27 Ocak 2019 Pazar

Darian Leader - Depresyon, Yas ve Melankoli

Pinhan'dan Yürekte Kırk Mum'u alıp merakla okumaya başlamıştım, nicel bir araştırma olduğu için istatistiklere boğulduğumu görünce, biraz da hayal kırıklığıyla bırakmıştım açıkçası. Sonrasında Melankoli Kadındır iyi gelmişti ama bu işte, aradığım şeyi bunda buldum. Encore'un güzelliği. İlk kapağı bayağı bir tepki çekmişti, sonradan değiştirmişler sanırım. On numara olmuş. Şimdi bunu anlatıyorum, yarın da bundan çalıp çırptıklarımla Klara Miliç'i anlatacağım, orada ilginç bir yas ve narsisizm vakası var çünkü. Tam Leader'ın kalemi.

Lacancı Bakışlar serisinin dördüncü metni. Giriş bölümünde ilaç sektörüne ve bağlantılarına bir temiz giydiriyor Leader. Anlatıldığı üzere genç bir kadının anti-depresan kapsüllerinin konduğu folyoya baktığı zaman hissettiklerini, bilmiyorum, biraz olsun hissetmeyen azdır sanırım. En azından bir parçasını ben hissetmiştim. Psikiyatr size bir test uyguluyor. Benimkinin maddeleri ilginçti; "Allah'a inanmam ve eksikliğini hissetmem" gibi birkaç madde var, toplamda yüzlerce madde, hepsini birden ona kadar puanladım. Sonuçlar bir şekilde değerlendirildi, psikiyatr birkaç rahatsızlık saydı ve almam gereken bir ilaçla, bir de yeni bir randevu tarihiyle uğurladı beni. İlacı aldım, her gün yutacağım haplara baktım. Bir şeylerin ters gittiği duygusunu şimdi bile hatırlıyorum, süreç o şekilde ilerlememeliydi, bir şeyleri oldukları gibi görmek için folyoya yerleştirilmiş minik sersemleticilere ihtiyaç duymamalıydım ama tıbba da saygım vardı şimdi, bir müddet kullandım ilacı. Duygularımı kaybetmeye başladım, hiçbir şey hissetmiyordum. Göğsümü yıkık duvara çeviren acıdan kurtulmuştum ama mutluluk da basıp gitmişti, heyecan gitmişti, korku gitmişti, içeride hiçbir şey yoktu, kof kabuk gibi yaşıyordum. Bastırmak ortadan kaldırmak demek değildi, başka türlü baş etmeliydim, ilacı kullanmayı bıraktım. Bir süre tekrar ne yapacağımı bilemez halde dolandım durdum, sonra ne oldu, hayat oldu işte, şimdi mutsuz ve mutluyum. Kendimim, bu iyi olmak için yeterli. Leader da benzer bir yöntem sunuyor aslında, ilaçlar yerine yasın ve melankolinin sağaltıcı etkisini irdeliyor. Birbirinden ayrılmış birimlerin kasvetli imgesinden bahsediyor, modern bireyciliğin negatif yönünü folyolardaki haplara benzetiyor, her birimizin yalıtılmış ve diğerlerinden ayrılmış olduğumuzu söylüyor. "Toplum değerleri ve ortak çaba yerine piyasadaki mal ve hizmetlerin rekabetine göre hareket ediyoruz." (s. 7) Depresyona yaklaşımda bir problem var, sanki sadece kimyasal yollarla ehlileştirilebilir bir şey olduğu düşünülüyor ama ardında yatan temel sorunlar ortadan kaldırılmadıkça semptomlar varlıklarını sürdürüyor, gerekirse biçim değiştirerek, böylece ötelenmiş bir depresyonun yarattığı yıkım uzuyor. "Depresyon pek çok farklı durum için kullanılan muğlak bir terimdir. Yas ve melankoliyse insan hayatının bir parçası olan kayıplarla nasıl başa çıktığımıza -ya da başa çıkamadığımıza- ışık tutacak daha kesin kavramlardır." (s. 9) "Kayıplarla başa çıkma" meselesi benim için tam bir nokta atışı oldu, çocukluğumdan beri insanların kayboluşlarına tanık oluyorum ve bu kayboluşlarla nasıl başa çıktığımı, en sonunda başa çıkamamaya başladığım dönemi ve sonradan başa çıkma gücünü tekrardan nasıl kazandığımı düşününce, aslında her şeyin kendi varlığımı sabitleme ihtiyacından ve bu sabitliğin geçici olduğunu kabullenmekten geçtiğini anladım. Değişimi canlı tutmak, ateşi sürekli beslemek, bu tür bir devinim gerekiyor. Leader güzel özetlemiş: "Yas tutarken ölenler için kederleniriz, melankolideyse onlarla beraber ölürüz." (s. 13) Bu metinde geçip geçmediğini hatırlamıyorum, sanırım buradaydı, ilişkilerdeki ayrılıklar da bir nevi ölüm olarak görülüyordu, yokluğun açtığı boşluk ölümün boşluğuna benzediği için. Önceliğin melankolide olduğunu düşünüyorum. "Onlarla beraber" öldüklerimizle aslında beraber olmadığımızı anlar anlamaz yas aşamasına geçeriz, "onlar için" kederleniriz, yasımızı tutarız, zaman geçer ve yas geçer, özlemin ve acının aşındığını hissederiz, şarkılar artık o kadar acı vermemeye başlar, hatta zamanında üzüntüden dinleyemediğimiz şarkıları yüzde bir gülümsemeyle dinlemeye başladığımızı fark eder etmez şaşırırız, artık her şey daha hafiftir çünkü şarkının anlamı artık çift kanaldan gelmemektedir, anlamın diğer kanalı kaybolmuştur, sabitlenmişizdir ve akıştayızdır, kendi anlamımızla. Yas da biter, yürekteki kırk mumdan sonuncusu da söndürülür.

Leader'a göre depresyon "üretilmiş" durumda aynı zamanda, bunu birkaç kaynakta daha görmüştüm. Hafif depresyonun intiharı engelleyici bir işlevinin olduğu iddia edilmiş, birazının böyle bir itkiye yol açması mantıklı geliyor. Daha fazlası içinse yas ve melankoli süreçleri daha sağlam bir iyileşme süreci sağlayabiliyor ama bunu pek kabul etmiyoruz. "Keyifsizlik, anksiyete veya keder duygularımızı 'depresyon' terimi altında gruplandırabilmek ve sonra da bir hap almak, tüm yaşamımızı psikolojik anlamda mikroskop altına yatırmaktan daha cazip geliyor." (s. 22) Daha fazlası için arzuya ihtiyacımız var, Lacan'a buradan varacağız. Leader, Freud'la Lacan'ın sağladığı verilere ara ara yer veriyor, kullandığı patikaların kaynaklarını da öğrenmiş oluyoruz böylece. Örneğin Freud'a göre yastaki kişi kaybolanı biliyor ama melankolik kişi için kaybolanın ne olduğu tam olarak belli değil. Melankolinin kişinin öz imgesinin değişmesine yol açacak kadar ağır bir yük olduğunu söylüyor Leader, melankoliğin sadece kendisini suçladığını, değersiz ve hiçbir şeyi hak etmeyen biri olduğunu düşündüğünü ekliyor üstüne, öyleyse kendini geçmişe "kapatan" da biri olduğunu söyleyebiliriz. Kişinin güncelinden koptuğu, eskiye demirlediği, yeniye göz açtırmadığı bir durum. Melankoliğin nasıl hissettiğine dair genişçe bir bölüm var, örneklendirilmiş. "İçimde hiçbir şey yokken sevilebilir miyim?" sorusu bir soru olmaktan çıkıp kişinin kendisini döngüye sokmasına sebep oluyor, sonsuz bir güvensizlik ve değersizlik hali. Kaybedilen kişiyi göz önüne alarak düşünürsek şefkatli bir sevgiyle birlikte doğan nefretten de bahsedebiliriz, sevilen insan öyle veya böyle kaybedilecektir ve acısı daha kaybedilmeden doğacaktır, peşin bir acının boyutu sevgiyi aşabilir ve insanı bir biçimde yetersiz hissettirebilir, yeterli olsaydı kişi kaybedilmeyecekti, o halde neden bir öz nefret uyanmasın? Uyanır, melankoli böyle doğar. Leader'a göre sevgiyle nefreti ayırma çabası, kişinin arada kalmasına yol açan etkenin ta kendisi olabilir. Bu durumda yitişin kabullenilmesi gerekiyor. Sevilen yitecektir. Bu olay kabul edildiği ölçüde denge noktası çatlamaz, ego yara almaz.

Dört bölümde melankoliyle yasın doğası ele alınıyor, Proust'tan Defoe'ya kadar pek çok yazarın eserlerinden örneklerle, vakalarla, psikanalistlerin metinleriyle. Çok sağlam bir inceleme bence; bir mekanın kaybından bir insanın kaybına pek çok yitirilişin yol açtığı gedikler detaylı bir şekilde ele alınıyor. Hapları bırakmamı biraz da bu metne borçluyum, bir yol haritası çıkarma amacı yok ama bir şeyin yoksunluğunu çeken okuru toparlamada acayip işe yarıyor. Delicesine tavsiye ederim.

26 Ocak 2019 Cumartesi

İsmet Kabaağaçlı Noonan - Anılar Akın Akın

Korkunç hastayım, millet yataklara düşerken cengaver gibi gezmem nihayet sonuç verdi ve yastığa yapıştım, yastığımdan yazıyorum. Bağışıklık sistemimi kemiren ilk bakteriyi yanaklarından öperim. Bir yandan da Gerekli Kitaplar'ın paylaştığı şeyleri izliyorum, azıcık reklam yapabilirim çünkü gerçekten iyi işler. Murat S. Dural'ın yazdığı bir Lefter biyografisi var, futbol aşkıyla dolu bir hikâye. Seran, Ursula K. Le Guin'in biyografisini yazdı, bir de Stefan Zweig'ınki var. Şimdilik bu kadar ama sırada birçok kitap var, güzel işler. Zweig'la Lefter'in son okumalarını yaptım, henüz kontrol etme fırsatı olmadı, umarım eksiği gediği pek yoktur. Zaten yoktu, hiç olmasın. Reklam kuşağı bu kadar.

Balıkçı'dan da bir şeyler bıraktım, okuduğum kitaplara dönmek pek hoşuma gitmediği için sevdiğim yazarların okumadığım birkaç kitabı duruyor öyle, Brautigan mesela. Üç tane falan kalmış olması lazım. Balıkçı'dan da üç dört şey okunmayı bekliyor ama neden okumadığımı hatırladım şimdi, sanırım Düşün Yazıları'nda Homeros'la ilgili bölümler için temelim yoktu pek, İlyada'yı okumam gerekiyordu, okumaya başlamıştım ve o da ne, yüzüncü sayfadan sonrası yoktu. Eh, öğrenciyken aldığım korsan baskılardan biriydi, o paraya yüz sayfa iyi bile okudum diye düşünüyorum. Sonuçta kaldı öyle, yakın bir zamanda okurum ama Balıkçı'yı hemen okumam. Yakalanan Zaman biter bitmez yatağıma uzanıp tavana boş boş bakarken gözüm Balıkçı'nın kitaplarının rafına takıldı, sonra kızının anılarını gördüm. Ne zaman aldığımı hatırlamıyordum ama zamanı gelmişti. Devirdim. "İsmetula" babasıyla geçen günlerini büyük bir özlemle kaleme almış, kendi yaşamının dönüm noktalarını anlattığı bölümlerin heyecanıyla babasının geçtiği bölümlerdeki heyecanı ton değiştiriyor, fark ediliyor bu, sevgi dolu bir ailede büyümüş olmanın yarattığı kuvvetli aile bağları bireysel yaşamın iliklerine işlemiş durumda, bu yüzden aileyle birey arasında çok da bir ayrım yapılamıyor, sanki koca bir sevgiyi bölüşmüşler de miras olarak çocuklara bırakmışlar, bu bir silsile halinde devam ediyormuş gibi. Balıkçı'nın dobra kişiliğinin de bunda etkisi var tabii, duygularını saklamayan bir adam Balıkçı ve haliyle zor bir insan, ama işin içine birazcık sevgi karıştığı zaman her zorluk darmadağın oluyor, yaşama eklemlenebiliyor. Aslında meseleyi tek bir fikre indirgemeye çalışsam şöyle bir şey derdim, hoşgörü ve anlayış olmadan dünyanın en uysal insanı bile sevgisizlikten öldürülebilir. Onca zorluğa rağmen bir arada yaşayabilen bu aileyi bilirken imrendim ve mutluluklarını hissettim, çok güzel bir his. Ulaşabilsem İsmet Kabaağaçlı Noonan'a içten teşekkürlerimi sunardım, dünyamı renklendirdi.

Sevgi dolu ve acılı bir aile, sevgiyi acılardan koparabildikleri için sıkı sıkı tutmuşlar ellerinde. Cevat ve Şakir Paşa iki birader, II. Abdülhamit zamanında devletin üst kademelerinde görev alıyorlar ve padişahın hışmına uğrayıp sürgüne gönderiliyorlar. Hikâye uzun uzun anlatılıyor, Şam'dan Girit'e uzanan bir yolculuk, Büyükada'dan Şişli'ye, Girit'ten Bodrum'a çeşit çeşit mekan boyunca sürüklenen insanlar nihayetinde Büyükada'daki Şakir Paşa Konağı'na yerleşiyorlar. Aile meşhur, Ayşe Kulin de yazmış, İsmet Hanım anılarında yer veriyor Füreya'ya, örneğin Balıkçı'yla, Aliye Berger ve Fahrünisa Zeid kardeş, Füreya Koral da yeğenleri. Önce İsmet Hanım'ın halalarından başlamak istedim. Aliye Berger, Narmanlı Yurdu'nda tek göz bir odada çalışırmış ve yıllar boyunca sevip kavuştuğu, kısa süre sonra da kaybettiği eşi Charles Berger'in acısını her an duyarmış. Tabii birçok anı var da bir tanesini anlatayım ben, İsmet Hanım'ın yeğeni Murat daha çocukken gitar dersleri almaya başlamış. Yetenekli bir çocukmuş, kemana yönlendirilmiş ve konservatuvara girmiş. İsmet Hanım bir gün Füreya Abla'sına Charles Berger'in kemanının Murat gibi yetenekli bir sanatçının elinde tekrar konuşmaya başlayabileceğini söylemiş ama bu fikri Aliye Berger'e açamamış bir türlü, Füreya'yla Aliye o zamanlar hala-yeğen değil, kardeş ve dert ortağı gibilermiş. Füreya mevzuyu Aliye'ye açmış, Aliye onay vermiş ve keman Murat'a gitmiş ama gitmeden önce Aliye kemanı kucağına almış, konuşmuş, gözyaşlarıyla öpmüş. Murat şu an Stuttgard Senfoni Orkestrası'nda çalıyormuş. İsmet Hanım, Aliye Berger'in Murat'tan bir senfoni dinlemesinin mümkün olmadığına üzüldüğünü söylüyor.

Balıkçı'nın babasıyla arasında geçen meseleyi İsmet Hanım da pek bilmiyor, Balıkçı hiçbir şey anlatmamış ailesine. İsmet Hanım büyüyünce kendisi sorup soruşturmuş ama ailesinden pek de bir şey öğrenememiş veya pek bir şey anlatmamışlar, zira anıların bir yerinde Balıkçı hapis yatarken kendisini ziyarete gelen annesine iki kızı tarafından tepki gösterildiğini öğreniyoruz, anne rest çekip oğlunu görmeye geliyor yine de. Biraz şaşırtıcı, bu iki kız kardeşle Balıkçı'nın aralarının iyi olduğunu düşünüyoruz ama başlarda katil olarak görülen Balıkçı'nın sonradan nasıl deli gibi sevildiğini bilmiyoruz, ailenin sırrı. İşin daha karanlık bir boyutu da var, Balıkçı'nın ilk eşi. İtalyan Agnezi, kızı Mutarra ile birlikte, aile faciasının az öncesinde veya sonrasında İtalya'ya dönüyor ve Mutarra'ya babasını unutmasını söylüyor. Balıkçı, ilk eşinden ve kızından söz etmiyor hiç, elinde bir tek Mutarra'nın kendi çizdiği resmi var ve özlemini belki de o resme bakarak dindiriyor. Yaşamı boyunca eski eşiyle ve ilk kızıyla hiç karşılaşmıyor. Büyülü bir yaşamı var İsmet Hanım'ın, bu olayların yaklaşık yüz yıl sonrasında Mutarra'nın kızları veya torunları bir gün dedelerini aramaya geliyorlar, Bodrum'da Cevat Şakir Sokağı -belki de Caddesi- önlerine çıkınca sevinçten deliriyorlar, sorup soruşturuyorlar ama bir şey çıkmıyor. Sonra İstanbul'daki İtalyan Lisesi'nin müdiresi arıyor İsmet Hanım'ı, ailesinden birilerinin kendisine ulaşmak istediğini söylüyor. Böylece İtalya ve Türkiye arasındaki özlem sona eriyor, aile tekrar bir araya geliyor. Ya çok etkileyici bir şey değil mi bu, benim tüylerim diken diken oldu okurken.

Birkaç anıdan bu kadar şey çıktı, geri kalanlarına da kısa kısa değineyim. Sabahattin Ali'yle çıkılan Mavi Yolculuk ve İsmet-Sabahattin Ali mektuplaşması. Safiye Ayla'nın Balıkçı'nın evine gelip bütün Bodrum'a bir masanın üzerinde verdiği konser, Bodrum'un 1930'lardaki cennet hali, Şişli'deki apartmanda odasına giren küçük İsmet'in yatağında çırılçıplak uyuyan bir Neyzen Tevfik, bir dünya şey. Balıkçı'nın güzelliği bir yana, dolu dolu geçen bir yaşamın güzelliğini de buluyoruz bu anılarda. Çok güzel, merhaba!

24 Ocak 2019 Perşembe

Marcel Proust - Yakalanan Zaman

Bittiği zaman boşluğa düşüren şeyler: Six Feet Under. İşi gücü bırakıp bunu izlemiştim, dünya umrumda değildi. Muz. Spor yapanlar için mühim meyvedir, fiyatından ötürü daha da mühim bir meyvedir. Bir de Proust'un malum eseri. Gerçi hemen Halikarnas Balıkçısı'nın kızının anılarını okumaya başladım ama olsun, bir daha okuyamayacağım malumu. Neden, çünkü benim için mekan, zaman ve benlik değişti. Tekrar okumaya kalksam başka biri okuyacak ama bir aşinalık duygusuyla. Hoş değil. Yepyeni bir şey okumak istiyorum, devam ediyorum. Ara ara döneceğim gerçi; elimde Beckett'ın, Deleuze'ün Proust ve eseri hakkında yazdıklarıyla Proust'un mektupları var, onları aralara sıkıştıracağım ama, işte, bir şeyi bitirmenin değil, yeni bir şeye başlamanın acısı daha koyu. Gerçi Proust, "Zaman" dediği mevhumu yakalamak için heyecan verici bir itkiyle başladığı eserini kaygıyla bitiriyor, bahsettiğimin tersi bir durum var. Hastalığı ilerlemişken son bir sosyete gezintisine çıkıp insanların ve kendisinin değişimini anlattıktan sonra eserinin bittiğini göremeyeceğine dair derin bir kaygı taşıyor. Son birkaç cildin basıldığını göremiyor zaten, noktayı koyduktan bir süre sonra hayata veda ediyor. Zamanı olsaydı yakalamaya devam edecekti gibi geliyor bana, insan böyle bir tutkuyu sürdürebildiğince sürdürmek ister. Yakaladığı kâr. Okur için de. 

Kapanış metni bu. Anlatı zamanının güncel olayları dışında yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni imgeler yok, aksine, madlenden Combray'ye, ilk metindeki uyku ve anneyi öpme meselesinden insanların aşk acılarına kadar hemen her şeyin üzerinden tekrar geçiliyor ve hepsi birbirine bağlanıyor. Ortalarda yer alan Zaman'ı yakalamakla ilgili bölümde bütün bu bağlanışları, anımsanan her bir ögenin birbirine nasıl eklendiğini görüyoruz, anı işçiliği diyeceğim buna, koca bir bütünü -yaşamı- olduğu gibi alıp üzerinde ince ince çalışarak parçalara ayırmak, sonra bambaşka bir şekilde bir araya getirmek için en küçük detaylardan bile fayda sağlanabilir, Proust bir metni okurken eş zamanlı olarak mekanı, zamanı ve kendimizi okuduğumuzu söyler, bundan yola çıkarak bazı eylemlerin sadece o eylemlerle ilgili sebepler sonucu ortaya çıkmadığını düşünebiliriz. Bir filmi bir daha izlemeyiz, bir şarkıyı bir daha dinlemeyiz veya durmadan dinleriz, bir yere sürekli gideriz veya bir daha hiçbir zaman gitmeyiz. Gittiğimiz zaman geçmişin bir parçasını çağırmış oluruz, şimdi zaten sürüp gitmektedir ve gelecek de bu ikisinden ibaret bir tahayyülün ürünü olduğu için onu da çağırmış oluruz, böylece o mekanı, zamanı ve kendimizi farklı bir biçime bürürüz. İyidir, ilerlememizi sağlar. Proust'un ilerleyişleri sayısız parçaya ayrılmıştır ve bu son metinde bütün parçalar toparlanır. Onca şey unutulmuş olsun, bütün o insanlar hatırlanmaz olsunlar, yine de bir bütünün parçası değilmiş gibi, müstakil bir esermiş gibi okunabilir bu. Bir yorum okumuştum bu esere dair, yıllara yayılmış bir okumanın Proust'un yapmak istediği şeyin okumadaki karşılığı olduğu konusunda. Makul, unutulmuş her şey tekrar hatırlanabilir ve yakalanabilir. Gerçi benim için geçerli değil bu, çoğu şeyi hemen unuttuğum için araya çok zaman girmedi, altı aya yaydım ciltleri. Yine de o tür bir okuma da kulağa hoş geliyor, bilince de hoş gelebilir. 

Orman manzarası, Combray Kilisesi, çan kulesi, yağmur, oda ve Gilberte'le çıkılan gezintiler, iç içe geçmiş parçalarla sağlam bir başlangıç. Robert'in hayatında pek çok kadın var, sonradan öğrendiğimize göre erkekler de giriyor araya ama amcası M. de Charlus'deki gibi "dejenere" bir durum yok ortada. Hep merak ettim ve Fransızca öğrenmediğim müddetçe veya bir Proust uzmanıyla konuşmadığım sürece öğrenemeyeceğim galiba; Proust "sapıklık" olarak adlandırıyor eşcinselliği, arada bir yerde bunun aslında pek de sapıklık olmadığına dair kısacık bir şey söylüyor ama bulamayacağım orayı şimdi, her neyse, "sapıklık" acaba Roza Hakmen tarafından hangi sözcükten, hangi bağlamdan, hangi sosyal şartların içinde var olan bir kavramdan çevrildi? Bu bir dursun, yıllardır cevabını aradığım soruların yanına koydum. Robert evlenir evlenmez ordudan ayrılıyor, maddi sıkıntılar içinde yaşamaya başlıyor ve Gilberte'e yalan söylüyor durmadan. Hemen Albertine'e duyduğu aşka gidiyor anlatıcı, Gilberte'le Albertine'i, Robert'le kendini eşliyor ve Albertine'e duyduğu aşkın bitmiş olduğunu anladıktan sonra bir şeyin bitmesi halinde yaşanacakları, Robert'le Gilberte'in durumunu daha iyi anlıyor. Robert'in sosyetedeki davranışları, metresleriyle kurduğu yaşam da gözlemleniyor ve görüyoruz ki karargahta anlatıcıyı ağırlayan, en kötü zamanlarında anlatıcının yanında olan eski Robert'den eser kalmamış, karşımızda bambaşka bir adam var. Aslında metnin sonlarında ortaya çıkan insanların değişimi konulu bölüm daha en başta öncüllerini veriyormuş, şimdi fark ettim. Neyse, Robert'in sosyetedeki davranışlarından birçok insana açılıyoruz, özellikle Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sosyetedeki insanların değişimleri için önemli etkenler olarak ortaya çıkıyor. Gerçi bir yerde anlatıcı için insanların söylediklerinin değil, söyleyiş biçimlerinin önemli olduğunu görüyoruz ama bu mesele önemli; Dreyfus meselesinden sonra insanların onca çalkantı yaratmış bir olayı hemen unutup bir yenisine sarılmalarının yarattığı tepkiyi görmek oldukça ilginç, anlatıcı için bütün bunların kaydı tutulmalı, zira gerçeklik algısını son derece bozan bir şey bu hızlı değişimler. Üstelik, örneğin bir konu hakkında konuşan anlatıcının söylediklerini umursamayanlar, bahsedilen şeyleri anımsamayanlar, gerçekten anımsamayanlar ortaya çıktıkça neden zamana daha sıkı sarıldığını, belki de her şeyi yazıya dökmek istemesinin temel nedenini anlayabiliyoruz. Kişisel tarihimizde yeri olan şeyler bir başkasınca hatırlanmayabiliyor, inkar edilebiliyor, o bir başkasının olayların paydaşı olmasına rağmen. Bu durumda, eh, yaşananları bir yere çiviler gibi yazma dürtüsünü anlamak kolaylaşıyor. Anlatıcı biraz daha şanslı, zira Goncourt'un -hangisi, bilmiyorum- yazdığı bir günlükte anlatıcının bulunduğu davetleri düzenleyenlerin daha eski bir zamandaki davetleri başka bir gerçeklik algısıyla aktarılıyor, anlatıcı kendi anlatısıyla Goncourt'unkini kıyaslayarak bulunduğu yeri ve bakış açısını daha iyi kestirebiliyor. Günlükten bir parçayı uyumadan önce okuyor anlatıcı, okuduğu bölümü olduğu gibi alıntılıyor, böylece Guermantes tayfasının geçmişteki vaziyetlerini de görebiliyoruz. Ayrıca anlatıcıya, "Hade len!" deme şansını da yakalıyoruz: "Goncourt görmeyi de, dinlemeyi de biliyordu; ben bilmiyordum." (s. 2806) Goncourt'un bir şekilde gördüğünü anlatıcı başka bir şekilde görüyor, örneğin kendi yazdıklarından başka Goncourt'unkileri de gördüğü zaman, anlattığı kişilerin "gerçek" kişiler olduklarını anlıyor, bir idrak ânı. Edebi yetenekten yoksun olduğunu defalarca söylüyor anlatıcı, acaba edebi bir eser ortaya koymayı amaçlamadığı için mi? Yaptığı şeyi sanat veya edebiyat için yapmaktan çok kendisi için yaptığına dair bir inancım var. Kendisi için derken, Zaman'ın içinde kendini bir yere sabitlemek için. Buraya geleceğim gerçi, Zaman meselesi uzun. 

Dreyfus taraftarlığı, büyük savaşlarda tutulan saflar, çelişkiler, çatışmalar yine genişçe bir yer kaplıyor ama özellikle Robert'in savaş stratejileriyle ilgili fikirleri ve M. de Charlus'nün kan bağından ötürü, soylulukla ilgili meseleleri yüzünden içten içe Alman taraftarı olması meselesi oldukça ilginç. İş yine dönüp dolaşıp sosyetenin ikiyüzlülüğüne, kaypaklığına geliyor sonuçta, Dreyfus meselesinde taraf tutanların siyasi çıkar elde etmek için uğraştıkları, savaşlar çıktığı zaman anlaşılıyor, zira facianın boyutu büyüdüğü zaman eski davaların tarafları ortadan kalkıyor, eski düşmanlar başka bir amaç için bir araya gelip her şeyi unutabiliyorlar. Yıllar sonra bir davete katılan anlatıcı, geçmişte düşman olarak gördüğü bir gencin bir şey olmamış gibi yanına gelip sohbet etmesini garipsemiyor bu yüzden, zamanla birlikte değişen düşüncelerin bir temiz analizini yapıyor ve Morel'le M. de Charlus arasındaki bozukluğun neredeyse düzeldiğini de söylüyor ama gerçekleşmiyordu bu galiba, iki taraf da birbirinden çekiniyor ve yapılan yamuklar yapıldığıyla kalıyor. Gıcık arkadaş Bloch bile artık saygı duyulan, Yahudiliği önemini kaybeden bir adam olarak çıkıyor karşımıza, gençliğindeki bencilliği ve sivri dilliliği törpülenmiş, yeni bir adam olarak beliriyor ortamlarda Bloch. Önceleri kendisini umursamayan insanlar onun yanına geliyorlar, yeni zamanlar yeni ilişkileri doğuruyor. Her şeyin akışkan olduğunu bu son ciltteki biçimle belliyorum, insanlar buradaki şekilde hatırlamıyor. "Ben sizi yeni baştan yaratmak zorunda mıyım kardeşim?" diyesim geliyor bazen, çok önemli şeyler hatırlanmıyor, deliresi geliyor insanın. Seksen tane detay veriyorum, yine hatırlamıyorlar. Şener Şen'in tertemiz delirişi gibi tırlatsam da kafam rahatlasa diyorum, sonra yeni bir şeye başlıyorum ve geçiyor. Eh.

Zaman'ı yakalamanın doğasıyla bitiriyorum. Gerçek cennetlerin kayıp cennetler olduğunu söylüyor anlatıcı. Unutulanları bir araya getirmeye çalışan şairlerin cennete kavuşma hevesleri olmasaydı arayışın saadetini böylesi bilemeyecektik belki, geçmiş her yönüyle imgelere siniyor ve dilde yoğunlaşıyor, böylece kendi arayışımıza çıkabiliyoruz ve başkalarının arayışını anlayabiliyoruz. Aradan parçalar seçeyim de alayım buraya, olayın anlamı ve önemi ortaya çıksın. Tabağa çarpan kaşıkla tekerleğe vuran çekicin sesi, Guermantes Konağı'nın avlusuyla San Marco Bazilikası'nın görüntüsünü canlandırabiliyor, seslerden görüntüler, görüntülerden insanlar, zamanlar, her şey hatırlanabiliyor, bütün duyular her an harekete geçmeye hazır. Aşkın benlikleri öldürüp dirilttiğinden bahsediliyor, bu benliklerin aranışı her bir aşkta farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Kayıp Zaman'ın ölü benliklerde aranabileceğini görüyoruz. Hazzın yaşandığı sırada değil, anıya dönüştüğü sırada anlaşılabileceği bir başka mesele. Sanat eserinin bu Kayıp Zaman'ı yakalamanın tek çaresi olduğu fikri yine bir mesele. Daha da özü şu: "Bizim tarafımızdan çizilmemiş işaretlerle, simgelerle yazılmış olan kitap, bize ait tek kitaptır." (s. 2965) Müthiş. Kendimize bakmak istersek dıştan içe doğru ilerleyen dünyaya bakmak zorundayız.

Son. Büyük bir şey karşısında duyulan huşu. Hayranlık. Proust.

21 Ocak 2019 Pazartesi

Philip K. Dick - Ubik

Ubik, saçlarınızı şekillendirir. Arabanıza jant, başınıza yastık, ayakkabınıza kerata, Ubik. Her yerde, her an size yardıma hazır. "Ubique" aslında, hep orada olan. PKD'nin 1960'ların sonlarına doğru, belki çok daha öncesinden kurmacaya bulaştırdığı bir fikir. Waking Life'ı izleyenler için referans hazır. Son rüya katmanında tilt oynayan bir eleman var, şimdi biraz araştırınca filmin yönetmeni Richard Linklater'ın ta kendisi olduğunu gördüm. Beğendiğim sayısız yönetmen var ama öznel nedenlerden ötürü Linklater'ın hastasıyım, benim için bir numara. Her neyse, oynayan adam PKD'yle ilgili bir hikâye anlatıyor, bu metnin yazıldığı zamanlardan. Hangi metin olduğunu söylersem spoiler olabilir, söylemiyorum, PKD bir metin yazıyor ve dört yıl sonra metindeki karakterle, karakterin sevgilisiyle ve birkaç kişiyle daha karşılaşıyor, aynı adlar ve aynı soyadlar. Kendi yarattığı kurmaca karakterlerle gerçek hayatta karşılaşmak, hatta olaylarla da karşılaşmak delirtici bir şey. PKD bir rahibe gidiyor ve olayları anlatıyor. Rahip, anlatılan mevzunun Elçilerin İşleri'nde birebir yer aldığını söylüyor ki PKD bahsedilen metni okumamış. Tam hatırlamıyorum, PKD metni okuyor ve gece uyuyunca rüya görüyor galiba, rüyasında bir karakter beliriyor ve PKD'nin her yerde bulunma meselesini açıyor. Aslında tek bir zaman var, şimdi. Milattan öncesiyle şimdi arasında herhangi bir fark yok, birbirine benzeyen ve aralarında iki bin yıldan fazla zaman olan metinler aslında aynı. Tek bir sonsuzluğun içinde yaşıyoruz ve bu gerçeği anlayabilmek çok zor, dünyayla çepeçevre sarılmış durumda olduğumuz için normlardan kurtulamıyoruz ama eğer biraz olsun sezebilirsek bunu, dışına çıkılabilir. Aşağı yukarı böyle bir şey. Tao'yla haşır neşir bir adam PKD, halusinojen maddelerle de kafayı bir temiz yıkadıktan sonra gerçeğe bir adım daha yaklaşıyor. Bu bağlamda Ubik belki de PKD'nin en saf, en PKD metni. Gerçeklik alternatifleriyle, kurmaca dünyanın geçirdiği zamansız değişimlerle, karakterlerin tekinsizliği ve numaracılığıyla, tüketim toplumunun yerin dibine gömülmesiyle, her şeyiyle. Sözlük'te bir yorum okudum, hoş: Bölüm başlarında Ubik'in reklam metinleri yer alır, tüketiciler için yol tabelaları. Okurlar için yazıldıkları söylenmiş, bir nevi uyarı aslında. Ubik'i kullanırsanız zamanın etkilerini ortadan kaldırabilirsiniz, kaldırmalı mıyız peki? Biçimlendirilmiş yaşamın sunduklarına ne kadar boğulursak gerçeği sezişimiz o kadar çarpılır, Ubik adamı çarpar, dikkatli olmalıyız. Evet.

Okumayı bitireli on gün oldu ve aklımda nesi kaldı, korkunç bir şaşkınlıktan fazlası değil. Karakterler tamam, mekanlar tamam ama kurguya ne oldu, hatırlamıyorum. PKD'nin zaman üstüne zaman üstüne zaman bindirmesinin sonucunda yön -yaşam?- duygusunu kaybetmiş karakterlerinin oradan oraya sürüklenmeleri, yaşadıkları dünyanın süreğen değişimine uyum sağlamaya çalışırlarken, evet, çok ilginç işler oluyordu. Bakayım bir. Öncelikle PKD'nin şahane bir twist ustası olduğunu söylemek lazım. Başlarda kayıp olduğu söylenen Melipone nam bir telepattan haberdar oluyoruz. Bu kayıp kişinin kuvvetli bir etkileme alanı var, benzerleri arasında çok önemli biri. Runciter'ın şirketi için benzeri zor bulunur bir nimet, ortada yok. Şirketin amacı, ihtiyaç duyanlara psişik bir koruma alanı oluşturmak, özellikle ticari örgütler için hayati önemde bir iş. Çeşitli yeteneklere sahip olan insanlar -mutantlar?- her an tehlike yaratabilecek durumdalar ve Runciter isteğe göre birkaç kişilik mutant grubu oluşturup bu tehlikeli arkadaşları durdurabiliyor, şirketin ortağı Chip'in önderliğinde. 1992'de geçiyor mevzu, Ay kolonileştirilmiş, ticari faaliyetler sürdürülüyor ve rakip şirketler, devletlerin de bulaştığı katakullilerle birbirine üstünlük kurmaya çalışıyor. Neyse, sonuçta Chip ve adamları kiralanıyor, Ay'a gönderiliyorlar. Meseleye pek çok karakterin karıştığını ve ara sıra ortadan kaybolup belirdiklerini buraya sıkıştırayım, hepsinin izini süremeyeceğim şimdi. Bir de yarı-yaşamlılardan bahsetmeliyim. Bunlar ölen insanlar, beyin aktiviteleri ara ara canlandırılabiliyor, Runciter'ın eşi bunlardan biri, şirketle ilgili taktikler veriyor ara sıra. Reklam fikirleri, ticari çözümler, bir sürü şey.

Adamlarımız Ay'a gidiyorlar ama aralara notlarımdan sıkıştırayım. Karakterlerden biri bir rüya görüyor, kırmızı bir sis bulutu içinde yürüdüğüne ve daha pek çok şeye dair. Bir başka karakter, rüyanın Tibet Ölüler Kitabı'ndaki olaylara benzer yönler taşıdığını söylüyor falan, bunlar PKD'nin kodları işte, ara ara yakalanabilir. Rüya, bir başka yaşam, sonsuz döngünün metinleri, her şeyin her şeyde bulunması, bilmem ne. Bir de detaylara dikkat ederek okumak zorundayız, bir anlığına beliren karakterlerden birinin sonradan kilit bir rolde ortaya çıktığı vakidir, PKD bunu yapmayı seviyor. Başlarda bir yerde anlatıldığına göre bu yarı-yaşamlıların bulundukları tesislerde bir cihaz aracılığıyla yürütülen görüşmelere kaynayan biri var, parazit gibi giriyor ve çıkana kadar konuşmayı kendi varlığıyla, konuşmalarıyla sabote edebiliyor, hatta yarı-yaşamlıların beyinlerini maniple edebiliyor. Ne işimize yarayacak bu diye düşünmüyoruz hiçbir şey için, her şeyi aklımızda tutup adım adım kurulan dünyaya eklemlemeye çalışıyoruz ama açıkçası tahmin edememiştim ben dönüm noktasını, Ay'daki patlamanın ve sonrasındaki olayların rakip şirketin mutantlarının -Psi'ler diye geçiyor aslında- bir olayı olduğunu düşünmüştüm. Neyse, Ay'a gidiyorlar ve söylendiği gibi bir durum olmadığını, tongaya getirildiklerini düşünüyorlar, sonrasında bir patlama, herkes iki seksen. Kalkıyorlar, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar ama her şey yavaş yavaş değişiyor. Zamanda geriye gidiyorlar, para birimleri ve etraftaki nesneler değişiyor, bir tek Ubik sabit kalıyor. Ubik iyi bir ürün, biyolojik zamanı durduran ve hatta geriye alan bir zımbırtı. Sprey gibi bir şey. Belki de akışkandır, hatırlamıyorum, eczanelerde satılıyor. Chip'in özellikle buna ihtiyacı oluyor, zira teker teker avlanıyorlar. Ölümler başladıktan sonra ve hatta öncesinde de herkes birbirinden şüphelenmeye başlıyor ki yine PKD'in paranoyak dünyası çıkıyor ortaya, herkes şüpheli ve herkes birbirinden sakınmak zorunda, bir ölçüde. Nelerin olup bittiğini anlayabilmek için işbirliği yapmak zorundalar. Kolaylıkla kuruyor bu gerilimli noktaları PKD, son derece doğal. İmreniyorum, insanın nasıl düşündüğünü iyi biliyor.

Neler oluyor, zamanda geriye yolculuklar başlıyor ve dünyalara uyum sağlamak zorunda kalıyorlar. Zıplamalar aniden gerçekleşiyor, ne olduğunu anlamadan bambaşka bir yerde buluyorlar kendilerini. Chip, kendisine bırakılan mesajları fark edene kadar dolanıp duruyorlar, çözemiyorlar gizemi. Ne zaman ki Ubik şişelerine, reklam tabelalarına, televizyona dikkatle bakmaya başlıyor, o zaman kendisine kısa kısa mesajlar gönderildiğini anlıyor. Mesajları birleştirince, eh, ters köşeyi burada vermeyeceğim. Müthiş bir final ama, şaşkınlıktan gözlerim pörtlemiş olabilir.

Ne denir, PKD'nin en iyi metinlerinden biri denebilir. Kabus gibi, uyanılamayan bir düzlem var; Chip'in çaresizliği her seferinde başka bir kabusa uyanan insanın çaresizliği. Yaşama uyanamadığı için gerçeklik algısını kaybediyor, iyi bile dayanıyor aslında, sürekli değişen bir dünyadan kurtulmak için yapabileceği hiçbir şey yokken, zaman atlamaları ve içinde bulundukları katakulliyi düzenleyenlerin acımasızlığı sonucu arkadaşlarının başına geldiği gibi atomlarına ayrılma tehlikesi de varken üstelik, şişelerden gelen direktiflerle meseleyi çözemese de sağlam bir karakter olacaktı. Özetleyeyim; bunun en iyi üç PKD metninden biri olduğu söyleniyor, okumadığım çok şey var ama tepelere bir yere koyarım ben bunu. Yazarın hızlı zamanlarında yazdığı şeyler daha girift, bunun gibi. İyi yani, tür için bir klasik.

18 Ocak 2019 Cuma

Aleksandros Papadiamantis - Hadula

Ari Çokona'nın bir röportajında Papadiamantis anılıyor, Çokona'ya göre Türkçeye mutlaka çevrilmesi gereken bir yazar. Bir öykü derlemesi çevrilebilirmiş mesela. Attım hafızaya, sonra Jaguar'ın kitaplarını incelerken Papadiamantis'in bir romanının çevrildiğini gördüm, alıp okudum. Jaguar'ın ne şahane işler peşinde koştuğunu anlatmaya, söylemeye gerek yok. Bastıkları birçok kitabı aldım, birkaç tane kalmıştır almadığım, onları da zamanla. Okumadığım daha çok, onları da zamanla. Her şey zamanla. Ben kendilerine buradan teşekkür eder, daha da muvaffak olmalarını dilerim. Bir okurunuz garanti, paşa gönlünüze göre istediğinizi basabilirsiniz. Gerçi aynı şeyi söylediğimde Pinhan'ın başındaki abi, "Depodaki yedi yüz elli kitabı ne yapacağımı düşünüyorum, onlar biterse Kosztolányi'den başka şeyleri basmayı düşünürüm," demişti. Kısacası alalım, okuyalım. Çünkü süper bir şey. Ben mesela, her gün okuyorum. Üç saat yolda, iki saate yakın evde, yeter. Telefon, televizyon gibi zararlı alışkanlıklarım yoktur, zamanım bolcadır. Uyumadan önce mutlaka şiir okurum, rüyalarım bazı bazı nesre döner, zira iki negatif bir pozitif eder. Yürürken bol bol düşünürüm, genelde Jaguar'ı. On iki bin küsur adım atmışım bugün, demek ki yeterince düşünmemişim, yarın daha çok yürüyüp daha çok düşüneceğim. Yarın bambaşka bir gün olacak. Çünkü daha gelmedi.

Herkül Millas'ın önsözü. Okunabilir, spoiler yoktur. Değindiği meseleleri az az ele alayım. Birincisi, Yunan edebiyatının eserlerinin pek az çevrilmesi. Aynı şeyin onlar için de geçerli olduğunu söylüyor Millas, Halit Ziya Uşaklıgil örneği üzerinden giderek bu büyük yazarın Yunancaya çevrilmesinin gecikme nedenlerini düşünüyor. Değersiz bulunduğu için mi? Uşaklıgil'in öyküleri müthiştir, üstelik zamansız bir müthişliktir bu. Papadiamantis de müthiş, Millas'ın kıyasına göre. Sait Faik'in Yunanca çevirilerinin de piyasada bulunmadığı söyleniyor, aynı durumdan. İdeolojik meselelerden bahsediliyor, uzun hikâye. Yazar anlatılıyor sonra, numunelik bir adam. Atina Üniversitesi'nin felsefe bölümünde okumak için doğup büyüdüğü adadan ayrılıyor ve okulunu bitirmeden geri dönüyor. Fransızca öğreniyor, resim yapıyor, ders vererek geçiniyor. Öyküleri pek beğeniliyor, romanları da. Sakalı karmakarışık, düzensiz giysili, çamurlu ayakkabılı, defolu görünüşlü bir adam kısaca. 1906'da  Atina'daki yazar kahvelerinde görünüyor, Kazancakis'in de takıldığı mekanlarda. Yaşamını sürdürmek için sürekli yazıyor, çeviriyor ve hastalanıp adasına dönüyor, 1911'de de ölüyor. Millas'ın çizdiği portre böyle. Edebi kişiliği hakkında ilginç bilgiler var; Yunan kimliğini ve dünyasını en gerçekçi ve çarpıcı biçimde yansıttığını düşünenlerle sıradan ve ahlaki öyküler yazdığını düşünenler karşı cephelerde. Muhafazakarlar ve Ortodoks Hıristiyanlar pek severmiş kendisini, halkın inançlarını ve değerlerini sıklıkla dile getirdiği için. Dil meselesi de ilginç; ağdalı bir dil olan Katharevusa ile halk dili Dimotiki'nin mücadelesi varmış, ideolojik bir savaş. Kathaverusa'yı kullanmış Papadiamantis, yenik grupta yer almış.

Yazarın Dostoyevski'ye benzetilmesini anlamlı buluyor Millas. Karakterlerin dönüşümleri, zıt kutuplar arasındaki gidiş gelişler Papadiamantis'in de esas meselesi. Hadula'ya baktığımız zaman tam Dostoyevskilik bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Halktan biri, şifalı otlarıyla geçinmeye çalışan, çocuklarına ve torunlarına bakmaya çalışan bir kadın. Bir noktada deliliğin kucağına düşene kadar şefkatini kimseden esirgemiyor, kırılışının ardından da sinsiliğini ve kurnazlığını seriyor ortaya. Papadiamantis ara ara karakterlerin geçmişlerini de kurcalıyor, Hadula'nın yardım ettiği insanları ve kendi çocuklarını Hadula'nın hafızası üzerinden metnin güncel zamanın dışına sıkıştırıveriyor ve anlatıyı derinleştiriyor, karakterleri de. Başta bilindik bir açılış var, Hadula'nın kişiliği hakkında biraz malumat. "Küçük bir çocukken ailesine hizmet ediyordu, evlendiğinde de kocasına kul köle olmuştu. Belki kendi mizacından, belki de kocasının yetersizliğinden, onun bakıcısı olma noktasına gelmişti. Çocukları olduğunda, onlar için saçını süpürge etmiş, çocukları da çoluk çocuğa karışınca, kendini tamamen torunlarını büyütmeye adamıştı." (s. 20) Anlatının geçtiği dönem bağımsızlık mücadelesinin çok uzak olmadığı bir dönem, yoksulluğun evin duvarlarında kök saldığı zamanlar. Arnavutlar ve Makedonlar ülkeye geliyorlar, Yunanlar bu iki ülkeye gidiyor, insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için hareket halindeler. Hadula ve ailesiyse yaşadıkları adada -Papadiamantis'in de yaşadığı ada, Skiathos- hayatta kalmaya çalışan yoksullardan. Kocasının biraz kolay kandırılabilir ve para tutamayan yapısı yüzünden Hadula kocasının maaşına allem ve dahi kallem edip el koyuyor, kara mizah devrede. Evliliklerinden öncesi ve sonrası da oldukça sıkıntılı; ailelerle alakalı problemlerde Hadula'nın hırsızlığı ve ailesini zor duruma düşürmesi gibi meseleler var. Tam bir objektiflik hakim, kadın ne bir azize, ne de bir günahkar. İyilik ve kötülük yan yana yürüyor.

Çocuklarının hikâyeleri Hadula'nın çileli yaşamına ayna tutuyor. Erkek çocuklarından biri suç makinesi olarak büyüyor, bir diğeri evlenip beş çocuk doğuruyor, diğerleri başka şeyler yapıyor, sonuçta baş ağrısından beş adet var. Kardeşler birbirlerini bıçaklıyorlar, polislerden kaçıyorlar, ABD'ye uzayanları var, çeşit çeşit. Torunlarından sonuncusu doğduğu zaman kızın dünyaya gelmemesini istediğini dile getiriyor Hadula, yaşlı haliyle çocuğun da kendisine benzeyeceğini, kaderinin kendisininkiyle bir olacağını düşünüyor ve hayatla başa çıkamamaya da bu son çocuklar birlikte başlıyor. Metnin yarısından itibaren soğukkanlı bir katile dönüşmesini izliyoruz kadının, çocukları öldürmeye başlıyor, şifa dağıtmak için girdiği bir evdeki yeni doğanı öldürüyor, sonra iki kız kardeşi öldürüyor, etrafındaki insanlara masum rolü kesip kirişi kırmaya çalışıyor ve dağlara çekiliyor. Bir bebeği de burada öldürüyor, peşinden gelenlerden yırtmak için yalan üstüne yalan söylüyor. Yaşamın getireceği zenginlikleri belki de çocukluğundan beri duyup görmemiş, her bebeğin yeni bir başlangıca sahip olduğunu düşünmekten deliriyor belki, bebekleri kıskanıyor ve cinayet işlemeye başlıyor. Kuruluşu açısından sağlam bir karakter; havada kalan bir davranışı yok, geçirdiği dönüşüm akla yatkın, makul bir karakter. Makullüğü ölçüsünde başarılı, herhangi bir gevşekliği yok, kurmacaya sıkı sıkıya ilişik.

Dönemin şarkılarından parçalar, insanlarından diyaloglar, denizlerinden balıklar ve patikalarında kaçışlar var bu metinde, zamanının iyi bir kaydını tutmuş Papadiamantis ve insanın doğasını bir güzel çeşitlemiş. Pek hoş, okunmasını tavsiye ediyorum. Kundera da övmüş Papadiamantis'i, bu da önemli bir şey. Dilerim Jaguar Papadiamantis'ten başka bir şeyleri de basar. Kitap okurken metroda ve vapurda belli yerlerim vardır, okula gittiğim günler aynı saatlerde, aynı koltuklarda görürsünüz beni. Kosztolányi basmadılar ondan sonra, üzülüyorum. Oğuz Tansel'in şiirlerini seviyorum. Bahar gelse de bisiklete binmeye başlasam yine. Bu arada, gecenin suyundan içtiniz mi? Göle taş, göze yaş düştünüz mü?

17 Ocak 2019 Perşembe

Gamze Güller - İçimdeki Kalabalık

Güller'in öykülerinde iki mevzu var ki hemen her öyküde karşımıza çıkıyor bunlar; biri insanlar. Çok insan. Çok fazla insan. Her yerden fırlıyorlar. Kitaba adını veren öyküde pik yapan bir kalabalık var, Yer Açın! Yer Açın!'daki kadar rahatsız edici bir öykü dünyası yaratıyor bu insanlar. İkincisi de şeyler. Şeylerin arasında boğulan insanlarla alakalı bir öykü var yine, müthiş bir öykü. Oraya geleceğim ama bir iki şey daha: Güller sözcüklerini ince eleyip seçtiği için anlatının şişmemesini sağlıyor, bu açıdan imrenilecek bir dil "hesabı" diyeceğim, dil hesabı var. Karakterlerin psikolojik dünyaları çoğalmaya, öykünün dünyasını doldurmaya pek meyilli ama böylesi ince bir kurmacada olmaları gerektiği gibiler. Nevrotik karakterlerin bile bir desturu var. Şimdi düşününce aslında, Gel Pisi Pisi adlı öyküde bu durum biraz daha esnetilebilirmiş gibi duruyor. Anlatıcı bir kadın, evi temizlerken giderek kayışı koparıyor ve topyekun bir temizliğe girişiyor. Büfedeki bardaklardan -kayınvalidesinin hediyesi- yerdeki döşemelerin altlarına kadar hemen her şey elden geçiyor, parçalanıyor, kırılıyor, kapıya gelen kapıcıya ve komşulara tersonun kralı yapılıyor ki çok trajikomik; bir yandan gülüp bir yandan üzüldüm. İki meselenin tekrarı da bir arada tutuyor olayları; biri her bir anımsayışta adı değişen kedi, diğeri de temizlenen eşyaların sayımı sırasında araya sıkıştırılmış hayal kırıklığı, üzüntü, huzursuzluk, pek çok şey. Öykünün sonu da olasılıklar arasından seçilen uygun bir son ama şöyle ki adım adım yükselen, yakalayan şahane bir öykü için çok daha iyisi olabilirmiş gibi geliyor. Her neyse, başka bir şey diyecektim, diğer öykülerdeki "sesin" bir benzeri var burada, belki de en nevrotik karakter bu öyküde ama anlatım çeşitlenmemiş, biraz daha, nasıl diyeyim, dilde de krizin izi görülebilirmiş. Başkaca da bir eleştirim yoktur, insanın toplumla ve eşyayla olan sıkıntısını görebileceğimiz şahane öyküler var kitapta.

Dağların Soluğu ödüllü bir öykü, sevdiği adamı canı pahasına arayan bir kadının anlatıcılığında bir umudun ve acının izi sürülüyor. Zorlukla bulunan köhne bir uçak, uçaksavar ateşinden kaçınmak için daireler çizerek inişe geçer geçmez zorluklarla dolu bir arayışın orta yerine düştüğümüzü hissediyoruz. Öykünün güncel zamanıyla geçmiş zamanı arasında kurulacak bağlantılardan aranan ve arayan hakkında bir şeyler öğreneceğiz. Arayanın/anlatıcının öykü yazarken kendi kurgusal dünyasında kaybolmasını arayışına paralel hale getirip içinde bulunduğu koşulları kurmacaya çevirme yoluyla güç bulduğunu görüyoruz. Aranan kişi öykülerdeki arayışa evrilecek ve kadın durmayacak, bulana kadar. Dağlarda tehlikenin orta yerini karış karış gezerken aradığıyla ilgili hatıraları gelecek aklına; ani bir gidiş, mücadele, uğruna ölünecek onurlu bir dava. Nihayetinde adamı ölü bulacak, öyküsü de tamamlanmış olacak ve... "Dışarı verdiğim nefeste yeni bir hayata başlayacak olmanın tazeliği vardı." (s. 18) Çok mu hızlı bir geçiş, karar veremedim. Onca anının, zorluğun ortasında kurtuluşu duyumsayabilmek garipsetiyor biraz, bunun dışında her şey iyi.

Ağrı'nın karanlık ortamı bir atmosfer olarak her şeyiyle öyküyü kuşatmış. Çekili perdelerin varlığı çok ses çıkartılmadan anlatılmış ki sessizlik de önemli bu öyküde, hatta perdelere rağmen odaya düşen ışığın ses çıkarmasından korkuluyor adeta, bu yüzden anlatıcı düş dünyasına çekilmek istiyor ama annesinin ağrıları ortaya çıktıkça loş eve daha çok çekiliyor. Annenin rahatsızlığı aileyi suskunlaştırmış, bir tek annenin söylediklerini duyuyoruz, gerisi anlatıcının zihninden dışarı çıkmıyor ki başına çaput bağlamış annenin siniri bozulmasın. Sürekli bir şey ister anne; daha sessiz olunmalı, çay gelmeli, sessiz olunmalı, sessiz. Babanın pek bir etkisi yok, anlatıcı bir teselli, bir avuntu bekliyor ama herkes donmuş bir halde. Bu donukluk, her şeyiyle orada olan donukluk temel izlek. Sıkı bir öykü daha.

Otel, aşağı yukarı hepimizin aklından geçen bir düşünceye odaklanıyor: Pahalı evleri inşa edenler o evlerde oturacak olanları düşünürler mi, sıvadıkları bir duvarın üzerine asılacak resimleri, posterleri hayal ederler mi, kendilerinin o evlerde yaşayabilmeleri için ellerinde olması gereken parayı hesaplarlar mı? Emekçilerin vahşi kapitalizm karşısında hiçbir şey yapamayacak durumda olmalarının intikamı bu öyküde alınıyor. Mimar, sıvacı, duvarcı, hepsi bir yapıyı inşa ediyor ve herkes uykusuz, yorgun, otelin açılış tarihi yaklaştıkça daha sıkı çalışılıyor, daha yoğun bir öfke beliriyor ve en sonunda, ta ta, havai fişeklerin patlamalarına insanların çığlıkları karışıyor, otel yanıyor. Otel işçilerin oluyor, tamamen. İnşa edilenin, yaratılanın benlikle daha en başta koparılan bağı tekrar kuruluyor, tek yanlı olarak.

İçimdeki Kalabalık. Konuşmak zorunda kalmanın faşizmin bir etkisi olduğuna dair bir söz vardı, artık öykü de var. Diş ağrısı yüzünden dişçiye giden anlatıcının sokağa çıkıp insanlarla münasebet kurmak zorunda kalmasının biraz komik, çokça rahatsız edici hikâyesi var burada. Sorulara verilen cevaplardan sonra sorulan daha çok soru, lüzumsuz bilgileri toplayan insanların sordukları kişisel sorular, meraklı insanların soruları, kendi hikâyelerini anlatmaya çalışan insanların durmadan konuşmaları, herkesin konuşması, herkesin anlatacak bir şeylerinin olması. Distopik bir gelecek gibi; sözel distopya. Yine bir deliriş bekliyor okur ama bu kez kabullenme var, anlatıcı kafayı yemiyor, uyum sağlıyor en sonunda. Bu kez de ağzındaki uyuşukluk yüzünden yarım yamalak konuştuğu için garipseniyor ve insanlar muhatap olmuyor. Tertemiz bir deliriş.

Diğer öyküler de iyi. Eşten bıkmak, işten bıkmak, mahalleden, sokaktan, evden, geçmişten, hayattan bıkmak, yorgunluk, yenilgi, günümüzün insanına dair pek çok şey var öykülerde. Her biri ince elenmiş, sağlam öyküler. Güller'in metinleri İletişim'e geçmiş, yeni baskıları İletişim'den çıkmış, denk gelinebilir. Gelinmelidir, Güller'in öyküleri iyidir ve Güller iyi bir öykücüdür. Tanıştığıma memnun oldum, nesine denk gelirsem alırım bundan sonra.

Kişisel bir mevzu, True Detective'in üçüncü sezonu başladı. Çok özlemişim. İlk sezonunu Zonguldak'ta çalışırken izlemiştim, iki herifi de çok sevdiğimden çıkar çıkmaz. İkinci sezon başladığında birkaç bölümü izleyip askere gitmiştim, komutana yeni bölümleri izlemenin bir yolunun olup olmadığını soracakken tutmuştum kendimi, küfür yiyip paketlenirdim herhalde. Lera Lynn'i ikinci sezon sayesinde tanıdık, hayran olduk, hatta konser için İstanbul'a geldiğini duyunca parayı şırak diye bastırıp bilet aldım, en önden mırıl mırıl eşlik ederek izledim kendisini. Şimdi üçüncü sezon. Çok eski bir dostla karşılaşmış gibi heyecanlıyım. Şarkı bu sezondan, ilk bölümün sonunda çalıyor.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Alberto Manguel - Geceleyin Kütüphane

Bir Atina kütüphanesinden geriye kalan tek şeyin fotoğrafı. Yazıt, kütüphanenin birinci saatten altıncı saate kadar açık olduğuna ve eserlerin alınmasının iyi karşılanmayacağına dair bir parça. Diğer parçaları birleştirince parşömenlerle dolu -tarih belirtilmiyor, Mısır'ın ambargosu sonucu Bergama'da üretilen parşömenlerin zamanındandır belki kütüphane, öyle olduğunu hayal ettim- raflar, duvarlar, masalar beliriyor, yazıcılar sayısız kopya çıkarıyorlar, zenginlere satıyorlar kopyaları, sessizlikte rüzgarın uğultusu duyuluyor, tanrıların konuşmalarından parçalar var uğultuda, herkes huşuyla dinliyor, çalışıyor. Kütüphane yok olmadan önceki son an, kalan tek yazıtın üzerine siniyor. Bugün iki bin yıl öncesine baktığımızda hiçbir şey anlayamayacak durumdayız, çağ ve insan değişti, kütüphaneler aynı değil, bambaşka bir dünyadan eskiye bakıldığında geçmişin ne kadarını günümüze taşıyabiliriz bilemiyorum ama Manguel sayesinde sezebiliyorum. Kendi kütüphanesinin düşündürdüklerini anlatıyor, sonra tarihten birkaç kütüphaneyi inceliyor, sonra kendi kütüphanesine geri dönüyor ve bu döngü durmaksızın sürüyor. Anlattığı hikâyelerin yerine başka hikâyeler konabilir, deneyimlerine kendi deneyimlerimizi ekleyebiliriz, hatta bazılarını kendimizinkilerle değiştirebiliriz, bu açıdan sonsuzu kütüphaneye eşitleyebiliriz. Bu metni de eşitleyebiliriz; her okuma yeni bir düşünceyi doğurabilir. Bitmeyecek bir metin, Manguel'in Borges'den aldığı miras.

Bölümlerden ilki Mit olarak Kütüphane. Manguel, "sonunda" bir düzene koyabildiği kütüphanesinin geçmişini anlatıyor. Milattan önceki son yıllarda Romalılar bir tapınak dikmişler oraya, Dionysos adına. Yüzyıllar sonra kiliseye dönüşen yapıda şarabın tanrılıktan mesihliğe yapılan uzun bir yolculuğun nesnesi olarak belirmesinden sonra, zamanı gelince kitaplara düşkün bir adam kilisenin yanındaki ambarı satın alıyor ve duvarlardaki çizimlere bakarak kuruyor kitaplığını, yüzlerce kolinin taşınması, açılması, içindekilerin yerleştirilmesi aylar alıyor, bu sürecin anlatımı diğer bölümlere de yayılmış durumda. Burada kütüphanenin mitik boyutuna bakıyoruz. Antik çağlardan Julius Caesar'ın zamanına yolculuk, geceleyin. Manguel, gece vakti kütüphanenin verebileceği zengin imgelemden faydalanan okurlardan biri ama gececi olmayanlar da var, Montaigne bunlardan biri. Gecenin dünyayı değiştirmesini Gündüz Vassaf pek güzel anlatıyordu; gece insana aittir, gündüz makineye. Gece olduğu zaman özgürleşiriz, özgürleştiğimiz ölçüde kitapları da özgürleştiririz, kütüphane sonsuz adımlık bir mekan haline gelir. Manguel genişletir bu duyguyu; Babil'in bütün dillerini içeren ve İskenderiye'deki bütün kitap ciltlerine sahip olan bir kütüphane düşler. İskenderiye'nin son zamanlarından bahsediyor olabilir, ciltleme işi çok daha sonra ortaya çıktı diye biliyorum ama ukalalık yapmayayım, emin değilim. Babil'in ve İskenderiye'nin büyülü dünyasını anlatır Manguel, kütüphanesini bu iki düşsel şehre ve hükümdarların amaçlarına denkler. "İskenderiye'deki kütüphanecilerin belki de keşfettikleri gibi tek bir edebi an ister istemez onun gibi anları anıştırır." (s. 35) Okuma eylemi uzak zamanları birbirine bağlar, zamanları doğurur hatta. Her okumanın bir yeniden doğum ritüeli olduğunu söyleyen Manguel için sonsuz bir doğumu sağlayan kütüphane, mitolojik bir varlıktır. Arketipik niteliği ortaya çıkar, sürekli bir yaşam olduğuna dair.

Düzen olarak Kütüphane. Okunanlar bir yerdeyken okunmayanlar başka bir yerdeydi, sonra yayınevlerine göre sıralanan kitaplar okunma durumunu birbirine karıştırdı, sonra aynı yazarların farklı yayınevlerinden çıkan kitapları yan yana gelince bu kez bir önceki nitelik ortadan kalktı, sonrasında bir başka şey bir başka şeyi bozdu, bu böyle sürüp gitti. Kütüphanenin düzenlenmesi bir yapıp bozma düzeni doğurdu, kusursuzluğa ulaşılamayacağını gösterdi. Babil Kulesi'nin başına gelen kütüphanenin de başına gelmiş olabilir mi, ilahi bir emirle mi dağıldı kitaplar, yazarlar, konular, her neyse? Manguel kusurun izine düşüyor ve pek çok düşünüre, yazara uğruyor. Biri Perec. Kütüphaneci olarak da çalışan Perec'in birden fazla sıralama önerisi var, alıntılamış Manguel, sonrasında Çin'in kadim zamanlarına giderek ilk gruplama denemelerini ele almış. Kitapları bir araya getirebilmek çok zor, insanlar farklı düzenler üzerinde kafa yorup çaresiz kalmışlar ki bunun bir sonu, bir çözümü yok. İslamiyet ortaya çıktıktan sonraki kütüphaneler, Roma'nın kütüphaneleri, pek çok kütüphane ele alınıyor ki numaralandırmadan renk uyumuna kadar pek çok düzenleme biçiminin başarısızlığa uğraması dünyanın farklı yerlerinden örneklerle canlandırılsın. Kısacası bu işi beceremeyeceğiz, doğru bir sıralama yok, bunu kabul ettiğimiz an özgür olacağız.

Mekân olarak Kütüphane. Yüzlerce, binlerce cilt için yer açın. Fiziksel dünyanın sınırlarını zorlayın, kitaplar uzamı doldurabilirse boşluğun idrakına o an kavuşabileceğiz, onun dışında her zaman doldurulacak bir yer olacak. Manguel için Toronto'daki evi tam bir kapana dönüşmüş durumda; yatak odasından mutfağa kadar her yer kitaplarla dolu, ailesine yer kalmış olması şans gibi gözüküyor. Eldekilerin bazılarından kurtulmak tek çare olsa da kolay bir iş değil bu; dijital dünyanın nimetleri çok çekici gibi duruyor ama Kaku'nun Mağara Adamı Etkisi dediği şeye bakarsak çağlardır elimizde tuttuğumuz nesneden vazgeçmek pek kolay olmayacak, bir ekrana bakarak bir şey okumak istemeyeceğiz, ekran kitaba ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın. Bu durumda kitaplar uzunca bir süre, bildiğimiz formuyla varlığını sürdürecek. Kapladığı yer için yapılacak pek bir şey yok; kütüphaneciler atılan kitapları kurtarmak için kahramanca mücadele etseler de -birkaç örneği verilmiş, hoş şeyler- dönüşüm kaçınılmaz, sayfalar hamura dönüşecek, hamurdan yeni sayfalar türeyecek. Hrabal'ın bir metninde kitapların başka kitaplara dönüştürüldüğü işletmenin yürütücüsü olan, kitapları pek seven karakterin yaşadıklarını düşünelim. Buna izin vermemeli ve izin vermeli, ikisinin arasında durmaksızın huzursuz. Bu huzursuzluğu yaşayacağız. Evlerimiz küçük, en azından kitaplar için. Sığdırabildiğimiz kadar.

Çağrışımlar, tarihten seçilmiş olaylar, kitaplar, kütüphaneler, tüketim, üretim, yok edilen kütüphaneler, inşa edilenler, hepsi geceleyin. Düşkün olanlara sesleniyor Manguel, kendisinin onda biri kadar düşkünsek bu metni okumalıyız, okumamız gerekir ki kendi raflarımızın hikâyelerini başka zamanların insanlarında ve mekanlarında bulup uğraşımızın bir nevi teselli içerdiğini anlayalım, Manguel'in bahsettiği gibi.

15 Ocak 2019 Salı

Ray Bradbury - Güneşin Altın Elmaları

Bradbury'nin şiirli anlatısı ve kurduğu dünyalardaki yenilikler bir buluş olarak çıkıyor karşımıza, anlatım biçimi olarak son derece yalın, biraz betimci bir dil kullanıyor ve Venüs'ün dinmeyen yağmurlarını bu dilin sesiyle oluşturuyor, gökyüzüne yükselen bir roketin çıkardığı uğultuyu da aynı şekilde duyabiliyoruz. Yeni şeyler bunlar. Belki aşırı bir bilimsel altyapısı yok ama kendisini metodik bir eğitim almadan, kütüphanelerde dirsek çürüterek yetiştirdiği için kendi bildiği yolda ilerlemiş ve türün daha, nasıl diyeyim, insani örneklerini vermiş. Meseleleri çok çeşitli; bir katilin gözlerinden görülen dünyanın obsesif bir insan için nasıl bir cehenneme dönüşebildiğini görmek ve çağlar öncesinin Çin'inde tiranlığın yol açtığı dehşete, hayal suikastına şahit olmak Bradbury okuru için mümkün. Öyküler sadece bilimkurgu değil, sadece anlatı da değil, pek çok şeyi bir araya getiren, geleceğin ve geçmişin insanını aynı noktada birleştirebilen bir yazarın özgün düşlemleri. Bradbury sağlam öykücüdür, sıkı bir anlatıcıdır. Karahindiba Şarabı bile tek başına yiğide hak verdirir.

519 sayfalık, 32 öykülük bir kitap var elde, küçük bir hazine gibi duruyor. Şöyle bir duygu; Resimli Adam'la karşılaştık, bedenindeki dövmelerden görülen hikâyeleri öğrendik, öykülerini okuduk. Bu adamla bir romanda da karşılaştık, Bradbury bir korku nesnesi olarak koydu adamı ortaya. Mars Yıllıkları'nda bilimkurgunun içinde insanın gündelik yaşamının başka dünyalarda ve yeni teknolojiyle biçimlenmiş halini gördük. Fahrenheit 451'e değinmiyorum bile, nasıl bir dehşeti içerdiğini okuyarak veya oradan buradan duyarak, belki filmini izleyerek öğrendik. Hepsini bir araya getirip öykülere bölsek, belki bu kitaptaki öyküler için böyle bir oluşum düşünülebilir. Korkunun yanında üzüntü de beliriyor aniden, duygusal geçişler bir perdenin kapanıp açılması şeklinde değil de sahnede uyumlu bir şekilde bulunacak zıtlıklar biçiminde kurgulanmış. Sis Düdüğü'ne bakalım. Bir deniz fenerinde iki adam, sohbet ediyorlar. Denizin kadimliği, derinlerin bilinmezliği, gecenin içinde parıldayan sisin getirdiği bir tekinsizlik. İnsanın evrendeki yalnızlığını düşünmek için Dünya'dan çok uzakları düşünmeye gerek yok, doğada aynı şeyi hissedebiliriz. Diyaloglar bu temeli kurar. Derinler soğuktur, "bir kuyruklu yıldızın kuyruğu kadar". İki adamdan orada daha fazla zaman geçirmiş olanı diğerini uyarır, derinlerden gelen bir varlık sis düdüğü çaldıktan biraz sonra belirecektir. Varlık ortaya çıkar, Yüce Eskiler'den biri gibi. Çok büyüktür, adamlar dehşete düşer. Varlık düdüğü sesine benzer bir ses çıkarır, sanki çağlar önce kaybettiği eşini aramaktadır. Adamlardan biri düdük sesini keser, varlığı öfkelendirir. Kule sallanır, kadim yaratığın öfkesi kuleye saldırmasına yol açar. Kule yıkılır, yaratık evine, derinlere döner. Korku, üzüntü ve yalnızlık. Üçü birbirinin yerini alır. Bradbury, şeyleri müthiş bağlar.

Nisan Cadısı, bedenleri istediğince yönlendirebilen bir cadıyla ilgilidir. Neredeyse istediğince; insanları birbirine aşık edemez, duyguları maniple etse de nihai bir sonuca ulaşamaz. Aşık olmak isteyen cadının adamla kadını yönlendirmesini görürüz, önce cadının doğal yaşamına şahit oluruz ki yalnızlığını anlayabilelim. Sonrasında adamdan hoşlanmayan kadının bir ölçüde adama yaklaşması, sonrasında uzaklaşması görülür, adam kadını sevmektedir ama aralarında bir şey olmayacağını anlar anlamaz kasabayı terk etmeye, yaşamını sevdiği kadın olmadan sürdürmeye karar verir. Cadı için büyük bir acıya yol açar bu, eğip büktüğü insanlar gibi olamayacağını anlar, duygusal bir ilişki kuramayacağını anlar, kendi doğasını da tam olarak kabullenemediği için arafta kalmış gibidir. Böyle anlatıları seviyorum, olaya içeriden bakabiliyoruz çünkü. Clive Barker'ın bir öyküsünde kendisine musallat olan bir iblisi alt etmek için planlar kuran adamın yaşadığı dehşet iyi, Melezler'deki kurt adamların yaşantısı da iyi. Yabancı sanırım zirve noktası benim için, Lovecraft'in en sağlam öykülerinden biri. Sadece aksiyon ögesi olarak değil, kendi doğasının içinde devinen bir varlık olarak öcünün incelenmesi.

Çanağın Dibindeki Meyve'de tanıdık bir mevzu var, The House Jack Built'taki duvar lekelerini, çerçeve arkalarındaki lekeleri, halının altındaki lekeleri bildiniz mi? Adamımız bir cinayet işler ve takıntısı ortaya çıkar, hemen her yere dokunmuş olabilir, iz bırakmış olabilir, öyleyse ardında bir şey kalmamacasına temizlemelidir her şeyi. Bir dakika, beş, on dakika, bir saat derken zaman geçer, evin temizlenmedik bir yeri kalmaz ama en sonunda yakalanır. Her yer pırıl pırıldır, ev hiç o kadar temiz olmamıştır ve William Acton evi temizlemeye devam etmek istemektedir, polisler kendisini evden çıkarırken ön kapının kulpunu mendiliyle parlatır, işini bitirmiş bir adamın huzuruyla oradan götürülür. Arkada kalan kanlı cesedi inkar, insanlığı inkar, başka birçok şey birleşip adamın patolojisini titreştirir. İnsanın derin kuyuluğunu gösteren muazzam bir öykü, nereye kadar düşeceğimizi bilmiyoruz ve kendimizi hiç ummadığımız bir yerde, konumda bulabiliyoruz. Bulacağız. Bu yüzden hiçbir şeyi hiçbir karakterden uzağa düşüremiyorum, yapılan her davranış bir şekilde mantık kazanıyor. Aşırı yoruma da girmiyor bir yerde, insan varsa neyi aşırı yorumlayabiliriz? Karakter kadar olasılıkla dolu bir okur için uçsuz bir şey bu.

Uçan Makine, zamansız teknoloji, sihri yok eden imparator. Kanat takıp uçan bir mucidin başını kestiren imparatorun kendi konumunu düşünmesi anlaşılabilir, sonuçta uçan bir adamın imparatorun iktidarına meydan okuyabileceği düşünülür, mümkündür bu. Zavallı mucidin hatası, herkesin görebileceği şekilde uçup arkasında şahit bırakmasıydı ama ödüllendirileceği düşüncesi mantığını dumura uğratmıştı bir yerde, çıkarı için başından oldu kısaca. İmparator öykünün sonunda kuşlara hayranlıkla bakıyor, onların bir şey yaratabilme gücü yok, kanatları kendiliğinden, korkulacak bir şey yok kısaca. Düşünebilen insan korkutur.

Cani tam günümüzün öyküsü. Zamanında öngörülen teknoloji biraz geri tabii, yine de bağımlılıklardan doğan bir delirme durumu söz konusu ve bizim tahayyülümüze uygun. Hemen her yerden çıkan elektronik aygıtlar, görev tanımlarının rahat bırakmadığı insanlar, her an iletişime geçmeye zorlanan birey, tüketmeye de zorlanan birey, başkalarınca yığılmış sorumluluklar altında bunalan insan. Ele geçirilen sopa en kolay çıkış yolu haline gelebiliyor; dijital dünyayı ortadan kaldırmak, en azından delirtici imgesini zihinden silmek için bir sopa yeter. Telefonu kırsak, televizyonu parçalasak, makineleri makinelere kırdırsak, daha az eşya olsa, daha iyisini almak için daha az baskı olsa, huzurlu bir dünyada yaşamanın bedeli bu kadar ağır olmasa. Toplu bir deliliğin içindeyiz, başka bir şey değil. Dilime dolanan bir söz var, son zamanlarda sıklıkla söylüyorum: İnsanlar kafayı yemiş. Bakınız neden, mülkiyet duygusu. "Sahip olmak" haddinden fazla değerli, sahip olmak için saatlerini ve bir dünya paralarını harcıyor insanlar. İyi bir vücuda sahip olmak için durmadan pompalanan ihtiyaçların yarısı aslında ihtiyaç değil. Her şeyin daha iyisi ihtiyaç değil. Ama ihtiyaç. Çoğunluğun sersemliğine dayanacak gücü elde etmek giderek zorlaşıyor, insanlara, "Ya sen aptal mısın?" diye sormamak için kendimi zor tutuyorum. Oğuz Atay'ın Oyunlarla Yaşayanlar'ında bir bölüm var, milletin neden öyle olduğuna, neden gelişemediğine dair. İronik bir durum var orada ama ironinin doğrudan bakıldığında gerçekle iç içe olduğunu düşünüyorum. Sürdürülemez bir yaşamı sürdürmeye çalışıyoruz, ite kaka. Saçma sapan sistemlerin içinde, pompalanan değer yargılarının egemenliğinde, biraz farklı düşündüğümüzde yetersiz/beceriksiz hissettirilerek, bunlara benzer birçok şekilde. O yüzden bir sopa her şeyi çözmeye yeter. Helal Cani.

Geleceğin, şimdinin ve geçmişin dünyaları kesişiyor, başka gezegenlerdeki problemlerle Dünya'dakiler özdeşleşiyor bir noktada, böylece ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, öyküler kapı komşusu haline geliyor. Güzel olanlarını anlatmadım, üçünden beşinden medet umdum. Mutlaka okunmalı bu, uzaya giden babanın olduğu öykü ve çocuklarına uzay ortamı yaratan fakir babanın olduğu öykü çok iyiydi ama kitabın en uzun öyküsü olan Buz ve Ateş kadar etkileyici olan çok az öykü okumuşumdur. Kısacık bir yaşam süresi, "düştükleri" gezegenden kurtulmaya çalışan insanlar derken... Bradbury fizik yasalarını pek sallamıyor gibi gözükse de öne çıkardığı diğer ayrıntılar açığı kapıyor. Müthiş öyküler, büyük zevk.

13 Ocak 2019 Pazar

Mehmet Güreli - Alope'nin Odası

"Modern deneme" demişler bu metinler için, ben modern denemenin ne olduğunu bilmediğim için bulaşmıyorum. Anlatı parçalarının yer yer ortaya çıktığı, mekanların ve karakterlerin sürekli değiştiği öyküler olarak görüyorum Güreli'nin öykücüklerini, dil de sağ olsun, akışkan bir zeminde imgeden imgeye geçerek anlatıcının yolculuğuna ortak da olabiliyoruz. Aslında garip bir duygu; yolculuk değil de durduğu yerde parça parça imleri bir araya getirmeye çalışan anlatıcılar var öykülerde ve bu anlatıcıların tek bir noktada yarattığı sayısız olay pek de bir hareket izlenimi uyandırmıyor. Sırf bu açıdan bile okura ilginç gelecektir bu öyküler. Bazı karakterler birkaç öyküde ortaya çıkarabiliyor, böylece bağlantılar kuruluyor ama belli belirsiz, dikkatli okur için bağlanacak noktalar çok. Zor öyküler, sınanmak değil de kendini denemek isteyen okur için ilgi çekici.

Bende 1993'te basılan versiyonu var, Nisan'dan çıkmış ki yayınevini kuranlardan biri Mehmet Güreli diye hatırlıyorum, yanlış olabilir, emin değilim. Neyse, ön kapakta bir fare var ve kapağın sağ üst köşesini kemirmiş gibi duruyor, kapağın o bölümü yok, diş izleri var. Şık bir kapak. Kapağı açıyoruz, karşılaştığımız ilk sayfada daktiloyla yazılmış, gelişigüzel yerleşmiş bir dünya harf arasında, sayfanın ortalarında Mehmet Güreli yazdığını görüyoruz. Bu da şık. Neden kemiri ve fare, direkt Alope'nin Odası nam öyküye gidersek görürüz. Epigrafta Spinoza'nın bir sözü, düşüncelerin düzen ve bağıntısıyla şeylerin düzen ve bağıntısının aynı olduğuna dair. Alope odasında bir fareyle yaşıyor, kemirme seslerini duyuyor ve hangi kitabın kemirildiğini merak ediyor. Bir yandan da yazmaya çalışıyor. Radyo dinliyor, sevgilisinin onu aramayışını düşünüyor, şamdanların ansızın söndüğü bir yarı büyülü mekanda kendini var ediyor. Fare kapanı yatağının altında duruyor. Alope bekliyor, yazıyor ve fareye okuduğu kitaplardan Latince cümleler yakıştırıyor, yazdığı metin sona yaklaştıkça farenin de sonu yaklaşıyor. Yok oluş. Fare metni kemirmiş, kemirdikten hemen sonra da kapana kısılmış. Metinle farenin bir araya geldiği düzlemin anlamını bir şeyi tamamlama ve bir şeyi yaşatma üzerinden okuyasım geliyor, okuyorum. Tehlikenin varlığı sürdükçe yazıyor Alope, farenin orada olduğunu bile bile yazıyor ve yazdığı şeyi ortalıkta bırakıyor. Gerekli bir gerginliği sağlıyor kendince, belki de metninin muhafaza etmek istemediği için. Bu noktada metinden uzaklaşıp niyet okumaya girdiğim için geri basıyorum, kısalığı kadar pek bir öykü olduğunu söyleyip bitiriyorum.

Bosch'u Üzen Olay'da ressamın heretikliğe varan eserlerinin Kilise için iki farklı yoruma sahip olduğunu görürüz; günah dolu resimlerin sergilenmesinin engellenmesi ve engellenmemesi konusunda kardinalle rahibin çatışması, saf tutkunun sanata aktarılırken dinin mistik olgularıyla bütünleşmesi -özellikle o çağda- ele alınıyor. Chelsea Hotel'da, 1984'te yazılmış bu öykü. İçinde bir çizim de var, Albrecht Koleksiyonu'ndanmış. Evet, söyleyecek bir şey bulmak için kıvranırken öykünün 54. sayfada başlayıp 57. sayfada bittiğini de sıkıştırayım şuraya. Sıkıştı.

Kaptan Tompkins'in Eski Bir Arkadaşı, John Hamilton. 1916, New Jersey doğumlu ve film yıldızı olmadan önce gemilerde çalışmış bir adam. Bir John Hamilton var ama 1887 doğumlu, Güreli bir postiş yaratmış diye düşünüyordum ki adamın Sterling Hayden olduğunu öğrendim, yabancı kaynakları şöyle bir tarayınca öyküdeki olayların da gerçek olduğunu gördüm. Adam kendisi gibi yıldız bir oyuncu olan Madeleine Carroll'la evleniyor, boşanıyor, denizciyken kaptanından etkilenip Komünist Parti'ye üye oluyor, bir süre sonra davayı satıp muhbir oluyor ve dönemin Hollywood cadı avının bir parçası haline geliyor. Yıllar sonra suçluluk yüzünden kayışı koparmaya yaklaşmışken otobiyografisini yazmaya başlıyor ve muhbir olması için kendisini destekleyen psikiyatrına beddua ediyor. Kitabı ithaf ettiği kişilerden biri Kaptan Tompkins, adil ve barışçıl bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyen adam.

Bir diyalogla, bir yolculukla değişen insanlar, bir insanla değişen mekanlar. Soluk ve sonsuz renkler, bu öykülerin bendeki imgesi budur. Altmış sayfanın muhtemelen tamamına dönüp dönüp duracağım, çünkü şiirli öyküler.

11 Ocak 2019 Cuma

Emmanuel Kazakeviç - Gün Işığında

Emanuel Kazakiyeviç yazıyor künyede ama doğru yazımı başlıktaki sanırım. Yıldız adlı romanı Evrensel'den çıkmış zamanında, Mavi Defter'i ve Oder Kıyısında İlkbahar'ı da aynı yerden çıkmış, bir de 1969'da Ararat Yayınevi'nden çıkan Meydandaki Ev'i var. Kazakeviç 1913'te Ukrayna'da doğmuş, o dönemlerde gerçekleşen -zorunlu- göç dalgasına kapılmayan ailesi Yahudi kimliğini -sanırım- gizlemiş olsa gerek. İlk eserlerini yazarken kullandığı dil Yidiş, her şeye rağmen kişiliğinde bağlarının kesin bir kaybı yok. Sonrasında kolhoz ve tiyatro yöneticiliği yapıyor, orduya yazılıyor, savaş SSCB'in derinliklerine doğru ilerledikçe aktif olarak cephede savaşıyor ve Almanları Berlin'e kadar gerileten orduda önemli görevler üstleniyor. Diğer eserlerinde bilfiil katıldığı savaşların izlenimlerini görmek mümkünmüş, kahramanlıkların ve suçların iç içe geçtiği anlatılarmış bunlar, denk geldikçe birer ikişer okuyacağım, merak ediyorum Rus tarafından nelerin görüldüğünü. Kazakeviç alttan alta Stalin'e karşı çalışmış sanırım ama bu paranoyak adamın dikkatini çekmemek için gerçekten çok gizli çalışmış olması lazım, genelde kültür politikalarına uyum sağlamış gibi gözüküyor. Jdanov bu metni severdi mesela. Platonov'un sıkıntılı dönemlerinde Kazakeviç'in muhtemel rahatlığını düşünüyorum, üzülüyorum. Neyse, kısa bir öyküsü temel alınarak çekilen Zvezda diye bir film varmış, bunu da izleyeyim.

Yankı'nın 20 numaralı kitabı, 1968'de basılmış. 1961'de yayımlanan bir metnin Türkçeye yedi yıl sonra kazandırılmış olması o dönemi de düşününce geç değil, hatta takdire değer. II. Dünya Savaşı'nın Moskova'ya kadar uzandığı cephelerden birinde Rus vatanseverliğinin ulaştığı zirve noktalarından biri ilgi çekici, bunun yanında üç düzlemli anlatının farklı zamanlarında gerçekleşen olayların yarattığı psikolojik dönüşümler çok daha ilgi çekici, sırf bu ikinci mesele için okunmaya değer bir metin bu. Gün ışığının dünyayı kurmasını içeren başlangıç da şahane; ortalık ağarmaya başlıyor ve aydınlığın çatlaklarla yarıklara dolmalarını izliyoruz, bir gün seli akıyor ve dünyayı doldurup görünür kılıyor. Işık yeni sesleri doğuruyor, sesler insanları doğuruyor ama tek bir tanesine odaklanıyoruz, kente yabancı bir adamın yarı asker, yarı köylü görünüşünün altında cephelerin tozu birikmiş, halkın yabancılayışını pek görmüyoruz ama anlatıcının orada olmaması gereken bir adamı anlattığı açık. İşçilere de benziyor bu adam, "herkesin hayran olduğu" Moskova evlerini onaran insanlardan biri olabilir ama değil, onun hikâyesi birkaç yıl öncesine uzanıyor, aradığı evi bulur bulmaz okur da meseleye çekiliyor ama öncesinde tren yolculuğundan sersemlemiş olan adamın bir bankta azıcık kestirmesi gerekiyor, gün tam olarak kendine gelene kadar.

Andrey Sleptsov, uyanır uyanmaz kentin binalarına, dükkanlarına ve insanlarına bakıyor, nihayet vardığını düşünüyor. Bambaşka bir dünya var önünde, savaşta dinlediği şeylerin karşılıklarını sokaklarda dolanarak bulmaya çalışıyor ama yapması gereken iş aklına gelince bir adrese yöneliyor, bulması gereken bir ev var. Evin kapısını açan çocuk annesinin evde olmadığını söylüyor, sonra adamı içeri davet ediyor. Anne gelene kadar çocuğun dünyasını öğreniyoruz, Sleptsov çocuğa "babası" gibi bilgili bir insan olmasını, aydın bir kişi olmasını, kısaca Sovyet insanı olmasını söylüyor. Sırf bu bölüm bile metnin yayın kurulundan geçmesini sağlamış olabilir. Kurmaca tarafından bakarsak, yavaş yavaş aydınlanan bir gizem var ortada. Adamın asker olduğunu çıkarmıştık, çocuğun babasını tanıdığını da öğreniyoruz. Babaya dair anlatılacak bir hikâye var, Sleptsov anneye bir şeyler anlatmak için orada. Nitekim anne ortaya çıktığı zaman Yüzbaşı Neçayev'in kişiliğinin farklı bakış açılarından inşasını izlemeye başlıyoruz. Neçayev öleli iki yıl olmuş, Sleptsov çolaklığıyla köyündeki işlerini halletmek için uğraşmış ve iki yıl sonra Sibirya'dan trene atlayarak onca yol gitmiş, annenin karşısında. Komutanının nasıl bir insan olduğunu anlatacak ve kırılmalara yol açacak, zira savaş insanı değiştirir ve annenin imgeleriyle Sleptsov'un anlattıkları arasında dünyalar kadar fark var.

Sleptsov'un anlattıklarına göre Neçayev son derece soğukkanlı, mantıklı ve iyi bir komutan. Kendisini paylayan mareşalin ruh halini oracıkta çözümleyerek askerlerinin saygısını kazanıyor, adilliği ve başka özellikleriyle de küçük ve sadık bir asker grubu oluşturuyor. Önlerindeki tepeyi alamazsa kellesinin vurulacağını söyleyen mareşal uzaklaşır uzaklaşmaz planlar kuruyor, hazırlanıyor ve ertesi sabah tepeyi alıyor. Askerliğinin yanında insanlığı da iyi Neçayev'in; Sleptsov'a göre komutanı insanların içini okuyabiliyor ve kime nasıl davranacağını iyi biliyor. İlk kırılma anı burada yaşanıyor; bu özelliği annenin zaten bildiğini düşünen Sleptsov kadının geçmişi tekrar kurmasına yol açıyor. Sivil hayatta çok okuyan, utangaç, sıkılgan bir adam olan Neçayev, eşinin gözünde bir "erkek" olarak pek değerli değilken savaştaki hikâyeleri öğrenilince bambaşka bir nitelik kazanıyor, eşinin gözünde tekrar aşık olunabilecek bir adam haline geliyor ama artık çok geç, eşi tekrar evlenmiş ve yaşananlar çoktan unutulmuş. Unutulmuştu, Sleptsov'un ortaya çıkışına kadar. Kadının evlendiği adam da eve gelince hikâyeye ortak oluyor ve eşinin eski eşine hayranlık duymaya başlıyor, hatta adamla yakınlık kuruyor ve eşine bir ölçüde kötü davranıyor, zira Neçayev'in nispeten önemsiz görüldüğü bir yaşam parçası var ve adam, eşinin bir insanı yanlış tanıma veya görmezden gelme biçimine tepki gösteriyor. Hep eş ve anne dedim, kadının adı Olga Petrovna. Petrovna'nın düşündükleri: "O yıllarda kocası, tıpkı askerin anlattığı gibi dürüst, uysal, temiz yürekliydi; davranışlarında şakacı ve yumuşaktı. Sonraları kendi duyarlığı mı aşınmıştı, yoksa Neçayev mi ruhunun duruluğunu, neşeli huyunu, kendine güvenini yitirmişti? Ya da alıştığı, her gün karşılaştığı bu nitelikleri onda görmekten vaz mı geçmişti? Veya tüm bunlar; yaşantılarındaki biteviyeliğin, aile dırıltılarının ve kamu işlerindeki anlaşmazlıkların (her ikisinde de aynı acıyı duyardı) baskısı altında gerçekten gevşemiş miydi? Ve bu parlak artamları bulanıklaşmışsa, sahiden solmuşsa bunun sorumlusu kendisi -Olga Petrovna- olmaz mıydı?" (s. 59) Neçayev mühendis, çok çalışıyor ve evine çizimlerini getiriyor ama bu durum ailesini ihmal edecek ölçüde değil anladığımız kadarıyla, belki de belli bir yaşam standardını koruyabilmeleri için çok çalışıyordu, zaten Rus ekonomisi de o dönemler çok parlak olmadığı için ailesini ayakta tutmaya çalışıyordu adam, bilemiyoruz. Eşini ve çocuğunu çok sevdiğini biliyoruz bir tek, savaş sırasında adamlarına anlattığına göre ailesine duyduğu özlem taşacak hale gelmiş. Kendi çizgisinde yaşarken duyumsadıklarıyla ailesinin yaşamı arasındaki çatlak savaştan da öncesine dayanıyor oysa, Petrovna'nın çok daha önce koptuğu bir nokta var. Tekrardan düşünülmesi gereken. "İnsancıl niteliklerin en güzellerini şaşılacak biçimde ve cömertçe öz varlığında toplayan Neçayev'i nasıl olmuştu da vaktiyle yavan ve sıkıcı bulabilmişti? Hepsi elinden uçup gitmişti artık."  (s. 61) Biliyoruz ki bu tür niteliklerin bir önemi yoktur, duyumlar her şeyi irrasyonalize eder, sevginin doğmasında bunların bir payı varsa da sürmesinde pek olmayabilir. Bu zaten sihirli bir andır, anlık bir pişmanlık ve özlem duygusu kabarır, sonrasında hayat sürer. Hayat hep sürer, daima yeniye. Eskinin anlığı onca yeninin içinde kaybolur.

Şahane bir metin bu, sahaflarda falan denk gelinirse kaçırılmamalı. Sovyet güzellemeleri rahatsız edici değil, kurgusu ve meselesi sağlam. Gayet okunsun.

10 Ocak 2019 Perşembe

Reyhan Koçyiğit - İt Yangını

Bir İshallinin Günlüğü, uyanıştan patlayışa kadar geçen bir sürede ishalli bir karakterin patronundan zam isteme sürecini anlatıyor. İtalik bölümlerde vücudun savunma mekanizmasının dile geldiğini görüyoruz, midedeki bakterilerden biri olarak düşündüm ben bu bölümlerin anlatıcısını. Şirketlerdeki yapıdan bahsediyor, kendilerinin de böyle bir organizasyonu var ve yeterince çalışmayanlar, düşük verimliler hemen şutlanıp yerlerine yenileri geliyor. Koçyiğit'in kapitalist sistemle ilgili eleştirileri biyolojik süreçlere kadar varmış durumda. Vücut kendini korumaya çalışıyor karakterin yiyip içtiğinden, içerken kullandığı plastik şişenin zararlarından ve yer aldığı organizasyonun yapısından bahsediyor. Ana anlatıdaysa zam isteyecek olan karakterin eylemleri var. Kalkıyor, ağrısıyla mücadele ediyor, işe gidiyor, patronunun karşısına geçiyor ve aklında çok önceden kurduğu cümleleri bir bir sıralıyor. Bütçeler, ayarlamalar, ağrının artmasıyla birbirine karışıyor ve patron istenen zammı onaylayacakken, eyvah, son bir anlamlı cümle kurma çabası günlükteki diğer meselelerle karışıyor ve muhtemelen patlama gerçekleşiyor. Ücret Artışı Talebinde Bulunmak için Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi okunmuş olsaydı daha sağlam bir zam koparılabilirdi ama ishale yapılacak bir şey yok, sistem çökmüş durumda, belki de bu yüzden o bakterinin bir şeyler anlatacak zamanı var, dile gelmesi bu yüzden.

Reyhan Koçyiğit'in öykülerinde bir parçası olduğumuz düzenin karakterleri bir nevi çürütmesini görebiliyoruz, Meczup'ta tanıdık bir temanın tekrarından doğan iktidar ilişkilerine denk geliyoruz. Yarattığı karakterle aynı düzlemde bulunan bir yazarın yetişmesi gereken bir kitap için yazacağı öyküler vardır, yazabilmek için tek bir ışık huzmesinin girebildiği bir odada çalışmaktadır. Hapsolmuştur, yarattığı meczup karakterin ördüğü duvarların arasında kalmıştır. Genç bir adam kendisine yemek getirmektedir ve dışarının güzelliğini kendisine yasakladığı için yazara kızmaktadır. Meczup aslında kendisidir, yaratıcıyla yaratılan arasındaki bu mesafe, yazarın uyanması ve okuduğumuz öykünün ilk sözcüklerini yazmasıyla korunur. Stranger Than Fiction ve The Words ayarında bir öykü, en sonunda yazılacak metinle yazar arasında kurulan ilişkinin uyandırdığı kurtuluş meselesi ilgi çekici. Dışarının panayırvari karmaşasından korunmak için bir odada, kendimizle bir başımıza, bir şeyler yaratarak durmak kadar etkili bir çözüm var mı, bilmem.

Yol Boyunca'da tek bir anlatıcının kilitlediği yancısına bir öykü anlatmasını bekleriz, anlatıcı bir öykü anlatacağını söyler ama yolun getirdikleri öykünün anlatımını sürekli öteler, bir nevi öyküleşmiş bir yolla karşılaşırız, öykü olmayan detaylar öykünün kendisi haline gelir, yaşam parçaları anlatının temelini oluşturur. Calvino'nun böyle bir öyküsü vardı, tek bir karakterin monologu üzerinden kurulup dinleyen karakteri de bir biçimde içine alıp giderek genişleyen ve sonunda toparlanıp tek bir noktaya sıkışan harika bir öyküydü o. Bir de Woolf'un var sanırım, hatırlayamıyorum. Neyse, burada karakterimiz dışarının karmaşasından çıldırmak üzere olduğunu söylüyor ve durmadan anlatıyor, yanındakine söz hakkı vermiyor, vadettiği öyküyü de anlatmıyor bir türlü. Şöyle düşünüyorum; fark etmeden "dışarıyla" birleşmiş bir insanın şikayet ettiği meselelere dönüşmüş olması ve bunun farkında olmaması günümüzde tipik bir trajedi. İnceliklerden bahsedip o incelikleri taşımayan insanlara denk gelmişizdir, açtıkları yaralara şahit olmuşuzdur. Nitekim dinleyen kişi de öykünün sonunda kendini anlatıcıdan kurtarmak için şiddete başvuruyor ve hiç kimse anlatıcıya yardım etmiyor, herkes kör ve sağır. Bu öykü de hoş.

Kitaba adını veren İt Yangını için Shaw'un bahsettiği, insanın iki trajedisinden birini göz önüne alacağım, şu arzuya kavuşamamakla kavuşmaktan kavuşmak olanını. Köpekleri seven bir ergenin dileği gerçek olur, çocuk köpeğe dönüşür bir sabah. Bu dileğinin arkasında annesiyle bitmek bilmeyen çekişmeleri vardır, çocuğun köpek sevdası okul yaşamını sekteye uğratmaya başlayınca anne isyan eder, okumayacaksa bir işe girip çalışmasını söyler. Stresle başa çıkamayan çocuk, yaşamında aksayan ne varsa hepsinden bir köpek olarak kurtulabileceğini düşler. Köpeklerin düşünceye ihtiyaçları yoktu. Yerler, uyurlar, dolanırlar, çiftleşirler ve kuyruk sallarlardı. Nihayetinde çocuk köpek olur ve işlerin hiç de istediği gibi gitmediğini görür, zira düşünceleri yerli yerindedir. Wittgenstein'ın bir köpeğin nasıl hissedeceğinin bilinemeyeceğini söylemesini alın, öykünün orta yerine koyun ve çocuğun trajedisini görün.

Sinek de bir nevi öykü yazma ediminin öyküsü, bir sinek üzerinden. Breaking Bad'in Fly diye bir bölümü vardır, onunla özdeşleştirdim biraz. Karakter klozete oturur vaziyettedir, yazacağı öyküyü düşünür ama aklındaki sayısız şeyi birbirine bağlayamaz. Bağlantı noktası olarak bir sineği beller. Kendi yaşamıyla sineğin hareketleri etrafında dolanır, düşünür ve yazacağı şeyi bulmaya çalışır. Ailesini düşünür, yıllar önceki ilişkilerini düşünür, yazamayacağını düşünür, yazması gerektiğini düşünür, pek çok şey düşünür ve sineğin kendi başarısızlığı olarak var olduğunu fark eder. Sabaha karşı sinek ortadan kaybolur, geride yazılmasını sağladığı öyküyü bırakarak.

Yenilik açısından pek bir şey bulamazsınız ama pek bir üslup, tanıdık bir dünya ve üzerinde düşünülmüş, itinayla kurulmuş anlatılar bulursunuz Koçyiğit'in öykülerinde. Bence iyidir, diğer öykülerini bekleyeceğim.

9 Ocak 2019 Çarşamba

Paul Watzlawick - Mutsuzluk Kılavuzu

Mutlu olmak isteyen birinin mutluluğu ve istemeyi bırakınca mutlu olacağına/hissedeceğine dair bir karikatür gördüm bugün. Aynı şey mutsuzluk için geçerli değil, mutsuz olmak isteyenlerin yapabileceği şeyler var. Bireysel ve toplumsal olarak mutsuzluğu doğurabiliriz, buna belli bir ölçüde ihtiyacımız olduğunu da söylüyor Watzlawick. "Mutluluğun, mutlu olmanın, ulaşmak için çabalamamız gereken amaçlar olduğunu anlatan binlerce yıllık o eski peri masalını kaldırıp bir yana atmanın zamanı geldi artık. Mutluluğu araya araya sonunda ona kavuşacağımıza inandırmaya çalışıp durdular bizi, biz de saflıkla ve içtenlikle inandık buna." (s. 10) Mesele hakkında o kadar çok şey söylendi ki bibliyografya derlesek ciltler tutar, üstelik günümüzdeki mutluluk tanımlarının mülkiyetten ve arzudan geçilmez haldeliğine çağlar öncesinde de rastlayabiliriz, aslında pek de yeni bir şey yoktur bu konuda, o zaman ne yapmamız gerekir? Watzlawick tersten ilerleyip mutsuzluk yaratıcı durumları inceliyor, böylece kendi çıkarımlarından bir parça mutsuz olmanın yolunu bilebiliyoruz ve gereken mutsuzluğa kavuşmuş oluyoruz. Geri kalanını öfkelenerek ve sırıtarak okuyabiliriz. Bir anti-etik denebilir geneline; ironi de son topun yutulmasıyla tilt olarak karşımıza çıktığına göre iki negatifin karşılaşmasından -sonda- pozitife ulaşacağız. Mutsuzluğun kaynaklarına bakıp neyin nasıl yapacağımızı ve yapmayacağımızı anlayacağız. En azından kötü hissetmemek için. Bir başkasını üzdüğümüzde kötü hissederiz, kendimizi üzdüğümüzde kötü hissederiz, böyle hissetmemek için, ama biraz da hissetmek için uğraşacağız. Umrumuzdaysa.

Filozoflar ve yazarlar sık sık karşımıza çıkacak, Dostoyevski ve Nietzsche'den yola çıkacağız, verilen bir örnekten mutlu olunca ne olacağını düşüneceğiz. Sevilenin ne olduğunu anlamaya çalışacağız ve faydasını tartacağız, paranın çekiciliğiyle vefayı, dostluğu, sevgiyi kıyaslayacağız. Mutlu olunca ele ne geçer, zaten geçici olan bir duygunun peşinde nereye sürükleniriz, bunu anlayacağız. Trajedilerin daha bir tutulduğundan bahsediyor bir yerde Watzlawick, cennetin kazanılmasındansa kaybedilmesinin çekici yanını anlatıyor, bir şeyler oluşuyor okurun zihninde. Bilinmeyenin çekiciliği, mahvolma arzusu ortaya çıkıyor bir yerlerden. Devletin de bu itkiyi harlayan bir yapı olduğu söyleniyor, çaresizlik artarsa bir şeylere tutunma arzusu da artar ve tutunulanın eline geçen güç tam bir yıkıma yol açabilir. O zaman birinci hedef olarak çaresizliği artırma, daha çok arzulama, daha çok hedef ortaya koyacağız ve bunlara ulaşmaya çalışacağız. Tabii antidepresanlara bir dünya para bayılacağız ki bu çaresizliği donduralım, bozulmaması için buzdolabına koyulan bir besin misali. Arzular ortadan kalktıkça, onlara ulaştıkça ve ulaşamadıkça ne istediğimizi bilemez hale geleceğiz, derinlerdeki sesleri susturup kendimizle bağlantıyı koparacağız ve sürüklenmeye başlayacağız. Artık tam bir mutsuzuz, süper.

Geçmişle oynanan dört oyundan bahsediyor Watzlawick, biri "geçmişin göklere çıkarılması". Altın gençlik, çocukluk günlerini özleyeceğiz. Bellekteki çarpık hallerini yaşamımızın en ideal zamanları olarak yaratacağız. Bernhard'ın çocukluğu benzettiği kara kuyuyu, boşluğu bir güzelleme olarak göreceğiz. İkinci oyunda Lut'un karısı örneği var. Şimdiyi ıskalayacağız ve dönüp arkamıza bakmaktan bulunduğumuz ve bulunacağımız yeri kaçıracağız. Tuza dönüşeceğiz, rüzgarda savrulup yok olacağız. Üçüncü oyun, bir bardak biranın devamı. Kendimizi öngöremez hale geleceğiz, çünkü geçmişi bir olumsuzluğa bütünleyip -içindeki iyi şeylere rağmen- içinden çıkamayacağız. Dördüncüsü, anahtarı yanlış yerde arayacağız. Düşürdüğümüz yer karanlıksa bir sokak lambasının altına bakınacağız, "yersiz iyi" aslında iyi olmayacak ama bunu fark etmeyeceğiz veya kendimize yalan söyleyip ona tutunacağız, ona tutunacağız ki -yukarıda dendiği üzere- yıkımımız ağırlaşsın. Dört maddeden sonra "niyet okuma" olarak özetleyebileceğimiz kısım geliyor, belki de herkes için mutlak geçerli bir reçete. İdealimizi dışa yansıtıp her şeyi bildiğimizce yorumlamak, hayal kırıklığına ve mutsuzluğa kavuşmak için şahane bir yoldur. Bu tür bir uğraş için çeşitli alıştırmalar vermiş Watzlawick, örneğin rahat bir koltuğa oturup bir limon düşleyeceğiz ve ağzımız sulanacak. Ovidius'un dediği gibi, içimizde sevgi sözcüklerinden bir dağ yaratacağız ve gerçekten seveceğiz böylece, sevgimiz kendimize telkinimiz ölçüsünde güçlenecek. Sonrasında sağlam çökeceğiz, çok iyi.

Adım adım öğreniyoruz, bir sonraki seviyede kendini gerçekleştiren kehanetler var. Kaçınmayacağız ve bunu yaşamın olduğu gibi yaşanmasına bağlayacağız. Oedipus -Popper'a göre- kehanetten haberdar olduğu için Oedipus oldu, yoksa ondan kaçınmaya çalışmayacak ve makus kaderini yaratmayacaktı. Öyle mi? "Bir olaya ilişkin kehanet, kehanet denen olaya yol açar." (s. 53) Bir tehdidin varlığı veya bir tehdidin kurgulanması yoluyla kendimizi aslında orada olmayacağımız bir yere götüreceğiz, bu özgür irade olarak belirecek ama iradenin mahkumiyeti çoktan gerçekleşmişti zaten, böylece adilane bir tavra sahip olduğumuzu düşünüp davranışlarımızın meşruiyetini sağlayacağız. Bir gölgeyi kendimiz belleyip peşinde bir başkasını inşa etmeye çalışacağız. Sağlam bir mutsuzluğun temeli budur.

Bir şeye ulaşmanın trajedisi başka bir bölümün konusunu oluşturuyor. Savaş bittikten sonra, Orwell'ın aktardığına göre Belçikalı bir Alman sempatizanı ölüleri görmeden geçirdiği beş yıldan sonra yıkık şehrinin sokaklarında dolaşırken rastladığı ilk ölüyle savaşın ne demek olduğunu anlar, o ölüyü görmese belki de hiçbir şey değişmeyecekti kendisi için. Diğer cepheyi düşünelim, Almanların yenilgisinden önce yıllar boyu intikam yeminleri etmiş insanların bitik düşmanlarıyla karşılaşmalarıyla birlikte yeminlerini unutmaları, zaferin öneminin kalmaması gibi meseleler düşündürücü. Hâlâ acı verebileceksek, kudretimizi görüp onurumuzu bu yolla onarabileceksek intikam isteriz ama hayat bizden önce davranıp arzularımızı gerçekleştirmiş olabilir, o zaman başımızı çevirip devam ederiz. Orada bizim için bir şey yoktur artık, çocukluğun boşluğunun yanına orayı da koyabiliriz.

Yanlış bağdaştırma ve düzlem karıştırma da sağlam bir ders olarak çıkıyor karşımıza. Sigara içmesi istenmeyen insanla ona duyduğumuz sevgiyi birlikte değerlendirmek, sarımsak yiyen birinin doğurduğu duyguları sarımsağa denklemek ve buna benzer şeyler. Duygularla nesneleri bağlama biçimlerimiz. Bir nesnenin taraflar için doğurduğu sonuçlar üzerinden arıza çıkarmak mutsuzluk için çok etkili bir yoldur. Genellikle eylem üzerinden bir suç biçilir, eylemin ortaya çıkmasına yol açan sebepler gözardı edilir. Daha kolay çünkü. Daha az yorucu, yüklenilen sorumluluk daha az. Bir ilişkiyi yüzeysel kılmak için muazzam bir yol. Birini yetersiz, aciz hissettirmek istiyorsanız buradan yürüyebilirsiniz. Daha çok içmemesini, daha fazla yememesini, daha fazla yapmamasını, daha az da yapmamasını, yapmamasını veya yapmasını söyleyiniz. Birine kendi isteğinizi "dayatınız". Birine kendi dengesizliğinizi dayatınız. Birine kendi yarımlığınızı yıkınız. Sonrasında karşı tarafın en ufak bir itirazında her şeyi "zaten" kabullenerek ilişkiyi sürdürdüğünü söyleyiniz. Tebrikler, kendiniz çalıp kendiniz oynadınız ve tek başınıza mutsuz olacakken bir başkasını da mutsuz kıldınız.

Ecinniler'den bir alıntı ve son. "'Her şey güzel, her şey. İnsan mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur. Sırf bu yüzden.'" (s. 108) Şöyle bir silkinip bakalım. Evet, iyiyiz. Sonra biraz zaman geçsin, düşüncelerle dolalım, arzular şelale haline gelsin, mutsuzuz. Nasıl iyi oluyorsa öyle yapalım veya dönüşümlü olsun, birikelim ve dökülelim. Olan şey de bundan pek farklı değil.

3 Ocak 2019 Perşembe

Onat Kutlar - Karameke

Karameke bir kuştur ama Onat Kutlar'ın kaleminden geçiyorsa sadece bir kuş değildir. İshak'taki, hani o öyküde avluya doluşan güvercinler miydi, serçeler miydi, bir kuşlar vardı avluya doluşan ve Antep'in sıcağına bir kanat serinliği getiriyorlardı. Burada Karameke'nin getirdiği şey bir serinlik değil, kendini getirmesi kuşluktan da çıkartıyor kendini, zaten olaylar Manyas civarında geçiyor, Marmara'dan çıkarken Ege'yle buluşulan noktada. Gölün parıltısını ve bambaşka bir Anadolu'yu gördüğümüz yer. Buranın insanlarının yalnızlığı güneyle doğunun birleşiminden doğanınkinden daha... pastoral. Manyas civarı dedim ama tek mekan değil orası, kentin sokaklarına da rastlıyoruz diğer öykülerde. Derleme bir kitap bu; yarım kalan öyküler, tamamlanmış ama İshak'a alınmamış olanlar, senaryoya dönüşememiş fragmanlar, hepsi bir arada. Ferit Edgü toparlamış. Sunu yazısından başlayacağım.

"1950 kuşağı" yazarlarından Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru ve Erdal Öz'ün öyküleri birer birer kitaplaşırken -tabii Ferit Edgü de yazıyor durmadan- Onat Kutlar da İshak'ı çıkarıyor ortaya, sonrası uzunca bir suskunluk. Kuşağın diğer yazarları yeni metinlerle çıkıyorlar ortaya, Kutlar hâlâ susuyor. "Ortak bir bilinç, sonsuz bir yenilik tutkusu, Sait Faik sevgisi ve sol bir dünya görüşü. Bunlar birleştiriyordu bizleri, ama hepimiz, yeryüzünün tüm gerçek yazarları gibi kendi dünyamızı kurmanın peşindeydik." (s. 7) Dönemin bütün yazarlarının en az birer kitabını okudum, yine de İshak'ın dünyasını başka bir yerde bulamadım. Sonrasında Kutlar'ın yıllar sürecek sessizliği kırılmak bilmiyor, belki sinemayla olan uğraşından ötürüdür, belki başka işler yüzündendir, belki gizli bir tatmindir, bilemiyorum ama Vedat Günyol ve Melih Cevdet Anday gibi iki önemli eleştirmenden övgü alan Kutlar'dan yeni öyküler beklemişler, Edgü böyle söylüyor. "Ne yazık ki o öyküler hiçbir zaman gelmedi." (s. 8) Öykülerden bazıları dergilerde görünmüş ama kitaplaşmamış. Kemal Özer'le yaptığı bir röportajda Karameke'den bahsetmiş Kutlar, müjde vermiş ama lanet saldırı yüzünden ömrü yetmemiş kitabı görmeye.

Volan Kayışı aslında İshak'ta yer alacakmış ama çıkarılmış sonradan. Sanki iyi de olmuş, birlik kuracağı öykülerden biraz daha uzun ve sesi diyeceğim, sesi biraz daha farklı. Başka bir zamanda yazılmış gibi. Diyaloglar daha bir yüklü, dünya daha belirli bir ağırlığı taşıyor. Nasıl, şöyle: "Yıldızlar, gecenin eski ve kimsesiz bekçileri taşlar arasında birikmiş sulardan göz kırpıyorlardı." (s. 13) Bu tamam yine, düşlem bilindik bir atmosfer yaratıyor ama "Prometeus" işin içine girince, kartallarla birlikte eski acısını yaşadığı söylenir söylenmez bir başkalık beliriyor. Anlatıcı sokağa çıkıyor, yol soran birine adres tarif ediyor, gerçeği bütün sertliğiyle anlatmak için çırpındığını söylüyor. Kendi gerçeğini yıldızlardan, hızla yaklaşan dağlardan ve imgelerinden çıkartacağız, bir şey anlatılmaya çalışılıyor, okur bir dünyaya çekiliyor. Salih ve Hilmi beliriyor, Musa beliriyor, deli Musa. Uykuyla uyanıklık arasında salınan bir akrobasi, gerçeğin bütün katılığına rağmen. Ulaşılamayan bir kadının çarpıttığı. Özgün bir kara yazı.

İntihar, ters giden işlerin bulandırdığı bir zihnin yanlış anlama sonucunda kendi halinde bir adamı zengin belleyip aşağılama girişimlerine dairdir. Adam domates suyu ister, buz ister, buzun kalmamış olması engel değildir, yine de ister. Anlatıcı bir bira ister, domates suyundan ötürü terslenmiş adam bira isteyenden yaka silker. Öfke konuşur, domates suyucu adam yerin dibine bir temiz sokulur, zenginliğinden girilir, edepsizliğinden çıkılır. Sadece bir tahsildar olduğunu söyler suyucu, parası da çıkışmaz üstelik. Sonrasında dünyayı çivileri hazır bir tabuta benzetir anlatıcı, yarım yamalak dilediği özür ağzında ekşir. Öykünün sonunu bu şekilde bitirip bitirmemeyi düşünecek kadar utanmıştır. Bitirir.

Karameke ve Sığla Ağacı nam öyküler aynı dünyanın öyküleridir, Muhtar ve diğerleri iki öyküde de karşımıza çıkar. Sihirli bir güzelliğe sahip olan şeyleri anlatmaya yanaşmıyorum, bu ikisini de anlatmıyorum. Kan davası, sevda, kasaba sosyalliği, yalnızlık ve pek çok şey bu iki öyküde ortaya çıkar, bir de Karameke. Bu kuş özeldir, şahsen Manyas'taki müzede gezinirken içi doldurulmuş halini gördüğüm zamanı hatırlıyorum ve öykülere bağlıyorum, kuşun uçuşunu hiç görmediysem de seziyorum. Fotoğrafını da çekmiştim ama ne oldu bilmem, sildim sanırım. İyi; görünüşünü hatırlasaydım Kutlar'ın aklındakini hayal edemezdim.

Altın baba-oğul ilişkisini yerde altın arayan bir çocukla bilge bir baba üzerinden yürüten, yine azıcık büyülü bir öykü. Surların civarında kent yaşamı, mahalle arkadaşları, çocuklar ve çocukların diyalogları. Kutlar'ın çocuklar konusunda pek bir kurmacaya giriştiğini sanmam, onlardan biri olduğuna eminim. Baba olduğuna da eminim. Kutlar o başta söylediğim yıldızlardan biri de olabilir, tepelerden aydınlattığı dünyayı izleyen. İşin güzel yanı, Kutlar sadece bu özel dünyadan ibaret değil; film senaryosuna baktığımızda Hakkı Behçet Bey'in yaşamını anlatış biçiminin düzlemi son derece somut temeller üzerinde kurduğunu görürüz. II. Meşrutiyet zamanlarından 1970'lere kadar uzanan bir anlatıdır bu, üç kuşağın zaman içinde biriktirdiği yaşam parçaları ülkenin en alengirli zamanlarında büyür, genişler ve aileyi bir şekilde ayırır. Birleşmenin tamamlanması veya sona ermesi dedeyle torun arasındaki mesafenin aşılmasıyla ortaya çıkacak, veya tersi diye düşünürken sona geliriz, tamamsız bir senaryo. Lanet! Kutlar'ın kaybı edebiyatımız için belki de en büyük kayıp. En azından benim için böyle. İkinci sırada Ali Teoman gelir. Üçüncü Yücel Balku. Dördüncü Murat Saat. Aslında Murat Saat'i bildiğimden beri en ufak bir huzurum yok, yeri başka.

Başka, masallar. Antik Yunan medeniyetinin tanrıları bizim buraları biçimlemiş, biliyoruz, bir de Kutlar'dan okunmasını isterim. Masallardan birinin sonunda zincirlerden, Kybele'nin Europa'ya bağlanışından bahsetmiş Kutlar, bu zincirleri Asya yakasında oturan bir "kör" değilsek görebileceğimizi söyleyerek bitirmiş. Gülümsedim, Kalkedonlular el kaldırsın.

Unutulmuş Kent'i zamanın birinde okumuştum, Kutlar'ın nesi kaldı? Bir şeyi kalmadı ve bütün öyküleri kaldı, hâlâ okunmayı bekliyor. Dönüp dolaşıp dünyasına gireceğim bir yazar, gıyabında hocam. Unutulmasın.