bahsediliyor sonrasında.

En başa dönülmese de, anlatı kaldığı yerden devam etse de kadın artık yoktu, anlatılmak istemeyince anlatacak bir şey kalmıyordu, Satürn'ün bölümleri boşluktan, boş sayfadan ibaretti. Affetmemenin hor görülen, yıkık taraf için elindeki tek teselli olduğu söylenir, bir parça olsun doğrudur. Affetmemek bir daha aynı şeylerin yaşanmayacağını kesinler, bir kapıyı artık tamamen kapatır, başka biri olma yolunda büyük bir adımdır. Neden sadece olumsuz anlamıyla öne çıktığını anlamıyorum, işin içinde hınç, öç bir şekilde var ama yara açıcı ölçüde değil. Kadının bencilliğinin sürdüğünü düşünüyorum, Satürn'den yazmamasını istemesi tamamen kendini koruma ve hâlâ Satürn'ün yaşamına bir şekilde sızma, yaşama ket vurma, Satürn adına karar alma isteği taşıyor. Zaten Satürn de -Satürn'e anlatıcı/yazar diyebiliriz, kendini kurguladığı, kendini kendi değilmiş gibi anlattığı bölümleri mevcuttur, sayfanın üçe ayrıldığı ve bir sayfada üç, toplamda çok karakterin gözünden paralel olayları okuduğumuz bölümlerde bir sıra kendisine aittir, anlatır- metni ikinci kez oluşturmaya başladığında "kaltak" yazıyor, minicik, koca bir sayfada, tam ortada.

Çok karışık oldu ama böyle bir metin için başka bir değerlendirme biçimi düşünemedim. Toparlayayım veya daha iyi dağıtayım; bu metin birkaç karakterle, Marquez'inkilere benzer bir kentle, yazarla ve kâğıttan insanlarıyla ilgilidir. Temelinde bir çatışmadan doğar; bir metni yazar mı oluşturur, karakterler mi? Anlatının oluşumu bir yana, metnin oluşum boyutu da işin içine giriyor bu kez. Orta karar bir kasabanın insanları, ruh hallerini etkilediği, kaderlerini çizdiği için Satürn'e düşman kesildiklerinde, Satürn'e savaş açtıklarında kendilerine ayrılmış bölümleri kullanarak savaş hazırlığı yapıyorlar, bu sırada kendi yaşamlarındaki terk edilişlerinin, bir başına bırakılışların acısını çekiyorlar. Yazara/Satürn'e dönüyorum, kendi acısının anlaşılabilmesi için karakterlerine benzer acılar bırakıyor, belki de böylece anlaşılabilir nihayet, kendisine düşmanlık beslenmez. Dilese onlar için bölümler de ayırmazdı, her birini susturup sadece kendisi konuşabilirdi ama acısının da ortadan kalkmasını istiyor, bunun için paylaşmaya ihtiyacı var, kâğıttan insanlarını bu yüzden doğuruyor, her birine aşksızlığın veya aşkın acısını bu yüzden veriyor. Tanrı, yazar, anlatıcı, her neyse artık, yalnız olmadığını hissetmek istiyor. Üçe ayrılmış sayfalarda kendi bölümlerinin yanında diğer karakterlerin konuşmasıyla onların sesini duyuyor, göklerden izlediği insanları birbirlerine kâğıt kesiği yaraları açıyorlar, kurmaca kimlikleri son derece gerçekçi, soyut bir düzlemde kalmıyorlar ve üzerinde yer aldıkları kâğıdın niteliğini taşıyorlar. Kâğıttan biriysek öpüştüğümüz insanın dilini keseriz, ister istemez, orada bir kendilik söz konusu değildir, başka etkenler devreye girer, kâğıdı yaşamın bir metaforu olarak görmek zor değil, önemli olan karakterlerin bedenlerinin kâğıttan oluştuğunu fark ederken yara açabileceklerini, canlarını yakabileceklerini de fark etmek. Mutsuzluk söz konusu olduğunda sayfaların karakterler için bir düzlem olarak işlevi kadar canı da görülüyor, gerçekle kurmaca her türlü, soyut ve somut düzeyde iç içe geçmiş. Plascencia bu açıdan çok saygı duyulası bir üfürükçü, müthiş uydurmuş.

Karakterler ve anlatım oyunları konusunda biraz gevezelik yapıp bitireceğim, okurla metin arasında öyle sıkı bir bağ var ki bunu deneyimlemeden olacak iş değil. Antonio'ya bakalım, kendisi bir keşiş, ilk origami cerrahı. Tıp eğitimiyle kâğıt sanatını birleştirip insanları sayforg -öeh- haline getiriyor, kâğıtlaştırıyor. Lawson'ın Kâğıt Adam'ı gibi biraz, insanlar ıslanınca çekiyor, buruşuyor, hemen yeni kâğıt yapıştırmaları gerekiyor. Yıpranmış parça unutuluyor, düşünülmüyor. Kolayca unutulmayan acıların yok edilmesi basit, başka bir parçayla gedik hemen kapatılabilir ama kâğıt kesikleri her şeyin kolaylıkla unutulamayacağını hatırlatıyor. Antonio'yla ara ara karşılaşacağız, kendi macerasını yaşarken hikâyeye de katılacak bir noktada. Federico de la Fe'nin mücadelesi, anlatının çatışma unsurunu oluşturuyor Satürn'le beraber. de la Fe, Merced'i kaybetmekten ödü kopan bir Meksikalı, sınır boyunca oradan oraya geçip duran, sınırı geçemeyen pek çok tanıdığıyla birlikte yaşarken geceleri altına işiyor, haliyle kâğıt ıslanıyor ve sonunda Merced tarafından terk ediliyor. Çocukları Küçük Merced'in annesinin nereye gittiğiyle ilgili bir fikri yok, sonradan öğrenecek. Şimdilik baba ve kız. Küçük bir kasabaya taşınıyorlar, de la Fe acısından kurtulmaya çalışıyor, Merced'in nereye gittiğini bir yerden duyarsa oraya mektup yazıyor, adressiz. El Monte'ye gidiyorlar, küçük bir kasabaya. Kasabanın çetesi, yerel çiçek yetiştiricilerinden ve işçilerden kurulu. Suç işlemiyorlar, başlarda. de la Fe, tepelerinde dolanıp duran Satürn'ün hikâyesine dahil olmasını istemiyor, Satürn'ün hikâyesinin bir parçası olduğunu bilerek. Satürn tarafından yaratıldığını da bilerek. Karakterin yaratıcısına başkaldırısı. Kâğıt üzerindeki herkesin birbiriyle iletişimi var, birbirlerinden haberleri olmasa bile. Kasaba örgütlenmiş, de la Fe'nin giden kadını, Satürn'ün kadını, Rita Hayworth, -Meksikalıdır, çiftçilerle yattığı efsanesi peşini bırakmaz, metin de peşini bırakmaz- herkes örgütlü. Satürn alaşağı edilecek, karakterler özgürlüklerini kazanacak. Böyle bir şey mümkünse.

Oyunlar. Küçük Merced, Bebek Nostradamus'la karşılaşır, Bebek Nostradamus'a ait bölümler simsiyahtır, çünkü bebekler konuşamaz. Son siyahlığın içinde Satürn ve halkaları görünür, savaşın sonu hakkında da bir fikir sahibi oluruz böylece, yazar kazanır. Başka bir oyun, tek bir anlatıcının kendisine ait bölümleri mevcut, üç sütuna ayrılmış bölümler de mevcut. Eş zamanlı olarak üç karakter birden anlatılır kimi yerlerde. Satürn'ün sustuğu bölümler boştur, dediğim gibi. Son bir oyun, Satürn zihin okumasın diye karakterlerden biri zihnini kapamanın mistik yollarını öğrenir, bu bölümlerde anlatı sürüp gider ama bazı bölümler kapkaradır, sayfalara mürekkep damlamış gibi. Böylece Satürn zihin okuyamaz, okur da metnini okuyamaz. Bir anlamda Satürn'ün kendisiyiz, istediğimiz biçimde yazıyoruz, yaşıyoruz, yaratıyoruz ve hayali düşmanlar yaratıp yeniliyoruz, gerçek dostlarla avunmaya çalışıyoruz ama tek bir hayat, tek bir yazar, elde başka bir şey yok. Herkes kendi yalnızlığını yaşıyor.

Müthiş. Oyun oynanırken mesele elden kaçmamış, aksine oyunla mesele bütünleşmiş durumda. Baş köşeye koyuyorum, Plascencia'ya hürmetler ediyorum. Siren'in bu kitabın tanıtımını daha iyi yapması gerekirdi bence, gözden kaçmaması gereken bir uydurukçuluk örneği.

11 Ekim 2018 Perşembe

José Saramago - Kopyalanmış Adam

Aynaya bakıyorum, metaforlarından sıyrılmış haliyle olduğu gibi karşımda duruyor ama aynalığı kalmamış, baktığımın bir ayna olduğunu bilmiyorum, karşımda olabilecek bütün olasılıklar duruyor. Ayna ihtimallere dönüşüyor, aslında ben dönüşüyorum, ben kendi kendimin ihtimallerinin tekilliğinden başka bir şey değilim. Bana bakıyorum, gördüğüm şeyi -nihayet, yirmi beş yıldır bilinçli bir şekilde baktığımı düşünürsek- seviyorum. Zamanı ortadan kaldırıyorum, kipler siliniyor, kendi kendimin olumuyum. Yüzeyi hatırlar hatırlamaz olumum yitiyor, ben bu değilim. Ben hiçbir zaman kendime ulaşamayacağım, ona -kendime- bakmaktan başka bir yakınlığım olmayacak. Orada olduğunu bildiğim bir aykırım. Orada kalmalı, ihtimalin gerçekleşmesi onu bu dünyaya getirecek, olduğumu unutamayacağım için ikimizi birden yaşamak zorunda kalacağım. Aynanın varlığını aklımdan hiç çıkarmazsam hiçbir geçiş olmaz, hiçbir geçit açılmaz, dünyaların ayrımı sağlanır.

Kopyalanmış Adam, yüzeyin unutulmasını anlatır. İhtimaller kaosunun yaşamı işgal etmesini de anlatır. İkinin teke inme güdüsünü, asıl bunu anlatır. Enemy adıyla filmi de var bu romanın, canım Jake Gyllenhaal oynuyor. İsim güzel, ihtimallerin düşman olarak düşünülmesi mantıklı, olabileceklerin ve olmayanların verdiği huzursuzluğun toplamını replikamızda bulabiliriz, eğer kendimiz bir replika değilsek. Bundan nasıl emin olacağız? Olamayacağız, pek bir şeyden emin olamayacağımız gibi. Diğerimiz de emin olamayacak, diğerinin keşfedilmesiyle başlayan bir sürecin olabilirliğini Saramago'dan bileceğiz. Keşifle birlikte domino taşlarının yıkımını ne yaparsak yapalım engelleyemeyeceğimizi bileceğiz, farkına vardığımız karmaşa, paydaşlarını da işin içine katarak bir düzene oturmak isteyecektir. Saramago'ya göre -anlatıcıya göre demek daha doğru, anlatıcı ikide bir anlatıyı böler ve kendisinin rolünü, hâlâ orada olduğunu hatırlatır- bu düzen arayışı kurmacaya da yansır, düzene kavuşma çabası içinde pek çok beklenmeyeni de taşır, her şey olur, çözüldüğü düşünülen problemler sonraki adımlarda tekrar belirir, problemlerin aslında doğal akışın bir parçası olduğu anlaşılır, anlatının sürprizlerle kesilmesi oluşun doğasında vardır, anlatıcı bir kurmacanın taşıdığı ani dönüşleri, tatsız sürprizleri, kısacası kurmacanın kendisini yaşamın doppelgänger versiyonu olarak ele alır, Tertuliano Máximo Afonso'nun António Claro'yla ilişkisinin bir benzeri olarak.

Afonso depresyonda, tam olarak şu durumda: "İçinde bulunduğu durumu daha iyi anlayabilmek için başından bir evlilik geçtiğini, neden evlendiğini evliliği boyunca bir türlü hatırlayamadığını, boşandıktan sonraysa ayrılmasının ardındaki nedenlere kafa yormayı bile istemediğini söylemek yeterli." (s. 9) Çok kişisel bir şey ama söylemeliyim, birkaç ay önce aynı durumda olduğum için Afonso'nun ilk taşı fiskeleyip zincirleme yıkıma yol açması oldukça anlaşılır bir şey, zira insan anlam arayışına giriyor ister istemez, bir sabit arıyor, sürüklenmediğini bilmek veya en azından kendini buna inandırmak için. Anlatıcı hemen araya giriyor burada, karakterinin garipliğinin depresyon kaynaklı olduğunu söyleyip Saramagolaşıyor hemen; yakın geçmişte depresyondan mustarip olan başka karakterlerle de karşılaştığını söylüyor. Diğer romanlara göndermeler geliyor ardından, nüfus işlerinde çalışan bir memur, tarihi tahrif ederek alternatif bir tarih yaratan adam, adının ve soyadının baş harflerini bildiğimiz bir ressam, meşreplerinin Afonso'nunkiyle aynı olduğunu söyleyip kayboluyorlar. Bu tür araya girmelerle pek sık karşılaşıyoruz, Saramago oyuncu bir anlatıcı olarak varlığını ortaya koyuyor ve hemen aradan çekilip hikâyeye devam ediyor. Proustvari bir havası da var, Afonso'nun video kaset dükkanında çalışan adamla, kopyasıyla ve diğer pek çok insanla münasebetleri o kadar derinlikli olmasa da benzer bir biçimde anlatılıyor, böylece Afonso'nun çarpık gerçekliğini daha yakından görebiliyoruz. Neyse, Afonso lisede çalışan bir tarih öğretmenidir ve altı yıldır sürüklenmektedir. Memnuniyetsizdir. Maria da Paz'la olan ilişkisini sürdürmek için hiçbir çaba harcamaz, kadının sabrına dayanır. Kadın, adamdan sevgi sözleri duymak, adama yakınlaşmak ister ama Afonso aradaki mesafeyi kaldıracak durumda değildir, kadınla arasına belirli bir mesafe koyar. Her şey belirli bir uzaklıktan iyidir, ta ki izlediği bir filmde kendisini görene kadar. Okuldan, pek de muhabbeti olmayan bir matematik öğretmeni, izlemesi için bir film önerir. Afonso filmi izler, uyur ve gecenin bir körü uyanır. İçinde bir sıkıntı vardır, sanki evde kendinden başka biri varmış gibi. Hemen televizyonun başına geçer, kaseti takar ve filmi tekrar izler. Burada bir hatayı düzeltmem lazım; kitabın arka kapak yazısında filmin kendi kendine oynadığı söyleniyor ama böyle bir durum yok, Afonso filmi kendisi başlatıyor ve izliyor. Sonrasında António Claro'yu, filmdeki adıyla Daniel Santa-Clara'yı görür. Filmin çekildiği tarihte kendisi de filmdeki gibidir, bıyıklı ve daha genç. Bir insan aynı anda iki farklı yerde bulunamayacağına göre, Afonso'nun bu adamı bulmaktan başka çaresi kalmaz, bahsettiğim domino etkisinden ötürü.

Saramago'dan edebiyat dersi almak isterseniz, bir anda karşınıza çıkan fikirleri kaydetmenizi öneririm. Bir tanesini ansızın patlatıyor adam, üzerine kafa yorduğum ve pek de hoşlanmadığım bir mevzunun mimarı; serbest dolaylı anlatıcı. Anlatıcının sesiyle karakterin sesinin birbirine karışmasının edebiyat tanrıları tarafından yasaklanması gerektiğini söylüyor anlatıcı, iyi ediyor. Bir sesin bir kişiye ait olmasını istiyorum sanırım, kişisel tercih.

Afonso'nun arayışı başlar; yapım şirketinin filmlerini kiralar, izler, replikasının adını oyuncu listesinden çıkarmaya çalışır, yapım şirketine mektup yazar ki bu mektup olayı Maria da Paz üzerinden yürür, replikanın çok sonra Maria da Paz'a ulaşmasına yol açar bu durum. Nihayet adama ulaşır Afonso, adamla görüşür, problemi ortadan kaldırır ama ayna işte, problem yer değiştirir, Claro için yaşam işkenceye döner bu kez. Bağlantıların çok sıkı yapıldığını söyleyemeyeceğim bu noktada, Claro'nun Afonso'ya sarmasında sebeplerin yetersiz olduğunu düşünüyorum. Claro, Maria da Paz'la yatmak istiyor ve bunun sebebi sadece bir kızgınlık, bir öfke, kendisi bile tam olarak açıklayamıyor bunu, belki bir anlığına başka biri olabilme çabası, birçok sebep olabilir ve daha derinlikli anlatılabilirdi belki, anlatıcının odak noktası Claro da oluyor bir süre sonra, Claro'nun yaşamını daha hassas bir mercekten görebilirdik ama bunu tercih etmemiş Saramago, düğümü ortaya atıp çekilmiş. Varlıklarını irdelerlerken her ihtimal geliyor akıllarına; ikiz olabilirler, DNA'ları aynı olabilir, özün ikiye bölünmesinin sebepleri sayısız diye düşünüyoruz biz de, sonra Afonso'nun evine gelen telefonu, izlendiğini hissetmesini düşündüğümüzde -Saramago çok kısa bir şekilde değinir bunlara, neredeyse görünmeyecek ayrıntılar bunlar- ikiden fazla olabileceklerini anlarız, ki ikiden fazladırlar ama mevzu bu ikisi üzerinde döner.

Hikâye adım adım ilerlerken iki aynının kimlik değiştirip değiştiremeyeceklerine, aynılardan biri ortadan kaybolduğunda diğerine ne olacağına ve bunun gibi pek çok meseleye kapılıp gideriz, insanın ne olduğunu anlamaya çalışırız, başka bir insanla kıyaslayarak. Sıkıntı şurada ki kıyaslananlar bir. İnsan kendi parçalarını kıyaslıyor aslında, bir iç monolog dönüyor, her şeyi bir iç monolog gibi okuyabiliriz, zaten Saramago diyaloglarını ayırmıyor, söylenen her şey arka arkaya, virgüllerle dizili bir şekilde beliriyor, tek bir ağızdan çıkıyormuş gibi. Biçim de müsait, Saramago insana kaotik biçimlerin bozduğu bir aynadan bakıyor. İnsanın kendini bozduğu.

10 Ekim 2018 Çarşamba

J. G. Ballard - Al Kumsallar

Ayrıntı'nın, Sel'in basmadığı bir Ballard kitabı. 1995'te bir kez basılmış sanırım, ikinci baskıyı görememiş. Sahaflarda denk gelinebilir Vermilion Sands'e, internet üzerinden satış yapan sahaflardan alınabilir, başka türlü edinmek zor. Çevirisi iyi gibi, sayfalar bembeyaz parlıyor, arkadaki yazılar öne vuruyor, Arion'un tipik hali. Öyküler muhteşem, Ballard'ın Al Kumsallar civarındaki insanları her türlü olasılığı gerçek kılabilecek ölçüde kaçık. Yakın gelecekte geçen öykülerde Black Mirror havası var, teknolojinin sosyal yaşamı evirip çevirip kabusa dönüştürmesi her öyküde izlek olarak karşımıza çıkıyor.

Cennete Bir Koşu, Milenyum İnsanları gibi anlatılarda da görülebilir, Ballard'ın evreninde Akdeniz'e kıyısı olan bölgeler her türlü kaosa açık. Lefebvre'in görüsünün distopik alternatifleri oluşmuş gibi; seks, doğa, insan, tüketilecek her şey için Akdeniz'den daha iyi bir alternatif yok. İnsanlar deniz kıyılarında kimliklerinden geçici olarak kurtuluyorlar, böyle bir sanı var, meta haline gelen her şey bir temiz yenilip yutuluyor ziyadesiyle, sonrasında harcanan parayı yerine koymak için tekrar şehre dönülüyor, çalışılıyor, sonra tekrar. Ballard'ın bu döngüyü anlattığı metinleri ayrı, Akdeniz evreni ayrı değerlendirilmeli. Şehirde çıkan isyanlar, hatta bir binada çıkan isyanlar, coğrafi yayılım göstermiş karmaşanın mikro örnekleri olarak görülebilir. Ballard'ın türe kattığı bir şey; güncelden pek uzaklaşmadan, uç teknolojiyi kullanmadan, tamamen insanın sıyırma sınırlarına dayalı bir kurgu yaratması. "Zaman ve mekandan ne kadar uzaklaşmış olursa olsun bilim-kurgunun hemen tamamının aslında bugüne dair olması, tuhaf bir paradokstur." (s. 9) "Geleceğin gerçekte nasıl olacağına dair bir tahmin" olarak Al Kumsallar'da geçen öykülerin 1960'larda düşünüldükleri, yazıldıkları göz önüne alınırsa düşünülen geleceğin henüz gelmediği, buna rağmen insanların karakterlerle aynı delilik seviyesine ulaştıkları düşünülebilir. Ballard'ın öykülerle ilgili düşündüğü, bu son alıntı: "Al Kumsallar; düş, yanılsama, korku ve fantezilerden de payını fazlasıyla almış durumda, ama tüm bunların çerçevesi daha az sınırlayıcı. Onun; parlak, korkutucu ve tuhafın savsaklanagelmiş etkisini kutladığını düşünmekten hoşlanıyorum." (s. 9)

Öykülere baktığımızda teknolojinin merkeze alındığı bir anlatıyla karşılaşıyoruz. Diyelim ki "Çukamoli Ekranı" diye bir alet icat edilmiş, bu alet sayesinde kişinin mutsuzluğunun kaynakları pırıl pırıl izlenebiliyor. Mutsuzlukların izlenmesinin olumlu bir yanı vardır elbet, bizi ilgilendiren olumsuz yanı. Tabii böyle üfürükten nesnelerle çıkmıyor okurun karşısına Ballard, daha sofistike, daha teknolojik ve kaotik nesneler, eylemler, zamazingolar etrafında örülmüş anlatılar var. Kolu veya bacağı sakatlanmış insanlar, bir Ballard klasiği olarak yine oralarda bir yerlerde dolanıyor, karşımıza ara ara çıkabilirler. Başkaca, insanın doyumsuzluğu dipsiz bir kuyu.

Mercan D'nin Bulut-Heykeltıraşları adlı öykü, tutkunun yok ediciliğine dairdir. Lagoon West'e giden otobanın kenarındaki mercan kulelerinin civarında bulut-heykeltıraşları, günümüzün grafiti sanatçılarının evrileceği yön hakkında hoş bir yorumdur. Bu arkadaşlar kimyasal gereçler yardımıyla, bir de planör yardımıyla tabii, rüzgarda salınarak bulutları oyarlar, yontarlar, müthiş figürler yaratırlar. Dördü bir takım oluşturur, doğum günü partisi veren zengin bir kadının daveti akıllarını kaybettirir, kadının etrafında pervane olurlar, gizemli kovalamacalarla anlarız bunu. İçlerinden biri parti sırasında koca bir hortumu yönetmeye başlar ve arkadaşlarından birini bu hortum vasıtasıyla öldürür, ortadan kaybolur. İki mesele var; bir bulutu yontmak için güvenilir arkadaşlara ihtiyaç vardır ve bir kadın için arkadaşını öldüren adam müthiş heykeller yapabilir.

Prima Belladonna adlı öyküde doğanın nitelik olarak bambaşka noktalarda yer alan iki yaratısının yapay yollarla yaklaştırıldıkları zaman birbirlerine meydan okuyacakları görüsü işlenir. Jane Ciracylides sıkı bir ses sanatçısıdır, koro-çiçeklerin şahını görür görmez çiçeği akort etmeye çalışır ama çiçek direnir, kendi kafasına göre ses çıkarmaya devam eder. Böcek gözlerine sahip olan kadın çiçeğe meydan okur, neredeyse dükkanı yıkacak sonik bir mücadeleye girişir. Çiçek ertesi gün ölür, kadın ortadan kaybolur.

Perde Oyunu öyküsünün olayı, akıl sağlığını korumak için nereye kadar gidilebileceğinin sorgulanmasıdır. Mekanı yapay yollardan tümden değiştirerek akli dengesi bozuk birini iyileştirebilmenin denenmesi, ne pahasına olursa olsun. Bir filmle ilgili dönen muhabbette öykünün temeli de kurulmuş oluyor: "Tüm ilişkilerde var olan ve ilişkiyi sürdürmeye yarayan sanrıları ve kendimizi diğerlerinden gizlemek için isteyerek kabul ettiğimiz engelleri sorguluyor. Soru şu: Ne kadar gerçeğe dayanabiliriz?" (s. 65) Gerçeğe hiçbir zaman ulaşamayacağız, her zaman kurgusal bir parça olacak, belki de bilinç, savunma mekanizması olarak soyut düşünce yeteneğini kullanarak ham gerçekliği bir parça olsun kuruyordur. Ben şahsen kendisine minnettarım, bilincimin ellerinden öperim.

Venüs Gülümsüyor'da bir sanatçının bütün dünyaya şarkı söyleterek intikam alması anlatılır. Sonik heykellerin sanatın bir parçası olarak kabul edilmesinden sonra müzayedeler, sergiler bu heykeller üzerinden yürür. Mahler, Stravinsky ve diğerleri, eserlerinin metal alaşımlardan ve nanoteknoloji ürünü yapılardan geldiğini duysalardı çok şaşırırlardı. Sonuçta böyle bir sanat dalı doğuyor, sanatçılardan birinin eserinin sergilenmesi konusunda haksızlık yapılıyordu galiba, hatırlamıyorum, sanatçı da yaptığı bir heykeli kendi kendine büyür hale getiriyor. Yapıtın insanların kulaklarını patlatmasına yakın, macerayı seven arkadaşlar mevzuyu bitiriyor, heykeli parçalarına ayırıp geri dönüşüme yolluyor. Sanatçı dava açıp tazminat alıyor, üstelik metal parçaların eritilip tekrar biçimlendirilerek dünyanın dört bir yanına dağıtıldıktan sonra şarkı söylemeye devam ettikleri anlaşılıyor. Artık bütün dünya şarkı söyleyecek, herkes Vivaldi dinleyecek, hiç durmadan.

Birkaç öykü daha var, en şahanesi sahiplerinin ruh hallerine göre kendini biçimleyen akıllı evle alakalı olandı bence. Evleri değiştiriyoruz, evler bizi değiştiriyor, en sonunda evler tarafından öldürülüyoruz veya evleri öldürüyoruz.

Ballard işte, müthiş. Geceye şarkı da bırakıyorum, beğenen elden gelsin. İkinci dosyayı teslim ettikten sonra yeni öykülerin ortaya çıkmalarını şaşkınlıkla izliyorum, parmaklarımın ne yaptıklarını bildiklerinden emin değilim. Sonuçta bir şeyler yazılıyor ve bu şarkı dinleniyor, dinlenecek, geceler boyunca. Spotify'da her bir dosya için bir liste oluşturmaya karar verdim, ilki tamam. İkincisinin baş köşesinde bu şarkı var.

9 Ekim 2018 Salı

David Le Breton - Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme

Saramago'nun Kopyalanmış Adam'ından gireceğim. Tarih öğretmeni Tertuliano Máximo Afonso'nun kendini -kendinin replikasını, kendinin aynını, kendinin kendisini- ikinci sınıf bir filmde figüran olarak görmesinden sonra adamın -kendinin- kim olduğunu arayışıdır, roman sadece bunu anlatmaz ama kendi bedeninin, kendi yüzünün peşine düşen bir adamın ikide bir arıza çıkaran sağduyusunu dinlememe ısrarında yaşamı olduğu gibi kabullenme isteği var, zaten sağduyu da ruhla bir arada bulunamayacağını söyleyerek adamın arayışını meşru hale getiriyor. Kaosun henüz anlaşılamamış bir düzen olduğunu bu romanda görüyoruz, kaosu yüze indirgeyerek yüzü anlamlandırma çabalarının yaşamı anlamlandırma çabalarıyla paralel gittiğini söyleyebiliriz. Yüz, insanın yaşama dönük en -belki de tek- önemli varlığı. Alfonso'nun kendi yüzünü başkasında görmesiyle biricikliğini yitirme huzursuzluğundan mustarip olduğu malum, bu durumdan kurtulmak için figüranı aramaya başlıyor ve aramaya başlar başlamaz aranmaya da başlıyor. Etkileşimli, birbirini tetikleyen olayların sıralanmasıyla belirsizliğin bir dengeye oturduğuna şahit oluyoruz, yıkım pahasına. Yüz/yaşam anlamını yitirmeden. Bu bir kenarda dursun, bence bir anlamda Saramago'nun ustası olan Pirandello'nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi adlı metnindeki anlatıcıyı ele alalım. Bir gün aynada burnunun birazcık değiştiğini, bir santim kadar yana kaydığını fark eden anlatıcı, kişiliğini yavaş yavaş yitirmeye başladığını hisseder, bu kaymalar giderek artar ve en sonunda ruhunun da yerini değişmiş bulur. Tanıdığı insan olmaktan çıkmıştır, kendisini ne kadar tanıyorsa. Yüzünü tanıdığı ölçüde bilir kendisini, ne olduğu aynada gördüğünden ibarettir, çarpık bir görüntü çarpık bir ruh demektir. Kısacası yüz, insanın ne olduğudur. "Her birimiz kendi mitolojimizi, bir sürü yüzden saçılan duygu hazinemizi taşıyoruz gizlice." (s. 11)

Bu incelemeyi kaosu düzenleme çabası olarak görmek mümkün. İnsanın en görünür ve ironik bir biçimde en karanlık noktası konusunda söylenmiş onca söz, uydurulmuş onca sözcük, yazılmış onca metin bir arada, yüzün doğasını daha iyi anlayabilmek için. Yüzün toplumsal yansımalarından bireysel çıkarımlarına kadar pek çok özelliğini bir araya getiriyor Le Breton, binlerce yılın taşıdığı farklı değerlendirmeler yüzün girdiği biçimleri bir düzene oturtmaya çalışıyor, tanrılara verilen yüzlerden yüz yapısının kişilik tahliline kadar varan bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Yüzün uçuculuğunu yakalamaya çalışan onca insanın fikirlerinden bir yere varılabiliyor sonuçta; hiçbir şeyin kesin olamayacağı. Yüzün mutlak bir doğrusu yok. Tıpkı sözcükler gibi, yüz de ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, üzerine binen onca kodun altında hâlâ bir boşluk olarak duruyor. Kod çözmeye yarıyor bu deneme, yüzün parçalarını her bir bölümde teker teker açığa çıkardıktan sonra, bütünden parçaya indikçe yüz okur hale getirmiyor da yüze bakarken aslında neye baktığımızı, yüze neler yüklediğimizi anlatıyor. Edebiyattan psikolojiye pek çok disiplinden örnekler vererek yapıyor bunu, çok iyi.

Yüzün İcadı bölümüyle başlıyoruz, YHVH yüzünü göstermiyor, Musa'yı seçtiğine göre ölmesini istemez, bu sebeple yüzü gizli. İsa'nın yüzünün parıldaması, ışıkla örtülmesi de benzer bir tanrısallığı taşıyor ama yüzlerin yüzü, yaratıcı tarafından verilen yüzlerin en ilahisi görülür değil, çünkü yüzü görmek tanrıyı görmek demektir. Sesin böyle bir yasağının olmaması anlaşılır bir şey; yüz kutsal olduğu için doğrudan ortada değildir, kaynağı olduğu sesle varlığını gösterir. "Tanrı'ya bir yüz kazandırmak onun tanrısallığını ortadan kaldırmak, onu üstün, tanınabilir, insanınki gibi ayrımlı bir yüzü olan bir insana dönüştürmek demektir." (s. 18) Müslümanlıkta da benzer bir durum var; sanatçılardan suret yapanlarının cehennemde cayır cayır yanacağı söylenir. Allah can verir ve can alır, başkasının haddine değildir bu. Kutsalın resme/temsile dönüşmesi İsa'yla gerçekleşir, ikonalardan biliyoruz. "İnsanın anısını kendisinin ötesinde canlı tutan ilk örnek" der Le Breton, İsa'nın resminin çizilmesidir. Birçok İsa tasviri var, Japonların yaptıklarından Afrika'daki örneklerine uzanan gelenekler coğrafyaya göre farklılaşıyor, siyahi İsa ve çekik gözlü İsa örnekleri ilginç. Şu daha da ilginç: "Roma'daki yeraltı mezarları İsa'nın sağlığında çizilmiş suretlerle bezeli freskleriyle ün salmıştır." (s. 23) Görülebiliyor mu acaba bu freskler, yakın zamanda gitmeyi düşünüyordum, bir araştırayım. Neyse, Katolik ve Ortodoks geleneklerinin kıyaslamasıyla, kutsal kitaplardaki bilgilerin ışığında yüzün kutsallığının tezahürlerini inceliyor Le Breton, bu bölümün olayı bu. Rönesans'a kadar uzanan süreçte insan fizyolojisinin tanrıbilimle olan bağını da görüyoruz, bir küçük-evren olarak insanın fizyolojik yapısıyla tanrısallık arasında kurulan bağ, anatomistlerin ortaya çıkmasıyla birlikte kopuyor, insan bedeninden kovulan evrenin bilimsel gelişmelerle birlikte daha bağımsız bir yapıya sahip olduğunu, yüzle pek bir işinin kalmadığını anlıyoruz. Yüz artık yüz olarak benimseniyor, kutsalın bir parçası olarak değil. Paradigma değişimi sonucunda toplulukçu bir yapıdan bireyselliğe kademe kademe geçen insan, yüzlerin bir toplamını incelemek yerine direkt tekil yüze odaklanmaya başlıyor. Kodların ortaya çıkışı da bu döneme denk geliyor.

Adı bahşetmek gibi yüzü bahşetmek de korunmanın ortadan kaldırılması, yakınlık kurulması anlamına geliyor. Lanetlenmeye, büyüye açıyoruz yüzümüzü, bedeni sakınmıyoruz ve yara alır hale geliyoruz. İktidarın korkacağı bir durum yok, portresini yaptıran bir hükümdarın çizilmesini istediği şeyler yüzünü kuşatıyor; yönetilen kentin/devletin betimlenmesi gücün bir kanıtı haline geliyor, dinsel kutsanma yerine meta edinimi daha makbul oluyor. Paraların üzerine yüz basılıyor, kentin yapılarında yüzlerin izleri görülebiliyor, hatta bir süre sonra yüz temsilleri iktidarın boyunduruğundan kurtulunca, halk tarafından kullanılmaya başlayınca kız isteme olaylarında etkin bir şekilde rol alıyor. En tepede başlayıp en dibe ulaşan bir iletişim aygıtı haline geliyor yüz, toplumsal boyutta inanılmaz bir önem kazanıyor, fotoğrafın icat edilmesiyle birlikte "demokratikleşmeyle eşzamanlı" bir olgu haline geliyor, artık herkeste yüzün bir kaydı mevcut oluyor. Aynalar da önem kazanıyor, yüzün yansıması kusursuz sanatı betimliyor. Sosyal çıkarımlar açısından mimiklerin, yüz hareketlerinin sekiz ana duyguya indirgendiği söylenebilir, her düşünür yüze kendi anlamını veriyor, birçok kuram çıkıyor ortaya, bilimsel gibi dursa da pek bilimsel değil hiçbir şey.

Yüzden Figüre: Fizyognomi Maskeleri bölümünde yüzün açığa çıkardığı gizleri bilimsel yollarla açığa çıkardığını düşünen insanların görüşleri inceleniyor. Platon'dan itibaren gelen bir şey; geometri bilmeyenler gibi "yüzü biçimsiz veya kolu bacağı orantısız" olanlar da kapıdan giremiyor. Aristoteles işin iyice suyunu çıkarıyor, burnun biçiminden insan tahlili yapmaya vardırıyor işi. Daha yakın tarihlerde Lavater nam bir bilim insanı, yüz biçimleri ve anlamlarıyla ilgili kallavi bir eser kaleme alıyor, Balzac'ın karakterlerini yaratırken bu kaynaktaki tariflerden yararlandığı söyleniyor. "Aklın hakimiyetine sokulan yüz", ruhsal pek çok göstergeyi taşıdığı düşünüldüğü için kalıp fikirlere sokuşturuluyor denebilir.

Yüzün simgeselliğiyle başlayıp denemenin bitimine kadarki bölümlerde makyajdan maskeye, amorf yüzlerden zihinsel hastalıklar yüzünden tanınamayan yüzlere kadar pek çok konu ele alınıyor, Proust'tan plastik cerrahlara pek çok yüz biçimleyicinin eylemleri sonucu oluşturulan yüzlerin anlamları konusunda birtakım atıp tutmalar sergileniyor, Le Breton yüze sayısız açıdan yaklaşıyor, boşluğu bir parça olsun aydınlatmaya çalışıyor.