30 Kasım 2018 Cuma

V. S. Naipaul - Mistik Masör

İspanyollardan İngilizlere geçtikten sonra İngiltere'nin sömürgeleştirdiği toprakların insanları ilginç karışımlar oluşturuyorlar. Trinidad böyle bir karışımın başkentlerinden biri, çok küçük bir ada ülkesi. Halkının yarısına yakınını sömürge zamanlarında Hindistan'dan göç eden Hindular oluşturuyor, yerli siyahiler de Hindular kadar kalabalık, ayrıca çok fazla etnik unsur var adada, postkolonyal kazanda karışıp duran insanlar giderek birbirlerine dönüşüyorlar, köklerini korumaya çalışırlarken toplumsal etkileşimler gelenekleri ortaklaştırıyor, İngiliz mirasının yanında ABD'yle dirsek temaslarının başlaması da dinamik bir sosyal yapı oluşturuyor haliyle. Sömürülmekle geçen yüzyıllardan sonra ustalarından bir şeyler kapan insanlar, bağımsızlıklarını -görünürde- kazanmalarından sonra benzer tekniklerle birbirlerine karşı üstünlük kurmaya çalışıyorlar, aslında ortalık her an karışabilir ama sağduyulu insanlar da yok değil. Dünya çok acayip; birlikte yaşadığımız insanları "ülkemizden" atabiliyoruz, onları öldürebiliyoruz, doğruluğundan emin olunmayan bir tanecik haber bile yol açabiliyor buna. Her an taşmaya hazır kaç kazan var acaba, bu büyük biraderlerin hazırda tuttuğu? Biraz daha eşeleyince görüyorum ki ABD buradan doğalgaz sağlıyormuş, Naipaul petrolden de bahsediyor bir yerlerde, buradan ve Kanada'dan edinilen gaz koca ülkeye yetiyormuş. İspanyollardan İngilizlere geçiş anlam kazandı böylece, bir de metinde II. Dünya Savaşı çıkar çıkmaz adaya Amerikan askerlerinin neden geldiğini de anlamış oluyoruz. Her an karışabilecek bir ülkede kukla iktidarların varlığı da elzem hale geliyor biraderler için, insanlar sosyal bir kaosa her zaman açık. Kısacası burası modern bir sömürge, Naipaul doğduğunda tipik bir sömürgeydi, kolonyal dönemin kalıntılarından biri halinde şimdi.

Anlatıcı çocuk, futbol oynarken ayağı eline verilince Ganeş Ramsumair'in yardımına ihtiyaç duyuyor. Çocuğun annesine göre Trinidad'daki doktorlar için kahvaltıdan önce birkaç adam öldürmek günlük bir iş, o yüzden Ganeş'ten medet umuluyor. Ganeş bir şifacı, bir öğretmen, bir kanaat önderi, her şey olabilecek/olan bir adam. Hikâyesini çocuğun ağzından dinleyeceğiz, çoğunlukla tanrısal bir görüye kavuşan bu çocuk, Ganeş'in gençliğinden itibaren gelişimini yakından takip edecek, diyaloglarını kusursuz bir şekilde aktaracak. Pek sağlıklı bir olay değil, çünkü çocuk nereden biliyor mesela onca şeyi? Miguel Sokağı'ndaki anlatıcı velet her şeye şahit oluyor da anlatıyor, iyi de bu metninde Naipaul bunu neden yapıyor? İlk metni olduğu için ters köşeye mi yattı? Belki de çocuk Ganeş'in otobiyografisi olan Suç Yılları'nı kendi yazmış gibi anlatıyordur, bilemiyoruz, şimdi tekrar gözden geçirince bu konuda herhangi bir veriye rastlamadım. Neyse, çocuk Ganeş'in elinde iyileşiyor ve adamın yavaş ama emin adımlarla yükselişini herkes gibi izliyor. Bin beş yüz kitap okumuş olan, en ufak haksızlıkta müdüre zılgıtı çekip istifayı basan ve öğretmenliği bırakan, mistiklikten siyasete doğru ağır ağır ilerleyen bir adamın hikâyesi bu; Ganeş Ramsumair bütün o sosyal hırgürün içinde, karikatür havası uyandıran adamların arasında bir karikatür, Trinidad'a güneş gibi doğuyor. Bir bakalım.

Diyaloglardaki İngilizceyi değerlendirmek gerek. Çevirmen Süha Sertabiboğlu'nun düştüğü bir not var; adada kullanılan İngilizce haliyle coğrafyaya ve adanın insanına göre biçim değiştirmiş, bozulmuş bir İngilizce olduğu için bozuk İngilizceyi diyaloglarda vermek gerek ve Naipaul çevirmeni Filiz Ofluoğlu için bunun Türkçede bir karşılığını bulmanın yolu bulunamamış, dolayısıyla kendince bir bozukluk yaratmış Sertabiboğlu. Bence iyi kotarmış, şahıs ekleriyle fiil çatılarını tokuşturarak bozulmayı dilimizde de yansıtabilmiş. Bu önemli; Ganeş'in ve etrafındakilerin refah düzeyleri yükseldikçe konuşmaları da farklılaşıyor, kendilerine kibarlık kattığını düşündükleri bir biçimde konuşurlarken iyice anlaşılmaz bir hale geliyor söyledikleri. Başlarda böyle bir şey yok tabii, Queen's Royal College'da dört yıl geçirip çalışmaya hazır hale gelen Ganeş'in zengin olmasına daha çok var. Oğlunun okumasını isteyen babası, Ganeş'i koleje gönderiyor ve bir süre sonra ölüyor, oğla tükenmek üzere olan bir petrol kaynağından az bir gelir kalıyor. Başlangıç için bir sermaye. Anne zaten vefat ettiği için Ganeş'in kimsesi kalmıyor, bir başına mücadele etmek zorunda. Ramlogan nam tüccar ve kızı Lila ortaya çıkınca hayat biraz daha kolaylaşıyormuş gibi gözüküyor ama bu Ramlogan'ın Şener Şen'in kurnaz karakterlerinden pek bir farkının olmadığı anlaşılıyor bir süre sonra. Aslında dünyanın iki ucu arasındaki benzerlik dudak uçuklatıcı; pek çok bölümde karakterler oldukça tanıdık geldi, sanki bizim sokaklar anlatılıyormuş gibi. Aynı katakulliler, aynı tepkiler, aynı duygular. Az gelişmiş toplumların ortak özellikleri kolaylıkla belirlenebiliyor. Mesela bu Ramlogan ve kızı, Ganeş'in "adam olabileceğini" anladıklarında adama yapışıyorlar, Ganeş Lila'yla evleniveriyor ve Ramlogan'dan sıkı bir dünyalık koparıyor. Ganeş'in aptal olmadığını biliyoruz, akıllı olabildiğini de biliyoruz ama tam olarak ne olduğunu -sanırım- bilemiyoruz, ticari zekası son derece gelişmiş ama kültürler arasında gidip geldiği ve psikolojik derinliğine hemen hiç inilmediği için sadece eylemlerinden tanıyoruz kendisini. Geleneklere uyuyor, mesela karısını dövmesi Trinidad için kültürel ve kaçarsız bir olgu. Bunun yanında giyim kuşam olarak kendi geleneğini ve Batı geleneğini işine geldiği bir şekilde takip etmesi de dikkat çekici. En basit tabirle kendisinin bir oportünist olduğu söylenebilir. Halkı eğitmek için kitaplar yazıyor ama kendi kazancı daha önemli örneğin. Bir yandan Batı kültürünü kendi topraklarında yaymak istiyor, Batı'ya eklemlenmemenin felaket getireceğini düşünüyor. Etrafındaki insanlar çıkarına göre sürekli değişiyor, hatta kendisini terk eden Lila bir süre sonra geri dönüyor, ticari başarı geldikten sonra. Müthiş bir kaypaklık var, paranın değiştiremeyeceği hiçbir şey yok.

Kolaylıkla değiştirilebilen kodlar sağlam ilişkilere izin vermiyor. Lila'nın modernliği ve haddini bilmemesi bir kurulumun ürünü. Başkaları tarafından yaratılmış ve Ganeş'e itelenmiş bir fikir. Kitap yazması, masörlüğe başlaması, hatta masörlük yaparken okuduğu kitaplardaki teknikleri kullanarak aslında psikoterapi uygulayarak hastalarını iyileştirmesi başkalarının yardımıyla çıktığı yolda kendi doğrultusunu bulabildiğini gösteriyor ama insanların bir doyum noktası yok, Ganeş'i istedikleri yere sürüklüyorlar. Ganeş de bir süre sonra -içindeki umut tükenmeye yüz tutunca, belki- benzer işlere girişiyor ve insanları manipüle etmeye başlıyor, ister istemez. Miguel Sokağı'nda Erkek-Adam olarak geçen, bu metinde Adam-Adam adıyla anılan bir karakter, Ganeş'in Tanrı Bana Dedi ki metnini okuduktan sonra Tanrıyı gördüğünü, kendini çarmıha gereceğini söylüyor ve kendini taşlatıp tımarhaneye postalanıyor. Bu arıza herifin hikâyesi için müstakil bir bölüm ayrılmış, Miguel Sokağı'nı anlatırken ele alacağım. Kısacası Ganeş de yoldan çıkmaya başlıyor ağır ağır, özellikle siyasete atıldıktan sonra. Mücadeleleri, alt ettiği insanlar ve alt edilme hikâyeleri, çarpık demokrasinin olumsuz çıktılarının güzel bir özeti. Son bölümde Ganeş'in bu konuda dönüşümünün tamamlandığını görürüz; anlatıcı çocuk İngiltere'de üniversite okurken memleketinden birkaç devlet adamının bir konferans için İngiltere'ye geleceğini öğrenir, Sömürgeler İdaresi bu devlet adamlarını karşılamasını rica eder çocuktan. Çocuk gara gider, yıllar önce masör olarak gördüğü adamı takım elbise içinde, çok önemli bir devlet adamı olarak tekrar görür. "Pandit Ganeş Ramsumair!" diye seslenir, karşısındaki adem gayet soğuk bir tavırla onu düzeltir: "G. Ramsay Muir." Ad da değiştiğine göre kimlik oturmuştur, politik kimlik son noktadır ve Ganeş tekamülünü tamamlamıştır, o da bir sömürücü haline gelmiştir.

II. Dünya Savaşı'nın toplumu değiştirme hikâyesi bir yana, sömürgelerdeki yaşamların birkaç dünya arasına sıkışarak aldıkları biçime dair de önemli bir metin bu. Kara mizah, komedi, bir güzel karışım. Naipaul'la tanışmak için dört dörtlük bir roman.

28 Kasım 2018 Çarşamba

Edmundo Desnoes - Azgelişmiş Bir Adam

Küba'ya konuşlandırılmış füzeler ABD'yi cehenneme çevirecekti ama olmadı. SSCB'yle Küba'nın yakınlaştığı uzun süredir biliniyordu ve ABD'nin istihbarat kanalları füzelerden haberdar olur olmaz JFK devreye girdi, Kruşçev'le anlaştı ve nükleer savaşın kıyısından dönülmesini sağladı. Tabii ABD'nin Türkiye'ye yerleştirdiği Jüpiter nam füzeler olmasaydı yaşananların çoğu muhtemelen yaşanmayacaktı ama oldu bir kere, kıyametin eşiğinden döndük. Öncesinde ABD ambargosu vardı, Batista'nın devrilmesinden sonra Castro başa geçmişti ve dış kaynaklı bütün yatırımları kamulaştırmıştı, ABD Castro'yu milyon kez öldürmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve yıllar sürecek ambargo başladı. Sonrasında füze krizi derken Küba yalıtılmış bir ülkeye döndü. İç kaynakların da kamulaştırılması burjuvaziye balyoz darbesi gibi geldi, herkes aynı sınıfta toplanmış oldu. Yurt dışına çıkmak isteyenler için hak verildiğini Felaketzedeler Evi'nden biliyoruz; Guillermo Rosales Kübalıların ABD'de, özellikle Miami'de çektikleri sıkıntıları anlatmıştı. Desnoes, Küba'da kalanların yaşadıklarını anlatıyor, kökü kazınan burjuvazinin tam kalbinden.

Küba'yla iletişim sınırlı, Miami'den her saat başı yapılan beşer dakikalık yayınlarla dış dünyada neler olduğunu öğrenebiliyor Kübalılar, izin verildiği ölçüde. Böyle bir ortamda Küba'ya giden Jack Gelber, bir ay içinde öğrenebileceğinden çok daha fazlasını öğrenmek ister ve Kübalıların yazdıklarına odaklanır. Desnoes'in metnini de bu arayış sırasında bulur, ABD'ye getirir. Söylediğine göre bu metin, ABD'de yayınlanan ilk Küba romanı. Öncesinde hiçbir etkileşim yok. Şöyle bir şey var çünkü: "ABD'nin Küba karşısındaki resmî tutumu, Arapların İsrail karşısındaki tutumuna benziyor: Böyle bir ülke yoktur." (s. 6) Korkunç. Devrimden sonra yazılan bu roman için "önemli bir ilk roman" diyor Gelber ve Desnoes'in hapse atılmadığını söylüyor. Hurdalardan yapılmış ve Castro'ya benzetilmiş bir heykel görmüş, ağzının olması gereken yere kaynana zırıltısı konmuş. "Devrimin ve devrimin sürekliliğinin en büyük desteği olan sanatçılar, onun kimi yanlarını eleştirebilmektedirler." (s. 7) Hoş. Epigrafa baktığımız zaman Desnoes'in kendi yorumunu görebiliriz. Montaigne'den bir alıntı; doğallığı sürdüren ve gelişimlerinde insan aklı payı az olan ulusları barbar olarak görmek. Estrado'dan bir başka alıntı; Latin Amerika'nın okumuş, zengin kişileri İngiliz düklerini andırırken halk hamallara benzermiş. Uçurum büyük, bu uçurum devrimlerle bir anda ortadan kaldırıldığı zaman cümbüşü seyreylemek için bu metnin okunması gerek. Yüzyıllar boyunca süren sınıfsal ayrımın ortadan ansızın kalkması, gündelik yaşamın gerçekliğini paramparça ediyor, bu parçalanmayı izliyoruz.

1973'te Sander basmış önce, Seçkin Selvi çevirisi. Bende Dost'tan çıkan 1987 baskısı var, Seçkin Cılızoğlu çevirisi. Aslında yine Seçkin Selvi. O sıralarda Tanju Cılızoğlu'yla evli olduğu için soyadı öyle. Sonradan tekrar basılmamış ama basılması lazım.

Şöyle bir şeye rastladım: "Uygarlık bu demek olsa gerek: Her şeyi birbirine bağlamasını bilmek, hiçbir şeyi unutmamak." (s. 26) Devrimden sonra unutulacak, ıskartaya çıkacak çok şey olduğu için anlatıcının yaşamını tümden değiştirmesi gerekiyor, bu yüzden kendisini "azgelişmiş" olarak görmesi anlamlı. Kaygıları farklı olsa da benim de -naçizane- bir cümlem vardı, medeniyetimizin kronolojik düzenden seyreden hikâyelerden oluştuğuna, bu durumda barbar olduğuma dair. Bağ bir kez koptuktan sonra şeyleri bir arada tutabilmek neredeyse imkansız hale geliyor. İlk olarak ailesi dağılıyor anlatıcının, eşi Laura'dan ayrılıyor. Laura düz bir kadın, dümdüz. Anlatıcının mobilya dükkanı varken mutlulardı; her yıl Avrupa'ya ve ABD'ye gidiyorlardı, istediklerini alıyorlardı, yaşamları müthişti ama kamulaştırma sonucunda anlatıcının elinde bir şey kalmadı, bağlanan sabit gelir de yaşam standardını korumasına yetmedi, yazmaktan başka yapabileceği pek bir şey yok. İkilemde kaldı; yazmak da kısıldığı kapandan kurtarmadı onu. Özgür yalnızlığında kendisini pek acınacak gibi görüp yazmak istemezken bir süre sonra mevzu tamamen yazmaya dönüyor. "Yapabileceğimiz tek şey, yaşadığımız yaşamı ya da aslında sürdürdüğümüz yalanı kağıda dökmek." (s. 12) Toplum değişme çabasında, en yakın arkadaşlar yazdıklarıyla köşeleri tutma telaşında, insanlar anlatıcının acısını anlayamayacak kadar dumura uğramış durumdalar. Yazdıklarına tarih atmanın pek bir anlam ifade etmediğini söylüyor anlatıcı, bu karmaşanın içinde bütün günler birbirine benziyor. Boğucu, tekdüze. Nesnelere odaklanıyor anlatıcı, nesnelerin gerçekliğine güveniyor. Laura'nın geride bıraktığı eşyalar tarihin var olduğunun önemli bir kanıtı ama günler geçtikçe onların da bir nevi kamulaştığına şahit oluyoruz, anlatıcı birlikte olduğu bir kadına hediye ediyor elbiseleri, eşyaları yavaş yavaş dağıtmaya başlıyor, böylece bir şeyler hissedebildiğini düşünüyor. Kendisi ne kadar incelikli olsa da etrafındakiler pek öyle değil. "Duygularımız bile azgelişmiş: Burada sevinç de, acı da ilkel ve kabadır." (s. 20) Toplumla kurulan en yakın temas, aslında devrimin yıkıcı olduğu kadar yapıcı yönleri de var, birkaç tane. Biri, sermayeyi elinde tutan hödüklerin de "anasını bellemesi". İşin kişisel boyutu. Anlatıcı, tanıdığı öküzlerin çektikleri acıya bakıp keyifleniyor, kendi acısını unutarak. "Sınıfımın olanca bayağılığı mideme tıkılmış gibi bir duyguya kapılırım." (s. 27) İçindeki boşluktan kaçmak da istemiyor zaten, yıkıntıyı sürdürmek ve yeni bir şey oluşturana kadar ne olacağına bakmak istiyor. Değişimin kaydını tutması bu sebepten doğan bir itkinin sonucu.

Kişisel ve toplumsal sorgulamanın yanında tarih boyunca ulusların yapıp ettikleri de bir noktada işe dahil oluyor, olmak zorunda olduğu için. Amerikalıların Ruslar gibi olduğu bir zamanı düşünüyor anlatıcı, kendi zamanından yüz yıl öncesini. Avrupalılar Amerikalıları aşağılar bir zaman, ABD yabanların yaşadığı bir ülke. Henry James'in Daisy Miller'ında incelenen mesele. Anlatıcı, ABD'nin kendi kültürünü dayatacak hale gelmesine üstü kapalı bir hayranlık duyuyor. Hemingway'in evinin olduğu bölümlerde bunu derinden derine hissederiz. Hemingway Kübalılara böcek gözüyle bakmıştır, Küba'nın cennetliği sadece doğasından kaynaklanır, insanından değil. İçi saman dolu hayvanlar, Hemingway'in o sıralarda yaşayan ve rehberlik yapan uşağının söyledikleri, eve dair her şey anlatıcıya bir paryadan fazlası olmadığını hissettirir. Tipik bir sömürge anlayışı Küba'nın belasıdır, bundan kurtulma yollarından biri devrimse ve devrimden sonraki hamlelerse bunların yan etkilerine katlanılabilir. Katlanılabilir mi? Anlatıcı da bir zaman sömürgeci mantığıyla yaşadığı için zor. Birlikte olduğu bir iki kadına bakışı, kadınların yoksulluklarının alttan alta itici bir etki yarattığının sezilmesi anlatıcının iki uç arasında gidip geldiğini gösteriyor. Devrim iyidir ve kötüdür, her şeyin ortasıdır. Bernhard'ın dediklerini hatırlıyorum; sırtlarına geçirecek giysileri olmayan insanların devrimden korkacakları bir şey yoktur, devrim sadece yükünü tutmuş insanların kabusudur. Eh, bir kabusu yaşıyor anlatıcı. Dilini bile kaybediyor ki her şeyini kaybettiği anlamına gelir bu; devrim kendi terminolojisini getiriyor ve sokağın dili birçok yeni terimle doluyor, anlatıcı için yabancılaşmadan başka bir sonuç ortaya çıkarmayan bu durumun içinde yaşamaya çalışmak işkence haline geliyor. "Kafam bir tuzak. Kapana kısıldım." (s. 100)

Adalet, besin kaynakları, sosyal ilişkiler, cinsel ilişkiler, yaşamaya dair hemen her şeyin biçim değiştirdiği bir zamanda kimliğini kollamaya çalışan bir adamın anlatısı. Hoş.

27 Kasım 2018 Salı

Henry James - Yürek Burgusu

Şurada ilginç bir teori var, metni okuyanlar için farklı bir bakış açısı sunuyor. "El Yazması Tekniği" gibi bir şey diyordu MacKay; şişeden, raftan, bir yerden çıkan anlatı. Direkt bir anlatı katmanı oluşturuyor, yazmanın içerdiği anlatıyla ana katman arasında bağlantılar kuruluyor, birbirinden bağımsız iki bölümü birbirine tamamlatmak yaratıcı okurun işi haline geliyor. Bir örneği linkte mevcut, güvenilmez anlatıcılı bir anlatının ana katmandaki aklı başında bir adam tarafından okunmasının kurmacanın ötesine taşınan bir sebebi olabilir, kardeşi William James'in yardımıyla psikolojinin kurmacayı çatan olanaklarından yararlanan Henry James, bir nevi kendi hikâyesini anlatıyor olabilir. Nocturnal Animals da benzer bir temel üzerine kurulu; kendisini seven adamı terk eden kadının kurmacada birkaç serseriye dönüşüp aynı adamın hayatını tekrar karartması denk bir dönüşümü içeriyor. Aşırı bir yorum muhtemelen. Belki de değil. Sonuçta elimizde çok önemli bir yazarın çok önemli bir metni var, dikkatle okumamız ve ana katmanda el yazmasının ortaya çıkmasını sağlayan Douglas'ın yorumlarıyla yazmadaki hikâyenin bağlantılarını bulmaya çalışmamız gerekiyor. Üstelik bir üçüncü kişi daha var işin içinde; ana katmanın anlatıcısı, linkte Douglas'ın aşık olduğu iddia edilen adam. Douglas öldükten sonra yazmadaki hikâyeyi düzenleyen de aynı adam, biz bu düzenlenmiş versiyonu okuyoruz. Yazmadaki anlatıcı, Douglas ve ana katmandaki anlatıcı olmak üzere metin üç kez oluşturuluyor, yazmadaki anlatıcının etkinliğinden eminiz ama diğerlerinin etkinliğinden emin değiliz. James Hogg'ın çok katmanlı, meşhur metninden yüz yıl sonra ortaya çıkan Yürek Burgusu yine benzer bir karmaşanın ortasına bırakıyor okuru.

Bende Adam Yayınları'ndan çıkan versiyonu var, Daisy Miller'la Ormandaki Canavar'ı da içeriyor. Eline bu versiyonu geçireceklere bir tavsiye: Önsöz bölümünü atlayın. Önsöz falan değil o, üç metnin de çözümlemesini içeren bir sonsöz olması gerekirken gizemi olduğu gibi açık eden bir spoiler deposu ne yazık ki. Niye böyle şeyler yapıyorlar, anlamış değilim. Yürek Burgusu'yla ilgili sağlam bir spoiler yedikten sonra direkt kapadım, içimden rencide edici şeyler söyledim ve sayfaları hızla çevirdim. Eh, en azından dikkatimi toplamamı sağladı diyebilirim, bu işe yaradı en azından.

Mevzu bahis öyküde defterde yazanlara odaklanmadan öne Douglas'la yazmanın sahibi olan kadının arasındaki ilişkiyi anlatmalıyım biraz. Douglas, kadının yıllar önce kız kardeşinin mürebbiyesi olarak çalıştığını söylüyor. Aralarında aşka benzer bir şeyler doğmuş ama dile getirmemişler bunu. Onun yerine kadın başından geçen korkunç bir olayın hikâyesini anlatmış, yirmi yıl önceki ölümünden kısa bir süre önce de hikâyeyi yazdığı belgeyi yollamış. Hikâyenin anlatılan ve yazılan olmak üzere iki farklı versiyonu var ama biz anlatılanı bilemiyoruz, yazılan üzerinden ilerliyoruz. Birçok şey anlatılıyor ve birçok şey karanlıkta kalıyor, yüz yıldan fazla bir süredir eleştirmenlerin farklı çıkarımlarda bulunmalarının sebebi bu. Yazmaya göre kadın bir iş başvurusunda bulunuyor, Essex'teki bir kır evinde iki kardeşe, Miles'la Flora'ya öğretmenlik yapmak üzere. Çocukların amcaları yakışıklı bir adam, kadınla görüşüyor ve kadın adamdan çok etkileniyor, aşık oluyor hatta, belki de bu yüzden diğer öğretmenlerin aksine işi kabul ediyor. Adamın tek bir şartı var, hiçbir şekilde rahatsız edilmeyecek. Ne bir mektup, ne bir telgraf, hiçbir şey almak istemiyor. Kadın eve gidiyor ve tam bir kaosun ortasına düşüyoruz. Elde birkaç veri var, olay örgüsünü bu veriler üzerinden değerlendirmek gerekiyor. Bir, kadından önce orada çalışan öğretmen ölmüş. İki, Miles öğretmeninin ölümünden sonra yatılı okula verilmiş ama -şaşırtıcı olmayan bir şekilde- bilinmeyen bir nedenden ötürü okuldan atılmış, eve dönmüş. Üç, evde çalışan biri kadın, biri erkek olan hizmetçiler ölmüş. Dört, anlatıcı/kadın/öğretmen bu hizmetçilerin hayaletlerini görüyor ve kendinden başka hiç kimse hortlakları görmüyor. Beş, çocukların hizmetçilerle bir geçmişleri var, ortamı tekinsizleştiren davranışları da cabası. Altı, evi çekip çeviren Bayan Grose, anlatıcının yakın arkadaşı haline gelmesine rağmen gerek korkusundan, gerek başka sebeplerden anlatıcının yanında olmuyor her zaman; bazen destek olduğunu görüyoruz ama sonlara doğru kadının kayışı kopardığını düşünüyor. "Bu sıralarda o kadar çok şey oldu ki anımsadıklarımı biraz açık seçik bir hale getirebilmek için nasıl büyük bir beceri gerekeceğini düşünüyorum." (s. 36) Kadının şahit olduğunu düşündüğü doğaüstü olaylar bir yana, bu olaylarla hane halkı arasında kurduğu bağlar gerçekliği tamamen çarpıtmasına yol açıyor, örneğin çocuklar çoğu zaman birer melek olarak görülseler de yeri gelince hortlaklarla işbirliği yapan tekinsiz insanlara dönüşüyorlar. Tek bir bilincin görüşüyle hareket ettiğimiz için hiçbir şeyden emin değiliz, kadın da emin değil. Emin olduğunu düşündüğü noktalarda çocuklarla yaptığı konuşmalar kafasını karıştırıyor, karışık kafası Bayan Grose'la konuşunca toplanıyor, iki durum arasında gidip geliyor. Amcaya mektup yazmaya niyetlendiği sırada, hatta niyetini eyleme döktüğünde Miles'ın mektubu yok ettiğini görüyoruz ve bunu çocukluğuna verip vermeme konusunda kararsızlığa düşüyoruz. Eleştirmenler hortlakların gerçek olup olmamaları üzerinden sayısız teori üretmişler, Freudyen okumalar, feminist okumalar alıp başını gitmiş, sonuçta gizemini korumaya devam eden bir metin çıkmış ortaya.

Ormandaki Canavar, kurgusuyla da modern edebiyatın en önemli öykülerinden biri. John Marcher, May Bartram'la karşılaştığında kadını yıllar öncesinden tanıdığını düşünür, kadın da aynı izlenime sahiptir. Sonradan anlaşılır ki gerçekten tanışmışlardır ve Marcher, gerçekleşmesini beklediği korkunç şeyden on yıl önce de bahsetmiştir. Bir şey olacaktır ama ne olduğunu Marcher dahi bilmemektedir, Marcher sadece beklemektedir ve beklerken sadece olacak olanı düşünür, başka hiçbir şey düşünmez. "Marcher", sadece yürür ve ne etrafındaki manzaranın çürüdüğünü, ne de içindeki dünyanın kuruduğunu görür. May'le yakınlaşır, hatta yaşamlarını birleştirirler ama beklenen canavarla yüzleşme meselesinde May'in yakınında olmasını istemez Marcher, kadını uzak tutar, yaşamından da. Kadın nihayetinde ölür, Marcher tek başına yolculuklara çıkar ve beklediği canavarın aslında yaşamın ta kendisi olduğunu anlar, May tarafından sevilmiştir ve bu sevgiyi fark etmeyerek aslında canavarı alt edecek olan tek silahı kaybettiğini fark eder. Finalde canavarı görür, kendisini canavardan korumak için açık bir mezarın içine atar. Kendi bencilliği, yaşamını aslında bir başına sürdürüşü sonunu getirmiştir, yalnızlığı heyula gibi yaşamına çöker.

Daisy Miller, öyküye adını veren Amerikalı kızın Avrupa'nın ahlak anlayışıyla uyuşamamasının öyküsüdür. Diğer James öykülerinde olduğu gibi bu öyküde de sembolleri görmek gerekir; şehirlerin simgelediği anlamlar, karakterlerin adları tarafından sembolize edilmiş davranışları ve benzeri pek çok şey, öykünün anlam katmanlarını çoğaltır. James'in okura bıraktığı geniş alanda Daisy Miller hakkında pek çok fikir ediniriz; etrafındaki insanların ona bakışlarının etkisinde kalırız, kendisini savunduğu -aslında savunulacak bir şey yok ama okurun yönelişi önemlidir- bölümlerde yer yer hak veririz, bazen de kendimizi yargıç olarak bulup davranışlarını, mutluluğunu, istediği gibi yaşamasını yargılarız. Daisy Miller, yanında annesi olmadan tutucu Avrupalıların ortasında erkeklerle gezmektedir ve hakkında bir sürü dedikodu türetilmesine sebep olmaktadır, mevzu budur aslında. Esas oğlanla arasında geçen, tarafları tartan ilişki de öykünün çatışma noktasını oluşturur; adam Daisy Miller'ı ıskalar çünkü teyzesi -halası da olabilir, hatırlamıyorum- kızın edepsiz, ahlaksız olduğunu söyleyip durur, etraftaki insanlar da öyle. Daisy Miller, birlikte gezmek istediği insanlarla gezmektedir, hepsi bu.

Necla Aytür çevirisi. "Yazarların Yazarı" Henry James'in metinlerinin yorumlanabilirlik biçimi aslında tek bir metnin kendisini nasıl çoğaltabildiğini göstermesi açısından önemli. Mutlaka okunmalı.

25 Kasım 2018 Pazar

Carys Davies - Kuytu

Ishiguro'nun yeni bir metni yayımlanana kadar Davies'le özlem giderilebilir. Ishiguro'nun gizemi Davies'te var; karakterlerdeki boşlukların nereye kadar uzandığını görebilmek için öykülerin oldukça dikkatli bir şekilde, belki tekrar tekrar okunması gerekiyor. Özellikle nispeten uzun olanların. Davies'in özgünlüğü, kısa öykülerinde de bu bilinmezi yaratabilmesinden doğuyor. Benimkinden Farklı Bir Kâbus'a bakarsak anlatıcının giden birinin başına gelebilecek felaketleri sıraladığını görürüz. Anlatıcı için önemli bir insan için duyulan kaygı önce kıvılcım halinde görülür, sonrasında büyük bir yangına dönüşür ve daha da kötüsü, gerçek bir yangındır bu. Gidenin pasaportu kaybolabilir, ıslak mendilleri tükenebilir, başına pek çok talihsizlik gelebilir; uçağının dağlara çakılıp ateş topuna dönüşmesi de dahil. Sıraladığı felaketlerden sonra olayın pek de öyle gerçekleşmediğini anlarız, olasılık bir anda gerçeğe dönüşür; olaya şahit olan bir adam uçağın başına geleni farklı bir kâbus haline dönüştürür. Beklenmeyen bir son, anlatıdan yola çıkarak öngörülebilmesi zor. Davies bu "beklenmeyen" üzerinden kuruyor öykülerini ama sadece merak unsurunu ön planda tutarak yapmıyor bunu; karakterleri biçimlendirişi, doğanın kalbinde yaşayan karakterlerinin yalıtılmışlıkla birlikte edinebilecekleri kişiliklerini imlemesi ve benzeri pek çok teknik, tipik bir anlatıdan uzaklaştırıyor öyküyü. Kötülük Perisi'ni de azıcık anlatmak isterim. Lenny, gözünün ucuyla hemen yanındaki kıza doğru bakıyor ve kızın yaşamını hayal ediyor. Hostel. Kızın pek uğraşmadan hazırladığı bir yemek. Yemeğin ortak alandaki pis buzdolabına konması. Duş. Kızın bir türlü ısınamaması. Bir anda ortaya çıkan bu kızın yaşamı yediği yemekten giydiği elbiseye kadar kuruldu, siyahlar içindeki kız böylesi bir dikkatle kurgulandığına göre öykü için önemli bir parça. Neden? Bir düğünde bulunulduğunu, Don'un evlendiğini ve Lenny'le siyahlı kızın orada olduğunu öğreniyoruz. Sonrasında Lenny düşünüyor, siyahlı kız Don'un kırıklarından biri olabilir, bir ruh hastası olabilir, iş arkadaşı olabilir. Eline geçirdiği pastayı Don'a doğru fırlatan siyahlı kızı durdurmuyor Lenny, içinden gelen dürtüye engel oluyor ve otuz beş yaşındaki oğlunu kurtarmıyor. Yaşı ve akrabalığı araya sıkıştırıyor Davies, havada uçmakta olan pastanın imajını gözden kaybettirmeden. O sırada düşünüyor Lenny, bu kıza dikkat etmesiyle başlayan süreç, hayatının ne kadar boş olduğunu anlamasıyla sonuçlanıyor. Hayalinde kızı elinden tutuyor, kaçırırcasına taksiye bindiriyor ve şoför, "Nereye hanımlar?" diye soruyor. Bu öykü rahatlıkla atölyelerde falan okutulabilir; bir insanın bir diğerini gözlemlemesi üstünden adım adım kurulan bir öykü dünyası var, iki buçuk sayfalık. Taşıdığı yoğunlukla roman okumuşa döndürüyor insanı. Muazzam bir iş.

Yüz Kitap bir süre sessiz kaldıktan sonra yeni sezonu -doğru bir tabir mi bilmiyorum, sezon denir herhalde- şimdilik iki kitapla açtı. Biri Kuytu, diğeri Tabiata Giden Bütün Yollar. Bu ikincisini de en kısa zamanda okumayı düşünüyorum ama bir süre daha bekleyecek sanırım. Bu ay kitaplara 1000 TL verdim şimdiden, motosikleti önümüzdeki sonbaharda ancak alabileceğim bu gidişle. Neyse, bir iki kitap haricinde bastıkları her şeyi -çocuk kitabı olup aslında pek de çocuk kitabı olmayanlar dahil- okudum, o iki kitabı da dünyadan acil çıkış yolu olarak saklıyorum. Hangi kitabın nerede, ne zaman gerekeceği hiç belli olmaz. Galler yöresinin havasını almak istedik mesela, hemen bir Davies öyküsü okuyunuz. Köyler, yemyeşil tepeler, kente taşınmış insanların arkada bıraktığı diğer insanlar ve boş evler, her şey var. Örneğin Sessizlik adlı öykü. Henry Fowler tepede bir yerde tek başına yaşıyor, cılız bir adam, kara kuru bir şey. Susan Boyce'a aşık, kadını aklından çıkaramıyor. Susan ve kocası Thomas kısa bir süre önce doğanın orta yerinde bitmişler, Henry kadına tutulmuş, kadın Henry'yi görmek istemiyor hiç, çünkü adam korkutucu, meczupvari. Ne oluyor, bu doğurgan doğanın ortasında Susan doktora gidiyor, kız kardeşine mektup yazıp onu yanına çağırmayı düşünüyor ama kardeşin gelmesi bir yılı bulur, kasabada rahip olmasını diliyor ama yok. Elimize kodlar geçti, düşünmeliyiz. İlahi bir yardım gelmiyor, doktordan bir yardım gelmiyor, civarda Susan'a yardımcı olacak kimse yok, Thomas da iş gereği evden uzağa gidiyor çoğu zaman. Susan açısından durum bu, Henry'ye bakalım. Thomas'ın evden ayrıldığını görür görmez kadının evine gidiyor, kadın istemeye istemeye kapıyı açıyor ve bir şey ikram etmek için hazırlık yapıyor. O sırada soyunuyor Henry, tutkudan gözü kör olmuş bir halde. Kadın çığlık atıyor, Henry utanıyor ve giyiniyor, evden ayrılmak üzereyken son bir kez dönüp kadına bakıyor ve Susan'ın soyunduğunu görüyor, çukuru kazmak için yardım istiyor Susan. Burada düğümü öykünün sonunda çözüyor Davies, anlatının başlarında pek açık etmediği bir gerginlik yaratıyor Susan için, böylece karakterin neye cüret edebileceğinin sinyallerini veriyor ama finale kadar merak da duyuruyor okurda. Aslında imrenilen o yeşilin bir cehenneme dönüşebildiğini de görüyoruz, karakterin gözlerinden görülen ve delicesine istenen şey nasıl bir çıkmaza yol açtığına şahit olmak etkileyici. Davies Galli zaten, doğup büyüdüğü coğrafyayı öykülerinin planına şahane oturtuyor. Sadece kırsalın değil üstelik, kentin de dinamiklerini ve yol açtığı gerilimleri iyi biliyor ama bir tane daha kırsal yöre öyküsünden bahsedeyim, kent sonra. Commercial Yokuşu yine bir teknik harikası bence. Hikâye oldukça klişe ama zaten her şey klişe, anlatım biçimi yaratıyor farkı. Bir söylence anlatılırmış gibi başlıyor öykü, anlatıcının dedesiyle anneannesi arasındaki ilişki. Tanışmaları, evlenmeleri, bir şeyler. Dedenin kavuşamadığı aşkı, sonrasında eşinden olan çocuklarını seven bir babaya dönüşmesi, tipik bir aile hikâyesi aslında. Mesele, dedenin kavuşamadığı kadın döndüğünde ortaya çıkıyor. Sayılıp dökülen akrabalar, olaylar, her şey öykünün sonuna hazırlıyor okuru. Spoiler vermek istemiyorum, en azından bu öykü için. 45 Years'ı izlediyseniz filmdekine benzer bir durumla karşılaşacağınızı söyleyebilirim.

Yoldakiler için yargılayıcı bir şeyler söylememeye çalışacağım. Davies yine belirsizliğin orta yerinden başlatıyor öyküyü. Sibirya'da han benzeri bir mekandayız, mekanın sahibi Birmingham'dan gelen bir kadın. Yardımcısı Pyotr, kadının kar kış ortasında mekanı işletmesine yardımcı oluyor. Kamyon şoförleri, oradan geçmekte olanlar, insanlar gelip gidiyorlar. Kadının neden Sibirya'da bir mekan işlettiğini bilemiyoruz başta, anlatı ilerlerken eşkıya tipli bir adamın mekana gelmesiyle merakımız hemen başka bir yöne kayıyor, adamın bir terslik çıkarmasından çekiniyoruz. Kadın, eşkıyanın kullandığı kızağa bakınca bir şeklin kızağın üzerinde durduğunu görüyor. Bir kadın, soğuktan donmak üzere ama öylece duruyor, içeri girmiyor. Eşkıyayla arasındaki ilişkiyi yine bilmiyoruz, adım adım ilerleyerek öğreniyoruz ki adamın eşi ve içeri girmeyi reddediyor, kavga ettikleri için. Bir süre sonra soğuktan ölüyor kadın, adamla yol konusunda tartıştığı için inat edip içeri girmemesinin sonucunda bir nevi cezalandırmış oluyor adamı. Mekan sahibi kadın bu olayın sonucunda kocası Geoffrey'i hatırlıyor, yol bulma konusunda ettikleri kavgaları, nihayetinde Sibirya'ya kaçışını hatırlıyor ve ertesi gün geri dönme kararı alıyor. Yargılamamaya çalışacağım kısım bu. Her tartışmadan sonra eşinden nefret ettiğini söyleyen -içinden söylüyor ama ne fark eder, nefret ediyor işte- bir kadının ölümle yüzleşir yüzleşmez geri dönmek istemesi... Bilemiyorum, belki biraz daha uzatılmalıydı öykü, Geoffrey'le yaşanan güzel şeyler de hatırlanmalıydı belki. Yani bu da bir aksama değil aslında, tercih. Tekinsiz ortam, eşkıya tiplinin yarattığı korku falan, çok başarılı.

Anlatmak istediğim birkaç öykü daha var ama yeter, gizemleriyle kalsınlar. Yani ne desem, alın ve okuyun. Çok çok başarılı, kendimce öyküler üfürdüğümden bana da sıkı bir ders gibi geldi aslında.

Nick Drake'e döndüm bu akşamlığına, Davies'in öykülerini tarayıp aldığım notları incelerken dinleyesim geldi. Sonra yine aynı yere döndüm; Drake'i birazcık eşeleyenler Jackson C. Frank'e ulaşabilirler. Ne diyeyim, benim için ölmeden önce yapılacak tek bir şey var, o da Jackson C. Frank'in biyografisini edinip Türkçeye çevirmek ve basacak bir yayınevi bulmak. Düşününce başka da beni heyecanlandıran bir iş yoktur. İki şarkı bırakıp bitiriyorum. İlki Nick Drake'in çalıp söylediği bir Jackson C. Frank şarkısı. Drake'ten başka Bert Jansch, John Renbourn, Simon & Garfunkel, White Antelope falan da yorumlamış. This Is Us'ta da kullanılmış bu şarkı. Çünkü çok güzel. Çok. İkincisi de benim için şarkıların şarkısı, dinlediğim en güzel şarkı, şiir, neyse artık.


24 Kasım 2018 Cumartesi

Jens Peter Jacobsen - Siste Bir Ses

Yankı Yayınları basmış, Tahir Alangu çevirisi. Jacobsen'in başka herhangi bir şeyi Türkçeye çevrilmemiş. Öyküler Danca, Alangu'nun Almanca baskıdan çevirdiğini düşünüyorum. 1967'de basılan öyküler için şimdi teşekkür edebiliyorum Alangu'ya. Kitabı geçen hafta İsmail Abi'den alıp okudum. Pazartesileri derslerimin arasında boşluk var, Sahaflar Çarşısı'na gidip biraz eşelenmeye yetecek kadar. Geçtiğimiz pazartesi yine gittim, önceki seferlerde Yankı'dan ne bulduysam aldığım için bu kitap eline geçince İsmail Abi ayırmış, "Şuna bir bak," dedi. Baktım ve aldım. İyi oldu.

Biraz araştırma yaptım, Mann'ı, Lawrence'ı ve pek çok yazarı etkilemiş Jacobsen ama en çok Rilke'yı etkilemiş sanırım, Genç Bir Şaire Mektuplar adlı eserinde Jacobsen'ın okunmasını tavsiye etmiş. Şunlar da kendi sözleri: "Jacobsen'ın hikâyelerini okuyunuz; o zaman önünüze saadet ve zenginliklerle dolu bir dünya çıkacak. (...) Eğer yaratmanın yüceliğini, öz yapısını ve ebediliğini kimden öğrendiğimi söylemem gerekirse iki isim sayarım. Biri büyük bir şair olan Jens Peter Jacobsen, diğeri ise Rodin'dir." Jacobsen'ın şiirlerini bilmiyoruz, romanlarını da bilmiyoruz, elimizdeki birkaç öyküyle yetinmek zorundayız. En azından şiirleri haricindeki eserlerini Dedalus'a önereceğim, belki değerlendirilir. Bir de dayanamadım, Gospodinov'a mesaj gönderdim birkaç hafta önce. Biraz gevelemeden sonra öykülerimi yollamak istediğimi söyledim, ne anlamı varsa. Cevap geldi, teşekkür edip adresini yazmış. Kitabı postalarken araya bir iki sayfa sıkıştıracağım, Türkçeye henüz çevrilmemiş eserlerini -Metis almamışsa- Dedalus'a vermeyi düşünüp düşünmeyeceğini soracağım. Öğrendiğim kadarıyla bir öykü derlemesi haricinde yakın zamanda başka bir şeyi çevrilmeyecekmiş Türkçeye, neden çevrilmesin? Gospodinov'u daha çok okuyabilmeliyiz. Gospodinov okuyunuz, onun yazdıklarında bir nevi saadet vardır.

Neyse, Jacobsen. Sağdan soldan çarptığım bilgileri alayım buraya. Kendisi Freud'u da etkilemiş, tahminimce Bayan Fönns adlı öyküdeki anne-oğul ilişkisi Freud'da kıvılcımlar çaktırmıştır. Annesinin başka bir adamla evlenmesini istemeyen kız evladın durumu kabullenmemesi nispeten daha sessiz, fırtınasız hatta. Tufanı erkek evlat başlatıyor, annesini ne kadar sevdiğinden bahsediyor ve baba olarak bildiği adamın ölümünden sonra annesinin böyle bir şey yapacak olmasını aklının almadığını söylüyor. Anne zaten çocuklarının yanında olmamış pek, kendi yaşamına odaklı yaşamış ve evlatlar annelerine kavuştukları sırada tekrar kaybedeceklermiş, böyle iş mi olurmuş, aklını başına toplasınmış, yoksa evlatlar başlarını alıp gideceklermiş. Böyle şeyler. Geleceğiz buraya. Jacobsen 1847 doğumlu, Poe'nun ölümünden pek uzun bir süre geçmeden doğmuş ve o fırtınaya tutulmuş, Bergamo'da Veda adlı öyküsü tam Poe işi bir öykü. Halkın veba karşısında toplu cinneti, ahlaksızlığın ayyuka çıkması ve çilecilerle din adamlarının karmaşayı dindirmeye çalışması kaotik bir tablo oluşturuyor, Kızıl Ölüm'ün kol gezdiği kent Bergamo'nun yanı başında olabilir. Söylenebilecek başka bir şey, Jacobsen'ın doğa tasvirleri, hatta doğa kurulumları da diyebiliriz. Hemen her öyküsünde doğanın bol imgeli bir tasviri mevcuttur, karakterler bu imgelerin orta yerinde doğarlar ve kanıksanmış bir mucizeyi kendi ilişkilerinde sürdürürler. Doğanın kendi halindeki oluş süreci insan ilişkilerine de yansır, ikisi arasındaki geçiş hemen hiç hissedilmez, düşen bir yaprağın ağaçtan ayrılışı gibi insanlar da ayrılır, toprağa düşen su gibi insanlar kavuşur. Müthiş bir uyum var burada.

Bergamo'da Veba'ya biraz daha yakından bakarsak Eski Bergamo ve Yeni Bergamo'nun arasındaki ilişkiyle başlamak gerekir. Eskisi yukarıdadır, yassı bir tepenin üstünde duvarlar ve kapıların ardına saklanmıştır. Yenisi aşağıdadır, bütün rüzgarlara açıktır. Topu atacak ilk yerleşim bu yeni olandır haliyle, yukarıdakiler yalıtılmış bir halde kendilerini korumaya çalışacaktır. Salgın başlar, aşağıdakiler helak olurken yukarıdakiler kendilerini korumak için önlemler alırlar ama ölümlerin ardı arkası kesilmez, en sonunda insanlar Tanrı'nın kendilerini terk ettiğini düşünürler, "iffetsizlik ve edepsizlik" alır başını yürür. Bir gün kente bir dünya haç taşıyan, kamçılarından yapış yapış kan akan bir grup insan gelir, kiliseye yönlenirler. Halk da bir gösteriyi izlermiş gibi peşlerinden gider. Cennetten, cehennemden bahsedilir, İsa'nın kendini insanlar için kurban ettiğinden bahsedilir ve çarmıha gerilme hadisesi tekrarlanır. Kan akar, sağlığın diyeti verilmiştir. Sözde. Yedinci Mühür canlanıyor gözümde, kara bir dünyayı tek bir çocuk renklere boğabilirdi ama bu öyküde o çocuk yok, karanlık olduğu gibi duruyor.

İki Dünya adlı öykü, bir başkasına itelenen lanetin hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmamasıyla ilgilidir. Ölümcül bir hastalığa yakalanan kadın kara büyüye başvurur, evinin önündeki nehirden kayıkla geçmekte olan genç bir kıza hastalığını devreder. Devreder? Devreder. Hastalığı ilerler, büyü yaptığı kızı düşünüp cehenneme dönen hayatının sona ermesini istemeye başlar. Günün birinde kendini sulara bırakır ve kaybolur kaybolmaz aynı kayık belirir, kayıktaki kız bir türkü tutturur. Ölümün herkesi bir araya getireceğine dair. Dünyalar arasındaki geçiş bu türküyle sağlanır, o kadar belirsiz bir geçiştir ki türkünün sözlerini okumadan neredeyse fark edilmez niteliktedir. Sözlerden sonra öykü de sona erer. Şahane.

Siste Bir Ses de Poe işi nefis bir öykü, yıllara yayılan bir intikam meselesi aslında. Yine doğa tasviri, yavaş yavaş yaratılan bir ev, evde yaşayan insanlar, aralarındaki ilişkiler, hepsi ağır ağır belirir. Aşık olduğu kadının tokadını yiyen, kadından aşağılama dışında bir şey görmeyen adam, bir süre sonra zengin olur ve kadının evlendiği adamı hapse attıracak konuma gelir. Kadın adamın karşısına çıkar, kocasını bağışlamasını ister ama adam bağışlamaz, koca hapse girer, kadın hastalanıp yataklara düşer ve bir süre sonra ölür. Aşkı intikama dönüşen adamın son darbesi, ölü kadının kulağına hiçbir şeyden pişman olmadığını söylemesidir. İntikam alınmıştır, adam yola çıkar ve sisin içinde eve dönmeye çalışır. Arkasından gelen ayak seslerini duyunca bir anlığına durur ve bir süre önce gördüğü kıyafeti tekrar görür, kadını da görür, gözlerine de inanır. Kendi intikamı ne kadar kuvvetliyse kadının kocasına duyduğu sevgi, yaşama isteği de o kadar kuvvetlidir, sonuçta bir çift el adamın boğazına kenetlenir. Boğulu son.

Mogens diğerlerine göre oldukça uzun, novellaya göz kırpan bir öykü, onu anlatmıyorum. Neden Jacobsen okumak isteyebileceğimize dair bir iki şeyle bitireceğim. Bir; adamın doğayı kullanış biçimi müthiş. İki; meseleleri zamanın ötesinde bir kalıcılığa sahip. Üç; neden okumayalım ki? Okumalıyız.

Lera Lynn. İki gün önce Zorlu'ya geldi, en önün bir arkasından izledim. Böyle bir büyü yok. Kendisi muhtelif güzellikleri karşısında şapşala dönmemi sağlayan üç kadından biri. İki öykümde adı geçiyor, anmadan edemedim. Lately çalmadı ama olsun, şarkıların çoğunu biliyordum, mırıl mırıl eşlik ettim ve yol boyunca gülümsememe engel olamadan döndüm eve. Ne güzeldi ya.

22 Kasım 2018 Perşembe

Kemal Demirel - Özel Cezaevi

Kapağa ve sayfalardan birine "İsmail H. Demirdöven" damgası vurulmuş. Sahaflardan aldığım kitapların önceki sahiplerinin isimlerine, izlerine denk geliyorum. Bir şekilde arayıp bulduklarıma ulaşıyorum, kitaplarını geri isteyip istemediklerini soruyorum. Cevap verenlerden birkaçı istedi, postaladım. Bir şekilde ayrı düşmüşler, kavuşuyorlar. Çok eski bir Dostoyevski kitabı bulmuştum, Müşfik Kenter damgalıydı, çok sevdiğim bu büyük sanatçıya ulaşamadım ve ulaşmak için artık çok geç, içimde ukde olarak kaldı. Neyse, Demirdöven'i biraz araştırınca Hacettepe'de felsefe profesörü olduğunu gördüm, kitabını isteyip istemediğini soracağım. 1975'te basılmış bir kitap, Yankı Yayınları.

Yankı Yayınları'ndan elimde birkaç kitap var, Duras'nın Parkta'sı, Tahsin Yücel'in şimdi hatırlayamadığım bir şeyi ve birkaç şey daha. Kemal Demirel adı da pek yabancı gelmiyordu, biraz bakınınca Piyano Piyano Bacaksız'ın arkasındaki asıl isim olduğunu gördüm. Evimizin İnsanları adlı metninin sinema uyarlaması olan bu film yeterince biliniyor ve seviliyor, o tamam da Kemal Demirel'le ilgili pek bir şey yazılıp çizilmemiş. Elimde YKY'den çıkan denemeleri var, yine pek bir şey söylenmemiş. Demirel'le ilgili pek bir bilgi yok ve bu beni delirtti. Yazdığı oyunlar ABD'de sahnelenmiş, Yunancaya çevrilmiş, metinleri televizyonda ve beyaz perdede görünmüş, Sevmek Zamanı gibi olağanüstü bir filmin -Müşfik Kenter'i o filmi izledikten sonra bildim, reklamlardaki seslendirmelerinden öte- senaristi olmuş bir adam ve yok sanki, gerçekten hakkında hemen hiçbir şey yok. YÖK Tez Merkezi'ne bakıyorum, yine bir şey yok. E ne yapıyorsunuz arkadaş siz, monografiden ve yaşamı-sanatı-eserleri üçgeninin konfor alanından çıkmıyor musunuz, bu ne suikast, en sükutundan? Tez araştırıla, Kemal Demirel okurlarca biline. Kendisinin Yankı Yayınları'nı kuran kişi olduğunu da söyleyerek bu bahsi kapayayım.

Odama yapraklar düşüyor bu arada, penceremin önündeki ağaçlardan. Bu ağaçların dikildiği zaman çocuktum, can suyu verilirken oradaydım, apartmandan çekilen hortumla birbirimizi ıslatıyorduk arkadaşlarla. Ben de bunları bir şekilde tez yazmalıyım. Neyse, Demirel'in öyküleri. Demirel kendi parmaklıklarını özenle yaratmış, öykülerin her birinin kendine özgü bir sesi, dünyası var. Karanlık dünyalar. Yıldırım Keskin'in öykülerine benzer büyülü durumlar var, Samarakis'te de benzerleri vardı, Bloom mu diyordu üçüncü dünyada yazılan metinlerin çoğunun bir nevi baskıcı rejim alegorisi olduğunu? Zamanında bayağı tartışılmıştı bu görüşü doğuran konu, Adichie'nin karşı argümanları falan çok sağlam bir eleştiri getiriyordu mevzuya ama çok dağıttım, toparlıyorum, şuraya meselenin bir özetini bırakıp öykülere dönüyorum. Özel Cezaevi, kitaba adını veren öykü. Diyalogla başlıyor, anlatıcıyla ikinci veya kaçıncı olduğu bilinmeyen kişiliği, belki bir arkadaşı arasında geçen diyalogdan anlatıcının özel cezaevine girmesinden çok önce yazılmış bir öykü olduğunu, anlatıcının hikâyesiyle o öykünün birleşeceğini, böylece yepyeni bir anlatı oluşacağını görüp tamamen anlatıcıya dönüyoruz, diğer kişi ara ara karşımıza çıkıp diyalog kuracak ve anlatıyı biçimlendirecek.

Anlatıcı işinden ayrılıyor, kendisini bir yerlere sabitleyen bağlardan kurtuluyor ve birini bekleyen bir kız üzerinden geçmişiyle hesaplaşıyor, kaçırdığı onca şeyi düşünüp kendi kendine avunuyor, artık cezaevine gidebilir. Yola çıkmadan önce bir arkadaşına rastlıyor, arkadaşı onu gitmekte olduğu adliyeye götürüyor. Anlatıcı için adaletin simgesinin gözlerinin açık olması gerektiğini görüyoruz, her şeyi bilen bir gözün teraziye veya tarafsızlığa ihtiyacı yok, zaten kararlar doğru olarak alınacağı için erdemli bir insan adaleti sağlayabilir. Sonrası cezaevi, hatta zindan. Gereken parayı toparlıyor anlatıcı, altı aylığına kitap bile okuyamayacağı bir hücreye giriyor. Yalıtılmışlık. Uyarılmanın neredeyse hiçe indirgendiği bir ortamda yatağın uçması, parmaklıkların biçim değiştirmesi, anlatıcının tek hücreli bir canlı olarak yaşamaya başlaması, her şey mümkün. Amaç bir anlamı bulmak, anlam arayışı hiçbir şeyin ortasında da sürüyor, bir nevi logoterapi. Diyaloglardan birinde anlatıcının kendini kapatarak yaşamdan kurtulabileceğini düşündüğünü öğreniriz, gerçekleşmeyen bir hayal. Sonuçta altı ay dolar, zaten kilitli olmayan kapıdan -Auster'ın metinleri arasında gezinen bir metninde de kilitli olmayan kapının aslında tutsak olmayışı imlediğini hatırlıyorum- çıkan anlatıcı, yağmur altında yürürken iki ölüyle, iki çukurla ve ölüleri çukura sokacak insanlarla karşılaşır. Ölüm karşısında son anlam kırıntısını yakalar, "yakan ışığa uçan kelebekler gibi" koşmaya başlar. Son.

Kukla nam öykü. Banliyö treninde unutulan bir paketin içinden çıkan kukla ele geçirilir ve anlatıcının çizgileri bulanıklaşır, iki anlatıcının diyaloğundan yaşamaya dair küçük bir mucize çıkar, anlam bir an için parıldar ve kaybolur. Son istasyonda kukla aynı poşete, aynı yere konur. Anlık bir büyü işte, şahane.

Karanlıkta Resim Yapan Adam'da bir adam ve bir adam daha var, Demirel'in tercihi. Resim yapan adam, diğerini atölyesine davet eder. Işık yoktur, karanlıkta yürürler ve tabloları incelerler. Davet edilen adam hiçbir şey görmez, bir resim dışında. Gördüğü resmi çok beğenir, ressam resmi adama hediye eder ve adam giderken arkasından bakıp görebilen bir kişinin çıkmasını uzun süredir beklediğini söyler. İnancını hiç kaybetmemiştir. Aslında her şey karanlıktadır; bir araya getirilen onca sözcük, fırça darbeleriyle biçimlenen onca resim, aydınlıkta bile karanlıktadır, görülene kadar.

Kunduracının Mavalı için Kurtarıcı'yı bekleyen kentlilerin Kurtarıcı'nın gelmeyeceğini öğrenmeleriyle kurtulmaları konulu bir öykü denebilir. Kunduracı'nın Zerdüşt rolü sağlamdır, kendisini dinleyen insanlara yaptığı açıklamalar bir şeylerden kurtulmayı bekleyen, atıl toplumu yeterince sarstı mı bilmiyoruz, yaptığı konuşmadan sonra Kunduracı basıp gidiyor ama şöyle sağlam bir sarsıyor dinleyenleri, kenti bambaşka bir istikamete sokup ortadan kayboluyor. Bir anti-peygamber olduğu söylenebilir. İyi adamdır, Tanrı'yla birlikte çoğu şeyin sınırlarını baştan çizmiştir.

Birkaç öykü daha var, onlar da pek sağlam. Özellikle Koltuk Destekleri için ne diyeyim bilemiyorum, bizdeki en sıkı öykülerden biri olabilir.

Kemal Demirel'in neyine rastlarsam okurum bundan sonra, kaçmamalı.

21 Kasım 2018 Çarşamba

Sandra M. Lynch - Dostluk Üzerine

Dostluk nedir? Dostluk süper bir şeydir ama dostluk ve arkadaşlık bambaşka şeylerdir, metnin orijinal adı Conceptions of Friendship olduğuna göre meselenin sadece dostlukla sınırlı kalmadığını, hatta dostlukla pek de ilgili olmadığını söylemeye cüret ediyorum. Çeviride kaybolan bir şeyler var kısaca, arkadaşlığın tarih boyunca değişen anlamları bir şey, "dostluk üzerine" bir metin bambaşka bir şey, o yüzden bu metinde dostluk üzerine pek bir şey beklemeyin, en azından kendi dostluk kavramınız üzerinden. Dostluğun ne olduğuna dönersek, kendi bakış açımdan ele alacağım, valla bende beş adedinin mevcut olduğu bir şeydir ki içlerinden bir tanesi dosttan da ötedir. Bu özel tanenin temeli yirmi iki yıl önce atıldı, diğerleri on altı yıllık. Ne demek istiyorum, her türlü gerginliğin, kavganın, gürültünün, üzüntünün, sevincin, ayrılığın yaşandığı ilişkilerin bir araya geldiği özel bütünlerdir bunlar, dolayısıyla ortaklaşmış yaşamların birlikte ördüğü kırkyama benzeri yapılardır. İçlerinden birini on yıldır görmesem de bir araya gelsek on yıl önceki halimize döneriz, adım gibi eminim. Dost böyle bir şeydir. Sayıca azdır ve yaşamınızın güncelliğini paylaştığınız, paylaşmaya niyetli olduğunuz insandır. Arkadaş bambaşka bir şey, etimolojiye girmeyeceğim ama... başka bir şey işte. Bildiniz.

Türkçedeki ve İngilizcedeki üfürükten hitapları çıkaralım, geriye "dost" ve "close friends" kalıyor. Sanırım ikincisini akılda tutarak ilerlemek daha mantıklı, Lynch bu yakınlık üzerinden gitmiş gibi geliyor bana. Gerçi değişiyor bu, sözcük değişmese de sözcüğün doldurduğu anlam durmadan değişiyor. Antik Yunan zamanlarından günümüze gelene dek bu yakınlığın anlamı arkadaşlıkla dostluk arasında gidip gelmiş, işin derinliğinde sosyal, kültürel ve siyasi meseleler de var tabii; bunlar yakınlığın içeriğini itip çekmiş sürekli. Kenya'da yaşayan İk topluluğuyla Romalılar arasında bir paralellik bulabiliyor Lynch, Cicero'nun amiticia sözcüğüyle karşıladığı arkadaşlıkla -arkadaşlıktan kasıt o yakınlığı isimlendirmek, ilişkinin derinliğine dair bilgi vermek değil- İklerin bir tehlike karşısında birleşmeleri benzer durumlar aslında. Lynch'in bu tür karşılaştırmalarda kullandığı veya müstakil olarak yer verdiği arkadaşlık türleri pek çok kaynaktan alınıyor; Homeros, Platon, Aristoteles, Cicero, Montaigne ve Sartre gerek arkadaşlıkla ilgili, gerek insan ilişkilerinin arkadaşlık haricindeki doğasıyla ilgili mevzuya getirdikleri yeniliklerle kendilerine yer buluyorlar bu araştırmada. Ahlak konseptinden ötürü Kant da bir yerlerde karşımıza çıkıyor. Çok hoş. Akhilleus'un arkadaşlarını kollamasıyla İtalyan mafyasının üyelerinin birbirini kollaması arasındaki kıyas, bulunan benzerlikler benim hoşuma gitti açıkçası. Motosikletiyle Anadolu'yu gezen, gittiği yerlerde gitarını tıngırdatan arkadaşa "troubadour" diyebilir miyim mesela, birkaç yüzyıl önceki havayı şimdi aynen soluyabiliyorsa neden olmasın? Şartlar çok değişti ama aynı yaşam biçimini sürdürüyorsa, kültürler arasındaki dünya kadar farktan benzerlikler çıkabiliyorsa olabilir. Zorlarız ama olur. Deniz Aydemir var benim bildiğim, Lara Di Lara'yla bir dönem çalmadan önce dünyayı şöyle bir dolanıp farklı kıtaların müziğine eşlik etmişti. Uzak zamanlarda kalmış gelenekler bir yerlerde sürüyor, çağların ötesinde kalmış duygular -bence- sürüyor, dünya ne kadar değişirse değişsin.

Arkadaşlar arasındaki benzerlikler, farklılıklar olduğu gibi kabul edilmeli, tamam ama Üç Robot Yasası gibi bir şey çıkıyor ortaya, günümüze yaklaştıkça. İnsan kendisiyle arkadaş olabildikten sonra bir başkasıyla arkadaş olabiliyor, en azından ahlaki açıdan sorunsuz bir arkadaşlığın doğabilmesi buna bağlı. İyi insanların iyi arkadaş olabileceklerini söyleyen Aristoteles'e göre iyi/erdemli olabilmek yeterli. Oldukça basitleştirilmiş, günümüz dünyası için eksik bir tanımlama. Lynch'e göre iyi bir arkadaş olmak için iyi bir insan olmak gerekmez -ki insanın "iyi" olması ne demektir, bu da tartışmaya açık- dolayısıyla iyi arkadaş olmak insanın iyiliği hakkında pek de bir şey söylemiyor bize, zaten Lynch işin içine Hegel'i ve Sartre'ı da sokunca özne-nesne bağlantısı üzerinden insanın ve arkadaşının özne-nesne olarak değişimi de giriyor işin içine, bir insanı asla tam olarak tanıyamayacağımız fikri ortaya çıkıyor, bu da arkadaşlığın sınırlarını muğlaklaştırıyor. Aşk - Bir Alıştırma'da karşımıza çıkan insanı tanıma/insanı inşa etme süreçleri burada da yer buluyor; beklentiler, yargılar, edimler ve bilinmeyenler, kısacası ilişkilerle ilgili hemen her şey bir arkadaşlığın kurgulanmasında etkin. Jerome Neu'ya göre bunların yanına emeği, diğerkamlığı da eklememiz gerekir; arkadaşlık ve sair ilişkilerde gösterilen değer, harcanan zaman ve zamanın kalitesi üzerinden okunabilir. Aslında iş öyle yerlere gidebilir ki kallavi bir araştırma çıkabilir ortaya, ele alınacak pek çok disiplin var. Lynch yüksek lisans tezi olarak ele aldığı bu eserde çapı küçük tutmuş, derli toplu bir inceleme çıkmış sonuçta ortaya. Güzel.

Klasik dünyada dostluğa göz atıyor Lynch, Odysseus'un etrafındaki insanlarla kurduğu ilişkiye bakarak akrabalık ve kabile kavramının Homeros'un Yunanistan'ında olmadığını söylüyor. Konuk-dostluk var, bu dostlukta en beğenilen erdemler cesaret, sadakat ve fedakarlık. Duygusal herhangi bir bağ yok. Bir özne olmama durumu aslında; toplumsal beklentilere uymak dışında bireyin -henüz oluşmamış "bireyin"- yakın ilişkilere dair bir sorumluluğu, duygusu yok. Toplumsal sorumluluk, benmerkezcilik, hayatta kalma, işlevselcilik, bunlar var. Hetaery nam gruplarda dostluğa benzer bir şey göze çarpıyor ama ortak çıkarla hareket eden insanlar oluşturuyor bu grubu, kahramanlık yapıyorlar, savaşıyorlar, birbirlerini kolluyorlar. Bu kadar. Gruptaki homoerotik bağ da Antik Yunan eşcinselliğini ortaya çıkarıyor, başka bir mevzu.

Aristoteles'in öne sürdüğü üç farklı dostluk boyutu var: Çıkara dayalı, hazza dayalı ve İyi'ye dayalı. İyiliklere dayalı iyi dostluklar, asıl değerli olan bu, diğerleri bir nevi analoji. İyiliğe dayalı dostlukta insanları herhangi bir özelliklerinden ötürü değil, varlıklarından ötürü beğeniyoruz, var olmaları yeterli. Polis'in yurttaşları olarak iyi insanlar arasında kurulan kamusal dostluk, Aristoteles'in esas dostluktan kastı bu, bireyin varlığı yine önde değil. Cicero ve Montaigne bu türü değişen çağın toplumsal yapısına uygun olarak değiştiriyor ve yıkıyor. Cicero'nun zamanında rekabet, askeri hakimiyet kurma çabası var, amiticia bu açıdan önemli bir ilişki türü. Karşılıklı hizmet. Devletin gerekli kıldığı şeylere uyum sağlamayı kolaylaştırıcı ölçüde değerli. Roma'nın toprakları genişledikçe, diplomasi bir sanat haline geldikçe bu ilişki türünün ahlaki açıdan giderek yozlaştığını göreceğiz, parçalanma tam da bu noktada başlayacak ve kamusal alanla bireysel alan ayrışmaya başlar başlamaz arkadaşlığın içeriği de değişmeye başlayacak. Montaigne, günümüzün anlayışına daha uygun bir arkadaşlık konseptinin çizgilerini ortaya çıkardıktan sonra felsefe de bu yeni temel üzerinde çalışmaya başlayacak, sanatçının Rönesans'tan sonra sanatçı olması gibi insan da benzeri büyük değişimlerden sonra insancıl ilişkiler kurabilmeye başlayacak, en azından bu biçimde kurgulanabilecek.

Günümüze doğru geldikçe, bahsettim bunlardan, dostluğun ne olduğu, ne olmadığı, dürüstlük, özgecilik, bencillik ve benzeri pek çok mesele ele alınıyor, Kant'ın ahlakla ilgili fikirleriyle dostluğun doğası arasında benzerlikler ve farklılıklar kuruluyor, bir dünya şey.

Kısacası dost iyidir. İnsan olmanın gerektirdiği bir şey olduğu söyleniyor bir yerde, doğrudur. Dostu düşmana çevirmek de insan olduğumuzu gösterir, dostu üzmek de gösterir, dostla birlikte yaşamın zirve noktasına varmak da gösterir. Ortada dost varsa her şey daha süperdir. Şahsen dostlarımın yanında değilken tam olarak kendim olamadığımı düşünüyorum. Mesela bir kavgaya girsek Homeros'un zamanındaki dostluğa dönüşür aramızdaki şey, başına kötü bir şey gelen dostum için gereğince üzülemezsem insan olduğumu, zıtlıklarla var olduğumu hatırlarım, dostluğun her kapısı kendime, bir başkasındaki kendime, kendimdeki başkasına falan, çok acayip yerlere çıkar. Manyak manyak işler olur. Her şey kafayı yer. Dost süper bir şey laan!

20 Kasım 2018 Salı

Antonis Samarakis - Pasaport

İletişim'in bastığı bir metnin kapağında "Andonis" yazıyor, çoğu kaynakta "Antonis" diye geçiyor, sanırım doğrusu "Antonis".Ari Çokona'nın şu röportajında denk geldim diyecektim ki hayır, orada denk gelmemişim. Altın Kitaplar'dan çıkan iki ciltlik bir derlemede rastlamıştım sanırım, Yunan öykücülerinin metinleri vardı orada. İki cilt olduğundan eminim, Altın Kitaplar'dan çıkıp çıkmadığından emin değilim. Her neyse, sonuçta bahsettiğim röportajı okuduktan sonra ve Proust'a devam etmeden önce, araya sıkıştırmam gereken metinlerden birkaçını elimdeki Yunan yazarlardan seçmeye karar verdim. Macarlarla birlikte Yunanlara da ilgim var ama şairlerinin dışında pek bir bilgim yok kendilerine dair. Eh, Kazancakis tek başına yeterli değil, adamlar bir dünya yazar çıkarmış olmalı. Kitaplarıma şöyle bir baktım, Samarakis'i buldum. 1919'da doğmuş, cuntanın yarattığı baskıcı ortamda hayatta kalmaya çalışmış bir yazar. 2003'teki ölümüne kadar pek çok öykü ve roman yazarak karşı kıyının çağdaş edebiyatına katkıda bulunmuş, çok güzel. Türkçeye çevrilen birkaç metni var, denk geldikçe alacağım şahsen.

Pasaport'taki öykülerin tamamında rejimin yarattığı çarpık gerçekliğin içinde yer almaya çalışan gerçek dünyayı ve bu dünyadan artakalanları görmek mümkün. Böylesi bir dünyada devlet kurumları alegorik bir biçime bürünüyor, örneğin -şimdi uyduruyorum- Sadakat Sürdürme Birimi diye bir birim, belki bakanlık düzeyinde bir birim ortaya çıkıyor ve insanları kontrol altında tutabilmek için toplumdaki her bir bireyin yaratılarını inceleyerek bireylere bir sıfat biçiyor; insan yıllar önce yaptığı bir resim yüzünden kendini "sistem karşıtı" olarak damgalanmış, hapse atılmış durumda bulabiliyor bir sabah, Kara Trençkotlular varlıklarını her an hatırlatıyorlar ve rejimin görünür kelepçeleri olarak insanları dizginlemeye çalışıyorlar. Rejim bir noktada kendi kendini karikatürleştiriyor, mantığın sınırları öylesine zorlanıyor ki insanlık dışı uygulamalar "hukuka" uygun olduğu için geçerlilik kazanıyor ve insanları insanlıktan uzak bir noktaya konumlandırıyor. Doğuşundaki dolaysızlıktan, yalınlıktan ötürü kendimize en kısa yoldan varabilmemizi sağlayan edimimiz yaratmaksa eğer, yaratma eylemimizin zincire vurulduğu anda bir hiçiz, özgür irademiz ortadan kalkar kalkmaz bireyliğimizi unuturuz, dizgenin bir parçası haline geliriz ve dizgenin bir parçası olmanın kabullenildiği, hatta hoşa gittiği an sadece kendimiz için değil, insanlığın tamamı için yakılacak hiçbir mum yeterli olmaz. Hangi filmde geçtiğini hatırlamıyorum, bireyin onca baskıya karşı koyma biçiminin bireyi birey yapan özgünlüğü yarattığı söyleniyordu, ne hoş bir bakış açısı. İlk öyküde karşımıza çıkan mesele tam olarak bu.

Öykülerde Kafkaesk bir hava var, tabii zamanın doğasına uygun bir biçimde. Kafka'nın ciddiyeti Samarakis'te bir ölçüde eksik, bu eksikliğin yerine absürtlük, "kabullenilmiş absürtlük" diye üfüreceğim bir şey doğmuş. Cunta yönetimi otuz yıldan fazla sürmüştü sanırım, bakmaya üşendim şimdi. Kafka'nın dünyasında başka dinamiklerin yarattığı karanlığın bir türevi var Samarakis'te, özellikle Pasaport öyküsünde. Elli yaşında bir memur, durgun hayatından kurtulmak için seyahate çıkmaya karar verir. Yirmi beş yıllık memuriyetini son derece sıkıcı bir şekilde geçirmiştir, yaşamının elinin altından kayıp gittiğini anlar anlamaz hemen pasaport başvurusunda bulunur, hatta evindeki boş dosya kağıtlarından kendine bir pasaport yapar, giderek daha az yemek yediği için zayıfladığını fark eder etmez rüyalarında dev uçakları yediğini görür. Psikolojisi gittikçe bozulmaktadır, kurtulmak için rezervasyonlarını yaptırır, biletlerini alır, pasaport haricinde hiçbir eksiği kalmaz. O sırada VDDB çıkar ortaya; Vatandaşların Duygusal Dezenfeksiyonu Bürosu. Bu büronun çalışanları, memurun yıllar önce yazdığı şiirlerde Sistem'e muhalif bazı fikirler olduğu için memurun TEHLİKELİ ilan edildiğini söylerler. Bürokrasiyi aşmak için yapılan konuşmalar çıkmazda sonlanır, memurun yeni bir şiir yazıp Sistem'in televizyondaki bir programında okumaktan başka çıkar yolu yoktur. Programa çıkar, şiiri okumak üzereyken gençliğinde tuttuğu ve yaşamının anlamlı tek nesnesi haline gelen futbol takımının da şiirinden çıkarılması gerektiğini öğrenir, o an gelen habere göre Sistem, o takımı da kara listeye almıştır. Yaşamının en anlamlı işine girişir memur; takımın adını defalarca haykırır, yayın kesilene kadar. Eşelenirse herkesin sahip olduğu bir anlam bulunur, en kötü durumlarda bile. Frankl'ın toplama kamplarından sağ kurtulmasını sağlayan logoterapinin bir örneği.

Son Muziplik, kendi çarpık dünyalarını yaratıp dışarıdaki kolektif delilikten kurtulmaya çalışan insanlarla ilgilidir. Tüketim Toplumunun Sağlıklı Programlanması Gizli Servisi'nin özel timleri evleri basıp insanları tutuklar, bilinmeyen bir süre boyunca onca insan hapislerde çürüyecektir. Televizyonlarda ülkenin süper bir durumda olduğu anlatılırken ele geçirilen bebekler ameliyatla tüketim toplumunun eşsiz fertleri haline getirilirler. Tam distopya aslında.

Anatomi Dersi vs. için bir geç uyanış öyküsü diyebiliriz. Üniversitede tıp profesörü olarak çalışan bir adam, çalışanlarından biriyle sevişirken yakalanınca nezarethaneye atılır. Yan hücrede üniversiteden öğrencileri vardır, Sistem'i eleştirdikleri için profesörün gelişini coşkuyla karşılarlar, zira o saygın insanın da davalarına destek verdiği için orada olduğunu düşünürler. Profesör gerçeği söyleyemez, oradan bir an önce nasıl kurtulabileceğini düşünür, öğrencilerin sloganlarını ve konuşmalarını önemsemez. En sonunda Kara Trençkotlular gelir, bir yanlışlık yapıldığını söylerler ve profesörü serbest bırakırlar. Profesör, öğrencilerle birlikte değildir, bir yanlış anlaşılma sonucu birlikte eylem yaptıkları düşünülmüştür. Adam serbest bırakılır, oradan çıkmak üzereyken "vs." gelir aklına. Sadece anatomi dersi vermez, geri kalanından da sorumludur ve dersin geri kalanında acı çekmek uğruna insanlığa yardım etmek vardır. Sonuçta geri döner ve öğrencilerinin bulunduğu hücreye doğru, kafası dimdik yürür. Helal be.

Sadece Sistem eleştirisi yok, bazı öyküler insanın insana ettikleri üzerine. Eh, tahakküm iki kişiyle kurulduğuna göre duygusal ilişkilerdeki kırıntılara da bakmak gerekiyor ve Samarakis incelikle bakıyor; karakterlerin dünyalarının nerede birleşip nerede kırıldığını belirgin çizgilerle değil, yumuşak geçişlerle anlatıyor. Gayet hoş.

Yakından bildiğimiz acıların komşudaki biçimlerini bence seversiniz.

18 Kasım 2018 Pazar

Elizabeth Wurtzel - Prozac Toplumu

Şunu bırakmadan olmayacak. İlaç endüstrisini enine boyuna inceleyecek değilim, sadece Wurtzel'de benzeri görülen bir uç noktadan çok uzağa düşen örneklerin Prozac Nation'ı yarattığını söyleyeceğim, bunda doktorların rolü olduğu kadar toplumsal eğilimlerin de rolü var. Beyindeki birkaç devrenin yanması gibi fizyolojik problemlerse olay, psikofarmakoloji gerçekten hayat kurtarıcı önemde bir işlerlik kazanıyor ama -bunu bu şekilde ayırmak çok da doğru olmasa da- psikolojik mevzularda ilaçlar sadece bir ölçüde yardımcı olur. Bastırılması gereken şey bir şekilde bastırılır, kaynak ortadan kaldırılmadıktan sonra başka bir biçimde patlak vermek üzere. İlaç toplumuna dönüşmek için süper bir ortam; mutluluk üret, mutluluğa ulaşamayanlara mutsuzluk üret, sonrasında ilaçla ıslah. Neyse, mevzu bu değil.

Wurtzel'ın metni zamanında çok ses getirmişti, sinemaya uyarlandı falan. Depresyona içeriden, olabildiğince tarafsız bir şekilde tanıklık edildiği için, bir de doksanların dünyasının psikopatolojisi böylesi bir açıklıkla, belki de en vurucu şekilde ele alındığı için. Kay Redfield Jamison'ın ve William Styron'ın depresyonla ilgili benzer metinlerinin bir sonraki nesline göz atıyoruz burada; II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından soğuk savaşın toplumsal paranoyaya yol açtığı zamanların uçuk dünyasıyla Wurtzel'ın güncel zamanı arasında haneye eklenen çarpıklıkları da hesaplayınız, genetik yatkınlığın yanında dünyanın da insanı patolojik bir vaka haline sokmamasının oldukça zor olduğu ortaya çıkacaktır, özellikle Wurtzel gibi "dahi çocuk" sınıfına giren duyarlı insanlar için. Üstün zekalı bir haytanın kafayı yavaş yavaş kırışını ve lityumun antidepresanlarda kullanımının başladığı zamana kadar yaşadığı cehenneme şahit olmak yorucu. Yorucuydu. Bu metni okuyalı üç yıl olmuş, Zonguldak'tayken aldığımı hatırlıyorum. Şehir merkezinde hepi topu üç kitapçı vardı, bir tanesi kütüphanelerden araklanmış kitapları çok ucuza satardı, ondan almıştım. Şimdi baskısı yok, İletişim uzun süredir basmıyor. Neyse, aldığım gibi okumaya başlamıştım ve yaz kış demeden yağmurun yağdığı Zonguldak'ın gitmek bilmez bulutlarının altında iki kat fazla daralmıştım. 21 Ocak 2016 başlangıç, 23 Ocak 2016 bitiş. Sanırım İstanbul'a dönüş yolunda bitmişti, sömestr tatili için dönüyordum, güzel günlerdi diye hatırlıyorum. Wurtzel, evet. "Kendimi yok etmekten vazgeçince can sıkıcı biri haline geldiğimi düşünüyordum." (s. 188) Şimdi burayı alıntılarla doldurabilirim, çünkü metne dair pek bir şey hatırlamıyorum. Wurtzel olayların tamamen gerçek olduğunu söylüyor, bazı isimleri değiştirdiğini söylüyor, Cambridge'te okuduğunu söylüyor, daha pek çok şey söylüyor ama neydi olay, hatırlamıyorum. İşaretlediğim yerlerden gideceğim.

Bölümler halinde, her bir bölüm Wurtzel'ın yaşamının dönüm noktalarını oluşturuyor. İlk bölümde Wurtzel kendinden nasıl nefret ettiğini ve ölmek istediğini anlatıyor. Bir dünya ilacı karıştırıp yutuyor, yıllardır yaşadığı ıstıraptan kurtulmak için bu kez Plathvari bir son denemeye girişecek. Sevgiye ihtiyacı var, söylediği diğer şeylerden biri bu. Beynini susturmak, yüreğini devreye sokmak istiyor ama yaşama dair kaygıları öylesine yoğun ki kendisini sevenleri yaşamında tutamıyor, bir noktada onlara bağımlı olacağından korkup hepsiyle yollarını ayırıyor. On iki yaşındaki ilk teşebbüsünden sonra pek çok intihar girişiminde bulunuyor, sonuncusuyla da noktayı koymak istiyor, acı çektirdiği herkesten özür dileyerek. İyi bir başlangıç; zirve noktasından her şeyin başladığı noktaya dönüş ve sonda tekrar zirve, kurtulup kurtulamayacağını görmek için.

Çocukluğundan itibaren depresyonun eline düşüyor Wurtzel, The Velvet Underground ve Lou Reed şarkıları dinleyerek büyüyor, nihilistik bir yaşamın özlemiyle. İçte büyüyen ruhsal bir kanserin ilk izleri. Depresyonun tanımını araya sokuşturduğu zaman ne yaşadığını anlarız; duygu, tepki, yaşam yokluğudur onun çektiği. Mutluluk ve mutsuzluk çok uzaktadır, ulaşılamaz bir yerdedir, korkunç bir karanlığa hapsolup uzaktaki ışıklara bakmak gibi bir durum. Güneş de Doğar'dan alıntı gelir hemen, bir karakterin nasıl iflas ettiğine dair bir yorum: "Yavaş yavaş ve sonra birdenbire." Aklını nasıl yitirdiği sorulduğunda aynı şeyi söyleyebileceğini söylüyor Wurtzel. İşin genetik boyutu felaket zillerini daha Wurtzel doğmadan çalmaya başlamış; hippi anneyle babanın çocuğu olan yazar, babasıyla konuşurken annesiyle evli olmanın berbat bir şey olduğunu öğrenmiş, hatta istenmeyen çocukmuş Wurtzel, babası doğmasını istememiş. Sonra tersi olmuş, baba istemiş ve anne istememiş. İkisinde de psikolojik rahatsızlıklar var, ayrılmaları kendileri için en iyisi olmuş ama çocuklar için çok geçmiş. Terapistler, tedaviler, seanslar, ilaçlar, krizler, çocukluğu ve gençliği mahvetmiş, bir yandan yaşam sürdüğü ve Wurtzel süper zeki bir çocuk olduğu için eğitimini aksatmamaya çalışmış. Şahane bir üniversiteye kapak attığını biliyoruz, sonrasında depresyonundan kurtulamadığı için ailesini suçlamayı bırakıp uyuşturucuya sarıldığını biliyoruz, aslında kendini yok etmek için son derece uğraşmış ama derinlerde bir yer devam etmesini sağlamış.

Hastane günleri, yaratılan alternatif kişiliklerin gerçek kişiliği ele geçirmesi, belirip kaybolan insanlar, tam bir kaosun içinde yıllarca debelenen Wurtzel, çağının bunaltılı sanatını da kendi depresyonuna eklemlemiş. Ölümüne Sadakat'te geçiyor işte; mutsuz olduğumuz için mi pop -bildiğimiz pop değil- dinliyoruz, pop dinlediğimiz için mi mutsuzuz, bu mesele. Nirvana'dan canım Linklater'ın filmlerine, kadının kayışı koparmasına yardım eden her şeyin izdüşümüyle karşılaşıyoruz. Kurulmuş bir yaşam aslında, her şeyle. Depresyon boşluğun dolmasını istiyor ve insan en alakasız şeyleri bir araya getirip kendine bir kimlik biçebiliyor, yeter ki orada biri olsun. İçeride. Öldürülmesi gerekirse o başka bir şey, yeter ki cesedi de içeride kalsın.

Karanlık, karanlık, daha da karanlık. Sahaflarda denk gelirsiniz, alınız.

Şarkıyı da Warrel Dane'in hafiften King Diamond rolü yaptığı şarkılardan seçeyim.

17 Kasım 2018 Cumartesi

Nick Hornby - Hece Cümbüşü

Hornby'nin ikinci tersosu bu. Şarkıların zamanla kurdukları ilişkileri anlatmak gibi bir derdim varken 31 Şarkı'yla karşılaşmıştım, adamı çok sevmesem küfür kafir giderdim ama yapamadım, deli güzel bir işti o. Kendisi de bir yerde diyor zaten, bu bir yasa, varmak istediğiniz yere sizden önce varan biri mutlaka vardır, sanatta bu böyledir, aslında çoğu şeyde bu böyledir. İkincisi de benim burada yapmak istediğim şeyin çok daha iyisini görmek oldu, Hornby'nin gevezeliği o kadar çatallanıyor ki Dickens'ın bitmek bilmeyen metinlerini Arsenal'ın deplasman galibiyetlerine bağlanmış bir halde bulabiliyorsunuz. Hornby fanatik bir Arsenal taraftarı olduğu için hemen her yazısına bir yerden giriyor futbol, kıyısından edebiyata ekleniyor, yeni bakış açıları katıyor ama gerçekten geveze olan bu adamın nereden ne çıkaracağı pek belli olmuyor, garip bağlantıların izini sürmek gerekiyor. Herif komik bir de, saçma sapan yorumlarıyla değindiği metinlere yeni bakış açıları kazandırırken güldürüyor bir yandan. Tipik Hornby aslında, ciddi şeylerden komik bir biçimde bahsediyor.

Şarkılara denk gelmediğim bir zaman düşündüm, belki de 31 Şarkı'yı da yazıyordu o sırada ve her şeyi çorba haline getirmek istememişti. Zaten sonradan bu yazıların yazılmasının nedenini de öğreniyoruz; Believer nam bir süreli yayına okuduğu kitaplar hakkında bir şeyler yazması teklif ediliyor, Hornby kabul ediyor ve çalışan tayfasıyla arasında geçen ilginç olayları da aralara derelere serpiştiriyor. Nerd dolu bir dergi bu sanıyorum, nispeten yaşlı bir adamla uğraşmışlar bir ölçüde, Hornby de keskin diliyle elemanları gerek gömüyor, gerek övüyor, gerekeni yapıyor. Hornby sataşılmaması gereken bir herif, metinleri yorumlarken aklına yatmayan şeyleri nezaketi elden bırakmadan yerin dibine sokuveriyor. Bir Bierce kadar olmasa da iğneyi ve çuvaldızı kendine sapladığı gibi başkalarına da takabiliyor, çok iyi. Fırlama bir adamın incelemeleri de böyle olurdu, iyi olmuş. Dergiden kazandığı parayı muhtemelen kitaplara yatırmıştır ama hepsini de yatırmamıştır, her ay beş altı kitap alıyor ve yarısını okursa kâr. Okumadığı metinler hakkında pek bir şey söylemiyor ama okudukları üzerinden bulunduğu çıkarımlar bile başlı başına bir metin olarak karşımıza çıkabilirmiş, iyi olurmuş.

Eylül 2003 ve Kasım 2004 aralığındaki aylık yazılardan ibaret bu metin, on dört ayın okuma dökümü. Her ay satın aldığı kitapları ve okuduklarını iki ayrı liste halinde yazıların başında vermiş Hornby, bazı aylarda satın aldıklarını ağırlıklı olarak okurken bazı aylarda, futbol sezonunun bittiği yaz aylarında mesela, havuz başında veya orman yürüyüşleri sırasında okunacak kitapları satın aldıklarından seçmiyor da yayınevlerinden gelen kitaplara ağırlık veriyor, bu yüzden adamın belli bir okuma düzeni olduğunu söylemek zor. Rastgele atışlarla seçilen metinlerin tamamı bitirilmiyor, Hornby beğenmediği metinleri yarıda bırakıyor ve dergi politikası gereği isimlerini anmıyor, böylece metinlerin ne kadar gudubet ve ölümcül olduklarını rahat rahat anlatabiliyor. Hornby'nin diline düşmek istemezdim açıkçası. Gerçi benim öyküler için de genellikle gömücü şeyler okudum ama bu adamın kurduğu eleştiri düzleminden çok uzaktı hepsi, genellikle metinle ilgisiz şeylere odaklanıldığı için pek bir iz bırakmadan geçip gitti. Hornby'nin de yeterince gömüldüğünü sezebiliyoruz; kendi metinleri için söylenenlerden sağ kurtulup işine gücüne bakmış ama bunun ardında önceliklerin ağırlığı var, mesela otistik bir çocukla yaşamak olumsuz eleştirilerin etkisini neredeyse sıfıra indirmiştir, bence. Sonuçta The X-Files'taki Cigarette Smoking Man'in durumuna benzer bir durum yok, herhangi bir şeyi yaratmak bile kişisel tatmini sağlar, dışarıdan gelecek tepkiler ikinci planda kalır.

Ana başlıklara değineceğim. Salinger meselesinin yer aldığı ilk yazı. Hornby manifestosunun ana hatlarını çiziyor burada, ilk maddede satın aldığı her kitabı okumayacağını bildiğini söylüyor Hornby, biliyor. Biliyor, evet, hepsini okumayacak ama okumaya niyeti var. Niyeti iyi. O yüzden istifçilik haricinde bir işse kitap almak, o zaman gönül rahat. Şahsen ömrüm boyunca bana yetecek kadar kitaba sahip olmama çok az kaldıysa da yine alırım ben, hepsini okuyabilirim. Teknolojinin o kadar ilerlediğini görürsek bilincimi bedenimin dışında bir şeye aktarabilirim ve aslında pek az kitaba sahip olduğumu görüp üzülürüm, anlıyor musunuz, bunların hepsini okuyacağım ben. Bir de bazı kitapların ıskalanması hadisesi var, Hornby buna da değiniyor. Bu yazıları kırklı yaşlarının ortalarında yazdığını düşünürsek Salinger'ın birkaç kitabını ilk kez okuduğunu görünce kimileri şaşırabilir ama bu iş böyle, Hornby belki de kendini küçük düşürdüğünü söylüyor ve bazı şeyleri okuduğunu, bazı şeyleri okumadığını belirtiyor. Klasikleri okumamış olan sayısız akademisyen, yazar, insan var, Karamazov Kardeşler'i, Suç ve Ceza'yı ve sair pek çok metni lisede okumuş ve pek bir halt anlamamış, aynı metinleri tekrar okuması gereken benim gibi bir dünya andaval var. Bunun bir formülünün olmadığına kani oldum, büyük büyük yazarlar klasiklerin neden okunması gerektiğine dair sayfalar dolusu yazabilirler ama nasıl mutlu olunuyorsa öyle okunmalı. Hornby bir yerde arkadaşının birinden bahsediyor, arkadaşı Dickens'ın Kasvetli Ev'inden başka bir Dickens metnini okumamış ve Hornby bunu öğrenince adamın başının etini yemiş, tekrar tekrar aynı kitabı okumaktansa yazarın diğer metinlerine yönelmesi gerektiğini söylemiş, utançmış Dickens'ın diğer metinlerini okumamak. Şahsen Çalıkuşu'nu okumadım diye utanacak değilim. Sanırım ömrüm boyunca Çalıkuşu'nu okumayacağım. Olasılıkların birleşip beni o kitabı okumaya yöneltmeleri gerek. Maymuna bir Shakespeare metni yazdırabilen zamanın bu etkisini hafife almamalıyım, ömrümle ilgili o iddialı cümleyi geri alıyorum ve Salinger'a dönüyorum. Hamilton'ın yazmaya çalıştığı Salinger biyografisi için ünlü yazarın "ininden çıkıp" Hamilton'ın avukatına yeminli ifade verdiğini biliyor muydunuz? Adam kendisiyle ilgili bazı bilgilere ulaşılmasını istemiyor ama anladığım kadarıyla bu Hamilton işleri iyice çıkmaza sokmuş, yüzyıllık yalnızlığına çekilen adamı evinden çıkarmış, iyi halt etmiş. Bir de 1930'larda kısa bir öykü karşılığında 2000$ kazanılabiliyormuş, bu da iyi.

Bir mesele daha; her şeyi birbirine karıştırdığından bahsediyor Hornby. Filmler, metinler, oyunlar, her şey birbirine giriyor ve sonuçta hiçbir şey doğru düzgün hatırlanmıyor. Ne halt etmeye uğraştığını sorguluyor Hornby, madem her şey birbirine karışacak, o zaman bütün bu uğraşın anlamı ne? Galeano'nun ütopya hakkında söylediklerini hatırlıyorum; arkadaşıyla bir etkinliğe katılmışlar ve arkadaşına zor bir soru gelmiş, ütopyanın ne işe yaradığına dair. Ütopyaya ulaşılmaz, her adım onu daha da uzaklaştırır, bir varış noktası yoktur. Arkadaşı bu duruma güzel bir cevap vermiş, ütopyanın hareket etmemizi sağlamasına dair. İlerlemek. Bu da böyle bir şey. İlerleriz, okuruz, izleriz ve her şey bir başka şeye dönüşür. Hornby'nin karıştırdığı onca şeyi yine kendisinin sözcüklerinde buluruz, o sözcüklerin oluşmasını sağlamışlardır. Yeterli. Bir insanı yapabileceğinden fazlasını yapmaya zorlamanın haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bazı şeyler yapılır, bazıları yapılmaz. Bu kadar.

Dickens, Woolf, Vonnegut, otizm, futbol, ikinci el kitapçılar, pek çok şey iç içe, şahane bir karnaval halinde Hornby'nin yazılarında beliriyor ve kayboluyor, nefis bir mizahi bakış açısıyla. Hornby'nin kafasının karışıklığını seviyorum, o karmaşadan çıkardıklarını da.

15 Kasım 2018 Perşembe

Marcel Proust - Sodom ve Gomorra

Sodom ve Gomore, Tanrı tarafından yerin dibine sokulmuş iki şehir. Tenasüliyetten şaşmış ilişkilerin gırla yaşandığı, eşcinselliğin adeta bir Woodstock havasında özgürce sürdüğü bu şehirler, şu an nerede okuduğumu hatırlamadığım bir metinde yazdığına göre melekler tarafından uyarılmış. İncil'deki bahis anlatılıyordu o metinde; şehirlere gelen meleklere hallenmiş halk, tabii böyle anlatılmıyor ama orijinal kelimelerden bu anlam da çıkıyormuş, sonra Tanrı'ya haber gitmiş, Lut ve İbrahim girmiş işin içine derken arkaya dönüp bakınca ortadan kaldırılma hadisesi burada da ortaya çıkmış, sonuçta şehirler yerle bir edilmiş. Proust bu iki şehrin hikâyesini kendi keşfiyle birleştirmiş, Guermantes Prensesi'nin gece daveti verdiği ev ve dört bölümlük anlatının hemen her bölümünde karşımıza çıkan, anlatıcının uzunca bir süre tatilini geçirdiği otel sembolik olarak iki şehri karşılıyor olabilir. Gazaba uğramıyorlar tabii, eğer anlatıcının hatıralarını dramatik bir şekilde biçimlendirmeleri söz konusu değilse. Metnin başlarında M. de Charlus'ün erkeklere duyduğu ilginin keşfedilmesi meselesi ele alınıyor ve geri kalan bölümlerde Albertine'in bir kadın tarafından "duygusal bir eğitimden" geçirildiğinin düşünüldüğü bölüme kadar salon hayatının homoseksüellikle dolu anlarını görüyoruz, anlatıcı için çiçek-böcek ilişkisine indirgenen ve doğanın çiftleşme oyunları vasıtasıyla alegorik bir hale getirilen, belki de "katlanılır" hale getirilen bir sürecin yansıtılması bu.

Davetin sürdüğü bölüm önceki kitabın sonuna bağlanıyor, kendi yaşamının anlatısının yanında önünde açılan bu yeni dünyaya da derinlemesine bir bakış atıyor anlatıcı, ilginç benzetmeleri ve anlatıyı ansızın kesip olayların kendisinde yarattığı anlamları açıklayan paragraflar dolusu ruhsal çözümleleri sürdürüyor, üslupsal bir nitelik. Örneğin M. de Charlus'ün Jupien'e bakışını Beethoven'ın tekrarlanan motiflerine benzetiyor, iki karakterin bakışmalarını bir Doğu şehrinin göğüne benzeterek mevzuyu direkt egzotik, yabancı bir hale getiriyor. Merakından ötürü ikisini dikizlediğini de anlatıyor bir yerde, dükkanlardan birinde yan yana gelen ikilinin birbirlerine karşı nasıl davrandıklarını izlemek için sessizce vitrine yanaşıyor. Önceki kitabın sonunda değineceğini söylediği meselenin başlı başına bir cilt olarak ortaya çıkışı, anlatıcının davranışlarını, düşüncelerini ele geçiren hayretin ve anlamlandırma çabasının gücünü ortaya koyuyor. M. de Charlus'ün anlatıcıyı bir düelloya davet etmediği kalmıştı önceki kitapta, sebebini öğreniyoruz nihayet. Gönderdiği mektuplar anlatıcıya ulaşmayınca burjuva bir oğlanla gönül eğlendiremeyen adam, bir de Guermantes davetlerinde bu oğlanla karşılaşınca durumu gururuna yediremiyor ve anlatıcıyı bir kenara çekip haşlıyor, ta ki mektupların oğlanın eline geçmediğini öğrenene kadar. Bu mesele açıklığa kavuşur kavuşmaz M. de Charlus'ün bir "kadın" olduğunu anlıyor anlatıcı, Kentaur'un benliğindeki at gibi bir kadınlık, lanetlenmiş bir soyun temsilcisidir ve daha pek çok şeydir, yansımalarının haddi hesabı yoktur, anlatıcı uzunca bir inceleme ortaya koyar bu "tür" hakkında. Sonrasında bazı kıyaslama örnekleri ortaya koyar, Vaugoubertler bu kıyaslamanın nesneleridirler, karıyla kocanın rol değişimi eşcinsel ilişkilerdeki rol değişimlerinin incelendiği kısmın hemen ardından gelir, belki de karşı cinsler arasındaki ilişkide bile ilişkinin doğası gereği bu değişimlerin sıklıkla yaşandığı üzerinden eşcinselliğin pek de anormal olmadığı üzerine gizli bir söylevdir bu. Anlatıya girip çıkan onca soylunun, sosyetik şahsiyetin bir biçimde ana izlek etrafına yerleştirildiğini unutmadan her biri için bambaşka bir pencereden bakabiliriz, Proust anlatısını böylesi bir sıkılıkla, detaycılıkla örer.

Unutma ve uyku meselesi yine es geçilmemiş, anlatıcının fikirlerinden Bergson'un hatıra ve bilinç örüntüsüne pek çok teorik veriye rastlayabileceğimiz gibi işin pratik boyutu da mevcut; anlatıcının "seçilmiş" hatıralarını okuyoruz, inceliyoruz. Bergson'un her şeyin hafızada yer almasına rağmen her şeyin anımsanamayacağına dair fikrini anlatıcının kendi yaşamına uyarlayabiliriz. Bir anıyı geri getirmenin zorluğu veya kolaylığı bir yana, anlatıda bilinçli olarak atlanmış bölümlerin varlığını sezebiliriz, örneğin M. de Charlus'ün anlatıcıya ulaşma çabalarından sonrasını aralarındaki münakaşa ve mesele çözüldükten sonraki barış zamanları haricinde bilmeyiz, bu nokta karanlıkta kalmış. Bilinçli bir tercih veya bilinçsiz bir eylem. Bir anlatım tekniği olarak kullanılmış olabilir, zira anlatıcının şahit olamayacağı konuşmaları duymuş gibi aktarması, hatta okurlara doğrudan seslenerek kendisinin aslında yazarın kendisi mi, yoksa anlatıcı mı olduğu konusunda şüphe uyandırıp ortadan çekilmesi işi sadece belli bir aralığın tarihini aktarma çabası olmaktan çıkarıp ustalıklı bir kurmaca oyununa dönüştürüyor. "Ne olursa olsun, unutuşla hatırlama arasında bazı geçişler varsa da, bu geçişler bilinçdışıdır." (s. 1603) Hem bilimsel bir gerçek, hem de anlatının bütünü hakkında neyin anlatılıp anlatılmadığına dair bir ipucu. Bu konuda okurla tek taraflı bir tartışmaya bile girer anlatıcı/yazar, ya da her neyse. En sonunda kendisini ve anlatısını sorgulayanları son kez cevaplar: "Kusursuz bir hafıza, hafızaya ilişkin olayları incelemeye pek teşvik etmez insanı." (s. 1604) Piklere ve dip noktaların yansımalarına bakarak bir fikir edinebiliriz; salon yaşamı en ince detaylarına kadar gözlemlenmiştir, kişiler ve soyluluk dereceleri hakkında verilen ayrıntılara bakarak anlatıcı için bu tür bir sosyal çevrenin anlatıcının yaşamının en önemli zamanlarını geçirdiği toplumsal alan olduğunu söyleyebiliriz, hastalık anlarının yol açtığı düşüncelere bakarak dip noktalarını hastalık ve uykudan uyanma anları olduğunu söyleyebiliriz, anlatılması tercih edilenler ve edilmeyenler birbirini tamamlar. Bir önceki ciltte bahsi pek geçmeyen Swann'ın bu anlatıda ortaya çıkışı, Dreyfus Olayı'nın yarattığı bölünmenin Swann'ın Yahudi kimliği üzerinden biçimlenmesi ve kendisinin davetlere çağrılıp çağrılmamasının bu kimlik üzerinden belirlenmesi, bütün bir anlatının karakterler, olaylar ve anıların kusursuz bir biçimde birbirine eklemlenmesini örnekler.

Saint-Loup'nun pek bir etkinliği yok bu ciltte, sayfiye yerindeki anılarda ve başlardaki davette ortaya çıkıyor, amcası M. de Charlus'ün metresleri ve cinsel yaşamı hakkında verdiği bilgilerden başka kendisine rastlamıyoruz, bir de sonlarda ortaya çıkıp anlatıcının Albertine'i kıskanmasına yol açar. Amcasıyla olan ilişkisi üzerinden aile üyelerinin benzerlikleri ve farklılıkları konulu bir düşünce akışının da başlatıcısı olur, amcası gibi o da tutkularının peşinden gidip önceki ciltte gördüğümüz Rachel için bir dünya para harcar ve aşkından gözü hiçbir şeyi görmez, oysa anlatıcı Rachel'in kendisini bir altına sattığını görmüştür. Tutkuların insanın en büyük felaketi olduğunu söyler, hatta insanın doğruları ve yanlışları arasında bir yerde gidip geldiğini, insandan fazlasının beklenmemesinin gerektiğini söyler. Ne kadar erdemli olursak olalım, coşkulu bir yaşamın peşte getirdiği suçlar, pişmanlıklar ve yıkımlar olur. Bunları bir madalyon veya yük gibi taşırız, yolda bir yere bırakıp yenilerini edinene kadar. Bu bahsin hemen arkasından gelen bir bölüm var, anlatıcının onca insan arasında gidip geldiği sırada, ayyuka çıkan veya gizlenen ilişkileri derinlemesine incelerken bir anda -sanki hızını alamayıp- portakal suyunu anlatmaya başlıyor, portakal suyuna bir misyon yüklüyor, sanki bütün anlatı portakal suyundan doğmuş gibi hissediyor okur, portakal suyuna bunca önemin neden verildiğini anlamaya çalışıyor, portakal suyundan çıkarılan manayı metnin tamamına yaymaya çalışıyor. Portakal suyu. Pardon, suyun içine sıkılmış portakal: "Suyun içine sıkılmış portakal, sanki içtikçe, esrarengiz olgunlaşma sürecini, bambaşka bir âleme ait olan bu insan bedeninin belirli durumları üzerindeki olumlu etkisini, onu yaşatmaya gücü olmamakla birlikte sayesinde yardımcı olabildiği sulama sistemini, meyvenin duyularıma açıkladığı, zihnime katiyen açıklamadığı yüzlerce muammayı bir bana ifşa etmekteydi." (s. 1691) Bir tane portakal ulan. Yani böylesi duygulanımlarla dolu bir metni neresinden tutup da anlatayım bilemiyorum, şu kadar yazdım ama yüz sayfanın ötesine geçmiş değilim, o yüzden kısalttıkça kısaltma ihtiyacı hissediyorum, altını çizdiğim veya işaretlediğim onca yeri buraya almaya kalksam sabaha kadar yazmam gerekir.

Metnin asıl ağırlığını taşıyan bölümler sayfiyede geçenler bence; Verdurinlerin davetlerine katılan kişilerin apayrı dünyaları başlı başına bir cildi doldurabilecek ölçüde detaylı, bir yandan diyaloglardan çıkarılanlar var, diğer yandan M. de Charlus'ün Morel'le olan ilişkisi -nasıl sonlandığını bir başka cilde ertelemiş anlatıcı, bundan da bir cilt çıkarmıştır- ve katıldığı her davette ortamı şenlendirme şekli, büyükanne özlemi, ölümle hesaplaşma, anneyle olan ilişki, Albertine'den ayrılmaya karar verip onunla evlenme kararı alan anlatıcının değindiği konular. Nefesim yetmeyecek, ayıramıyorum hiçbir olayı, benden bu kadar.

Sanırım külliyatın en keyifli cildi bu, kalanlar da böyleyse şahane.

Şarkı Elbow'un has adamından. O kadar güzel bir şarkı ki sahile gidip dinleyeceğim birazdan.

11 Kasım 2018 Pazar

Philip K. Dick - Sokaktan Gelen Sesler

Dr. Kan Bedeli'nden önce okunmalı bu, Jim Fergesson'ın korkunç sonunu bilmeden. 1950'lerin başlarında radyo, televizyon ve muhtelif ev eşyası satan, Amerikan Rüyası'nı yaşamak uğruna yaşamını sadece satış grafiğine indirgeyen, Yahudileri sevmeyen, yeni yeni palazlanan mağaza zincirlerinden ödü kopan Fergesson gibi kim bilir kaç karakteri birden çok metninde kullanmıştır PKD, bilmek için kronolojik bir okuma yapmak şart. ALFA buna ne kadar dikkat ediyor bilmiyorum, zaten daldan dala atladığım için sistematik bir okuma da yapamıyorum, Proust öncesi güç toplamak için PKD okuyayım demiştim ama araya bir dünya metin girdi, bir dünya işe battım derken rekor kırdım; ilk kez üç günlük bir atlama yaşadım, salı sandığım gün cuma çıktı geçende. Ayın ortası geldi, ben bunun farkına varamadan ay bitecek. Yaz bittiğinden beri korkunç hızlı her şey. İyi; hiçbir şeyi ertelemeden yapabiliyorum. Sodom ve Gomorra'ya başladım, Fransız sosyetesinde eşcinsellik meselesinden Dreyfus olaylarına, Odette'ten Oriane'e, yaşamındaki mikroskobik detaylardan bilincinin gerçekliğini kurmasına kadar pek çok meselede yine kafa beyin bırakmadı Proust, yaktı geçti. Kısacası gücümü topladım, Proust iyi. PKD pek iyi.

PKD'nin bilimkurgudan olabildiğince uzak, zamanının sosyal meselelerine odaklandığı metinlerinin en hacimlilerinden biri Sokaktan Gelen Sesler. Genelleyici bir yorum yapmak için yeterli değilim, adamın okumadığım çok metni var ama yine de cüret edip söyleyeceğim; belki de en dağınık metni olabilir. Stuart Hadley'nin yaşamının amacını bulmaya çalışırken karşılaştığı insanlar belirip kaybolurken akıbetlerini merak ederiz ama tiplikten öteye geçmezler, PKD belirli bir rolü üstlenip Hadley'yi bir noktadan bir noktaya götüren kişiler yaratmıştır, ötesiyle ilgilenmez gibidir. Anlatı Hadley'nin belli bir zaman aralığında aldığı veya alamadığı kararlara odaklanmıştır, çağın çok da uzağına düşmeyen bir distopik bildungsroman denebilir bunun için. Distopik yanı tamamen Hadley tarafından üretilmiştir, genç bir adamın yaşamıyla ilgili ne yapabileceği fikri uzunca bir süredir olumsuz bir dünyaya evrilmektedir, Hadley yavaş yavaş kayışı koparmaktadır. California'nın güneşli ve sıcak ikliminde, sayısız imkânın içinde yalnız bir adamdır Hadley, potansiyelini kullanamadığını düşünmektedir ve bir şey yapmak istemektedir, anlamlı bir şey. Yeteneklerini açığa çıkaracak, yaşadığını hissettirecek, derinlerde bir yerde durmadan kıvranan huzursuzluğunu dindirecek bir iş, eylem, oluş, artık her neyse. Aylaklık yaptığı gecelerden birinde kavgaya karışıp karakola götürüldüğü zaman bir hayalperest, bir düşünür, bir entelektüel olduğunu söyler ama sonradan gördüğümüz kadarıyla bunların hiçbiri değildir aslında, kendine biçtiği kimlikle uyum içinde değildir. Bencilliği ve toplumla uyumu arasında çıkan çatışmaların üstesinden gelemez. Mutluluk paradoksu; zaten çarpık temeller üzerine kurulmuş toplumsal bir yapının beklentileriyle kendi istekleri arasında kıvranıp durur.

PKD metni dört bölüme ayırmış; Sabah, Öğleden Sonra, Akşam ve Gece. Günler durmadan akıp giderken bu zaman aralıklarındaki olayları takip ederiz, örneğin ilk bölüm Fergesson'ın dükkânını açmasıyla başlar. Dr. Kan Bedeli'nde ortalığı süpüren Stu'yla karşılaşırız, Fergesson'ın ilgisini çeker, "erken saatlerde çalışan bir elektrik süpürgesi" olarak görür Stu'yu. Fergesson işkoliktir; çalışanlarını daha fazla satış yapıp ortalıkta oyalanmamaları için durmadan uyarır, tamir için gelen müşterilerin bekletilmemesini söyler, baskıcı bir patron olduğu söylenebilir. Dükkânını sıfırdan yaratmıştır, elindekilerin bir anda yok olabileceğini bilir, zira beyaz eşya dükkânları piyasayı ele geçirmek üzeredir, marketler karşısında bakkalların sıkıntısını çeker Fergesson. Dükkânını yenilemek için sayısız fikirle gelen Hardley'nin görüşlerine kulak asmaz, eski kafalı bir adamdır ve yenilikler ödünü koparır, harcayacağı paranın hesabını yaparken olmadık yerlerden kısıntılar yapar. Eşi Alice'le mutludur, muhtemelen Alice'in hoşgörülü olmasından ötürü, yoksa pintiliğe varan tutumluluğuyla pek de katlanılır biri değildir Fergesson. Eşiyle, çalışanlarıyla ve arkadaşlarıyla konuşmalarından çıkardığımız kadarıyla II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından gelen başkanları destekler, McCarthy yanlısıdır, Kızıllardan nefret eder. Düz bir adam.

Hardley için Fergesson'ın dükkânında yaptığı iş geçicidir, "karmaşık planların, projelerin içinde olan insanlar gibi" oradan oraya koşturup önemli işler yapmak istemektedir. Zamanında Sosyalist Gençlik Birliği mensubuyken hayalini kurduğu dünyayı yaratabilmek için bir noktadan başlamak gerektiğini düşünür, İsa'nın Gözcüleri Cemiyeti'nin ilanlarını tam da bu isteğin zirveye ulaştığı noktada görür. Theodore Beckheim nam yaşlı bir adamın başkanlığını yaptığı bu cemiyet, kıyametin gelmek üzere olduğunu ve insanın doymak bilmez açgözlülüğü yüzünden dünyanın ayvayı yiyeceğini savunur. Hardley'nin kolaylıkla sürüklenebileceği bir fikirdir bu; Hardley de aynı şekilde düşünmektedir ve dünyanın yok olmaması için elinden geleni yapmak ister, cemiyete sempati duymaya başlar, hatta arkadaşlarının kendisine deli gözüyle bakmalarına rağmen bir toplantıya da katılır ama sonrasında Beckheim'ın fikirlerinden uzaklaşır, aradığını orada da bulamaz. Ablasının ve eniştesinin belirip kayboldukları bölümde eniştesinin eleştirilerini kaldıramaz, adamın böbürlenmesinden nefret eder ve hamile olan eşiyle kavga eder. Ellen, eşi Hardley'nin huzursuzluğunun farkındadır ve eşine yardımcı olmak için elinden geleni yapar, bir noktaya kadar eniştenin çıkışlarına da katlanır ama içinde yaşadıkları düşük standartlı yaşamdan kurtulmak için eşinin uyarılmaya ihtiyacı olduğunu düşünür, aşkının zayıfladığı zamanlarda kocasıyla kavga eder ve Hardley'nin hayalet gibi dolanmasını eleştirir, sonuçta eşinin kırıcı olmaya başladığı noktalarda geri adım atar ve bu döngü hep sürer, kadın her şeyin iyi olacağını umup kocasının sorumsuzluklarını sineye çeker. Hardley biriktirdikleri paradan harcayıp durmaktadır, bebeğin doğumunda gerekecek olan birikimlerinin yavaş yavaş eridiğini gören Ellen, Hardley'yi uyarıp durur ama bir noktadan sonra o da her şeyi akışına bırakmıştır, eşinin ilişkilerinin ilk zamanlarındaki haline dönmesini bekler. Boşuna.

Hızlandırıyorum, Hardley'nin kafayı kırdığı bölümler. Metnin diğer bölümlerindeki kopukluklar, birbiriyle pek de uyuşmayan, biraz şişirildiğini söyleyebileceğimiz fragmanlar bu bölüm itibariyle ortadan kalkar. Hardley beklemekten vazgeçer ve kendisine verileceğini düşündüğü güzellikleri koparma safhasını başlatır. Cemiyetten tanıştığı, kendisine aşık olan bir kadını -kadın da en az kendisi kadar dengesizdir- kullanır, onunla sevişir ve bir motel odasında kafasına sert darbeler indirir, kadının arabasını yürütüp arazi olur. Yeni doğan oğlu Paul'ü yanına alıp Beckheim'la son bir kez konuşmaya gider ama adama ulaşamaz, üzerine bir ton dayak yer, oğlunu arabanın arka koltuğunda bıraktığı için bir anlığına pişman olur ama sürüklenmeye devam eder. Bar, sokak, dayak, bar, sokak, insanlar, içinden çıkılmaz bir karmaşa. Paul yaşadığı onca şeyden sonra kaburgaları kırık bir halde hastaneye kaldırılır. İyileşir iyileşmez yaşamını dehşet verici biçimde çarçur ettiğini görür, toparlar. Yeni ev, yeni iş. Yediği onca sopa aklını başına getirmiştir, yaşamdan yaşamaktan başka bir şey ummaz, ablasının pompaladığı "özel çocuk" algısını bir kenara bırakarak eşi ve oğlu için yaşamaya başlar. Eh, mutlu veya mutsuz bir son yok. En azından ölmedi, o da bir şey.

Varoluş sancısı, vahşi kapitalizmin modern yaşamı ele geçirme yöntemleri, doyumsuzluk, mükemmellik arayışı, pek çok mesele. PKD'nin uzay gemilerine başvurmadan insanı eleştirdiği bir metin bu. PKD'ye başlamak için doğru bir tercih değil, çok sonra okunması gerek. Bir şey daha; yine facia ya bu. Yazım hataları, eksik harfler, bir sürü şey. Gonca Gülbey çevirisi. 6:45'te de aynı facialarla karşılaşıyordum, haksız bir iddia olabilir ama sanırım pek dikkat etmiyor bu yazım olaylarına. O etmiyorsa yayınevi niye etmiyor ki, ALFA bir son okutsun bu metinleri. Gerçekten can sıkıcı.