28 Şubat 2019 Perşembe

Ernst Jünger - Cam Arılar

Atıl duruma geleceğiz. Kaku'nun adını hatırlayamadığım bir incelemesindeki deneyi hatırlıyorum, bilgisayar programının yazdığı eser için, "İddia edildiği gibi Mozart'ın kayıp eseridir bu," demiş uzmanlar. Oysa iddianın aksine kayıp eser falan yok. Üretilen algoritmalar işe koşuluyor ve yapay zekanın yazdığı roman usta işi bir eser olarak niteleniyor, buna benzer pek çok örnek var. Halihazırda olan şeyler bunlar, olacaklar hayal gücümüzle sınırlı ama sonuç belli; makineler bizim yaptığımızdan daha iyisini yapacak. Hepsi hepsi sözcüklerden ve notalardan ibaretiz, duygulanımımızın vardığı nokta bu parçalar olduğuna göre rahatlıkla kopyalanabiliriz ve eserlerimizin çok daha iyileri yaratılabilir. Atıl duruma geleceğiz, gelişen teknolojiyle birlikte emeğimize ve zamanla hayal gücümüze ihtiyaç duyulmayacak, böyle bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Harari de söylüyordu, günümüzün çoğu mesleği kısa ve orta vadede ortadan kalkacak. Şoförlük, avukatlık gibi mesleklere büyük çapta veda edilecek. Gerçi Kaku geleceğimizi kurtarıyor yine, Mağara Adamı Etkisi dediği nane sayesinde insani iletişim ihtiyacından ötürü tamamen makineleşmeyeceğiz gibi gözüküyor ama ne olacağını kim söyleyebilir? Yüzbaşı Richard'a eski dünyanın bir parçası olduğu söylendiği zaman bunu kendi yaşamındaki yenilgilerle birleştirip işe yaramaz bir adam olduğunu kabul etmesini, distopik bir dünyada kıvranan insanlardan biri haline gelmesini düşünüyorum, geleceğin bu şekilde acı verici değişimlere yol açacağı giderek daha bariz bir hale geliyor ama gerçekten de insanın yıkımı mı bu? Kendimizi yeniden inşa etmek zorunda kalır mıyız, söz gelişi siborglaşacak mıyız? Bu gerçekleşecek gibi gözüküyor, insanlığımızdan çok şeyi feda edeceğiz ve yeni insan olarak kendimize çok şey katacağız. Richard'ın ulaştığı gibi bir dengeye ulaşmak zorunda kalacağız, zorlanacağız ama bunu yapacağız.

Richard'ın durumu geleceğin öncülü olarak dikkat çekmeli. Süvari yüzbaşısıyken, savaşın orta yerinde genç bir askerin tüfeğinden çıkan kurşunla vuruluyor ve düşüyor, bir çağın sonu. Otomasyona bağlı araçlar karşısında şoförlerin durumunu düşünün, Richard'ın onlardan pek bir farkı yok şu durumda. Eski asker Richard yoksullukla mücadele edip eşi Theresa'ya sıkıntı yüzü göstermemek isterken pek fazla seçeneği yok, arkadaşı Twinnings'in teklifini kabul etmek zorunda. Zapparoni adlı mucit bir iş adamının yanında çalışmaktan başka bir şansı yok. Arkadaşları tarafından dışlanacağını biliyor ama ekonomik sıkıntıdan kurtulmak için adamla görüşmeyi kabul ediyor ve Zapparoni'nin malikanesine gidiyor. Metinde hepi topu iki mekan var; Twinnings'in işi bağladığı bar ve Zapparoni'nin evi. Olay ağırlıklı bir anlatı değil bu, dünyanın geçirdiği değişimin izlerini Richard'ın anlatıcılığında takip ettiğimiz, tek bir bilince sığmaya çalışan dünyanın devinimlerini izlediğimiz türden, son derece kişisel bir kaybediş. Daha doğrusu bir dengelenme çabası. Dünyayı dengeleme çabası aynı zamanda. Jaguar'ın yeni serisinden. Jaguar ne güzel bir yayınevi. Jaguar, bastığın çok az şeyi edinmedim, bilerek. Elimde olmayan bir şeylerin kalsın istiyorum, yoksa okumadığım pek bir şeyin kalmayacak. Capote'nin Soğukkanlılıkla'sını aynı sebepten okumuyorum, on yıldır bekliyor. Calvino'yu, Márquez'i, Cortázar'ı da aynı sebepten bekletiyorum. Üniversitedeyken, bu mecrada bir şeyler karalamıyorken şimdikinden daha beter okuyordum, bu saydıklarımın pek çok metnini o zaman okumuştum, şimdi de bazen burayı kapatıp, hatta ıssız bir yere tayin isteyip deli gibi okumak istiyorum. Bir şey yazmak istemiyorum, gitar çalıp bir şey okumak istiyorum. Günün birinde yapacağım bunu. Yeşim'e söyledim, Ankara civarında çok güzel ve ıssız yerler olduğunu söyledi. Puanımın Ankara civarına henüz yetmeyeceğini söyledim, bekleyebileceğimizi söyledi. Hem sonsuzluktan, hem de uzun vadeli sonluluktan konuşabilmek çok güzel bir şey, çok özlemişim bunu. Neyse, Richard'ın düşüncelerinde geziniyoruz, zaman ağır ağır akıyor. Eski askerlerin çoğu iyi işleri kapmış, Richard girdiği işlerde tutunamamış ve Twinnings'ten yardım isteyene kadar sıfırı tüketme noktasına gelmiş. Twinnings görüşmeyi ayarlama konusunda Richard'ı ikna etmeye çalışırken dünyadan fırlatılıp atılmasına akıl erdirmeye çalışıyor Richard, bir yandan da Zapparoni'nin dehasını öğreniyor. Zapparoni teknik kabiliyetiyle tekelleşme yolunda ilerliyor, buluşları dünyanın çehresini değiştirecek düzeyde. İşçilerine verdiği maaş bakanların maaşıyla yarışıyor ve çalışanlar istedikleri saatlerde mesaiye başlıyorlar, günlük işlerini bitirmeleri yeterli. Şirket sırlarını kaçıramıyorlar, Zapparoni muazzam koşullarda çalıştırıyor işçilerini. Sırların kaçırılmaması için gereken şartlar sağlanmış durumda zaten, patron her şeyi düşünmüş ve uygulamaya koymuş. Yine de bağımsız bir zihnin hizmetlerine ihtiyaç duyabiliyor, bütün sözleşmelerin ve anlaşmaların dışında, bu yüzden "kirli işlerini yürütecek bir adam" olarak Richard'ı düşünüyor, Twinnings vasıtasıyla.

Görüşme kararlaştırılırken Richard geçmişe, Twinnings'le ve diğer arkadaşlarıyla tanıştığı okul yıllarına dönüyor. Harbiyede öğrencilik zamanları, Binbaşı Monteron'dan edinilen hayat dersleri, her şey geri geliyor. Kanı kaynayan öğrenciler hafta sonu izinlerinde takıldıkları mekanlarda sayısız olay çıkarıyorlar ama bir şekilde kapanıyor mevzular, alınan büyük bir dersle. Her şeyi geride bırakmak istiyor Richard, geçmişin bataklığından kurtulmalı ki yüzünü geleceğe dönebilsin. "Artık bu fosilleşmiş yargılarımı geride bırakmanın zamanı gelmişti. Geçenlerde birisi bana, konuşurken 'eski silah arkadaşlarım' veya 'kılıcının püskülü üzerine yemin etmek' gibi artık çağdışı kalmış pek çok ifade kullandığımı söyledi. Bu ifadelerim, çoktan bayatlamış iffetiyle övünen ihtiyar bir kız kurusunun yapmacık tavırlarına benziyormuş. Bu kahrolası alışkanlığa bir an önce son vermeliydim." (s. 26) Eskilik dile sirayet etmiş durumda, Zapparoni adına çalışmaya başlar başlamaz arkadaşlarının kendisini kınayacağını biliyor ama kendini ve Theresa'yı kurtarmak zorunda, öyleyse eski günleri son bir kez hatırlayıp her şeye veda edebilir. Siciline işlenmiş suçları düşününce kapıyı kapamak daha kolay; vatan uğruna tehlikeye atılıp vatana ihanetle suçlandıktan sonra darbe alan değerlerini tamamen bırakabilir.

Teknolojiye karşı psikolojik tepkiler geliştirmiş arkadaşların intiharlarından Zapparoni'nin icatlarına bilinç akışı, çok dağıtmadan. Mağara Adamı Etkisi'nin ilk izlerini görüyoruz bir yerde; çocuklar Zapparoni'nin ürettiği filmlerin müptelası olmuş durumda ve duygusal olarak aşırı yüklenen çocukların akıl sağlıklarının bozulmasından korkuluyor ama bir yandan da çağa ayak uydurmak fikriyle bütün gelişmeler yavaş yavaş kanıksanıyor. Zapparoni'nin toplumu etkisi altına aldığı söylenebilir, elinde büyük bir güç var ve yeni buluşlarla dünyayı bambaşka bir hale getiriyor, bunun bir sonu yok gibi gözüküyor. Richard'ın uyum sağlayamadığı nokta tam da burası; askerlikle ilişiğini kesmesinin travması henüz geçmemiş, öğrencilik yıllarından savaş zamanlarına kadar pek çok anısı bu travmanın etkisiyle ortaya çıkıyor, sanırım. Bir de dünyanın tamamıyla bir değişim mücadelesine girişecek gücü yok, zaten kişisel sebepleri de bundan geri koyuyor kendisini. Babasıyla ve annesiyle olan ilişkisi de problemli, özellikle babasıyla. "Adam" olması isteniyor, Richard elinden geleni yapsa da babasına yaranamıyor bir türlü. Belki bu kez yaranabilir, bu değişim fırsatını kaçırmak istemiyor bu yüzden. Vatan kavramı da anlamını yitirmiş durumda, çok sevdiği Monteron'un ölümünden sonra vicdanının sızlamasını dindiremiyor, her şeyin boşuna yaşandığı düşüncesi var aklında.

Zapparoni'yle karşılaşma ve cam arıların ortaya çıkışı final bölümünü oluşturuyor, genişçe bir bölüm. Bir nevi sınav. Richard bir karar vermek zorunda, Zapparoni'nin manipülasyonuna kapılmadan, olabildiğince özgür iradesini kullanarak. Kuklalar, otomatlar, cam arılar, kesik kulaklar ve etik, Richard'ın yaşama dair fikirleri. Hepsi birbirine karışıyor, ortaya psikolojik bir gerilim ânı çıkıyor. Düğüm çözülüyor sonra ama kesin bir sonuca varamıyoruz, Richard'ın kararını bilsek de dünyanın daha iyi bir yer olup olmayacağına dair öngörüler dışında elimize bir şey geçmiyor ki geçmesin, gelecek henüz ortaya çıkmadı. Ufukta bile belirmedi, şimdiden başka bir şey yok elimizde. Richard biraz da bu fikre bel bağlıyor, belki de cebinde iyi niyet taşlarını biriktirmeye başlıyor.

Sıkı kurulmuş bir distopya diyeceğim, diyemiyorum. Distopik atmosfer kuşatmış metni, tamam ama yine de... Bilemiyorum. Belki benim cebimde de birkaç taş vardır.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Gerard Russell - Unutulmuş Krallıkların Vârisleri: Ortadoğu'nun Yok Olan Dinlerine Yolculuk

Binlerce yıllık tarihleriyle dünyanın her yerine dağılmış durumdalar. İngiltere'nin bir köşesinde, tapınaklarında yaktıkları ateşin etrafında birkaç adam duruyor, inançlarının doğduğu toprakların binlerce kilometre ötesinde kadim bir ritüeli yaşatıyorlar. ABD'nin ortasında bir yerlerde, adı pek bilinmeyen bir kasabada tavus kuşu resminin altında toplananlar atalarının geleneklerini sürdürüyorlar. Hindukuş'un göğe değdiği noktalarda üç köy var, köylerdekiler Pakistan'ın baskılarından bunalmış durumdalar ve en yakın yerleşimle aralarındaki mesafeyi oldukça kısaltacak olan tünelin inşaatı biter bitmez tehlikeye daha da yakın olacaklar, korkuyorlar ve ibadetlerini sürdürüyorlar. Müslüman Mısırlılar, Koptların kiliselerine saldırılmasın diye el ele tutuşup canlı duvarlarını örmüşler. İran'da mollalar Batı tehlikesine karşın yakın zamana kadar silmeye çalıştıkları binlerce yıllık inançları kollanmışlar, hilal ve kartal yan yana duruyor. Soykırımlar, saldırılar, zulümler bu insanları parçalamış ve başka coğrafyalara savurmuş olsa da ABD'ye gelen Araplar Yahudilerin yardımıyla düzenlerini kuruyorlar, buna karşın Hıristiyan Mısırlılar Baptist veya Üniteryen Hıristiyanların garip yaşamlarına ayak uyduramıyorlar, ABD'dekilerin oruç tutmamalarını, kiliseye gitmek dışında herhangi bir ibadeti yerine getirmemelerini hayretle karşılıyorlar. Zaman geçtikçe yaşam biçimleri değişiyor, inanç da biçim değiştiriyor, böylece aynı dine mensup olanlar arasında ortaya çıkan farklar bir nevi zenginlik haline geliyor, bu farklar yüzünden ortaya çıkan savaşlar bir yana. Russell'ın yolculukları boyunca tanıştığı insanlar, gördüğü tapınaklar, duyduğu acılar benzer şeyleri söylüyorlar; dünyanın öbür ucunda bile inanç sürer, ateşler farklı kıtalarda aynı amaç uğruna yakılır, acılar unutmamayı sağlar. İnancımız kimliğimizdir, tersi de geçerli. Kimliklerini korumaya çalışan insanların serüvenini anlatıyor Russell, İran veya Pakistan gezilerinde zorluklarla karşılaşsa da güvenilir bir adam olduğu anlaşılır anlaşılmaz gizemlerin kapıları kendisine açılıyor ve izin verildiği ölçüde gizli dünyaları izlemeye başlıyor. Belki korkudan, biraz da tamamen yok olmama isteğinden ötürü izin veriliyor kendisine, yazdığı kitaptan bahsettiği zaman insanlar zamana karışıp gitmesini istemedikleri inançlarının en azından sayfalarda var olacağının tesellisiyle yakınlaşıyorlar Russell'a. Durum: "Paganlar Avrupa'dan öylesine toptan ve hızla silindi ki, Hıristiyanlık öncesi dinlerle ilgili ayrıntılı bilgiye İngiltere gibi bir yerde neredeyse ulaşılamıyor." (s. 9) Bu yüzden bu metin, Russell'ın şahitlikleri önemli.

Zaman çizelgesi verilmiş, ardından unutulmuş krallıkların haritası verilmiş. Zaman çizelgesinde Antik Mısır'dan Şah I. İsmail'in hükümdarlığına kadarki süreçte gerçekleşen önemli olaylar sıralanmış. Haritayı gözümüzde canlandırabiliriz; Ortadoğu'da yoğunlaşmış inançların sürgünlerle dağıldıkları yerler Gürcistan'dan Mısır'ın güneyine kadar uzanıyor. Bu dağılış sürecini de anlatıyor yazar, tarihi bilgilerle güncel yaşantılar iç içe geçiyor ve yüzlerce yıl önceki savaşlarla ardıllarını aynı noktadan değerlendirebiliyoruz. Anakronizme hiç bulaşmıyor Russell ama ihtimallerden de bahsediyor arada, örneğin Moğol ve Timurlenk istilaları olmasaydı Bağdat'ın hâlâ Hıristiyanlığın merkezi olabileceğini, 4. yüzyılda Mani'yi takip eden bir adamın Roma imparatoru olmanın kıyısından döndüğünü, eğer bu mevzu gerçekleşseydi Roma'nın Avrupa'ya Hıristiyanlığı değil, Mani öğretilerini yaymış olacağını söylüyor. Benzer örnekler başlıklar halinde incelenen inançlarda da mevcut, yolların çatallanmasıyla ayrışan mezheplerin üstünlük mücadeleleri sonucunda galip gelenin gölgesinde kaldıklarını görebiliriz. Sonrasında kademe kademe artan nefret dalgasıyla gittikçe silinen bir zenginlik. "Bu kitap ayrıca, umarım, din çeşitliliğinin değerini de vurgular. Arap dünyası dini hoşgörüyü reddedip tutuculuğu dikte edince küçüldü. Batı son yüzyıllardan itibaren bunun aksini yaparak büyüdü. Azınlıklarına değer veren bir ülke, onların yeteneklerinden ve dünyadaki diğer topluluklarla bağlantılarından fayda sağlar." (s. 21) Mandayyalarla başlıyor Russell, anlatısında geçmişle günceli bir güzel derliyor, öyküyle anı, tarihle hikâyeleştirme iç içe geçiyor, on numara bir şey, ben tahkiye mevzusunu atlayıp bodoslamadan giriyorum. Mandayyalar tek tanrıya tapıyorlar, vaftiz ediliyorlar, İncil yazarı olan değil de vaftizci olan Yahya isimli bir peygambere inanıyorlar. Âdem'in oğlu Şit'in soyundan geldiklerini ve Âdem'in cennetin bahçesinde aktardığı gizli öğretileri aldıklarını iddia ediyorlar. Kulağa isim fısıldama olayında Babil dilini kullanıyorlar, kökleri çok eski zamanlara dayanıyor. Bu noktada inançların çıkış noktalarını eşeliyor Russell, Mısır'daki piramitlerden önce Iraklıların piramitlerinin olduğunu söylüyor, malzeme olarak kerpiç kullanıldığı için bu piramitlerden geriye pek bir şey kalmamış. Firavunlar belki de bu yüzden daha dayanıklı malzemelerle inşa ettirmişlerdir piramitleri. Neyse, Babil'den kalan geleneklerini sürdürdükleri düşünülüyor Mandayyaların, Müslüman alimlerin eserlerinde kendilerine dair çeşitli bilgiler varmış, şehirleri Irak bataklıklarında hâlâ yaşıyormuş. Homeros'un yazdığı destanın benzerleri Irak'ın bu kadim uygarlığından doğmuş olma ihtimali varmış, benzer ögeler o zaman için dünyanın iki ucu sayılan bu coğrafyalarda yayılmış. Kuran'da Zerdüştlerle birlikte olumlu bahsedilmiş kendilerinden, ayrı tutulurlarmış bu yüzden. Museviliğe ilgi gösterirlermiş, ayrı düştükleri de çok olurmuş ama ortak birçok inançları varmış. Yahudilik etkisi altında serpilmiş bu inanç, Manicilik de aynı kökten türemiş. Aziz Augustinus'un Mani inancından pek çok öğretiyi irdelediği biliniyor, Hıristiyanlığın biçimlenmesinde çokça etkisi olmuş kısaca Maniciliğin. Mandayya papazlarının gök cisimleriyle olan ilişkileri Babil damarından geliyor; İngilizcede kullanılan gün isimleriyle aynı kaynak. Birçok bağlantı var, Russell Babil, Mandayya, Musevilik ve Hıristiyanlık bağlantılarını kurarak inançların birbirleriyle nasıl iletişime geçtiklerini anlatıyor, müthiş.

Nadia'nın hikâyesiyle birlikte yürüyor anlatı, bu Mandayya kadını ve ailesi İngiltere'ye göç ettikten sonra inançlarını korumuşlar, Nadia'nın bir süre boyunca devam eden isteksizliğine rağmen. Sonrasında atalarının inancına sarılmış, Batı medeniyetinden de kopmadan iki dünyada birden yaşamayı başarmış. Yüz bin Mandayyadan çoğu Irak'tan göç etmek zorunda kalmış, savaşların ardı arkası kesilmeyince dağılmışlar. "Mandayyaların geçmişine bakıp gördüklerimizden sonra Nadia'yla ben bir konuda hemfikiriz: Onların gitmesiyle Babil gerçekten yıkıldı." (s. 52)

Yezidiler var sırada. Kuzey Irak, Suriye'nin bazı bölgeleri, Gürcistan ve Ermenistan, yoğunluklu olarak yaşadıkları ülkeler. Maruz bırakıldıkları zulmü yakın bir zamanda gördük. İslamiyetle büyük benzerlikleri var inançlarının, yine de zülme uğramalarına yol açacak kadar fark var arada. Reenkarnasyona inanıyorlar, boğa kurban ediyorlar ve tavus kuşu şeklini alan bir meleğe inanıyorlar. Irak'ın kuzeybatısı onların evi, Mandayyalarla birbirlerini tanıyorlarmış ama çok az iletişim kurmuşlar. Müslüman derebeylerine karşı Hıristiyanlarla birlikte savaşmışlar, Irak'ın Hıristiyanlığın merkezlerinden biri olduğu zamanlarda. Yezidiler haç takarlarmış ama inanç sembolü olarak değil, kötülüğe karşı koruyan birer muska olarak. Bu konu çok hassas, adeta tabu ama kilisede mum yakarken bir şeye inanmamın gerekmediğini düşünmüştüm, sonrasında Russell da aynı şeyi yapan farklı dinlerden insanlar olduğunu anlatınca sevinmedim değil, agnostikler yapar, deistler yapar, herkes yapsın hatta. Neyse, yine Babil bağlantısı çıkıyor ortaya, Şamaş'a kurban edilen boğalar bahsinden balıklara geliyor olay, Şanlıurfa'daki balıklar. Yakınlardaki her inancı etkileyen ve bir şekilde o inancın bir değeri haline gelen balıklar o kadar çok sayıda farklı anlam taşıyor ki İbrahim Peygamber'in sayısız kurtuluşu gerçekleşmiş diyebiliriz. Persler ve Romalılar da gelmişler oralara tabii, inanç yığınından parçalar alıp götürmüşler. Mitra'ya tapanlarla Yezidiler arasında büyük benzerlikler varmış, el sıkışma bunlardan biri. Tabii sadece el sıkışmayı değil, inancın kendisini de götürmüşler ama Romalı askerler Mitra'ya tapınma eylemi olan el sıkışmayı bütün Avrupa'ya, Batı medeniyetine mal etmişler zamanla. Yezidilerin tam bir tarihini bilen araştırmacı yokmuş, dolayısıyla hangi inancı ne kadar etkilediği ve hangi inançtan ne kadar etkilendiği bilinmiyor. Tarihin silik bölümleri. Arkeolojik çalışmalar yeni veriler sağlayamazsa karanlığa gömülü bir alan demektir bu.

Alevi ve Kürt tarihine de giriyor Russell, o bölgelerdeki kaynaşmanın sonucu olarak. Hallac bağlantısı var, onun hikâyesine de giriyor. Yezidilerin Zerdüştçüler ve Mandayyalar kadar organize olmadıkları söyleniyor, bu yüzden gerçek bir tehlikeyle karşı karşıyalar. İnananların sayısı da diğerlerininki kadar çok değil. Onlar da Irak'tan kaçıyorlar, Müslümanların baskısı yüzünden bu kez.

İki tane çalışır benden. Sonrasında Zerdüştçüler, Dürziler, Samiriyeliler, Koptlar ve Halaçlar geliyor. Hepsinin muazzam bir tarihi var ama Halaçlar gerçekten ilginç, Büyük İskender'in dünyanın sonu olarak gördüğü dağların tepelerinde yaşıyorlar, kapalı bir topluluk. Diğer inançları anlatırken onca bilgiyi sıralayan Russell, Halaçlar söz konusu olunca sadece yaşamlarına ve ritüellerine yer veriyor, sanırım kendisine pek bir bilgi verilmemiş. Zaten bazı ritüelleri görmesine izin verilmiyor, gerçek bir sır var o zirvelerde.

Son bölümde Detroit anlatılıyor, Yeni Dünya. Yeni bir kıtada inançların köklerle bağının kopmaması için insanların gösterdikleri çabalar, eski topraklarda sürdürülen düşmanlıkların sürdürülmemesi için verilen emekler, bir sürü şey.

Muazzam ya, azıcık ilgisi olan herkesin okuması lazım. İnternetten bulunabilir, İstiklâl üzerindeki KÜY şubesinden de alınabilir.

25 Şubat 2019 Pazartesi

Jonah Lehrer - Hayal Gücü

Yaratıcılığın sırrının neliği de didikleniyor ama, "Şudur!" diye bir şey denmiyor tabii, çünkü öyle bir "şu" yok. Aslında herkes yaratabilir ama çoğu kimse yaratmaz. Otur, uğraş falan, zor iş. "Sebat" diyor Lehrer bir yerde, dehalar bile bir eseri lak diye ortaya koydukları için deha değiller, epifani anları nadiren yaşandığı için çalışmak zorundalar, çok çalışıyorlar ve yaratıyorlar, o büyülü anları da yaratıyorlar. NOCCA diye bir okuldan bahsediliyor metinde, burada düşük gelir grubundan çocuklar eğitim alıyorlar ama tipik bir eğitim değil bu, yetenekli bir çocuğun eline gitar veriyorlar ve arkadaşlarıyla bir şeyler yaratmasını bekliyorlar. Çok katı olmayan bir eleştirel süreç var, insanlar birbirlerinin yaptıklarını eleştiriyorlar ve daha iyisini yapmak için çabalıyorlar. ABD'nin en iyi sanat okullarına gidiyorlar sonra, yokluğun içinden çıkan parıltılar daha büyük ateşleri yakmak için ülkenin dört bir yanına dağılıyorlar. Okulun CEO'su Kyle Wedberg'in olaya bakış açısı müthiş; çocuklara eğitimi dayatmadıklarını, problemlerle başa çıkma, zamanı kullanma, büyük bir şey yaratma sürecini deneyimleme imkanı sunduklarını söylüyor. Önce bedava kahvaltı -çünkü çocuklar o kadar kötü şartlarda büyüyorlar ki onları okulda tutmak lazım- ve sonrasında şovalenin, nota sehpasının, her türlü malzemenin karşısında geçirilen birkaç saat. Yaratıcılığın ortaya çıkması için bundan daha ideal bir sistem olamaz, şahane.

Lehrer iki bölüme ayırmış metni; Tek Başına ve Birlikte. İlk bölümde yaratıcılığın bireysel ve zihinsel aşamaları var daha çok, beyinde neler olup bitiyor, beyinde havai fişekleri patlatabilmek için neler yapmak lazım, sanatçılar neler yapıyor, böyle şeyler. İki bölümün içinde daha küçük bölümlendirmeler var, bir sanatçının yaşadıkları anlatıldıktan sonra anlatılanların farklı disiplinler tarafından açımlanması var; sanatçılar ne yaptıklarını bazen biliyorlar, bazen bilmiyorlar, o halde psikolojiden sosyolojiye pek çok alanda incelenebilir bu meseleler. Lehrer nörolojiden ekonomiye pek çok dala atlıyor, zıplıyor ve şeyleri birbirine bağlayıp bir perspektif sunuyor bize. Eh, kendimi de bir parça yaratıcı olarak görüyorum ve bu perspektife kavuşunca bazı şeyleri neden yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Yürümekle alakalı üç beş bir şey okumuştum, orada da değiniliyordu gerçi; sadece spor olsun diye yürüyüşe çıkmayınız, kendinizi sahillere vurmayınız, bisikletle Kartal'a gidip gelmeyiniz, bunları dalıp gitmek için yapınız. Hatta hiçbir sebebiniz olmasın ya, sadece yapınız. İnsanlarla konuşunuz, kedilerle konuşunuz, sonra yolunuza devam ediniz. Mekan ve insan değişince ortaya çıkanların haddi hesabı yok.

P&G'den bir hikâyeyle başlıyor Lehrer, bu şirket onca mühendis çalıştırıyor ama istediği bir yeniliğe yıllar boyunca ulaşamıyor. Sonrasında olaylara bambaşka açılardan yaklaşabilen, içselleştirilmiş işlevselliğe takılıp kalmayan bir adam çıkıyor, çözümün çok basit olduğunu görüyor, ürettiği şeyi patronlara kabul ettiriyor ve şirketin kasasını parayla doldurmaya devam ediyor. Fikri gerçeğe dökme aşaması, fikrin ortaya çıkma ânı ve sonrası gibi pek çok noktayı irdeliyor yazar, her bir nokta için farklı bir hikâyesi var. Şunu da alayım: "Hayal gücü metafizik bir şey (tanrıların bir özelliği) iken, kortekse mahsus bir seğirmeye dönüşmüştür." (s. 17) İşin bilişsel boyutu zaten başlı başına ilgi çekici, mesela amigdala denen zamazingoya direkt versek elektriği... Sinaps miyelin falan fişeklesek acaba ne olur diye merak etmiyor değilim. Kovayla dökmeyeceğiz tabii de, içeriden fışt fışt itekleyecek bir teknoloji üretilse örneğin. İşte bu fışt fıştları aslında doğal yollardan sağlayabiliriz, Lehrer'ın anlatmak istediği şey bu. Bob Dylan'ı ele alıyor en başta, ilk fırtınadan sonra Dylan'ın yaşadığı durgunluk zamanlarını nasıl atlattığına değiniyor. I'm Not There'da ne güzel anlatılmıştı ya. Neyse, Dylan yazdıklarını yırtıp yırtıp atıyor, Marianne Faithfull bu anlara "dâhinin öfke nöbetleri" dermiş. Joan Baez'le takıldığı zamanların videolarını izliyorum, arkada muhabbetler, çalıp söylemeler falan, Dylan çıt çıt çıt daktiloda bir şeyler yazıyor, sigarasını içiyor, hiçbir şey dikkatini dağıtmıyor. En sonunda dağıtıyor tabii, girdiği döngüden kurtulmak istiyor ve İngiltere turnesinden döner dönmez motoruna atlayıp New York'tan kaçıyor. Bir şey yapması lazım ama ne yapacağını bilmiyor, bekliyor. Engellenmiş hissediyor, bu engelden kurtulması gerek. Buradan beynin sağ yarıküresine atlıyor Lehrer, Proust ve Mürekkepbalığı'nda beynin bu bölgesinin dünyayı nasıl rengârenge boyadığı bir güzel anlatılıyordu; bu bölge her şeyi karman çorman edip yeni bir şey yaratmayı sağlar. Otistik çocuklarda, dislektiklerde bu bölgenin muazzam bir potansiyel taşıdığı söyleniyor, araştırmalarla kanıtlanmış bilgi. Mecazlar, melodiler, icatlar, yetenekler uçuşur bu bölgede, önemli olan oradakileri çekip alabilmek. İçgörü denen şey. Dylan ne yapıyor, bu içgörü anlarından birini yakaladığı gibi oturuyor ve Like a Rolling Stone'u yazıyor.

Sonraki hikâye "post-it" denen nanenin icadıyla işlevselliğin prangalarından bahsediyor. Bu yapışkan kağıtlar başka bir amaç için denenen ürünlerin sonucu aslında, ortaya çıkan ve "x" amacı için işe yaramayan ürünlerin "y" için muazzam bir icat olduğunun anlaşılmasıyla çeşitli renklerdeki yapışkan kağıtlar hayatımıza giriyor. İçgörüye ulaşmak için bilgi yükünden kurtulmamız gerektiğini söylüyor Lehrer, bazı zamanlarda bildiklerimizi tamamen gözden çıkarmalıyız veya bildiklerimize farklı bakış açılarından yaklaşabilmeliyiz. Hume'dan bir alıntı yapılmış, adam "birleştirme" ve "yerini değiştirme" yoluyla ortaya çıkan yeniliklerden bahsediyor. Gutenberg'in üzüm cenderesi hakkındaki bilgisini basım makinesi için kullanması bir örnek. Kısacası bir iş sadece o işle ilgili şeyleri içermez, ikinci bölümde şirketlerin yapılarını incelerken çalışanların sürekli yer değiştirdiklerini ve iletişim ağlarının yenilenip çeşitlendiğini göreceğiz ve işin farklı açılardan bakıldığında ne kadar değişken olduğunu anlayacağız ama bireydeyiz henüz, o yüzden "varsayılan ağ" nam bir sistemden bahsedip mevzuyu bitiriyorum. Gündüz düşleri. Sık görüyorsanız kısa ve orta süreli hafızanız çok iyi değildir muhtemelen, isimleri hemen unutuyorsunuzdur falan, yine de içinizde yaratmaya dair bir şeyler varsa kutsandığınızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Varsayılan ağa her şey atılır, her şey orada gündüz düşleri yardımıyla bütünlenir ve bambaşka bir nitelik kazanarak çıkar. Gestalt işte. Yeni bağlantılar, yeni düşünceler, tam bir zihinsel panayır. Muhteşem bir şey.

İkinci bölüme de biraz değiniyorum, örneğin Shakespeare. Marlowe'dan ve pek çok sanatçıdan çarptıklarıyla muhteşem soneler yazıyor, oyunlar falan, çok iyi ama o dönemdeki gelişmeler olmasa ortaya çıkması zor. Lehrer, "insan sirkülasyonu" fikrinden yola çıkarak günümüzde teknoloji devi olan şirketlerin iş düzenlerinden bahsediyor. Jobs'ın bir buluşu; tuvaletlerden kafeteryalara kadar pek çok uğrak noktayı yakın yerlerde toplamak. Böylece bir makine mühendisiyle bir yazılımcı tuvalette ellerini yıkarken konuşabiliyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlar falan, farklı bakış açıları ve farklı disiplinler uygun çözümlere ulaştırıyor. Böylesi pek çok eylemin gerçekleştiği mekanları inceliyor yazar, büyük firmaların teknik problemlerini ödül karşılığı çözdürdüğü internet sitelerinden kentlerin yapılanmasına, kalabalık metropollerin varlıklarını sürdürme sebeplerinden şirketlerin yenilikçi prensiplerine pek çok noktaya değiniyor. Özellikle Shakespeare'le ilgili bölüm oldukça ilginçti, çalıp çırpmanın da yardımıyla özgün metinlerin ortaya konabildiği bir dünyadan bahsediyor, tabii bir de o dünyanın yapısından. Attali, Denizlerin Tarihi'nde Antik Yunan medeniyetinin ortaya çıkmasında bütün koşulların uygun olmasından, ekonomiden siyasete pek çok etkenin onca filozofun ve sanatçının ortaya çıkmasına yardımcı olduğundan bahsediyordu, aynı şey Rönesans için de geçerli, tabii Shakespeare'in dönemi için de. Pasteur'e göre şans hazırlıklı olanları bulurmuş, o halde büyük şehirlere gelmenin yaratıcılık için çok gerekli olmasa da bir nevi hazırlık olduğunu söyleyebiliriz, sonrasında her bir adım şanslılığa doğru ilerlememizi sağlıyor ama başlarda bahsettiğim okul örneğinde bütün öğrenciler başarılı olamıyor tabii, çoğu burs boşa gidiyor, araştırmalar için dökülen bir dünya para boşlukta kayboluyor ama önemli olan her bir yatırımdan kesin ürünler almak değil, yaratıcılığı ve zorluklara karşı direnci sıkı tutmak. Bir başarısızlıktan sonra büyük bir başarı gelebilir. İnsanlar sürekli olarak denemelidir kısaca. Yetenekleri öldürmeyecek kadar bir hayal kırıklığı iyidir, engeller ve sınırlar iyidir. Hayal gücünü bunların bir karışımı ateşler. Ateşimiz bol olsun.

Bomba bir şarkı paylaşıyorum ama ülkemizde dinlenemiyormuş, YouTube dayı öyle diyor. VPN falan kullanın, Spotify'dan bulun, bir şey yapın.

24 Şubat 2019 Pazar

Thomas Schramme - Ahlakın Dışındakiler: Psikopati ve Ahlaki Yetilerden Yoksunluk

Mevzu derin olduğu için araştırmacılar da ele aldıkları konuda daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyorlar durmadan. Daha fazla veri, çıkarım, disiplinlerarası etkileşim istiyorlar, kendilerinin bir taş attıklarını söylüyorlar, o taşı kendilerinden önceki delilerden aldıklarını ve yeni delilere ihtiyaç duyulduğunu ekliyorlar. Felsefeden hukuka geniş bir alanın da konusu aslında, Hume'dan Foucault'ya pek çok düşünürün açtığı yollardan gidiliyor ve belli bir noktaya ulaşılıyor, çıkarımlar sağlam temellere dayansa da henüz çözülememiş meselelerin etrafında dolanıldığı için araştırmacılar kuşkucu doğaları gereği daha kesin sonuçlara dayanmak istiyorlar. Sorun en başta tanımlardan doğuyor; psikopati, sosyopati ve antisosyal kişilik bozukluğu arasındaki ilişki tam olarak anlaşılmadığı için araştırmacılar kullandıkları terimleri farklı bağlamlara oturtmak zorunda kalıyorlar. Heidegger'in veya Kant'ın görüşlerinden yola çıkanlar bu temelleri özellikle belirtiyorlar ki kavramlar karışmasın, bir terminoloji çorbası içinde kaybolmasın anlattıkları şeyler. Muğlak çizgilerin olabildiğince belirgin hale getirildiği söylenebilir, ahlakla ilgili pek çok ikilem olmasına rağmen bunlara saplanılmamış, güzel olmuş. Ahlakın akıldan veya duygudan doğan bir şey olup olmadığı gibi sadece iki kutuplu tartışmaların dışında toplumsal ve hukuksal çıkarlarla belirlenen psikopatinin ne olduğuyla ilgili tartışmalara şöyle bir bakılmış, belli bir çerçevede ele alınan mesele derinleştirilmiş ve bazı çıkarımlara ulaştırılmış, daha da derinleştirilmeleri gerektiği de eklenmiş tabii.

Schramme derlediği makaleler için yazdığı ön sözde ahlak, psikopatoloji ve bunlarla ilgili meseleler konusunda okuru neyle karşılaşacağına dair güzelce bir hazırlıyor. Ne diyor, mesela psikopatların cezai yaptırımdan muaf olup olmadıkları konusunda tartışmalı fikirleri ele alıyor. Psikopati sadece bilişsel bir bozukluk olarak görülürse akıl hastalığı çerçevesinin dışına çıkamaz, böylece cezai ehliyet de ortadan kalkmış olur ve "kötü" olarak görülen, ahlak anlayışına sığmayan davranışların engellenebilmesi konusunda yaptırımlar ortadan kalkar. Sırf bu meseleyle ilgili ikiden fazla makale var, farklı bakış açılarından ve disiplinlerden yaklaşıldığı için problemin sınırları olabildiğince genişletilmiş, güzel. Schramme de kavramsal sorunlar için başlı başına bir bölüm yazmış; Psikopati Kontrol Listesi gibi listelerde psikopatinin tanımları mevcut, teste giren katılımcılar verdikleri cevabın puansal karşılıklarına göre ne tür manyaklar olduklarını öğreniyorlar. Puanımız düşükse normal bir manyak olarak mutlu mesut yaşıyoruz, puanımız yüksekse listeden puana denk gelen manyaklık çeşitlerini direkt alıyoruz. Bu tür listelerin ve testlerin sıkıntılı olduğunu söylüyor Schramme, muğlak maddeler ve metodolojik problemler kesin sonuçlara ulaşmayı engelliyor. "Asalak yaşam biçimi", "yüzeysel duygulanım" gibi maddelerin yanında "çok sayıda insanla rastgele cinsel ilişki kurma" gibileri de var, hepsini bir araya getirip sağlıklı sonuçlara ulaşabilme ihtimali, aslında düşük. Psikopatinin "bakan kişinin gözünde" olması durumuna getirildiğini söylüyor Schramme, başka testlerden örnekler veriyor ve güvenilirlik konusunda sıkıntılar olduğunu anlatıyor. İşin "suç" boyutu da var; psikopati araştırmalarına suç işlemiş ve işlememiş kişilerin katılıp katılmamaları sonuçlarda büyük fark yaratabiliyormuş, yanıltıcı olabiliyormuş sonuçlar, bu yüzden farklı tiplerde incelemeler sürüyormuş. Ampirik deneyimlerle zihinsel süreçler arasındaki boşluk, psikopatinin bulunduğu yeri de belirsizleştirmiş oluyor. "Farklı bir biçimde, konuşma diliyle ifade edecek olursak, 'deli' ile 'kötü' arasında bir ayrım yapabilmeyi isteriz ama bu ikisini en baştan tanımlarsak, psikopatiyi ahlakileştirilmiş bir kavram olarak görmemek zordur." (s. 15) Farklı açılardan farklı anlamlar kazanan bir kavram psikopati, bütün veçheleri belirlenmemiş, üzerinde çalışılmaya devam ediliyor. Şey diyecektim bir de, Kötülüğün Felsefesi ile birlikte okunursa buradaki makaleler, tadından yenmez. Metinler birbirlerini açıklar nitelikteler, o yüzden iki kitap oluyor dört kitap. Sekiz.

Felsefi Tartışmalarda Psikopati bölümünde felsefecilerin ahlak hakkındaki görüşleri ve bu görüşlerin bilimsel araştırmalar için açtıkları kapılar hakkında mülahazat var. Ahlakın öznelliği ve nesnelliği konusunda sayısız görüş ve bilimsel araştırma var, nörologların buluşları felsefi görüşleri destekler veya yadsır nitelikte, dolayısıyla ahlakın spesifik bir nirengi noktası yok. Çıkarlarımız doğrultusunda mı ahlaklıyız, ahlaki değerlerimiz ne ölçüde dışarlıklı, ahlakdışı olarak nitelenen insan ahlaki değerlere sahip mi, yoksa zaten kendisinde bilişsel yetersizlikten ötürü var olmayan ahlak kavramının yokluğu mu etkin, bu tür soruların cevaplarını irdeliyor Schamme. Araştırmalara göre hem duygulanımsal hem bilişsel unsurların bir karışımıymış psikopat, sadece tek bir tür yoksunluğun ürünü değilmiş. Bu konuyla ilgili birçok makalede çok çeşitli istatistiksel bilgi var, yoksunluk türleri hakkında yapılmış çok sayıda araştırmanın sonuçlarından çıkarım yapabiliriz ama gidilecek daha çok yol var gibi görünüyor, daha çok araştırma yapılması lazım. Evet.

Makalelerden birkaçını alacağım. İlki Heterojen Psikopati İnşası, Henning Sass ve Alan R. Felthous tarafından yazılmış. Fransız ve Anglo-Amerikan geleneğinde psikopatinin ortaya çıkışı, dallanıp budaklanışı ve gelinen nokta inceleniyor, bir nevi psikopati tarihi. Çeşitli tanımlar, isimlendirmeler, bilimsel mirasın işlenişi, geliştirilmesi ve birçok kuram kronolojik bir şekilde ele alınmış. Fransızlar daha çok duygusal ve sosyal davranış bozuklukları açısından yaklaşmışlar meseleye, entelektüel işlevin pek etkilenmediğini söylemişler. Sonrasında psikanaliz açısından psikopatinin incelenmesi, haliyle Freud'un mevzuya yaklaşımı var. Anglo-Amerikalılar daha homojen bir yaklaşım göstermişler, "ahlaki çılgınlık", "psikopati" ve en sonunda da "sosyopati" kavramları geliştirilmiş. Temel bir zihinsel ve ruhsal kusurun varlığı, psikanalitik çerçevede ve ampirik deneyimlerin sonucunda ortaya çıkmış, literatüre girmiş. Ne güzel. Sonrasında farklı bilim insanlarının psikopatiyle ilgili perspektifleri, ayrıldıkları noktalar, Alman geleneğinde psikopati gibi meseleler geliyor. Giriş mahiyetinde hoş bir makale.

Psikopati ve Ahlaki Rasyonellik, yazarı Eric Matthews. Psikopatinin tanımlarıyla başlıyoruz ve başkalarının haklarının dikkate alınmamasının psikopatiyle bağlantısıyla devam ediyoruz. Ahlaksızlık ile ahlakdışılık arasındaki fark belirlendikten sonra ahlakdışılıktan devam ediyor Matthews, iki örnek üzerinden gidiyor. Cüzdanını evde unuttuğu için benzin istasyonu çalışanını döverek bayıltan adamla barda öylesine bakınan birini kendisine saygısızlık ettiği gerekçesiyle, kırdığı şişeyi adamın suratına sokmak suretiyle öldüren adamı ele alıyor Matthews, empatik yetilerinin olmayışı bu adamları patolojik bir hale getiriyor ve kafalarında neler olup bittiği deli gibi merak ediliyor haliyle. Hume'a kadar dönüyor yazar, duyguların egemenliğinde sürdürülen yaşamlarımız olduğunu düşünürsek ve bu adamlarda duygusal güdüklük olduğunu varsaysak bu kez bilişsel duvara tosluyoruz. Bu adamlar başkalarına zarar verdiklerini biliyorlar, yine de eylemlerini sürdürüyorlar. Hapishanede tecrit edildikleri durumlar da ortaya çıkabilir, zira Matthews'a göre ahlaki çılgınlık içinde bu adamlar, ahlaki rasyonellikten çok uzaklar. Bilginin yanlış yapmaktan alıkoymadığı insanlar bunlar, Matthews bu noktadan yola çıkarak ahlaki rasyonelliği incelemeye başlıyor ve Kant'ın paradigmasını ele alıyor. Uzunca bir bölüm, kısaltıyorum; Kant'ın pratik rasyonelliğinin temeli olmadığı, kişinin arzularından doğmayan ve dışsal bir ahlaki rasyonellik pek de rasyonel olmadığı için Kant'ın ahlaki rasyonellik kavrayışının kusurlu olduğunu çeşitli örneklerle ve alıntılarla anlatıyor yazar, sonrasında Aristoteles'e dönüyor ve insan davranışlarının bağlamlarını ele alıyor. Temel fikirler; ahlaken iyi bir gerekçeyle yapılmış eylemler başkasının iyiliği, en azından zarar görmemesi gözetilerek yapılan eylemdir. "'Erdem'in zıddı 'kötülük'tür: Dolayısıyla, kötü bir insan olmak, rasyonel ilkelere uygun olarak hareket dememek demektir. Bu durumda Aristoteles, ahlaki iyilik ve kötülüğü, dolayısıyla ahlaki akılcılığı, Kant'ın tersine, insan doğasına özgü olan şeyler itibariyle tanımlar ki bunların da, özellikle insani yaşam biçimiyle ilişkili olarak, tipik insani ihtiyaçlar da dikkate alınarak tanımlanması gerekir." (s. 93)

Birkaçını alacağımı söyledim ama nefesim bitti. 331 sayfa, bir dünya makale, birlikte yaşamak zorunda kaldığımız bir dünya psikopat hakkında çok çeşitli çıkarımlar, sürüyle düşünce. Şimdi zaten dünyayı daha iyi anlayabilmek için okuyoruz, ediyoruz da ben özellikle öz savunma için okudum bunu ve dünya gerçekten biraz daha aydınlandı. Suratımın şişeyle delik deşik edilmemesi konusunda yapabileceklerimden psikolojik şiddet uygulayanlara karşı tutumlarıma kadar pek çok şeyi belirledim, "başarılı psikopatlar" karşısında alacağım gardı düşündüm falan, iyi oldu. Geyik bir yana, kendi psikopatolojimi de düşünme imkanı buldum, ahlak anlayışımı gözden geçirdim, bilmem ne. İyidir yani, keşke okunsa.

19 Şubat 2019 Salı

W. Hodding Carter - Sifon: Su Tesisatçısı Uygarlığı Nasıl Kurtardı

Theme Hospital diye bir oyun vardı, hastane kurup geliştiriyordunuz. "Lütfen yerlere kusmayın!" diye anons geçiliyordu falan, çok matrak bir oyundu. İlkokula giderken deli gibi oynardım, bir seviyeye kadar gelirdim ama hep aynı bölümde kalırdım; o bölümün görevini tamamlayamıyordum bir türlü. Sonra üniversitede tekrar kurdum, oynadım ve geçtim o bölümü, meğer tuvaleti muayenehanelere çok yakın konumlandırdığım için hijyen problemi yaşıyormuşum. Mis gibi de tuvalet yapardım; sıra sıra kabinler, lavabolar, bilmem ne. İnsanlar tertemiz çıkarlar diye düşünüyordum, ellerini mi yıkamıyorlar artık, mevzu neyse hastanenin içine ediyorlarmış. Gerçi insanlık bir durum da yok, bakteriler kolaylıkla yayılıyor tuvaletten. Aklıma gelmişken bırakayım buraya; Carter'ın söylediğini göre insanların sol elle tokalaşmamalarının sebebi sol elin taharet eli olmasıymış. Makul. Askerde taharet musluğu olmadan bir süre yaşadım, takıntılı adamım, işkenceydi. Sonradan karargahtaki tuvaleti gizliden gizliye kullanmaya başlamıştım da askerliğin geri kalanını yemiştim, mis gibi geçmişti. Şaka, bok gibiydi. Gerçekten hayatımın en kötü dönemlerinden biriydi. Askeriye zaten rezaletti, sosyal yaşamımda da yolunda giden pek bir şey yoktu. O günlerden sağ salim kurtuldum, iyi oldu. Kısacası tuvalet, su, tesisat önemli şeyler. Ne kadar önemli olduklarını Carter'ı okuyarak öğrenebilirsiniz. Kendi tesisat maceraları zaten çok geyik, bir de su tesisatının tarihçesine girerek mevzunun önemine dair birkaç şeye göz atmamızı sağlıyor. Yeni klozet kapağı Jasmin'i denemesi için çağırdığı arkadaşı pek beğenmiyor son teknoloji ürününü, alışamıyor sanırım, Carter biraz sitem ediyor ama her insandan klozet kapağını takdir etmesini de bekleyemeyiz. Kimileri hiç önemsemiyor ama klozet, lavabo, bunlar keyif verici maddeler. Çocukken elinize ansiklopedi olsun, atlas olsun, alıp okumadınız mı, bakmadınız mı tuvalette? Süper bir şey.

Carter, evindeki bir arızayı gidermeye çalışırken tesisatla alakalı pek çok şey öğreniyor ister istemez, su tesisatçılarına da saygı duymaya başlıyor ister istemez. PVC borular, boruları birbirine geçirmece, banyoda kazı çalışmaları, kanalizasyon ağına ulaşma yolları derken adam değme bir tesisatçı olmuyor da mevzuyu çözüyor. "Katartik bir deneyim" diyor adam, başkalarının ve kendisinin pisliğini kazarken su tesisatçılarının kazandıkları paranın son derece hak edildiğini söylüyor. Bir bölüm bu tesisatçılık olayına ayrılmış, günümüzde usta bir tesisatçı olma yolunda kat edilecek yol, harcanacak zaman ve emek, kazanılacak para detaylı olarak incelenmiş. Hatta işin tüketim boyutu da ele alınıyor, tamir yerine yenisinin alınması/yaptırılması meselesinden insanların canavar gibi tükettiği söyleniyor. Gerçekten de nesnenin yenisi, tamirinden daha hesaplı. ABD'de otomobiller, eh, ucuz ama saatlik tamir masrafı muazzam. İnsanların tesisatçılara çıkışmaması gerektiğini söylüyor Carter, kendi dışkımızla başkasını ilgilendiriyorsak ücreti mukabilinde yapmalıyız bunu, işin içine dışkı girince yapılan işin önemi ve değeri azalmıyor. George Costanza'yı hatırlıyorum, üç dakikalık muayene için, kaçtı, 150 Dolar falan ödemek istemediği için faturanın yarısını ödemeye kalkıyordu, sonra bir dünya olay. Tesisat önemli iştir yani. Romalılar bilmişler bu işi, Cloaca Massima nam bir kentsel su sistemleri varmış. Sukemerleriyle ilgili bir şeyler okumuştum önceden, günümüzde bile kullanılıyormuş, dünyanın en verimli şebeke yapısı olduğu söyleniyor bunun, zira 2500 yıldır dağıtım işi bu yapı sayesinde yürüyor. Aquarii denen insanlar da ilk su tesisatçıları olarak görülüyor. Sadece Roma'yı ilgilendiren bir durum değil tabii su dağıtımı, MÖ 3000 civarında Harappalılar da İndus Vadisi'nde kendi sistemlerini kurmuşlar. Suyun dağıtımı bir yana, kanalizasyon sistemi tifo gibi pek çok hastalığı engellediği için de önemli. Kraliçe Victoria'nın oğlu Galler Prensi Edward tifo yüzünden neredeyse ölecekken bir su tesisatçısı, prensin yaşadığı evdeki bozuk bir tuvaletin tifüs yaydığını fark etmiş ve tamirata girişmiş. Sonrasında prens iyileşmiş ve prens olmasaymış su tesisatçısı olmak istediğini söylemiş. Ne güzel. Gerçekten iyi iş, eğlenceli ve maddi yönden getirisi iyi. Çoğu beyaz yakalıdan daha iyi kazanıyormuş tesisatçılar, yılda 55000 Dolar diyor Carter. Gerçekten o kadar Dolar var bu işte, ek gelir sağlamak için tesisat kursu falan varsa gidilebilir, iş öğrenilebilir ve çalışılabilir.

Kurşun meselesi var, mühim. Carter, kurşuna gelene kadar dünya tesisat tarihi dersini sıkıştırıveriyor araya. Bilinen ilk su tesisatını Çinliler kullanmış, MÖ 5000'de. Boru kullanmışlar. Sonra Harappa uygarlığı geliyor. Persler "kanat" denen aparatı icat ediyor, daha iyi bir dağıtım için gerekli bir sistem. Kanatlar yayılıyor, Kuzey Afrika'daki köylere hâlâ antik kanatlarla su götürülüyormuş mesela, öylesine önemli bir buluş. Sonrasında Minos hükümdarının yaptırdığı bir tesisat var, o da iyi ama asıl mesele kurşunun kullanılmasıyla başlıyor. Kurşun bildiğiniz gibi insanı zehirleyen bir şey. Zamanında oyuncaklarda, bardaklarda, pek çok nesnenin yapımında kullanılmış ve zararsız olduğu söylenmiş ama lobicilik yüzünden, yoksa deli zararlı. Romalılar tesisatlarında kurşun kullanmışlar, çökmelerinin bir sebebinin bu olduğu söyleniyor. Romalılar tesisat tanrısı için kolları sıvamamışlar, üzücü, zira kendileri dünyanın ilk tesisatçıları ve bir nevi hamamcıları. İnanılmaz büyük hamamları var, inanılmaz geniş su boruları var, suyla çok alakalı insanlar Romalılar. Hamamlar ve su sistemleri hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor Carter, bir de tuvaletlerle ilgili ilginç bir şey söylüyor. Fotoğrafı görmüşsünüzdür belki, internette ara ara karşıma çıkıyor, şu iki alafranga tuvaletin yan yana olduğu. Arada bir duvardır, kapıdır, bir şey yok. Yan yana. Bu sistemin Romalıları onore etmek için günümüze uyarlandığını düşünüyorum, zira adamlar utangaç değilmiş ve tuvaletleri öyleymiş gerçekten; en iyi arkadaşınızla yan yana -çok affedersiniz- mıçarken sohbet edebiliyormuşsunuz. Süper samimi. Bir iki şey daha; hamamlar çok ucuzmuş ve çırpıcıların kumaş temizlemek için ihtiyaç duydukları idrarı elde etmek amacıyla sokağa koydukları kaplara herkesin içinde işeyebiliyormuşsunuz. Vay be.

Geri dönüşüme de yer vermeliyim. Haliyle atıklarımız var ve bunlar kanalizasyondan nereye gidiyor, biliyoruz da bilmezden geliyoruz. Karşımıza çıkmasınlar da bir daha, gerisi önemli değil. Böyle düşünüldüğü için Thames rezalet kokmuş bir yıl, insanlar sokaklarda öğüre öğüre bir hal olmuşlar. Gelgit hareketlerinden ötürü, bir de sistemsizlik yüzünden atıklar kıyıdan pek uzaklaşamamış, birikmiş bir de. Parlamentodakiler sallamamışlar önce, bakmışlar ki kokudan durulmuyor bir yıl, hemen bir çözüm düşünmüşler. Mühendisler olaya el atmış, Londra'ya en teknolojiğinden bir sistem kurulmuş. Bir benzeri günümüzde Hindistan'da kurulmuş, hatta bu olay kast sisteminin temellerini de kökünden sarsmış. Bir kanalizasyon nelere kadir. Dışkıdan enerji üretmek de nispeten yeni, Boston'da bu mevzuyla alakalı bir tesis kurulmuş ve adamlar deli gibi enerji üretiyorlarmış. Toz dışkıyla ilgili bir kısım var, kimyanın en leş şeyi bile faydalı hale getirebilmesine dair hayranlığım bir kat daha arttı.

Kanalizasyon iyidir, tesisat iyidir, tarih de iyidir. Hepsinden var biraz. Carter da komik adam. Oldu bu iş.

17 Şubat 2019 Pazar

Maryanne Wolf - Proust ve Mürekkepbalığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Hikâyesi

Mürekkepbalığı, çünkü üzerinde deney yaparken her şeyi açık seçik görebilirsiniz. Mesela bir şey deneyeceksiniz, boyalı karışımı fşürt diye bastınız, hayvanın içi dışı bir olur. Wolf, görünenler üzerinden böyle bir analoji kullanma yoluna gitmiş. Disleksi bir hastalık mı, yoksa beynin farklı bölümlerinin çalışmasını sağlayan ve yaratıcılığı körükleyen bir fonksiyon çeşidi mi, bunun açığa çıkarılması için pek çok deney yapılmış ve yapılıyor, dolayısıyla elde edilen sonuçlar okumayla ilgili bilişsel yapılara ve süreçlere de ışık tutmuş oluyor. Disleksiye boyayı bastık, okumanın tarihi görünür oldu, yolculuğa başlayabiliriz ama önce Proust. Nörologların bildiklerine sezgileriyle ulaşabildiği ve okumayla ilgili uzun uzun pasajlar yazdığı için bu meselede adı geçiyor ama dar bir yer ayrılmış kendisine, pek geçmiyor adı. Üçüncü bölüm zaten direkt disleksi üzerine. İlk iki bölümde morfolojik, semantik ve kısmen ontolojik meseleler var. Wolf, incelemesinde atalarımızın icat ettiği alfabelerin, seslerin ve okumaya dair hemen her şeyin kökenine inip asırlar öncesinin okuma-yazma alıştırmalarını disleksinin doğasını anlamak için kullanmaya çalışıyor, bilimsel verilerin ışığında antik çağların okuma edimini biçimliyor. Kendisinin de disleksiden mustarip bir çocuğu varmış, ailesinde bu tür bir rahatsızlıktan -da diyesim gelmiyor, rahatsızlık değil aslında- da mustarip pek çok akraba var, bu sebeplerden disleksi üzerine yoğunlaşmış durumda. Şimdi düşünüyorum da, okuma ve yazma olayını icat ettikten sonra dünya zaman içinde kağıtlar üzerinde yazan şeylerin üzerinde temellenmiş. Nispeten yeni bir icat bu, beynimizi biçimlendirirken sadece yazılar üzerinden ilerleyen bir süreci biliyoruz ama eskinin sözlü kültüründe yazının yeri yoktu. Sokrates'in adını sıkça anıyor Wolf, okuyup yazmanın, sadece bu iki eylemle inşa edilecek bir bilgeliğin çok kısır olacağını iddia eden Sokrates için retorik ve diyalog asıl bilgeliğe ulaşmamızı sağlayacak yollardı. Sözle birikenler yazının ölü doğasından kat kat daha üstün olacaktı, böyle bir şeyler. Araştırmalara göre sözlü kültürlerin insana bilişsel olarak kattığı niteliklerle yazılı kültürün kattıkları arasında muazzam fark var, en azından belli bir süre sözlü olarak devam edebilirmişiz ama bilginin dallanıp budaklanmasıyla yazıya bağımlı olmamız kaçınılmazmış. Eh, günümüze bakarak fikrin doğruluğuna katılabiliriz ama şu da var; ekrandan hızla akıp giden bilgilerin beynin potansiyelini açığa çıkarmada pek de nitelikli olmadığı anlaşılmış. Uygarlığımız yazılı kültür üzerine kurulu; okuyoruz, biçimliyoruz, değiştiriyoruz ve değişiyoruz. Sonra ani bir kopuş, artık dijital çağdayız. Geleneğin sürmesinin zor olduğunu söylüyor Wolf, niceliksel olarak belki bir süre daha devam etmemizi sağlayacak bireylerin sayısında -bu yeterlilik için gereken sayı nedir diye sorulursa cevaplıyorum, bir milyar iki insan- azalma olmayacağını söylüyor ama eğitimin niteliği de değişiyor, papağanlık para etmiyor açıkçası, ezberden sıralanan bilgilerin bir faydası yok, analitik zekanın gerektirdiği iş kolları doğuyor. Dünya her zamanki gibi değişiyor. Bu değişimde alternatif eğitim yolları bulunuyor ve bulunacak, dislektik insanlar için de farklı yaklaşımlar gerek. Böyle bitiriyor Wolf, şimdi başa döneyim.

Atalarımız beyinlerini yeni bağlantılarla süslediler ve miyelin üretimini tavan yaptırarak hiç düşünülmeyen şeyleri düşünmeye başladılar, böylece birikimli bir şekilde ilerleyen süreçte icat ettik, icatları geliştirdik, uzaya çıktık, bir dünya iş yaptık. Bunlar olurken soyut düşünme yeteneğimizi pek takdir etmedik, edelim. Bir şey okurken üç şey yapıyoruz; görüyoruz, seslendiriyoruz ve anlıyoruz. İyi bir başlangıç bu, yazının icadına kadar böylesi karmaşık bir işlemi yapabileceğimiz -bence sanat dalları dışında- pek bir alan yoktu. "Açık mimari" diyor Wolf, beynimiz bir şeylerin birleştirilmesi ve yeniden inşa edilmesi için muazzam bir alan. Proust'un okumayla alakalı yazdığı şeyleri hatırlıyorum, duyular şöleni gibi. Odası, odasının kokusu, yatağının yumuşaklığı, her şey iç içe geçmiş bir durumda. İdeal ortam beynin daha fazla çalışmasını sağlıyor ve yeni "yolaklar" için biyolojik olarak hazır hale geliyor. Machiavelli örneğin, Wolf'un aktardığına göre okuyacağı yazarın döneminde giyilen kıyafetleri giyip öyle okurmuş, daha iyi bir özdeşleşme için. Bunlar anlam arayışımız için önemli şeylerdir, küçük ritüellerdir bunlar, sıkı okurların vardır böyle garip huyları. Sıkı okuduğumu düşünüyorum, kendimden bir örnek verebilirim. Uyanınca ve uyumadan önce en az bir şiir. Sonra ne okursam okuyayım, bu şaşmaz. Neyse, ötekiye duyulan farkındalığı da artırıyor bu okuma işi, Wolf sosyal ve psikolojik alanda geçirdiğimiz değişimleri, her bir sözcüğün bizdeki yansımalarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. "Okuduğumuz ya da okumadığımız ne varsa, depoladığımız tüm anlamları yığarız oraya." (s. 18) Girift bir işlemdir bu, okurun yaşamının tamamı o sayfalarda belirip kaybolur, tekrar biçimlenir, bir sürü şey. Yapılan araştırmalara göre belli bir yaş aralığında kendilerine kitap okunan çocuklar, sonrasında kendileri okumaya başlayan çocuklar, hiç okumayanlara veya okunmayanlara göre çok daha başarılılarmış. Neyde başarılılar, işte sosyal zekaları gelişiyormuş, analitik zekaları uçuyormuş, öyle bir şeyler. Kısacası çocuklara kitap okunmalı, hatta babıldama dönemi başladığı zamandan itibaren. Farklı uyarıcıların çocukların gelişimleri konusunda faydalı olduğu kanıtlanmış bir şey, o yüzden çocukları ışığa ve sese boğmadan, farklı biçimlerde uyarırsak bilişsel gelişimleri hızlanıyor. Wolf, sinirbilimci ve çocuk gelişimi alanında ihtisas yapmış bir insan, dolayısıyla metnin yarısını deneyler, araştırmalar ve sonuçlar oluşturuyor. Çocuk gelişimiyle ilgili bölümler oldukça dikkat çekici, özellikle okuma sorunu yaşayan insanların beyinlerinin sol loblarının -sağ mıydı yoksa, şu yaratıcılık bölümü- daha sık çalıştığı gözlemlenmiş. Kaku'dan ve Kean'den biliyoruz ki belli bir duyuya kapalı olan beyin -sağırlık sonucu olabilir mesela- bu kaybını başka biçimlerde telafi ediyor, açığı kapamaya çalışıyor. Dolayısıyla çok özgün bilişsel yapılar çıkabiliyor ortaya. En bilinmiş örnekleri veriyor Wolf; Edison var, Einstein var, bir de Leonardo da Vinci. Bu üçünün dislektik olduğu düşünülüyor. Sıkıntısız bir şekilde okuyabilselerdi yaratıcılıkları bu denli gelişmeyecekti belki.

İkinci bölümde ilk yazı sistemleri var, asıl ilgi çeken bölüm benim için bu oldu. Biraz özetleyip bitireceğim. İnkaların iplikleriyle başlıyoruz. Düğümler sıralanmış, bu düğümlerden anlamlar çıkarılıyor. Değişik bir okuma biçimi, örnek olarak elimizde. Daha grafiksel şekillere geçtiğimiz zaman serüven başlıyor. Frig dilinin Antik Yunancaya, Latinceye ve Hint-Avrupa dillerine yaptığı katkıyı izliyoruz başta. Bu dilin kaynağının Asya'da aranabileceğini söylüyor Wolf, araştırmalar böyle bir kaynağın var olabileceğini göstermiş ama henüz bir kanıt yokmuş. Aslında bu alfabelerin, harflerin falan tarihinin anlatıldığı iyi bir inceleme var, ALFA'dan çıkmıştı ama adını hatırlamıyorum şimdi, okuyup buraya yazmıştım zamanın birinde. Ben daha çok bilişsel gelişimle alfabe ilişkisine odaklanıyorum şimdi, Arrival'daki meseleye geliyoruz o zaman. Wolf, sözcüklerin sağdan sola veya yukarıdan aşağıya yazılmasının bile bilişsel farklar yarattığını söylüyor, öyleyse Çinliler, Japonlar, Araplar ve Hint-Avrupa dillerini kullananlar arasında beynin biçimlenişi açısından büyük farklar doğuyor. Bu farklar ayrıntılı bir şekilde ele alınmış, hangi alfabelerin ve yazı biçimlerinin beynin hangi bölgelerini çalıştırıp çalıştırmadığı grafiklerle gösterilmiş. Çivi yazılarından, hatta taşlardan başlayan yolculuğu takip etmek keyifli, Lineer A ve Lineer B konusunda anlatılanlar da öyle. Güzel yani.

16 Şubat 2019 Cumartesi

William Saroyan - Dünyanın Bir Öğle Sonrası

Yankı'dan çıkma, 29 numaralı. Tarık Dursun K. çevirisi. Acı çektim okurken, New York'un orta yerinde bir Türk mahallesi varmış da mahalledeki karakterlerin muhabbetlerini dinliyormuşum gibi. Çok yerel ya, "Elhak" diyen bir adam var. 1969'da mevzu bu şekilde mi hallediliyordu diye düşünüyorum, hayır, Tarık Dursun K.'nın tercihi. Saroyan'ın doğrudan bir anlatımı vardır, karakterlerinden diyaloglarına her şey olabildiğince gerçekçidir. Çevirmen bu tür bir anlatımı bizdeki haline çevirmiş ama, yok, olmuyor. Böyle bir cümle yok da, mesela her an, "Hay Allah müstahakını versin James!" gibi bir cümleyle karşılaşabilirsiniz, bunun tedirginliği korkunç bir şey. Bilemiyorum ya, başka bir çevirmen tarafından tekrar çevrilmeli ve, "Okuyun kerkenezler!" diye bağırarak kafalara atılmalı. Gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?!

Yep Muscat yürümeyi seviyor, daha en başta arabaya binmeyip yürümeyi sevdiğini söylemesiyle kalpleri fethediyor. Bloklar arasında dolanıp geçmişiyle karşılaştığı zamanlarda bir çocukmuş gibi görebiliriz kendisini, patronlarla oturduğu zaman bir iş insanı gibi, ailesinin yanında şefkatli bir baba. Muscat pek çok personaya sahip olsa da bütün personalarının birleştiği noktayı görebilmek mümkün; maceracı, yaşamayı seven, asıl vatanından çok uzaklarda yaşamasının burukluğunu taşıyan bir adam. Zorluklarla büyümüş, serserilik zamanlarında yaşadığı ülkeyi ve insanları tanımış, derin bir adam. Yazdığı metinleri satmaya çalışırken her bir alıcıya gösterdiği farklı yaklaşımlarla insan sarrafı diyebiliriz Muscat için, kaypaklığa varmadan ve ne istediğini bilerek, dobra dobra konuşuyor. Çocukluk arkadaşlarıyla takılırken eski zamanları biraz üzüntüyle, biraz da sevinçle hatırlıyor. Ellilerine yaklaşan bir adam Muscat, yıl da 1955 civarı, o zaman I. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde yaşama atıldığını söyleyebiliriz. Büyülü zamanlar, ekonomik buhranlar ve onca toplumsal problem yaşamın sihrini kaçırmaya çalışsa da genç insanlar için koca bir dünya var önlerinde. Aylaklıkla geçen onca yıldan sonra fırsatlar ülkesinde tutunabilenler yaşamlarının geri kalanında geçmişin olağanüstü dünyasını arıyorlar ama bulamıyorlar, ceplerindeki para büyüyü geri getirmiyor, eş ve çocuklar mutluluğu getirseler de özgürlük her şeyden daha ağır. Muscat, Laura'dan ayrılmış olsa da kadınla dostluğunu sürdürüyor, bütün zamanları şimdiye sığdırmak isteyen bir adam. Bir öğleden sonra yok aslında, birçok öğleden sonra var ve daimi bir şimdide Muscat'in ceplerinden döktüklerini görüyoruz. Buruk bir mutluluk denebilir. Yaşam sürüyor, onca şeyi peşte sürükleyerek.

New York'ta otellerden birinin önünde bir taksi duruyor. Açılış. Muscat taksiden iniyor, otelin eski çalışanlarını görmeyi umuyor. Yirmi yıl önce arkadaşlarıyla o otelde takılmışlar uzunca bir süre, o günlerden kalan insanları gördükçe mutlu oluyor. Arkadaşlarından çoğu zaman içinde birer birer silinmişler; kimi ölmüş, kimi işinin gücünün peşine düşüp ülkenin ve dünyanın farklı yerlerine dağılmış. Metin biraz otobiyografik, Saroyan kendi yaşamının bir bölümünü sunuyor okuruna. Muscat ünlü bir oyun yazarı, yeni yazdığı oyunları satabilmek ve yeni anlaşmalar yapabilmek için şehre dönmüş. Ailesiyle zaman geçirmek için de. Bir de tanıdıkları görebilmek için. Uzun süre sonra doğduğu şehre dönen bir adam, karşılaşacağı şeyler merak uyandırıyor, güzel bir mesele bu. Dönmek, bazı şeylerin değiştiğini ve bazı şeylerin hiç değişmediğini görmek. Otobiyografik demiştim, bütün haklarını satıp pişman olduğu bir oyundan bahsediyor Muscat bir ara, Saroyan'ın da başından geçen böyle bir şey var. Hangi filmdi o, Hollywood'daki kodamanlar Saroyan'a kazık atıyor da o da bir şeyler yapıyor, yazdığı senaryoyu romanlaştırıyor muydu neydi, böyle alengirli işler dönüyor geçmişte. Bir de şey, aynı kadınla iki kez evlenerek hayatını mahvettiğinden bahseder Saroyan, o kadın Laura olabilir mi diye düşünmedim değil. Neyse, otel. İnsanlar, anılar, telefon görüşmeleri, rastlantılar, şehir Muscat'in etrafında kuruluyormuş gibi. Diyaloglar ve kurgusal zamanın kullanımı o kadar başarılı ki doğal bir akışı seyreder gibiyiz.

İş meselesi. Aracılarla konuşuyor Muscat, bir tanesi yazdıklarının on yılda inanılmaz bir değişim geçirdiğinden bahsediyor. Muscat'in hoş bir cevabı var; yazmaya da yaşama başladığı yerde başladığını, her şeyi değiştirebileceğini düşündüğünü ama bunun mümkün olmadığını anladığını söylüyor. Bu idrak anından sonra da en iyi bildiği şeyi yapmış, yazmaya devam etmiş. Oyunlarının başarısından ötürü yitip giden bir şeylerin olmadığını söyleyebiliriz, aslında hayal kırıklığı da yok yaşama karşı, sadece yaşamı olduğu gibi yaşamaktan başka bir şey yapılamayacağını anlamış durumda. İşte, pazarlıklar, kazanç yüzdeleri, bir şeyler. İlginç bir bilgi; oyun yazarları genelde yüzde on alırlarmış her bir gösterimden, bir tek Shaw'a yüzde on beş verilirmiş. Sonrasında toplantılar, para babası bir kodamanın Muscat'le sözleşme yapmak istememesi, Muscat'i davet ettiği bir yemeğe neden katılmayacağını açıklayan Muscat'in zenginlerin yemek yiyişini görmek kadar çok az şeyin kendisini iğrendirdiğini söylemesi, bir dünya olay. Adamın vergi borçları da canavar gibi olmuş, bu yüzden paraya ihtiyacı var ve bir oyun yazarı olarak değerini bildiği için sömürücülere karşı geri adım atmadan pazarlık yapıyor, koparıyor istediğini. Adama zamanında yardım etmemişler üstelik, dört oyunu ederinden çok daha ucuza satmak istemiş ama almamışlar falan, şimdi kök söktürüyor kısaca. Cebinde biraz parası var, sonrasında ne olacağını düşünmüyor açıkçası. Çocuklarına Laura bakıyor, o açıdan da bir sıkıntı yok. İşlerini yoluna koyacak Muscat, keyifle izleyeceğiz.

Mekanlar durmadan değişiyor, birçok bar, sokak, cadde, neresi varsa artık, durmadan adımlanıyor. Çocuklar, iş adamları, herkes Muscat'le birlikte yürüyor veya arabalara bindikleri zaman gidilecek yere yürümesi için Muscat'i yalnız bırakıyorlar. Zak'le de yürüyor Muscat, çocukluk arkadaşı. Aralarındaki sohbetler geçmişin ve kurmacanın güncelinin dünyasını tüm gerçekliğiyle yansıtıyor. Okul anıları, aylaklık anıları, paranın kazanılmasıyla birlikte kaybedilen masumiyet, bir sürü şey. Çocuklarıyla ilgili meseleleri konuşurlarken içlerindeki sevginin kaybolmadığını görüyoruz, onca ayrılığa ve acıya rağmen sevmeyi, neye sarılacaklarını iyi biliyorlar. Dünyada bir başına kalmanın verdiği gücü ve getirdiği üzüntüyü bu iki arkadaş bütün içtenlikleriyle anlatıyor.

Laura. Çok sevmişler birbirlerini, ayrıldıktan sonra sanki hiç ayrılmamışlar gibi, kopuşsuz bir ilişkiyi sürdürüyorlar. Dostluk hiç kaybolmuyor, gerçekten dost olunmuşsa. Laura profesyonel olmaya çalışan bir aktris, oyunlarda elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ve Muscat'ten aldığı taktiklerle yeteneğini geliştiriyor. Başarısını Muscat'e bağlamak doğru değil, yine de adama çok şey borçlu. Çocuklarını pataklamayı düşündüğü zamanlarda Muscat kadını durduruyor mesela, şefkatli baba rolüne yakışıyor adam.

Kendisinden istenen bir oyunu altı günde yazıp bitiriyor Muscat, karakterlerinden birinin söylediği: "'Öldüğümü sandım. Fakat bu sanki ben değildim, bir başkasıydı. Öyle geldi bana.'" (s. 252) Geçmişine her dönüşünde bir başkasını izliyormuş gibi geliyor, o zamanları şimdiye taşıyor. Mesela ermeni çöreği getiren kadını on yıllar sonra hatırlaması, unuttuğu anlatılan pek çok şeyin yanında sabit bir anı gibi duruyor orada. Birkaç fotoğraf kalıyor elde, sonrası yok. Metin bu noktada sonlanıyor.

Yaşamın ta kendisi işte, okuna.

14 Şubat 2019 Perşembe

Vladimir Tendriakov - Işıklar Sönünce

Kapakta "Wladimir Tendrjakow" yazıyor, Kiril'den Latin'e geçişte alengirli işler döndüğünden "v" yazdım gitti. Metindeki karakterlerin isimlerinde de benzer bir mesele var, onları da değiştirdim. Yankı'nın elli üçüncü kitabı, 1971 baskısı. Yazarın Türkçeye çevrilmiş başka bir metni yok.

Sekize on var, yılbaşı akşamı. Işıklar birleşerek kenti başka ışıklara ve gölgelere boğuyor. Kar yağıyor, sis onca ışığı kırarak boğuyor. Sayısız lamba. Dükkanlar. Kentin en iyi lokantasında üst düzey bürokratlar için ayarlanmış bir etkinlik gerçekleşecek. O sırada kentteki bir ev davetlilerini bekliyor. Evin sahibi İvan Kapitonoviç, Elektrik Fabrikaları Müdürü. O da etkinliğe davetli ama gitmiyor, oğluyla görüşmesi gerek. Yıl boyunca süren dargınlık üç gün önce son bulmuş, Vadim yeni yıla babasıyla birlikte girecek ama aklı o sabah hastaneye yatırdığı eşinde. Bir çocukları olacak. Vadim Kimya Kombinası'nın başmühendisi, yirmi dokuz yaşında. Kaynanası Bronislava Zemoyonovna da evde, bir de İvan Kapitonoviç'in çalışanı İgnat Golubko geliyor, başmühendis. Birkaç davetli daha var ama kadro bu. Diyaloglar, yeni yıl ve yaşlılıkla ilgili söylenenler, yaşamın ellili yaşlardakiler için bile biçimlenmeye devam etmesine dair konuşmalar, İvan'ın makinelere duyduğu sevgi hakkında yaptığı açıklamalar, hepsi dört saat boyunca sürebilirdi ama hatlardan birinin arızası sonucu kesilen akım, Golubko'yla İvan'ın hemen fabrikaya gitmelerine yol açıyor. Vadim de çalıştığı yerden çağrılıyor, evdeki huzurlu ortam bir anda yok oluyor. Kentte ışık var ama daha ne kadar olacak, belli değil.

Bu dağılış sırasında Vadim'le babası İvan'ın neden papaz olduklarını görürüz, önceki yıla dönüp ettikleri kavgaya şahit oluruz. Baba İvan'ın elektrik ve makine sevgisinin karşısında Vadim'in insan sevgisi çatışmalara sebep olur, bir toplantı sırasında babasına çıkışır Vadim, sonrasında gerginlik sürer ve sözlü tartışma kırıcı boyutlara ulaşınca bağlar kopar. İvan pratik bir adamdır, fabrikaya geldiğinde Vasili Vasilyeviç'i ve diğer çalışanları bir telefon trafiğinin içinde bulduktan sonra duruma el koyar, sorumluluğu alarak arıza giderilene kadar bütün elektriği kestirir, böylece diğer fabrikalar için aşırı yüklemeyi önler ve daha uzun sürecek bir arızaya engel olur. Vasili Vasilyeviç içten içe rahatlar, yine de İvan'ın duruma el koymasından ötürü adama daha da kinlenir. İvan kadar kıdemli olmasa da otuz yıldır aynı yerde çalışmaktadır ve takdir edilmediğini düşünür, hele çok önemli bir problemin giderilip devleti büyük bir zarardan kurtarınca bütün takdiri İvan'ın aldığını görünce. İvan birader bürokrasiyi çözmüş, yükselebilmek için işini iyi yapmasının yanında kendi gösterisini sunmuş gibi gözüküyor, başkalarının sırtına basa basa müdürlüğe kadar geldiği zamanda ve sonrasında Vadim'le arasını açan gizli bir mesele olabilir bu.

Elektrik tamamen kesiliyor, kent karanlıklar içinde kalıyor. En baştaki ışıkların yerine koyu bir leke tasvir ediliyor bu sefer. "Önceden haber vermeden bir Tanrı öfkesi, bir kent yıkılması, bir deprem gibi beklenmedik bir anda koyu bir ortaçağ karanlığı, tekniğin şımarttığı yirminci yüzyıl insanlarının üstüne birdenbire çöktü." (s. 46) Tanrı öfkesi ve deprem gibi, ilahi olan ve ilahi olmayan, insanların elinde hiç olmayan facialar elektriğin kesilmesine denkleniyor, yeni yüzyılın dünyası. Tramvaylar çalışmayı durduruyor, yokuş aşağı geri geri giden bir tramvay, arkadan gelen bir başka tramvaya çarpıyor. Bir lokomotifle bir yük treni çarpışıyor. Ağzına kadar müşteri dolu mağazalarda kıyamet kopuyor. Kodamanların bulunacağı restoranın müdürü telefonlara sarılıyor. Üniversitelerden biri isyan ediyor, deney düzenekleri elektriksizlik yüzünden işlerliğini kaybederse on yıllık araştırma boşa gidecek. 1959'un bittiği gün için akıl almaz olaylar, koskoca SSCB için affedilemez bir aksaklık, günah keçileri için bir sınanma.

İvan için çok daha büyük bir problem çıkıyor ortaya, Vadim'in çalıştığı yerde havaya karışan zehirli gazlar yüzünden insanlar tehlike altında. Vadim'in çocukluktan beri tanıdığı bir arkadaşı da aynı fabrikada çalışıyor ve gaz yüzünden yaşamını kaybediyor. Yine bir geriye dönüş, Vadim'le arkadaşının tanışma hikâyeleri, yıllar sonra karşılaşmaları ve günümüze geldiğimizde üzüntüden ne yapacağını bilemeyen bir Vadim. Kepini düşürüyor, arızayı gidermek için çalışmaya devam ediyor. Babasına gelen telefonda ölen kişinin Vadim olduğu söyleniyor, bir yanlış anlama, düşen kepi bulan adam kepin Vadim'e ait olduğunu, ölenin de Vadim olduğunu söylüyor. Vadim'in çalıştığı yere ulaşmaya çalışıyor İvan, çok güvendiği makinelerin çıkardığı arıza sonucu karanlıklar içinde yolunu bulmaya çalışıyor ama yalnızlığı hissettiği zaman, makinelere belki de o kadar da güvenmemesi gerektiğini anlıyor. Bir şekilde araç buluyor ve olay yerine gidince ölenin Vadim olmadığını anlıyor, yine de sıkıntısı geçmiyor, çünkü makinelere duyduğu güven sarsılmış durumda, otuz yıllık parlak kariyerinde belki de ilk defa yaptığı işi, ailesini, yaşamını düşünüyor. Zayıf insanın yeryüzüne egemen olması, yarattığı mucizelerin gücüyle kendini de güçlü hissetmesi, bunların hepsi bir yanılgı. İnsan yine insan, kendisi ne kadar makineleşmiş olursa olsun kendi özünü fark ediyor İvan. Çatışma içindeyken bırakıyoruz onu, düşünceleri salınıp dururken metindeki sınırlarına ulaşıyor.

Vadim kurtuldu, evine geldi ve bir kızı olduğunun haberini aldı. Arkadaşı öldü, kızı doğdu, döngünün farkında. Önemli olanın doğa olduğunu düşünüyor, üstünlük kurmaya çalışarak katlettikleri doğanın bir parçası olarak yaşayabilseler, tüketim korkunç bir düzeye ulaşmasa, hep daha fazlası istenmese belki de ölümlerin çoğu engellenir, doğumlar da olduğu gibi sürer ki elektriksiz zamanlardaki yaşamın çok daha doğal olduğu birkaç kez tekrarlanıyor. Fayda-zarar analizine lüzum yok, bir fikir.

Tendriakov olası bir teknik arızanın yol açabileceği problemleri bir baba-oğul ilişkisi üzerinden inceliyor, insanın her şeyden önce gelmesi gerektiği mesajını da veriyor, bir de sağlam bir Sovyet toplumu tasviri yapıyor. Güzel.

13 Şubat 2019 Çarşamba

Javier Cercas - Saplantı

Okudukça "ben bunu bir yerlerden biliyorum" hissine kapılıyorum, gözümde sahneler canlanıyor ama ayamıyorum bir türlü, her şeyi her şeyle karıştırdığım için bir benzerine denk geldiğimi düşünüp okumaya devam ediyorum. Evinde metnini yazmaya çalışan adam kapıcının eşiyle kırıştırıyor, öncesinde böyle bir niyeti yoktu, hatta kadının farkında bile değildi ama sonrasında yaşamdan metnine doğru akacak bir kaynak oluşturabilmek için kadını kullanmaya karar verdi. İyi, başka parçalar da lazım. Apartmanda ikamet eden yaşlı bir adam çıkıyor ortaya, yine bir hareketlenme, yine kalıyorum orada. Ne zaman ki mutfak penceresinden bitişik pencerelerden gelen sesleri dinlemeye başlıyor adam, o an çakıyorum işte, ben bunu izledim. El Autor bu. Tabii filmde kurgu daha da karmaşıklaştırılmış; adam metnini yazmıyor henüz, yaratıcı yazarlık kursunda hocasının aşağılamalarına katlanıyor, sonra eşinin ünlü bir yazar olma sürecini izliyor, iş yerinde geçen zaman detaylı bir şekle getirilmiş falan, asıl mesele korunarak bir sürü şey eklenmiş. Novella filme göre kısa ve yazma edimine odaklı daha çok.

Flaubert'in bir mektubundan kırpılmış birkaç cümle epigraf. "Bokun içindeki altın parayı dişlerle toplamak" anlamına gelen Latince bir cümleden yola çıkan Flaubert, altını ararken kendisini hiçbir şeyin durduramayacağını söylüyor. Álvaro doğuyor buradan. Tam sekizde kalkar, duşunu alır, masaya oturur ve yazamamaya başlar. Yazmanın ciddi bir iş olduğunu düşünür, ciddiyeti sağlar ama yazamaz bir türlü. Dostlukları, işi, hayatındaki her şey yazma çalışmalarına göre biçimlendiği halde, biraz da ne yazacağını bilmediğinden, lirik ve epik şiiri dener, sonra 19. yüzyıla dönüp Flaubert'e bakar. Yaşamı yansıtmaya çalışması gerektiğini düşünür, bu kez yansıyacak yaşamlar aramaya başlar. Bu bölümde edebiyatla, yazmayla ilgili bazı atıp tutmalar ortaya çıkar, Álvaro kuramlara kulak verir, çok okuması gerektiğini bildiği için çok okur, çok yazması gerektiğini bildiği halde pek bir şey yazamaz. Yazmaya başladığı an bir cinayet ve balta belirir, belki de fikrin çorlandığı yer çok belli olduğu için arayışını sürdürür. Bir adam. Yaşlı bir adam daha. Bir de çift. Tamam bu iş. Aralarında birtakım gerginlikler, münasebetler, işte efendime ateş edeyim, bir dünya olay. Yazmaya başlar Álvaro, gerçekle kurmaca arasındaki geçişi nasıl sağlayacağını düşünürken kendisini başkahraman olarak görmeye başlar. Yazarın kahramanlaşması olayı. Aslında çokça işlenmiş bir mesele; okur olarak yazar, kahraman olarak yazar, yazar olarak yazar, bunların hepsini birbirine çevirebiliriz ki bizde de güzel örnekleri vardır, Berkan M. Şimşek'in metnini hatırlıyorum, oldukça başarılıydı. Neyse, şöyle bir şey var: "İsteyerek ya da istemeyerek, yaratıcı fanatizminin ya da sadece sorumsuzluğunun peşinden sürüklenen yazar o ölümü zamanında engelleyememiş ya da engellemek istememiş olmaktan sorumludur." (s. 17) Balta olayından bahsediyor. Tersten okuyalım, yaşam da yazardan sorumludur bu halde, hatta başka bir tersten okuyalım, yazar yaşamdan sorumludur. O halde neden yaşamı bir kurmacaymış gibi biçimlendirip metinleştirmeyelim?

Álvaro, metnine malzeme oluştururken insanların yaşamlarını da etkilemeye başladığını görür ve metni yazmayı sürekli erteler. Yukarıda bir yerde yazmaya başlar dedim ama başlamıyor ya, sadece kurguyu oluşturmaya çalışıyor. Ha, ya da bu son metnini yazmaya başlamıyor, başka türlerde birtakım girişimleri var sadece. Neyse, yaşlı adamla tanışıyor, çiftle tanışıyor, kapının eşiyle zaten cinsel münasebet kuruyor. Her birinden birçok bilgi ediniyor ve metninde var olmasını istediği gerilimleri bu insanlar üzerinden oluşturmaya çalışıyor. Örneğin kapıcının karısından yaşlı adamın alışkanlıklarını öğreniyor, adam satranç delisi. Álvaro satranç öğreniyor, saatlerce çalışıyor ve adamla samimi olmak için satranç muhabbeti açıyor karşılaştıkları zaman. Álvaro'nun duygusal kötürümlüğünü anlatım biçiminde görmek mümkün; son derece kuru bir anlatı. Sonrasında adama bilerek yeniliyor falan, adamın hoşuna gidiyor bu, muhabbet ederlerken evinde bir kasası olduğundan bahsediyor, gösteriyor kasayı, para dolu. Bu para, geçim sıkıntısı yaşayan çiftin işine yarayacak. Bay Casares ve Bayan Casares mutlu mesut yaşayan bir çift, Bay Casares işini kaybedene kadar. Álvaro bu noktada devreye giriyor, avukatlığını kullanarak adamın kendisinden istediği yardımı geri çevirmiyor ve tazminat alabileceği halde adamın tazminat alamayacağını söylüyor. Niyeti belli, yaşlı adamı çifte kırdırmak. Her şeyi planlayıp uygularken metni için elde ettiği malzemeyi ve kullanacağı anlatım biçimini bir araya getirmeye çalışıyor. Buraya en sonda geleceğim.

Casaresler Álvaro'yu yemeğe çağırıyor, Álvaro onları yemeğe çağırıyor, aralarında bir samimiyet doğuyor. Yeterli yakınlık sağlanınca Álvaro cinayet fikrini atıyor ortaya. Kasadan, paradan ve kasanın şifresini gördüğünden bahsediyor. Casaresler önce umursamıyorlar adamı, hatta başka şeyler konuşmaları gerektiğini söylüyorlar ama durumları giderek kötüleşiyor, Álvaro'nun camdan dinlediği kadarıyla sürekli kavga etmeye başlıyorlar. Sabırlar tükendikten sonra cinayet gerçekleşiyor, Álvaro'nun haberi yokken. Bayan Casares'in Álvaro'dan ödünç aldığı tornavidayla. Faka basıyor Álvaro, polislerin kendisini almaya gelmesine çok zaman kalmamışken oturup metnini yazmaya başlıyor. Metnin ilk cümleleri, okuduğumuz metnin ilk cümleleri. Kendi kuyruğunu ısıran yılan. Álvaro'nun karakterleşmesi tamamlanıyor böylece.

Güzel oyunlar bunlar, tekrar tekrar oynandıkları halde sıkmıyor hiçbiri. En sonda geleceğim dediğim nokta, Álvaro'nun edebi düşüncelerinin okuduğumuz metinde halihazırda var olması. Anlatı, kurgu, her şey hem teorik, hem de pratik olarak mevcut. Fransisco Rico'nun sonda yer alan bir incelemesi var, bu meseleleri ve gerçek-kurmaca ikilisini ele alıyor, güzel. Yazarın Notu bölümünde Cercas'ın açıklamaları var, o da güzel. Hasılı, metin iyi. Memnun oldum. Teşekkürler.

12 Şubat 2019 Salı

Norman Manea - Holigan'ın Dönüşü

Eldeki metin sona ermek üzereyken anlatı düzleminin genişlemesini sağlayan metinlerin yazarlarını görürüz; Derrida vardır, Cioran vardır, birkaç isim daha vardır. Dil meseleleri üzerine söylenenler, dili tek vatanı olarak gören anlatıcının metni kurmasında yardımcı olur. Onca alıntı ve metafor, sürgünler yüzünden vatanını diline taşıyan anlatıcının -Norman'ın- vatanında yaşayabilmesini sağlar. Anlatıcının bildiği dilin bozulması, rejimin dil politikaları sonucu ortaya çıkan söylemlerin dile nüfuz etmesi ve kuralları belli bir konuşma dili oluşturması gibi etkenler tekrar bir sürgün tehlikesini doğurur; bildiği dili konuşamayacaksa, bildiği dilde düşünemeyecekse insan aidiyet duygusunu nasıl hisseder? Anlatıcı, rüyalarında ABD'de resmi dilin Rumence olduğunu görür. Görür? Duyar. Böylece kendisini vatanındaymış gibi hisseder. Aslında doğduğu yerlerden çok uzaklarda, etrafındaki insanların vatan olarak bellemesini söylediği topraklarda yabancıdır, dilini bir başkasından duymadığı müddetçe hep yabancı olarak kalacaktır, bunu öngörebildiği için Jormanya olarak ütopikleştirdiği memleketinden gitmek istemez, Cennet metaforuyla ölçtüğü anavatanını ardında bırakmak, bilincinden de koca bir parça koparıp atmak gibi gelir ona, tutunmak için çabalar ama gitmek zorunda kalır, Eliade'yi rejimin milliyetçi bir polisine dönüştüğü için eleştirdiği yazısı yayımlandıktan sonra karalama kampanyası başlatılır, vatanında kalmak ölümüne yürümek anlamına geldiğinden gider. Birçok defa gitmiştir ve her gidişinde elinde dilinden fazlası yoktur. Norman, daimi sürgün.

Holigan'ın Dönüşü oldukça girift bir metin. Elli yıllık bir birikimin, etnisitenin, dinlerin ve pek çok şeyin oluşturduğu parçalı kimliğin bir arada tutulmaya çalışılıyor, yazılması gereken bir hikâye var ve bu hikâyenin kaleme alınması gerektiği defalarca söyleniyor. Norman'ın tuttuğu mavi defter, yaşamının hemen hemen bütün evrelerinden izler taşıyor. Çocukluk, gençlik, aile, ülke, dünya, edebiyat, resim, iç içe geçmiş onca motiften anlamlı parçalar çıkarmaya çalışıyor anlatıcı, yaşamının neyin peşinde sürdüğünü anlamaya çalışıyor, aslında hikâyesini bir araya getirmeye çalışıyor. Gospodinov'da vardı bir benzeri; Bulgaristan'daki komünizm zamanlarının bir panoramasını sunarken karakterini ince ince işliyordu, bolca kara mizahla birlikte. Atalardan itibaren kurulan bir aile, çocukluğundan itibaren kurulan bir yetişkin vardı Hüznün Fiziği'nde. Manea'nın metni benzer bir yapıya sahip ama çok daha detaylı. Sürgünlük temel alınarak bir ailenin yaşadıklarıyla birlikte antisemitizm, Yahudi soykırımı, milliyetçilik gibi pek çok etken kurmacaya dahil edilmiş. Üç temel bölüm altında birçok başlığa ayrılmış bir metin bu. Başlangıç bölümüne geçmeden önce Norman'ın yaşamını özetlemem lazım. Tevellüt 1931 veya 1932, o civar. 1936'ymış, şimdi baktım. 1940'ların başında dört kişilik ailenin kamplara gönderilmesi. Kamplardan kurtuluş, Ruslar sayesinde vatana dönüş. Vatana döndükten sonra kızıl rejim; ergenlik. Mühendislik eğitimi. Hristiyan bir kadınla kıyısından dönülen evlilik, yasak aşk. Baskıların artmasıyla birlikte ikinci sürgünlük, yıllar sonra vatana tekrar dönüş. Vatanın ne olduğu sürekli sorgulandığı için aslında kendine bir dönüş belki, Norman durmadan kendini arıyor. Bulduğu: "'Gitmek beni özgürleştirmedi, dönmek beni iyileştirmedi. Ben, kendi yaşamöykümün mahcup bir sakiniyim.'" (s. 368) Biraz edilgen, pasif. Norman, doğruları hiçbir şeyden sakınmadan söyleyen insanlara hayranlık duyuyor ve böyle insanlar Romanya'da çok sayıda olsaydı çoğu trajedinin yaşanmayabileceğini düşünüyor. Kendisini suçladığını söyleyemeyiz, uyum sağlamaya çalışıyor daha çok ve zaman içinde temkinliliğine katlanamamaya başlayınca gitmek zorunda kalıyor.

Gitmek zorunda kaldığı yerden başlıyoruz, ilk bölüm. Cella'ya ithaf edilmiş metin, Norman'ın eşine. Metin boyunca tekrarlanacağını gördüğümüz çoğu cümleden biriyle daha en başta karşılaşıyoruz: "İnsan Cennet'te, başka her yerde olabileceğinden daha iyi durumdadır." (s. 13) New York'ta nispeten sakin bir yaşam. Stalin'in bloklarına benzeyen binalardan birinde kalıyor Norman, Cennet'in orta yerinde. Hiçbir eksiği yok. "Yeni yaşamın dokuzuncu yılı" sürülüyor, ikinci sürgünde geçen dokuz yıl. Cennet'in vatan niteliği kazanıp kazanmadığını anlayabiliyoruz devamında. FBI tarafından uyarılıyor Norman, Mircea Eliade -din âlimi, Türkçeye çevrilmiş çok sayıda metni var- ve Demir Muhafızlar arasındaki ilişkiyi bir makaleyle irdeleyen Profesör Ioan Petru Culianu'nun Chicago Üniversitesinde güpegündüz öldürülmesinden sonra dikkatli olması yönünde bir tavsiye alıyor. Rejim dünyanın öbür ucunda bile etkili, ajanlar infazları gerçekleştirmede bir sıkıntı yaşamıyorlar. Üstelik Jormanya'ya dönecek Norman, bütün uyarılara rağmen. Geçmişin kısa bir muhasebesi var burada, Norman tetikçilerden çok iç içe geçmiş şeylerin kördüğümünden korktuğunu söylüyor ve düğümle yavaş yavaş uğraşmaya başlıyor. Ailenin ortaya çıkışı. Ariel'in, büyükbabanın kuzeninin okuduğu bir kitaptan bahsediyor Norman, Nasıl Holigan Oldum'dan. Holiganlığın birçok anlamından kendisine en uygun olanını yakıştırıyor. Sirk palyaçoları metaforu da burada ortaya çıkıyor, Celan'ın şairin yalnızlığına dair söylediği bir sözden. Depresyonun bir kişilik kusuru olmadığı, bir kimya kusuru olduğu fikri tekrar tekrar hatırlatılacak. Dönüşten önceki son günlerde arkadaşların, kişisel ve toplumsal tarihin önceden atılmış adımları tekrar atılacak ve kısa süreli ikametler, yolculuklar tekrar hatırlanıp büyük anlatıya iliştirilecek. Almanya, İsviçre, İtalya, pek çok ülkede geçirilen zaman ve bu zamandan kalan anılar, imgeler Norman'ın hatırladığı kadarıyla ele alınıp yolculuk öncesinde hikâyenin pekleşmesini sağlayacak.

İlk Geri Dönüş (Kurgu Olarak Geçmiş) ikinci bölüm, ailenin köklerinden başlayarak ABD günlerine kadar uzanıyor. "Doğumdan önceki anılar" diyor Norman, hatırladığını düşündüğü olaylar aslında annesinden ve babasından dinlediği şeyler ama baskının derecesi bütün zamanları bir kılıyor, ailesinin yaşadığı bütün haksızlıklar sanki kendi başından da geçmiş gibi. Fişlendikleri için öyle de gerçi; babanın suçunu çocuklar çekiyor, tersi de mümkün. Sonuçta giderek totaliterleşen, aslında en başından beri zincirleri sıkı tutan bir muktedir ve tayfası var. Çarklar iyi çalışıyor, tehdit olarak algılanan her birey bir şekilde toplumdan ayrıştırılmaya çalışılıyor. Mühendislik okuyan Norman'ın partiden ihraç edilmesi, iş bulma konusunda yaşadığı sıkıntılar, babasının hapse atılması, annesinin yaşadığı problemler, bir sürü şey var burada. Annenin yasak aşkı engellediği bölümle en sonda yer alan başka bir bölüm arasında bağlantılar ortaya çıkabiliyor, aslında Bernhard'ın sarmal anlatısına benzer bir yapı var burada ama her bir bölümle başka bir detayın üzerinde durulmuş, biçimsel olarak ayrışan nokta.

Viyanalı Doktorun Divanı'ndan sonra İkinci Geri Dönüş (Gelecek Nesiller) geliyor, dört bölümmüş aslında. ABD'den Romanya'ya yolculuk ve geçmişin dünyasında kendini var etmeye çalışan bir adamın mücadelesi. Norman için tam bir yüzleşme, taşıdığı ağırlığı usul usul duyuruyor.

Ben bu metni okumadan önce Manea'nın şu röportajını okumuştum aylar önce, çok etkilenmiştim. Denk geldi, bir şeylere bakınırken hatırladım. Gospodinov'a hayranlık duymuştum ama Manea acıyı anlatmanın verdiği coşkunun nasıl çeşitlenebileceğini daha geniş bir alanda gösteriyor. Röportajda da söylüyor zaten; bu bir terapi onun için. Metin düz ama şiiri eksik değil, okuma ediminden koparıp imgelerin peşinde koşturuyor. Ve mutsuzluğuna rağmen belleği diri tutmaya çalışmanın inceliği. Ve her zaman bir yere dönüş, ilk defa gidilen bir yere bile.

9 Şubat 2019 Cumartesi

Dag Solstad - Mahcubiyet ve Haysiyet

Aklımda Marillion'ın The Invisible Man'i dönüp durdu.

"The world's gone mad / And I have lost touch / I shouldn't admit it / But I have / It slipped away while I was distracted / I haven't changed / I swear I haven't changed / How did this happen?"

Patlama anının doğallığına bakınca dayanabileceği kadar dayandığını görüyorum adamın. Ibsen'in bir oyununu anlatıyor, öğrenciler dinlemiyor, öğrenciler koca bir kültürü umursamıyor, yirmi beş yılın ardından öğretmenliğini kaldırıp atası geliyor adamın ama bunu da yapamıyor, en sonunda dersi biter bitmez evine gitmek için hareketleniyor, dışarıda yağmur var, adamın şemsiyesi açılmıyor, adam şemsiyesini taşlara vura vura açmaya çalışırken ellerini yaralıyor, şemsiyesini parçalıyor, kendisini izleyen öğrencilerden birine amcık olduğuna dair enformatik bir nida salıyor, kıza söylemediğini bırakmıyor ve yürümeye başlıyor. Norveç'in sokakları, yağmuru, karanlığı. Kendini tutmaya çalıştığı için geçmişine yöneliyor. Anılardan ulaştığı şimdide koca bir yıkıntı duruyor. İşinden olacak, kariyeri mahvolacak, saygınlığı yitecek ama daha kötüsünü çoktan yaşadığını görüyor. Yaşamını ilk kez düşünmüyor ama o aydınlanmayı ilk kez yaşıyor, görüşünde ilk defa bir berraklık var. Bunu anlatımın biçim değiştirmesinden anlayabiliyoruz.

Başa dönmem lazım. Elias Rukla ellilerinin sonuna gelmiş bir edebiyat öğretmeni. Ağır ağır kurulan, detaylarına anlatının ilerleyişiyle kavuşan bir kurmaca olduğu için bu, en başta kahvaltıyla açılan bir sahneyle karşılaşıyoruz. Hafif tombul karısıyla kahvaltı ediyor adam, birkaç kitabını ve şemsiyesini çantasına yerleştiriyor ve zorlama bir şekilde vedalaşıyor karısıyla. Evliliklerinde aksayan yanların yıllanmışlığını seziyoruz ama henüz hiçbir şey bilmiyoruz tabii, adam evden çıkıyor, okula gidiyor ve dersini anlatmaya başlıyor. Ibsen'den Yaban Ördekleri. Her sene veya dönem dört metin işliyor yıllardır, biri bu. Sorulduğu zaman favori yazarları arasında Ibsen'i söylemeyecek, daha modern isimlerden bahsedecek ve öğrencilerini etkileyecek. Konuşması bile hazır, aklında kurmuş. Norveç kültürünün en önemli temsilcisi Elias, okulda durum bu. "Gerçek şuydu, çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, yirmi beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrenilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu." (s. 18) Yirmi beş yıl durmadan anlatmış, kültürün aktarımı için uğraşmış ama bir şeylerin değiştiğinin farkına varmamış. Serbest dolaylı anlatım vasıtasıyla anlatıcı ve Elias'ın düşünceleri birleştiğinde, Elias karikatürleştirildiğinde -önem verdiği meseleler tekrarlanır, birkaç defa, Murtaza'nın aşırı tekrarları gibi değil de aralara sıkıştırılmış tekrarlar, Elias okulda bu tekrarlardan ibaret- karakterden çok tip niteliği kazanır adam; anlattığı oyundaki karakterleri irdeleyişinde, öğrencilere bakış açısı kazandırmaya çalıştığında eskidiğini fark etmesi gerekirken fark etmez, örneğin Ibsen'in bazı oyunlarında polisiye ögelerin bulunduğunu anlatabilir, başka şeyler anlatabilir, yenilikçi bir bakış açısıyla eğitim verebilir ama yaşamında saplanıp kaldığı bir nokta var, oradan öteye geçemeyen Elias için saplandığı yer sadece yaş almasına, zihinsel olarak değişememesine neden olmuş. Dersi anlatırken soruları, mimikleri, her şeyi yıllardır aynı. Öğrenciler hakarete uğramış gibi hissediyorlar, metni okumak dışında hiç dahil olmuyorlar derse, kendi fikirlerinin önemsenmediğini, hatta sorulmadığını görünce umudu kesmiş bir şekilde zilin çalmasını bekliyorlar. Elias düştüğü durumu iğrenç buluyor, ruhsuzluklarıyla oturan öğrencileri bir tehdit olarak görmeye başlıyor, özellikle iç çeken bir öğrenciye kızmak isteyip kızamadığında.

Kayışı kopardıktan sonra gelen işsizlik, geçinme problemleriyle birlikte Elias'ı karakter olarak buluyoruz, tipliği ortadan kalkıyor. Anlatım biçim değiştiriyor, serbest dolaylı anlatımdan tipik anlatıma dönüyor ve Elias'ın geçmişine odaklanıyoruz. Johan Corneliussen ilk kez ve Elias'ın eşi Eva Linde -bu anlatımda- daha detaylı olarak karşımıza çıkıyor. Elias'ın ellili yaşlarına finale kadar bir daha dönmeyeceğiz, 1960'lı yılların sonuna gidiyoruz. Elias'ın Johan'ın karısı olarak tanıştığı Eva'yla nasıl evlendiğini bilmiyoruz, sadece bahsi geçiyor ve evliliğe kadarki dostluk süreci metnin önemli bir bölümü boyunca anlatının odak noktası oluyor.

1966'da Johan ve Elias tanışıyor. Oslo Üniversitesi Felsefe Enstitüsünde birkaç seçmeli derse giren Elias filoloji okuyor, Johan'sa çok parlak bir felsefe öğrencisi. Bir Wittgenstein dersinden sonra tanışıyorlar, Johan Elias'ı partilere götürüyor, sabahlıyorlar, oturup bir şeyler yiyorlar, dedikodu yapıyorlar, felsefe ve edebiyat konuşuyorlar, buz hokeyi maçlarına gidiyorlar, futbolla buz hokeyini karşılaştırıyorlar, kadınlarla birlikte oluyorlar, öğrenciliğin hızlı yaşamını paylaşıyorlar. Johan'ın kendisinde ne bulduğunu bilmiyor Elias, kızların hayranı olduğu, konuştuğu zaman herkesin pür dikkat dinlediği Johan'ın ilgisini bir şekilde çekmiş ama kendisinde dikkat çekici bir şey bulamıyor, bulamadıkça rahatsızlık hissediyor ve Johan'a duyduğu hayranlıkla karışık sevgiye dayanarak dostluğu sürdürüyor. Elias pek anlamıyor Johan'ı, adamın hayata karşı duyduğu heyecan ve iştah kendisinde yok, belki de bu iştaha sahip olanların kendilerini felsefe okumaya verdiklerini düşünüyor. Kant üzerine bir tez yazarak doktorayı bitirmeyi tasarlıyor Johan, bu konuda Elias'la konuşuyorlar ama derinlikli bir konuşma değil onlarınki. Arkadaşlıkları da anları paylaşmaktan öteye geçmiyor gibi gözükürken Johan Elias'ı sevgilisiyle tanıştıracağını söylüyor. Eva'yı ilk kez Johan'ın evinde görüyor Elias, kıza hayran oluyor, hatta aşık da oluyor sonradan anladığı kadarıyla. Kız birkaç yaş küçük ikisinden de. Çok güzel, sessiz. Sekiz yıl üçünün arkadaşlığı sürüyor, bir süre sonra Johan ve Eva evleniyorlar, bir çocukları oluyor, sonra Johan ortadan kayboluyor. ABD'ye gittiğini söylüyor telefonla. Her şeyi geride bırakıyor, Eva'yla kızını da Elias'a emanet ediyor.

Johan'a odaklanıyorum. Öğrenci kulüpleri başkanlığı yapıyor, çok popüler, akıllı, aktif bir adam. Kant'ın metinlerine çalışıyor ve kültür birikimine, Kant hakkında yazılmış onca sayfaya kendi yazacağı metni de ekleme fikri heyecanlandırıyor onu. Marx'ın Kant felsefesinde temellendirdiği görüşleriyle Kant'ın görüşlerinin kıyaslandığı tez bitiyor, Johan yarı zamanlı olarak üniversitede ders vermeye başlıyor ama yokluktan kurtulamıyor bir türlü, Eva'yla kızı da var bir yandan, evlendikten sonra her şey daha da zorlaşıyor. Diğer üniversitelerin burslarına başvurmuyor, başvursa tek başına gidecek ki bunu istemiyor, ailesiyle birlikte gitse yine yoksulluktan kurtulamayacak ki bunu da istemiyor. Tüketim toplumunun kodlarını çözdükten sonra elindeki bilgiyi kullanamadığını, bütün problemin bu olduğunu fark ediyor Meksika'da katıldığı bir konferans sırasında, böylece kapitalist sistemde rahatça yaşayabileceği, bilgisini paraya çevirebileceği ABD'ye gitmeye karar veriyor. Sıkışmışlık duygusundan kurtulmak istiyor, bir reklam şirketinde iş bularak kaçıyor Elias'tan, Eva'dan ve kızından, tanıdığı herkesi geride bırakıyor. Kandırılmış hissediyorlar, Johan'ın böyle bir şey yapabileceğini hiç düşünmedikleri ve adama hayranlık duydukları için açık açık suçlayamıyorlar da Johan'ı. Sonuçta geride kalanlar birbirine tutunuyorlar, Eva ve Elias evleniyor.

Kurdukları aile Johan'dan sonra ikinci bir çürük dayanak olarak beliriyor. Seviştikleri sırada Eva başını çeviriyor sürekli. Elias sevgisini dile getirdiğinde kadın hiçbir şey söylemiyor. Bazen dalgın dalgın bakakalıyor Eva, Elias'ı gördüğü anda dalgınlığından kurtulup gülümsemeye başlıyor. Kendi durumları da iyi değil, Elias bir süredir öğretmen olarak çalışıyor ama zar zor geçiniyorlar. Bir gün mutfağı yenilemek isteyen Eva, Elias'tan olumsuz yanıt alınca adamın cimri ve aşağılık bir herif olduğunu söylüyor. Söyler söylemez pişman oluyor, gülümseyerek özür diliyor ve adama sarılıyor. Şöyle bir durum; Elias bunları "gerçekten" ilk kez düşünüyor. Öğrencisine küfredip şemsiyesini parçaladıktan sonra, elindeki kanamayı durdurmaya çalışırken aydınlanma anı yaşıyor. "Eva ona gelmişti." (s. 70) Bu kez tipleştirilmiyor Elias, kendini bir tip olarak göremiyor, yaşananları yavaş yavaş anlarken tekrarlar da azalmaya başlıyor. Eva ona geldi, Eva geldi, Eva onu istedi, öyleyse Eva sevdiğini niye hiç söylemiyor, Eva niye özveride bulunmuyor, Eva neden her şeyin en iyisini hak eden bir kadın olarak görülüyor? Eva'yla evlenmenin bedeli var, aslında yok ama var, öncelikle Johan'ın hayaleti aralarında beliriyor sürekli; ABD'den yollanan hediyeler, mektuplar... Johan hep orada. Elias, Johan'ın yükünü taşıyor bir yandan ve yeni bir başlangıç istiyor ama kendisinde de bu başlangıç için güç yok, Eva'da zaten yok, bir yıkıntının üzerinde yaşıyorlar. Eva aslında kendisini sevmiyor, hiç sevmedi, Johan'ın karşısında hiç şansı yok Elias'ın. Eva'nın kendisine gelmesinin sebebi sevgi değildi zaten, bunu anlıyor.

Hemen bir bağlantı. Sınıfta anlattığı oyundaki karakterin, aslında gereksiz olarak gördüğü karakterin, hatta Ibsen'i bu gereksizlik yüzünden eleştirmesine yol açan karakterin tek bir sözü: "'Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.'" (s. 9) Sırf bu replik, adamın gerekliliğini, en azından bu metinde ortaya koyuyor. Yalanı elinden alınan Elias için mutluluğu yakalamak pek mümkün değil, yağmur altında tek başına yürürken. Her şeyin bittiğini düşünüyor ve metin de sonlanıyor böylece.

Gerçeği kurguluyoruz ve umduklarımız gerçekleşmeyince kendimize dönüp bakıyoruz. Görmek istemediğimiz için körüz. Her şeyin apaçık ortada olması bir önem taşımıyor, istediğimiz gibi yorumlayıp devam ediyoruz, çöküşle birlikte yeni bir gerçekliğe girişiyoruz ve bunun bir döngüye dönüşmemesini umuyoruz. Bu döngünün farkına varış anı işte, Elias'ın yaşadığı şey tam olarak bu.