31 Ağustos 2019 Cumartesi

Clive Barker - Cehennemlik Yürek

Hellraiser çocuk aklımızı bir temiz almıştı, ziyade olsun. It'in İnterStar'da gösterildiği zamanlardı, ilk versiyonu, şu dört beş saat süreni vermişlerdi, beş yaşındaydım ve kapı gibi bir travmam olmuştu, süper. It'i lisede tekrar tekrar okudum, tam metni çıkınca onu da okudum bir güzel ama Barker'ın metni için beklememiz gerekti. Nihayetinde İthaki el attı, Türkçeye kazandırdı metni, süper ama çeviride ve düzeltide sıkıntılar var ne yazık ki. En azından kitap dağılmadı bu kez, yapıştırıcıyı değiştirmişler sanırım. Düzeltiye bir iki örnek vereyim: "(...) bir siluetin sendeleyerek çıktığını girdi." (s. 98) Tamam diyoruz, geçiyoruz ama başka bir şey var bu kez: "Hem de bir önce direnmeliydi." (s. 102) Dost Körpe'yi Cthulhu'ya sardığım zamanlardan beri severim, çevirilerinden ötürü çok eleştirildiğini gördüm, hiç denk gelmemiştim ama nispeten kötü bir çevirisine denk geldim sanırım. Sadece bunlar değil, metin genel olarak iyi ama sözcük tercihleri yer yer can sıkabiliyor. Bu sıkıntılar tansiyonun yükseldiği bölümlere denk gelmiyor, o açıdan yine iyiyiz. Bu arada It Chapter Two'nun gelmesine az kaldı, oradan sardım. Fragmanda Bev yirmi yedi yıl sonra eski evine gidiyor, orada yaşayan yaşlı kadınla konuşurken kadın bir ara donmuş gibi kalakalıyor öyle, işte bu tür şeyler lazım artık. "Hö!" deyip korkutmamalı film, amorf insanlı veya beklenmedik işlere girmeli. Amorf insanlı dedim de, o tablodan fırlayan kadın da korkunç bir şeydi ya. Neyse, Barker'a gelelim. Barker'ın bu romanının atmosferi tam Rawhead Rex işi, öykülerindeki hava var burada, o yüzden uzun metinlerinden çok daha iyi bence. Gerçi onların olayı başka, daha epik bir anlatının metin boyunca sürdüğü eserler onlar, yine şahaneler ama gerilim ve korku arıyorsanız Cehennemlik Yürek'e bakacaksınız. Pornografik cinsellik daha en başta beliriyor, üstelik dehşet anının tam orta yerinde, Barker'ın imzası gibi bir şey bu. Öte dünyaların varlıkları iyi kurgulanmış, tasvirleri ve diyalogları başarılı. Çürük ete geçirilmiş zincirler, eriyen kaslar, kukuletalı varlıklar, çeşit çeşit. Bunların yanında kurguda aksayan birkaç yan var ama ben yine bodoslamadan dalayım da yeri gelince söylerim. Frank'le başlıyoruz, bir kutuyu açmaya çalışıyor. Pandora'dan esinlenilmiştir herhalde, kutudan çıkanlar insanlığın sefilliğini zirveye çıkarmak için ellerinden geleni yapıyorlar çünkü. Kutunun üzerinde birtakım butonlar var, mekanik bir işlemi başlatmak için bulmaca çözer gibi bulmak gerekiyor bu butonları. Frank buluyor ve kutuyu açıyor. Bu ilk bölümde kutu detaylarıyla anlatılıyor, işte kutu açılınca ne oluyor, ortam bir anda nasıl tekinsizleşiyor, böyle şeyler. Frank hayatından pek memnun değil, zevk peşinde koşup dünyaları kazanarak kaybetme konusunda ustalık devrini de yaşadıktan sonra bildiği dünyadan sıkılıp bambaşka dünyaların izini aramaya başlıyor, böylece Lemarchand'ın kutusu geçiyor eline. Kutuyu kendisine satan antikacının dediğine göre eğer açabilirse kutudan doğaüstü güzellikler çıkacak, bilmem ne. Frank nihayetinde açıyor zamazingoyu ve çan sesleri duyuyor, bir sürü çan. Oda kararıyor, ışıklar sönmeye yüz tutuyor derken odada birkaç figür beliriyor. Biri hangi şehirde olduklarını soruyor, farklı zamanlar ve farklı mekanlar arasında Frank'in bahtına düşüyorlar. Gash Tarikatı'nın varlıkları, biraz Lovecraft havası var. Antikacıyla Frank birçok günlük karıştırmışlar onları çağırabilmek için, Gilles de Rais'nin ve Bolingbroke'un yazdıkları üzerinde çalışmışlar ve oradalar işte, Frank'e ne istediğini soruyor biri. Frank haz istediğini söylüyor ve yine Barker'ın temel izleklerinden biri olan psikolojik şiddet baş gösteriyor. Adam bu konuda çok başarılı, bir örneği öykülerinde de var, arkadaşını kaçırıp bir mekana kapatarak palyaço kılığındaki bir işkenceciye dönüşen ve arkadaşını delirten adamın olduğu öykü muazzam bir şey. Frank de delirmek üzereyken bölüm sona eriyor, başka bir bölüme geçiyoruz.

Julia ve Rory çıkıyor karşımıza, Frank'ten kalan eve taşınıyorlar ve yerleşmekle uğraşıyorlar. Rory, Frank'in bir iki yaş küçük kardeşi, abisi gibi delifişek değil, aklı başında ve makul bir adam. Julia'yı seviyor ama Julia sevmiyor onu, evlenmelerine saatler kala Frank'le sevişip adama aşık olan Julia için Rory sevdiğini düşündüğü bir adam, fazlası değil. Frank yine ortadan kaybolunca adamı unutacağını sanıyor ama eve girer girmez bunun mümkün olmadığını anlıyor, sanki Frank oradaymış gibi. Frank gerçekten de orada ama başka bir boyutta, Tarikat bedenini ve ruhunu ele geçirmiş durumda, sonsuz bir işkenceye maruz kalıyor Frank, kendi evinde ama cehennemde aslında. Gittiğini düşünüyorlar, sonuçta Frank ne zaman başı sıkışsa arazi olduğu için normal bir durum. Rory'yle arasını bozmamak ve Julia'dan kurtulmak için gerçekten gitmişti Frank, artık sonsuza kadar orada. Çan seslerini duyuruyor Julia'ya, tabii Julia hiçbir şey anlamıyor en başta, sadece Frank'i görmek istediğini düşünüyor. Rory'nin deyişiyle "bok gibi" davranıyor eşine, adama bir çöpten fazla değer vermiyor. Detaylı bir şekilde anlatılıyor bu, Julia'nın kafayı kırması için temel oluşturuluyor böylece. Bu sırada Kirsty'yle tanışıyoruz, Rory'ye tutuk bir kadın. Julia'dan pek hazzetmiyor, Julia da Kirsty'yi küçümsüyor tabii ama işler sarpa sarınca küçümsemekle hata ettiğini anlayacak. Julia'nın dönüşümü konusunda sıkıntı olduğunu düşünüyorum, ayrıntılı bir şekilde anlatılmıyor bu, Frank'e yardım etmeye başlamasının altındaki sebepler biraz havada kalıyor. Çan sesleriydi, kokuydu derken en sonunda Frank'le -Frank'e benzer bir şeyle de denebilir- karşılaşıyor, adamdan geriye çürümüş etten ve kastan başka pek bir şey kalmamış ve leş gibi kokuyor üstelik. Julia'yı kullanıp tekrar bir bedene bürünmeyi düşünüyor, bu güzel. Julia kayıtsız şartsız uyuyor adama, herhangi bir büyü yok, hayati bir tehlike yok, sadece aşk var ama aşka dair de pek bir şey görmediğimiz için Julia'nın Frank için barlardan düşürdüğü erkekleri eve getirip boğazlarını kesmesi, Frank'in bu insanlardan beslenmesini sağlaması kurgu içinde uçuklaşıyor. Doğaüstü bir varlık var karşımızda, elalemin etini budunu yiyerek, kanını içerek kendi boyutuna dönmeye çalışıyor, iyi işlenmemiş bir aşk bu varlığa destek olmak için yeterli mi? Bilemiyorum, biraz yavan geldi bu. Çok hızlı ilerliyor anlatı, belki biraz daha uzun tutulup daha fazla açılsaymış daha iyi olurmuş. Neyse, Julia eve çağırdığı adamların boğazlarını kesiyor ve hiç kimse kendisini arayıp sormuyor. Kestiği bir adam başka bir yerden geldiği için hemen merak edilmeyebilir ama ilk adamı da mı soruşturmuyorlar, orası muamma.

Öyle böyle derken Rory bir haller olduğunu anlıyor, Julia daha bir rezilleşiyor çünkü. Kirsty'den Julia'yla konuşmasını rica ediyor, sıkıntıyı anlayabilirlerse problemi de çözebilirler. Bu cinayetler işlenirken Kirsty eve geliyor, Frank'le ve öldürmekte olduğu adamla karşılaşıyor. Frank bir bedene tam olarak kavuşmamış, yine de insanüstü bir gücü var. Kirsty'yi kıtır kıtır yiyecek diye beklerken kutu çıkıyor ortaya, Kirsty kutuyla adamı yaralayabildiğini görüyor ama yeterince güçlü değil, Frank tam Kirsty'yi doğrayacakken kutuyu dışarı atıyor kadın, sonra o hengamede kaçıyor hemen, ağır yaralandığı için hastaneye yatırılıyor. Buradan sonrası ilginç, yine bir Barker alametifarikası diyelim. Hemşirenin biri kutuyu Kirsty'nin yanına bırakıyor, Kirsty kutuyla oynarken kilitleri açıyor ve Tarikat, "Cenobite" denen tipler bu kez kendisine musallat oluyorlar. Kirsty'nin kutuyu bilerek açıp açmadığı önemli değil, bunun daha önce de gerçekleştiğini ama durumun önemli olmadığını, Kirsty'nin her türlü ayvayı yediğini söylüyorlar. Kirsty düşünüyor, Frank'i onlara vermesi karşılığında canının bağışlanmasını istiyor. Kabul ediyorlar. Burası da ilginç, Frank'in ellerinden kurtulduğu sırada ne yaptıklarını, kaçılan mekanın özelliklerini hemen hiç görmediğimiz için gizem öylece kalıyor. Neyse, Kirsty eve geri dönüyor, Rory'le Julia'nın mutlu mesut takıldıklarını görüyor. Sonra Rory batırıyor işi, Frank olduğu ortaya çıkıyor adamın. Rory'yi öldürmüşler, derisini Frank "giymiş". Yine bir çatışma, Tarikat müdahale etmiyor buna. Kirsty merak ediyor bunun sebebini, ölmek üzere çünkü. Sonra aklına bir fikir geliyor, Frank'e adını söyletiyor. Tarikat o zaman ortaya çıkıyor, anlaşmanın tamamlandığı söyleniyor ve Frank geldiği yere götürülüyor. Her şey bittikten sonra evden çıkan Kirsty, kutunun üzerinde Julia'yla Frank'in yüzlerini görüyor, sayısız hayaletle birlikte acıdan haykırıyorlar. Son.

Julia başarıyla kurulmuş bir karakter değil, karikatüre benziyor açıkçası. Frank iyi, zaten delirmiş bir adamdan kardeşinin derisini yüzmesini bekleyebiliriz. Rory de şapşal aşık olarak kurmacadaki görevini başarıyla yerine getiriyor. Kirsty'nin hımbıllıktan kahramanlığa geçişi de biraz problemli ama yine de iyidir.

Barker sağlam korkutuyor yine, elden gelsin. Korku filmi izlerken elinizi yüzünüze siper ediyorsanız tam sizlik bir metin.

30 Ağustos 2019 Cuma

Arkadi & Boris Strugatski - Kıyamete Bir Milyar Yıl

Kaku'da görmüştüm ama fikir onun değilmiş, yine meşhur başka bir bilim adamına göre üç tip uygarlık var. I. Tip deneni bulunduğu gezegenin bütün kaynaklarını kullanır hale gelen, başka gezegenlere zıplamaya hazır uygarlık. II. Tip sanırım bulundukları sisteme yayılan, koloni faaliyetlerine girişeni, III. Tip kara deliklere bodoslamadan dalar hale gelen türden bir şey, evreni istediği gibi eğip bükebiliyor falan. Entropiyi etkileyebiliyor muydu hatırlamıyorum ama kontrol altına alabiliyordu sanırım. Aslında kilit nokta bu, zira Strugatski Biraderler bu mesele üzerine kurmuşlar anlatıyı. Romanda I. Tip'e geçebilmek bile mümkün gözükmüyor. Kaku'ya göre biz 0,8'de falanız, yüz yıla kadar eşik atlayacağımızı söylüyor Kaku. Atlayabilecek miyiz? Biraderler öyle bir olay örgüsü kurmuşlar ki bu atlayış mümkün olmuyor. Araştırmaları engelleyen bir dünya saçmalık çıkıyor ortaya, evrenin kendini gizleme çabası ve bilimsel gnostisizmin önüne çekilmiş koca duvar düşündürüyor, fantastik olayların fantastik sebepleri olmalı. Bilim insanları için kabul edilemeyecek bir şey, düştükleri ikilemde can çekişmeleri bundan. Meşhur usturaya göre birçok cevaptan akla en yatkın olanı kabul edilir ama o cevap doğaüstünden başka bir sonuç sunmuyorsa rasyonel düşüncenin neferleri bu durumda ne yapabilir? Bir: Daha fazla veri toplayıp analize girişir ve daha derin bir bataklıkta debelenmeye başlar, işin içinden bir türlü çıkamaz, sayısız varyant başka varyantlara yol açar, sonsuz bir zincirin halkaları teker teker çözülür ama sonu gelmez bu işin, deliliğe kadar yolu var. Bir sonuca vardı diyelim, matematiğin son noktası. Ted Chiang'ın bir öyküsünde geçiyordu, matematiğin "son noktası" ulaşılabilir bir yerde, matematikle kafayı bozmuş bir kadın bu noktaya ulaşıyor ve hayatının anlamı bir anda ortadan kayboluyor. Eşiyle arası bozuluyor, aile dağılma noktasına geliyor, yaşamın anlamı ortadan kalkıyor, kişisel bir felaket. Varlık sayılara sıkıştırılmış durumda ve sayıların ulaşabileceği son nokta hiçlik, o halde ortadan kalkılacak. Muazzam bir öykü. Monokl ikinci bir Chiang kitabını basacakmış yakınlarda, duyunca çok sevindim. Neyse, iki: Bütün inançlar ve olgular bir kenara bırakılarak fantastiğe yeni baştan yaklaşılacak, belki de formüle edilebilir bir fantazya düşüncesi bilimsel paradigmayı ele geçirecek, farklı disiplinlere kapı aralanacak. Bu gerçekten fantastik ama anlatının temelinde bu var zaten, karşı karşıya gelinen fantastik bir olgu için mevcut bilim bir çözüm üretemiyorsa elde iki seçenek kalıyor, ilki uyum sağlamak ve ikincisi deliliğe doğru koşmak, kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibi.

Bilimkurgu demek zor, bilim felsefesiyle şahane bir şekilde oynanan felsefi bir roman denebilir. Mesele "homeostatik evren" denen nanenin entropik ayarlarla oynanmasını engellemesinden doğuyor, en azından bazı karakterlerin görüşleri bu yönde. Bilim adamlarının paranoyadan paranoyaya koşmalarını izlemek oldukça sinir bozucu, bir o kadar da eğlenceli. Ted Chiang bunu okuyup esinlenmiş midir acaba, araştırmam lazım. Neyse, bölüm bölüm ilerliyoruz ve her bölümün başlığından ayrı olarak "Parça I", "Parça II" şeklinde ayrılmış bölümün içeriği. Sanki yıllar sonra ele geçirilmiş kayıtlar tasnif edilmiş gibi. Evet, o gün son iki yüzyılın en şiddetli(?) temmuz sıcağı kimseye nefes aldırmazken, Malyanov biraderimiz bilimsel araştırmalarını rahatlıkla sürdürmek için eşini ve çocuğunu uzaklara yollamışken Kalyam adlı kedisinin miyavlamasına şaşırıyor, daha o sabah mama verdiğini düşünüyor ama önceki günün sabahıymış aslında, günleri karıştıracak kadar kafası karışık bir adam Malyanov, ilk çatlağı bu noktada görüyoruz. Malyanov tamirciye telefon ediyor, kendisini sürekli yanlış numaraların aramasından yakınıyor. Defalarca aramış ama bir tamirat, düzenleme yapılmamış. İkinci çatlak. Kapı çalıyor, yiyecek ve içeceklerle dolu bir kutu teslim ediliyor kendisine. Eşi göndermiş, zorlukla geçinmelerine rağmen böyle lüks bir harcama Malyanov'un canını sıkıyor, üçüncü çatlak. Bu aslında şey, Ömer Seyfettin'in bir öyküsü vardı, mermer yontan bir adama dair. Adam çekici indirirken hiç şaşırmadığını, kırk yıldır tek bir hata bile yapmadığını söylediği anlatıcının gazabına uğruyordu, benzer bir şekilde. Anlatıcı, adamın evine hindi mi ne gönderiyordu, mermerciyle eşi kavga ediyordu bu yüzden, ertesi gün de mermerci o sinir bozukluğuyla çaat diye kırıveriyordu mermeri, aynı dalga. Tek fark, adamın kafasını karıştıran tek etken anlatıcıyken burada koca evrenin musallatlığı. Neyse, Malyanov çalışmayı sürdürmeye çalışıyor, formüllerine gömülüyor, telefon çalıyor. Vayngarten, kendisi gibi bilimsel işlerle uğraşan arkadaşı. Uğrayacağını söylüyor, Malyanov'un ne üzerinde çalıştığını öğreniyor, kapıyor telefonu. Malyanov delirdi delirecek, iki dakika oturup çalışamıyor. Telefon konuşması bitmek üzereyken Malyanov'un kapısı kırılırcasına çalıyor, Lida geliyor. Malyanov'un eşinin kuzeni olduğunu söylüyor ve sözde eşinden gelmiş bir mektubu kanıt olarak gösteriyor. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hale geliyor, parodi gibi. Aklı gidiyor Malyanov'un, eşini aldatmayacağını düşünüyor ama Lida çok güzel bir kadın, çalışma yalan oldu tabii. Bunlar olurken Lida'yla veya Vayngarten'le konuşmaları sırasında birtakım toplumsal meselelere değiniliyor hafiften, örneğin Küba'daki devrim hakkında birtakım gevezelikler, kendi ülkelerindeki bilimsel hiyerarşi, devlet kurumlarının müdürleri, müdür adayları, bilimsel çalışmaların önem sıralamaları, bu tür meseleler üzerinde birtakım gevezelikler yapılıyor ve yine kapı, bu sefer karşı komşu Snegovoy. Bilim insanı o da, söylemeye gerek yok. İki horozla ilgili bir fıkra var, birkaç karakter tarafından anlatılıyor, rahatsız edilmenin izleği olarak görebiliriz bunu.

Petroviç çıkıyor ortaya, Malyanov'un üzerinde çalıştığı projenin grafiklerinden birini eline alıp grafiğin aslında bölgedeki suç oranının yükselişini yansıttığını söylüyor. Bilimsel verilerin birbirinin yerini tutarak temelsizliğe, en azından şüpheciliğe yol açmaya çalıştıklarını görüyoruz, işler bu noktadan sonra tesadüfle açıklanamayacak ölçüde karışmaya başlıyor, arka arkaya çalan kapılar, telefonlar, bitmek bilmeyen ziyaretçiler eşzamanlılık açısından makul ama bu veri olayı ipi koparıyor. Malyanov bir açıklama bekliyor Petroviç'ten, adam bir şeyler biliyor ama söylemek istemiyor başlarda. Yeterince sıkıştırıldığı zaman dili çözülüyor: Uzaylılar. Zeki bir yaşam formu insanlığın ilerlemesini istemediği için işlerimizi sabote ediyor. Vayngarten kendi başından geçen çalışamama hikâyesini anlatıyor sonra, birtakım adamların ortaya çıkıp durumu anlattığını, çalışmalarını yok etmesi gerektiğine dair ısrar ettiklerini söylüyor. Kayboluyor kızıl kafalı adam, bir anda ortaya çıkıp Vayngarten'in kafasını karıştırıyor ve pencereden uçup gitmiş gibi yok oluyor. Mantıkla açıklanamayacak olaylar herkesin başına geldiği için neler döndüğüne dair beyin fırtınasına girişiyorlar. Dokuzlar Birliği denen gizemli bir örgüt olduğunu söylüyor biri, gizemli bilgeler gezegendeki bütün bilimsel başarıları kopyalayıp öğreniyorlar. İnsanların kendilerini yok etmemeleri için uğraşmaları da ikinci görevleri, böylece karakterlerin başlarına gelen garip olayların sebeplerini de öğrenmiş oluyoruz ama bu da mitik bir hikâye, ortada çok fazla bilinmeyen olduğu için fantastik bir durumun ortasında kalıyorlar ama Veçerovski nam bilim insanı, yaşadıklarının aslında hiç de ilginç olmadığını söylüyor. Analiz edilecek bir şey yok, üzerine düşünülecek bir şey de yok, yaşamın kendi olağanlığı içinde yaşadıkları son derece doğal. Bir alıntıyla bitireyim, kurmacaya da yaslanan bir bakış açısıyla:

"'İnsani bu, fazla insani,' dedi Veçerovski. 'İnsanlığın, kâinatı çözmenin eşiğinde olduğunu gözlemlediler, rekabetten korkarak onu durdurmaya karar verdiler. Böyle mi?'
'Neden olmasın?'
'Çünkü bu bir kurgu. Parlak ve basit kapaklı, ucuzcularda satılan bir kurgu. Bir ahtapota smokin giydirmeye çalışmak gibi. Ve öylesine bir ahtapota da değil, aslında hiç olmayan bir ahtapota...'" (s. 104)

Son bir şey: Malyanov'u izlerken bir anda Malyanov'un gözünden görmeye başlıyoruz her şeyi, anlatım değişiveriyor. Bunu meselenin çözümlenmesi sırasında entropik-bombastik bir değişimin gerçekleştiği şeklinde yorumlamak, ne bileyim, biraz zorlama gibi gözüküyor. Zaten Strugatski Biraderler pek bulaşmıyorlar böyle oyunlara, düşük ihtimal bu. Metnin orijinaline de bakamıyorum, Rusça bilseydim bakardım. Böyle de bir şey var, ilginç. Çeviride bir haller olmuş galiba.

Evet, bilim-evren-insan üçgeninin ele alındığı iyi bir metin bu, Biraderler on numara beş yıldız.

Ek: Sonda Boris'in sansürle mücadelelerini anlattığı bir bölüm var, bilim insanlarından ikisinin kendilerinden mülhem olduğunu söylüyor üstüne, güzel bir sonsöz olmuş.

Ek 2: Yeşim beni Florence + The Machine'e sardırdı, çok sevdim, deli gibi dinliyorum. Alalım:

27 Ağustos 2019 Salı

Philippe Sollers - Merkez

Derrida'nın merkezsizleştirme meselesi tam merkezde. Siklonun gözünde olduğunu söylüyor anlatıcı, bunun yanında yine Derrida'nın eleştirdiği gramatik hükümranlığı reddediyor: "Geçmişten kalma birkaç sözcük gezinip duruyor ama yazıya dökülemiyor, kalemim reddediyor. Tek gerçek renk beyaz." (s. 7) Anlatıda kullanılan zamanların hiyerarşisi de yok, anlatıda şimdi dışında bir zaman yok çünkü, sonsuz bir idrak anına göz atıyoruz. Sesin kaynağı bir özneyi değil de doğrudan sesi duyar gibiyiz, kasırganın oradan oraya savurduğu dünya parçalarından başka bir şeyi anlatmayan sesi. Ddağa almadığı Nora'yla sürdürdüğü ilişkiyi psikanalizden Shakespeare'e pek çok parçadan örer ve anlatmaktan başka bir eylemde bulunmaz. Kültürel ve edebi gevezelikleri dinler tarihinden günümüzün dünyasına kadar uzanan bu sesi Derrida'ya ve diğer yakın arkadaşlarına borçludur Sollers, beraber gezip tozarak çeşitli iştiraklerde bulunduğu Lacan, Barthes, Foucault ve Derrida gibi adamlardan deli beslenmiştir. Kristeva'nın etkisinden de haliyle bahsedilebilir, hatta metindeki Nora'nın ne ölçüde Kristeva olduğunu merak ettim durdum. Nora psikanalist, Freud ve Lacan'ın etkisi altında, Shakespeare hakkında söyleyecek çok şeyi olduğu için konferanstan konferansa gidip duruyor ve Shakespeare'in karakterlerini günümüzün toplumsal aidiyetlerine göre sınıflandırmada üzerine düşünülecek çok fazla veri sunuyor anlatıcıya, metnin önemli bir bölümü bu irdelemelerden, psikanalizin geçmişinden ve bugününden ibaret. Bir örnek: "Uyanıyorum, hiçbir şey yokmuş gibi telefonda Nora'yla konuşuyorum. Kontrol etmemi istediği detayı araştıracak zamanım olmadı. Sahi, neydi? Aa, evet, Shakespeare'in Venedik Taciri'ni yazdığı sıradaki çevresi. Ve gülmek için bir soru: Magripli Othello Müslüman, hain Iago da Musevi miydi?" (s. 7) Karakterlerin eşcinselliğinden Nora'nın eşcinsel hastalarının hikâyelerine zıplamalar, Lacan'ın Freud'dan mülhem inşa ettiği yapıdan baba-oğul ilişkisine atlamalar derken deneme-novella arasında bir türün çatılışını takip ediyoruz. Başlarda sık sık Nora'yla karşılaşsak da ilerleyen bölümlerde yavaş yavaş kayboluyor ortadan, düşüncelerin akışına kapılıyoruz. Freud ve Lacan müzikle ilgilenmedikleri için Nora da ilgisizmiş müziğe karşı, bu yüzden anlatıcının evindeki plaklarla karşılaştığı zaman şaşırmış. Sevgililermiş ama Nora'nın birlikte yaşamaya niyeti hiç yokmuş. Boşanmış, iki çocuğu ve dünyanın hemen her noktasında dinleyicileri varmış, psikanaliz için kendisine başvuran sanatçıların, politikacıların ve çeşit çeşit ünlü insanın hikâyeleri kendi yaşamını biçimlendirmeye de yarıyormuş, bu hikâyelerden bazılarına çok az değiniliyor. Daha çok anlatıcının bilinç akışı var. Araya dereye Nora'nın Kafka ve Dostoyevski hayranı olduğu sıkıştırılıyor ki edebi referanslardan da Freud'a ulaşabilelim. "Kayıp babanın izinde." (s. 12) Nora'nın dedesi New York'ta ünlü bir orkestra şefi, Epstein. Babasından bir haber yok. Anlatıcının babasından da bahsedilmiyor, bunun yanında ilahi babadan sıklıkla bahsediliyor, Nora'nın evinde İncil olmamasını göz önünde bulundurarak sadece anlatıcıya has bir durum olduğunu söyleyebiliriz, konuşmalarından çıkan bir şey değil bu. Birini anlatayım, "Krallar" bölümünde İbranice kökenli bir sözcük: Filistli. Marx bile kullanmış bu terimi, bayağı zihinli ve yeniliğe kapalı bireyi tanımlıyor. Ne korkunç. Musevileri sıklıkla alt ediyorlar, Samson gibi efsaneler sayesinde öç alınıyor ama bir parça işte. Sonra Davut'un Golyat'ı öldürmesi, Ahit Sandığı hareket ettiğinde Davut'un olduğu yerde oynaması, cinsel organının gözükmesi, duruma kızan Mikal'ın ceza olarak çocuk doğuramayacak olması. Zengin bir malzeme sunuyor bu durum anlatıcıya, sünnet derisinin bir kadından çok daha değerli olduğu çıkarımından başka pek çok sonuca ulaşıyor ve Nora'nın Shakespeare'i inceleyişi gibi kendisi de dinleri inceliyor.

Nora'nın kanıların kökenini bilmek istemesinden toplumsal hafızaya çıkılıyor bir bölümde, anıtların toplumsal hafızayı biçimlendirmesinden, topluluk yaratmak için bir enstrüman olarak kullanılmasından Lefebvre de bahseder ama burada başka bir bakış açısından yaklaşılıyor olaya. "Hafızaya el koyan, onu eğitimsel bir 'ödeve' dönüştüren yetişkinlerdir." (s. 21) Totaliter rejimlerin -aile uzantısı dahil- psikanalizi neden yasakladığına dair yapılan yorumlar kentin planlanmasına kadar ulaşıyor, sökülmesi ve değerlendirilmesi gereken parçalar söz konusu olunca anlatı bir şekilde Nora'ya dönüyor ve onun hastalarıyla olan ilişkilerine bağlanıyor. Gizleri açığa çıkaracak sorular, tahakküm altındaki insanların kendilerine neyin tahakküm ettiğini bulabilmeleri için sunulan bilişsel haritalar, bitmek bilmeyen bir analiz. "Sanki Nora'nın aynı anda elli roman okuması gerekiyormuş gibi. Nora olası bir analizin ipucunu hemen yakalayan mükemmel bir edebiyat eleştirmeni olurdu." (s. 24) Hayatın bir anlamı olduğunu kanıtlamak için yapıyor bunu, anlatıcıya göre hayat bir anlama sahip olmak zorunda değil ama Nora bu tartışmaya kapalı, böylece yaşamını yapılandırma sürecinde kendisini neyin motive ettiğini görmüş oluyoruz, başka türlü onca hikâyeyle başa çıkamazmış gibi gözüküyor. Anlatıcıysa başa çıkılacak bir şey olmadığını düşünüyor, yaşamdan yaşamayı ummaktan fazlasını beklememiz gerekiyor. Genazino söylüyor bunu ama anlatıcının ağzından çıkmış gibi duyuluyor metinde. Hemen ardından gelen sperm alışverişi de cuk oturuyor mevzuya, internetten satılan spermlerle doğan çocuklar ve spermleri satın alıp kullanan insanlar farklı bir sevgi tanımına ihtiyaç duyacak olabilirler ileride, ya da her şey şimdi olduğu gibi sürecektir, kim bilir. Aile kadar olmaması gereken bir kurum, bir bağ olamaz ve günümüzde olduğu gibi gelecekte de tehlike altında olacak bir iktidar uzantısı için şimdiden uğurlamaya girişilmez ama bir gün, mutlaka.

Müzik-rüya-matematik üçgenine dair muazzam bir bölüm var. Nora, Baudelaire'i seviyor, Freud'a ve Baudelaire'e uyarak pek çok maddeyi deneyip hastalarıyla yakınlık kurmayı amaçlamış. Sonucu bilmiyoruz ama adı geçen şahısların müzikle, esrar ve kokainle yapabildiklerini biliyoruz. "Freud müzik dinlemiyordu, ama rüyalarda çok seyahat etti, bu sayede rüyaların matematiksel olarak konuşturuması gerektiğini anladı. Hiyeroglifler aniden bir sese sahip oldu, arzunun çelişkilerini anlatıyorlar. Rüya gören erkek ve kadınlar Yunan trajedisinin tam ortasında yaşadıklarını biliyorlardı. Sophokles'in Viyana'ya girişiydi bu. Tüm dairelerde tiksindirici bir gösteri sahneleniyor." (s. 36) Nora dinliyor, analiz ediyor ve ustalarının yapmaya çalıştığını yaparak hastalarını rol aldıkları trajedilerden kurtarmak için didiniyor.

Freud-Lacan ilişkisinden Katolik ahlaka, Pascal'ın Çincede belirmesinden en zor hastaların entelektüellerden çıkmasına pek çok dünya hali. Sollers belli bir doğrultuda ilerlemiyor, belli bir olgu üzerinde öyle pek yoğunlaşmıyor, belki tek odağın psikanalizin ışığı altındaki dünya olduğu söylenebilir. En sonunda dünyaya dönüyor anlatıcı, küreyi terk edip merkeze doğru inmeye başlıyor ve dünyanın belirdiğini görüyor. Uzaktan bir bakışı okuyoruz kısaca, imgeler ve jestler uzakta kalıyor, ampirik bir zemine indiğimiz an metin sonlanıyor.

Sollers tanışılması gereken bir yazar. Ben bu metni sayesinde tanıştım, memnunum.


25 Ağustos 2019 Pazar

Türker Ayyıldız - Vapurlara Küsmek

Orhan Kemal Öykü Ödülü'nün 2011'deki sahibi olan öykülerin Orhan Kemal'le bağını hemen kurarsınız. Memurun, işçinin ve işsizin halini anlatan Ayyıldız'ın şairliği kesin vardır diye düşünmüştüm ki varmış, ilk olarak şiirlerini bastırmış, sonra öykülere gelmiş sıra. Öyküler şiirden nasibini almış, arada sırada parıltılı bir imgeciğe rastlarsınız, şaşırmazsınız. Nadiren şaşırırsınız, oraya ait olmadığını hissettiğiniz bir parıltıya rastlarsınız ama anlatı çok sıkı örülmüştür, üzerinde düşünülmüş bir olay örgüsü olduğunu sezersiniz, sanki metin/yazar nereye gideceğini bilir gibidir, bunun yanında, işte, araya yazma anının bir anlık coşkusu karışır ve metne ait değilmiş gibi gözüken bir çakım, bir benzetme görünür. Ayyıldız özellikle realist bir atmosfer yarattığı için çok çok az rastlanıyor böyle bir şeye öykülerinde, hemen hiç. Hatta şu an şöyle bir göz gezdirdim, genelde böyle şeyleri not alırım, bir tanesine rastlamayı umuyordum ama hiç denk gelmedim. Bu yorum kendi kendini imha ediyor böylece, bir başkasına geçiyorum. On üç öykü var kitapta, bazı karakterler bazı öyküler tarafından paylaşılmış, bir karaktere birden fazla öyküde rastlayabilirsiniz. Rastlayacağınız öyküler arka arkaya dizilmemiş, bu yüzden kitabı olabildiğince kısa zamanda okuyun ki bir öyküde bir bölümü inşa edilen karakterin başka bir öyküdeki varlığının temelini hatırlayın. Kitaba adını veren öykü için aynı şey geçerli değil, bu öykü diğer on iki öyküde oldukça ayrık. Anlatıcımızın başından geçen olayları gördükçe yer yer Beyaz Mantolu Adam'ın ortaya çıktığını düşündüm, tek başına oynarken kendisine eşlik eden kokoreççi ve bir iki kişi daha vardı, sanki dünya kendisine uyum sağlamaya çalışır gibiydi. Anlatıcının adı Payidar, daha sonra bir iki öyküde daha karşımıza çıkacak ama burada ne yaptığına bakalım. Eski Galata Köprüsü'nün altındaki restoranların birinde açılıyor perde, masa dolu, içiliyor. Birer birer eksiliyorlar, Ebru da gidiyor. Cepte para yok, garson Payidar'ı kolluyor. Bir telefon, Ebru'yu merak ettiği için. İsterse gelebileceğini söylüyor Ebru, Payidar gitmeye niyetleniyor ve garsonu katakulliye getirip kaçıyor mekandan. Sonrasında bir sarhoşun büyüsü var bir süreliğine: Kokoreççi, turşucu, tatlıcı ve Payidar, üçayak oynuyorlar. Son vapura on dakika kala iskeleye geliyor Payidar, bir türlü karşıya geçemiyor ve Ebru'yu görmek için geç kalıyor, çok geç. Hüzünlü bir hikâye, yeri belirli olan tek hikâye, taşranın havasını taşımaması açısından da diğerlerinden ayrılıyor. Payidar'ın yer aldığı diğer bir öykünün mekanı kent olsa da alt-orta sınıfın taşrayı andıran yerleşimlerinden ötürü bu ilk öyküyü ayrı bir yere koyabiliriz.

Köstebek Sancısı'yla birlikte kırsala uzanıyoruz. Dükkanında oturan bir anlatıcı, sıkılıyor. Çocuğu geliyor, dondurmacının yaklaştığını haber veriyor. Birlikte çıkıyorlar, anlatıcının parası çıkışmadığı için utana sıkıla alıyor dondurmayı ve Tüfekçi Emmi nam dondurmacı tarafından kolundan tutularak dükkanına götürülüyor. İşkilleniyoruz, bir haller var. Büyük oğlan geliyor, babasına laf sokup gidiyor, adamın anarşi yüzünden okuyamadığını öğreniyoruz. Eşi geliyor, yemeği bırakıp gidiyor. Umursamıyorlar adamı, nedenini merak ederken anlatıcı kendisi dile getiriyor artık, gözleri görmüyor. Karanlığın içinde sürdürdüğü yaşamını kokularla ve seslerle biçimlendirmeye çalışıyor. Çizgileri belirli nesnelerin dünyasında bu kolay ama ertesi gün bir zıpçıktı tarafından su kenarında bırakılınca, üstelik suya girip yüzmeye başlayınca pusulası şaşıyor adamın. Toprağı kazan köstebekle bir tutuyor kendini, acı veren dünyadan uzaklaşmak için yüzüyor, durmadan yüzüyor, kayboluyor, boğulmaktan korkuyor ve sazlıklara tutunuyor, bağırıp çağırması para etmiyor. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp suya bırakınca iyice kurtuluyor dünyadan, kendisini bağlayan hiçbir şey yok artık.

Minyatür Kale için iki ayrı anlatıdan bahsedebiliriz, biri evlatlık edinmek isteyen ailenin yaşadıkları. İki bölüm ayrılmış bu aileye, biri öykünün başlangıcını oluşturuyor. Devlet karşısında bireyin küçülmesini, ailenin ortadan kalkmasını daha iyi anlatan bir cümle bilmiyorum, hatırlamıyorum: "Birbirlerini hiç tanımayan insanlar kadar mesafeliydiler devlet kapısında." (s. 31) Sonuçta kadın okuma yazma bilmediği için evlat edinemiyorlar, memurun anlamadığı bir dilde konuşup uzaklaşıyorlar. Mesut bu yüzden bir süre daha yetimhanede kalıyor, ikinci anlatıda odak Mesut. İçeride nispeten acımasız bir ortam var, şiddete dair hemen hiçbir şey görmesek de çocukların psikolojilerinin bozulmaya yatkın olduğunu anlıyoruz. Bir iki olay var, bayramlarda çocuklara alınan oyuncak vakası mesela. Mesut kamyon istiyor, ölen babası çöpçü olduğu için. Bir de yurdun karşısındaki mezarlıktan gelen yumurta kokulu öcü var, neyse ki kadın okumayı öğrendiği için Mesut'la kardeşini evlatlık alabiliyorlar ki böylece hayalet mevzusu sonlanıyor.

Iskarpela, şiirlerini daktiloya çekmeye çalışan, bir yandan yayımlatmaya çalışan bir adamın hikâyesini içeriyor. Feride diye bir kargası var, pencereye geliyor, bu kargayla sonraki öykülerde karakterimizin paylaşıldığını belirten bir ayrıntı olarak belirecek. Neyse, adam şiirlerini gönderiyor ama basıldığını göremiyor, taşrada bir başına bir şeyleri oldurmaya çalışıyor. "Pek çok şey kayboldu bozkırda, pek çok şey bir daha bulunamadı." (s. 39) Ardından bir kırılma anı: Şiirlerini daktiloya çekecek arzuhalcinin bulmaca çözerken bilemediği bir soruyu cevaplıyor, arzuhalci de gidip uzun zamandır kullanmadığı diğer daktilosunu getiriyor ve şaire hediye ediyor. "Neredeyse koşarak gidiyor eve. Yatsı ezanı erken okunuyor kışın. Sımsıkı sarılmış, kucağındaki meşin çantaya. Toz kokusu genzini yakıyor. Birkaç satır bir şey yazacak, bozkırın yürekli abileri için." (s. 42)

Diğer öyküler okurun ellerinden öper. Her öykü belirli bir noktada başlayıp biten olayların iyi bir şekilde hikâyeleştirilmesiyle oluşturulmuş gibi bir izlenim yaratıyor, zaten son öykünün finali şu: "Gazetelerin üçüncü sayfalarından düşen adamlar gibiydik. 'Artık çıkalım,' demişti tüm öykülerden, hep beraber çıktık." (s. 125) Üçüncü sayfalara geri dönmüyorlar, öykülerden de çıkamıyorlar, anlatılmışlar bir kere. Okura da iyi kurgulanmış, meselesi olan bu güzel öyküleri okumak düşüyor. Kendi adıma utandığımı söyleyeyim, bir şeyler karalayan biri olarak bana sadeliğin ve hikâye anlatımının açtığı bambaşka yollar olduğunu hatırlattı Ayyıldız'ın öyküleri. Bazılarının sonları tatmin etmeyebilir ilk başta, anlatılanların daha iyi/vurucu bir sonu hak ettikleri düşünülebilir ama buna ihtiyaç var mı, sonradan düşününce pek de yok gibi geldi bana. Bir tek şey var, ilk öyküde karşımıza çıkan Payidar'ın karşımıza çıktığı başka bir öyküde Payidar eve geliyor, ışıkların yanmadığını görüyor. Koşar adım çıkıyor merdivenlerden, kapıyı açıyor, kafayı uzatıp bakıyor, eşiyle oğluna sesleniyor ama cevap yok. Sessizlikle bitiyor öykü, güzel ama evin bütün ışıkları yanıyor bu kez. Ya ben bir şey kaçırdım ya da bir hata var burada, bilemiyorum, neyse, ben keyifle okudum, Ayyıldız'ın metinlerini okumaya da devam edeceğim.

Bahri Vardarlılar - İlahi Bugs Bunny Komedyası'na İki Ciltlik Metro Biletli

Arka kapakta biraz Keret diyor, eh, azıcık Keret. Vonnegut diyor, daha da azıcık Vonnegut. Hornby diyor, Vardarlılar fantazyaya daha az yer ayırsa olabilirdi ama bir iki öykü haricinde Hornby'ye rastlamak zor. Bunların dışında yazılanlarla elden gelebiliriz, Orhan Pamuk'u bir balığın karnında bulduğumuzda Doğu mesellerinin tadını alırız, aynı zamanda Leviathan da gösteriverir kendini, Doğu-Batı meselesinin güzel bir analojisi var mesela. Doğrudan anlatılan şeyler değil, okurun çekip çıkarması gerekiyor bazı şeyleri, örneğin başka bir öyküde bütün umutların geride bırakılıp girilmesi gereken yerin mitolojinin ve Dante'nin cehennemi olduğunu bilmeliyiz ki İlahi Bugs Bunny Komedyası'nın tavşanlı kısmını çıkarınca kalan bölüm bir şeyleri çağrıştırsın, aynı öyküde tavşanı takip eden karakterin de etrafında yeşilli meşilli akışlar olduğunu düşünebiliriz bir yandan. Bir göndergeler var, çıldırırsınız ama sadece gönderilmek istemediğiniz bölümler yok değil, bazen hikâyenin biçimi dolduramadığını hissedebilirsiniz. Karakterlerin kurmaca oyunlar için orada olduklarına dair sezgi belirse de öykülerin sonları genellikle tatmin ediyor, en azından biraz gevşek bir bağa düğüm atıldığını görüyoruz. Başka bir öyküde tersi var, son pek tatmin etmiyor. Bir Postmodernist İçin Postmortem'de postmodern metinlerin klasik numaraları sıralanıyordu bölüm geçişlerinden birinde, maddelerden biri yeni bir dünyada/anlatıda eski anlatıların izlerini bulmaya dairdi, Vardarlılar'ın bazı öyküleri bu maddedeki taklayı taşıyor. Bazılarındaysa bunun esamisi okunmuyor, çok başarılı öyküler var. Genel bir değerlendirmede öykülerin okunmaya değer olduğunu söyleyebilirim, çünkü okunmaya değecek özgünlük var. "Dünya paylaşımı" diye bir şey üfürüyorum şimdi, Vardarlılar'ın dünyası paylaşmaya değer. Onur Selamet bu göndermeler işinin bir tık daha artırıldığı öyküler yazdı, Dedalus'tan çıktı yine o öyküler, mesela onlar daha uçuk bir dünyanın parçası. Meraklısı okusun, ilgi çekici bir metin.

Denizin Dibindeki Çam Ağaçları benim favori öyküm oldu, yetişkin bir adamla küçük bir çocuğun aynı büyüyü paylaşmaları üzerinden yetişkinliğin aslında sahnelenen bir rol olduğunu gösterdiği için. Anne ve çocuk, bir de annenin sevgilisi. Sahil. Denize girip çıkıyorlar, çocuk yüzme bilmiyor ama denizin dibindeki ağaçları görünce, bu ağaçlardan bahsettiği sırada adam irkilerek kendisine bakınca kısa süre sonra öğreneceğini öngörebiliyoruz. Denizin altında ikisinin bildiği bir dünya varsa birlikte gidecekler ama öncesinde anneyle çocuğunun ilişkilerine odaklanıyoruz. Oyuncakların merkezde olduğu bölümde anne çocuktan herkese teşekkür etmesini istiyor, oyuncaklar sayıldıkça. Farklı zamanlarda verilen hediyeler için dedeye, dayıya, anneye teşekkürler ediliyor, ardından birkaç oyuncağa odaklanıyoruz, biri Kaptan Mağara Adamı, diğeri Burun. Annenin tokadından sonra sinirleniyor çocuk, Burun'u camdan aşağı atıyor ve bulamıyor bir daha, Burun gidiyor. Çocuk da gidiyor aslında, annesinden yavaş yavaş kopuyor ve adamın göstereceği dünyayı daha çok merak etmeye başlıyor. Son kez sahile gittiklerinde adam yüzmenin mantığını açıklıyor, debelenmemeye dair bir şeyler. Kötü haberi de veriyor adam, bir erginlenme ayini olarak yüzme öğrenmeyi düşünürsek denizin dibindeki ağaçları görememek sağlam bir bedel olarak çıkıyor ortaya. Gerçi adam da görebiliyor ormanı, hangi durumda ormanın kaybolmadığı hakkında bir bilgi edinemiyoruz, belki çocuğun görebilmesiyle kendisi de görebilmeye başlamıştır, kim bilir. Yazar bilir. Neyse, suyun altındaki ormana giriyorlar ve Burun'la karşılaşıyorlar, oyuncak kaçıp oraya gelmiş, yüzeye çıkmayı düşünmüyormuş bir daha. Kabarcıklarla konuşuyor adamla çocuk, ne yapacaklarını düşünüyorlar. Kıyıya dönüyorlar, adam çocuğa canı gerçekten sıkılırsa, yıllar sonra olsa dahi, suyun altındaki dünyayı düşünmesini ve sihri bir başkasıyla paylaşmasını söylüyor. Adam çocuğa el veriyor bir anlamda, büyüyü sürdürüyor. Birkaç da gecikmeli açıklama türü detaylar var anlatıda, merak ettiğimiz ve unutmak üzere olduğumuz bir mesele var diyelim, bölümün sonlarına doğru açıklanıyor falan, iyi bir öykü bu.

Leviathan Meseli. Eser miktarda parabol barındırdığı söyleniyor, bir de Batılı ve Doğulu iki alimin metinlerine dayandırıldığı belirtiliyor. Dayandırılan ne, Orhan Bey'in balığın midesine inmesinin ve sonrasının anlatısı. Tek parça halinde, balığın midesinde duruyor Orhan Bey, kovulur gibi ayrıldığı ülkesinden uzaklaşıyordu, gemideydi, sonra fırtınalı bir günde korkunç bir kaza gerçekleşti, ada taklidi yapan bir varlık gemiyi hacamat etti, Orhan Bey dışındaki herkes öldü. Orhan Bey yutuldu ve yaşadıklarını düşünmeye başladı. Tıpkı eski anlatılardaki gibi, Sinbad'ın ve Yunus'ın zamanlarından bir yaratık tarafından mideye indirildi. Kurtulmak için yürümeye başladı, bu kez Minotauros'un labirentlerini düşündü. Doğu ve Batı arasında bir yerdeydi, balık nereye giderse o da oraya giderdi ama akıntılar da etkiliydi, kısacası kurtuluşun nerede gerçekleşeceğini bilmiyordu ki aniden havaya fırlatıldığını hissetti, balık su ve buharla birlikte fışkırttı yazarı, dinleyicilerin arasında düşen ünlü yazar tam fıskiyenin altında oturduğunu unuttuğunu hatırladı. Son. Aidiyetler ve edebi gelenekler arasında köprü kuran bir yazarın içinde bulunmaktan hoşnutluk duyacağı bir öykü.

Kitaba adını veren öykü, sanırım okuru en çok zorlayacak öykü de bu. Bahsi tekrar tekrar geçen birkaç nesne ve karakter var, akılda tutulmaları önemli. Biri iki ciltlik eser. Diğeri çekirdekler. Diğeri iki karakter. Diğer Maçka Parkı. Cansız olanların dışındakiler arasında bir geçiş söz konusu, anlatıcı yavaş yavaş açtığı dünyada karakterleri birbirlerinin yerine koymaya meyilli, amnezinin yarattığı farklı bir gerçekliğin sürerliğinde asıl gerçekliğin yavaş yavaş güçlenmesine benzer bir mesele var ortada, zaten bir karakterin söylediğine göre İstanbul o gün çok garip, tuhaf. Metroya iniliyor bir yerde, yazının başında bahsettiğim umutsuz mekan metro. Katlar var tabii, her katta güncellenmiş günahlar ve günahkarlar barınıyor. Tüketim toplumunun yılmaz neferlerine yer ayrılmış, hoş.

Bay A ve Bay B'de bir olayın öncesi ve sonrasını iki karakterin bakış açısıyla görüyoruz. Çocukluk arkadaşı bunlar ama dost değiller, Tünel'de karşılaşıyorlar ve oturup muhabbet ediyorlar. Diyaloglar başarılı bu arada, Vardarlılar iyi bir diyalog yazarı. Bay A bir sevgilisi olduğunu söylüyor ve muhabbet olsun diye kızın gördüğü bir rüyayı anlatıyor, Bay B kızın rüyasının Jacques Prévert'nin bir şarkısından aparıldığını söylüyor. Şarkıyla hikâyeleşmiş rüyanın özgünlüğü üzerinden Hayri K. Yetik'in tabiriyle "(ç)alıntı" tartışması başlıyor, uzunca bir bölüm. Sonra Bay C ortaya çıkıp ilk iki adamın sonrasında yaptıklarını, belli aralıklarla bir araya gelerek bu tür gizemli vakaları çözdüklerini anlatıyor. Güzel öykü.

Ruh Doktoru aslında hoş bir anlam oyununa dayanan yine hoş bir öykü, hayaletleri tedavi etmeye çalışan doktora da ruh doktoru denebilir sonuçta. Bir iki öyküyü atladım, onlar da okunası öyküler.

Aşağı yukarı böyle. Vardarlılar okunması gereken bir yazar.

23 Ağustos 2019 Cuma

Birgül Oğuz - Hah

Olumsuz yorumları anlıyorum, zor bir dil olsun, taklacılık olarak görülebilecek oyunlar olsun, okuru itebilir. Okur sıkılabilir, kuru ve anlatıya hizmet etmeye bir oyunbazlıkla karşılaştığını düşünebilir, kısacası metni -en azından bir ölçüde- değerli bulmayabilir. Bunun yanında olumlu değerlendirmeleri de anlıyorum, yasın biçimlerine özel bir ilgi duyduğum için benimki de eklenecek aralarına. Gerçi tam olarak vakıf olamıyorum, babam ben daha bebekken arazi olduğu için bir baba şablonuna sahip değilim ama sevilen birini bir daha görmeyecek ölçüde yitirmenin anlamını bildiğim için buradan bağlanabiliyorum metne. Metne bağlanmayınca -en azından bu metne- olmuyor, belki de uzun süreli -belki de yaşam süresince- bir sağalmanın içinde olmak lazımdır, bilmiyorum ama Hah için küçük çapaklar haricinde pek bir olumsuz kanım yok. En başta Birgül Oğuz metnini babasına ithaf ediyor, siyah sayfaya bembeyaz harflerle, buradan yola çıkmadan önce başka metinleri hatırlıyorum, Babamın Özyaşamöyküsü, Pachet. Babasının yerine geçip otobiyografi yazan bir anlatıcı var, ilginç bir teknik. Etkileyici bence, anlatı da tekniği kaldırabilecek ölçüde göçlü, ayrılıklı ve ölümlü olunca muazzam bir şey okuduğumu hissetmiştim. Gerçi ben hemen her metinde muazzam bir şey okuduğumu hissediyorum, "Meeh," deyip bırakamıyorum hemen hiçbir metni, kitaplardan anlamadığım için olabilir. Neyse, Orçun Türkay'ın Tunç Bey'i muazzamdı yine, tekrarlarla örülen ve belli bir noktaya kadar açılıp başladığı gibi biten bir metindi, bence doğumla ölümün güzel bir sembolizasyonu vardı. Yerini tutmayacak ama illa benzeteyim, Bernhard'ın tek bir kayba odaklandığını düşünün, bir de hiçbir şeyi gömmediğini. Aşağı yukarı böyle bir metin, iyi. Fournier'nin Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam'ı da bir yası sürdürmenin acıyla birlikte getirdiği bütün yaratıcılığı taşıyordu, yazarın her metninde kullandığı üslup babanın yitişinin anlatımıyla birlikte kusursuzlaşıyordu, fragmanlardan oluşan bir anlatımı yastan başka bir şeye yakıştıramıyorum. Biraz da yoğunlukla alakalı sanırım, yani belli bir ölçüde mesafe girmişse araya, kaybedilenden ötürü ortaya çıkan donukluk hali kırılmışsa biraz, o zaman daha doğrusal bir anlatı çıkıyor ortaya ama Oğuz'u okurken yalımları hissettim, ateş sönmemiş.

Birgül Oğuz akademisyen, 2007'de Fasulyenin Bildiği adlı metni Varlık tarafından basılmış, sonra bu metin basılmış 2014'te. Aynı yıl Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü'nü kazanmış, hoş. Beş yıl olmuş, Oğuz'dan -bildiğim kadarıyla- yeni bir şey yok. Olursa okurum ben, sevdim çünkü. Hah üç bölümden oluşuyor, iki bölümden birinin dört, diğerinin üç alt bölümü var, kalan bölüm tek bir alt bölümden oluşuyor. Örneklerle gideceğim, başka türlü anlatılması zor. "Tuz Ruhu", Dön. Epigraf bir şiir, Celan. Hiçbir yere gitmeyen bir yol, durmadan kazan iki varlık, biri diğerine doğru kazıyor ama öbürünün nereye doğru kazdığı meçhul. Metin açılıyor, anlatıcının bir akasyanın dibine bırakıldığı, doğurulmadığı. Bir akasya gölgesine dönüştüğü, tenha, şuuru canına tattırmayan. Onlar çıkıyor sonra, onların hali harap ve ilk "Hah!" çıkıyor ortaya. Bir kabulleniş, idrak, farkına varma izleği olarak sıklıkla karşımıza çıkacak. Bu onlar, çoğulluk hep feryat figan. Araya şiirlerden dizeler, Oğuz bunu da sıklıkla yapıyor, alıntılarla kendi anlatısını, anlatısındaki anlamı çoğaltıyor. Manzara yavaş yavaş beliriyor, bir taziye evi, kadınlar doluşmuş, ahlar ve vahlar içindeler. Akasya, gölge, hışırdama, ana rüzgarı, bunlar kaçış için düşünce kapıları oluşturuyor. Sonra Gül'ü görüyoruz, kardeş. Kaçışı acıya yüzünü çevirememesinden, çağrılması yüz çevirme çabasından.

"'Geel! Güül! Döön!'
Hiçbir zaman! Geri dönmek demekse dünyanın lügatlarında anımsamak, anımsamam anımsamam hiçbir şeyi hiçbir zaman.
'Güül! Geel! Döön!'
Onlar hiçbir şey bilmiyor. Anımsamak için unutmak gerek. Ben anımsayamam. Değil mi Akasya? Ben anımsayamam. De. Akasya?
'Güül! Döön! Döön!'
Ama bu yasa eski, bu gergef ondan eski. Ve herkes biliyor. Anımsamanın ilk hecesi ah, ikincisi vah. Peki unutmak kaç hece Akasya?
Ya benim takatim nereye kadar?" (s. 18)

Seslerden de koşutluklar çıkıyor ortaya, Akasya ah ediveriyor, anlatıcıyı kara bir kadının içine tıkıp karşısına geçerek, "hah" diyorlar. Eksiltilmiş bir harf yaşamın istenmeyen bir parçası haline geliyor, eksilmemiş haliyse yaşama çekiveriyor hemen, acıya uyuveriyor karakter, insan olmanın bir parçasını acı çeke çeke duyumsuyor böylece. Sonraki bölümde Fidel'e benzetilen baba çıkıyor ortaya, ardından tutulan yasın yoğunlaşmış haliyle karşılaşıyoruz. Bir de Şükran Teyze'yle. Şükran Teyze ara ara bölüyor anlatıyı, kıza yakınlık göstermeye çalışıyor ama kız sadece ahlamak istiyor, bir başına kalamıyor bir türlü. Çocukluğa dönüldüğü sırada Gülnigâr çıkıyor ortaya, ikinci kardeş, bir de Allah'la ilgili malumat edinme çabası beliriyor ama Allah pek istenmiyor, en azından o sırada, anlatıcı kara yazısını okumak istemediği için. Babanın devrimciliği, çocukların üretim arzuları bir sonraki bölümün konusunu oluşturuyor. Ayrık bir öğrenci olan anlatıcının okul anılarını kulağından çakılı bir halde görüyoruz, anlatıcı çakılı olduğuna göre anılar da fazla uzaklaşmış olamaz. Ağırlığını çay kaşığıyla ölçüyor anlatıcı, küçük. Çocukluk. Metin zaten düzyazı şiire benziyorken iyice şiirleşiyor, çocukluğun sonsuz imgelemi beliriyor. Araya Nazım'dan bir dize. Babanın ölümüne şahitlik. Ölüme varılacaksa illa, öncesinde çocukluğa dönmek, bütün o kırıklığa rağmen anlamlı değil mi? Belki de en yalnız olduğumuz zamandır, hiçbir şey bilmeyen halimizle denk geldiğimiz hoyratlıkları unutmamacasına taşırız, bir anlamda yükleniriz ama bilmiş halimizden daha iyi olduğumuzu kavrarız sonradan. Çocukluğun doldurulacak boşlukları var, bize kalır. İnsanlar sadece yok olurdu ve sadece yokluklarına üzülürdük, her şeyin birikmeye başladığını fark ettikten sonra, ironik bir şekilde her şey hızlanınca -aslında çocukluk daha çabuktur- yavaşlığı özleriz, yine ironik. Bu yüzden son fragmana baktığımızda oyunlaşmış bir yaşama şahit olmamız çocukluğun bittiğini de gösteren bir olay. Ölen çıkıyor oyundan. Baba öldü ve çıktı.

"Dan", Devr. Kadıköy'deki Balıkçılar Çarşısı'nda çalışıyor anlatıcı, balıklar ve bağırsaklar, kokan eller, tatlı bir sevgili, leş bir patron. Patron kadını rahatsız ediyor sürekli, çay içmek istiyor, başka şeyler de istiyor ama kadın istemiyor, sevgilisini ve babasını seviyor. Sevgili Memo iş yerinde güzel güzel çalışıyor, anlatıcı da çalışıyor, sonra güzel güzel meydanlara çıkıyorlar, 1 Mayıs'ı kutluyorlar, baba henüz ölmemiş, o da orada. Günün doğduğunun ve hep uyanıldığının söylendiği marştan bir alıntı. Helikopterler, itiş kakış ve tipografinin delişmesi. Eksik harfler, aralıklar, büyük harflerle küçük harflerin birbirine girmesi, olayların arasında kalan bir anlatının kendini koruma çabası.

Son bölüm en beğendiğim bölüm oldu, oraya karışmıyorum.

Metin zor değil, okunur. Duygusu zor. Taşıdığı yükü daha en başta paylaşmak, omuzlamak gerekiyor, yoksa onca imin altında kalıyor okur, anlatıda olup kendinde karşılığı olmayan veya olmasını istemediği şeyler hoşuna gitmiyor. Böyle bir şey, iyi bence.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gaye Boralıoğlu - Hepsi Hikâye

Gaye Boralıoğlu'nun ilk kitabı, 2001'de çıkmış. Huzursuz bir kadının ahvalini anlatıyor. Anksiyete bozukluğu sağ olsun, kadın sosyal yaşamında karşılaştığı her sıkıntıya hemen bir çare düşünüyor ama analitik zekası detayları tamamen düşünebilecek kadar gelişkin olmadığı için planlarında hep bir gedik oluyor. Eve gelen tamirci örneği -metnin geneli belli bir zaman çizgisi ve olay örüntüsü taşıyor ama çoğu olayın bu çizgiye oturmasına gerek yok, müstakil anlatı parçaları mevcut- güzel bir örnek, kadın adamın bir iki imalı sözünden, bakışından haklı olarak işkillenip önlem dozajını ayarlayamayarak ilginç işlere girişiyor. Adam dükkanından bir alet almaya gidince gazetesini alıp bir adamın fotoğrafını kesiyor, çerçeveye koyup adamın görebileceği şekilde bırakıyor. Adam gelince, "Bu adamı ben de severim," gibi bir şey söylüyor, adam ünlü bir oyuncuymuş meğer. Eşi varmış gibi iki kişilik kahvaltı sofrası hazırlıyor ama tamirciyi inandırmaya çalışırken başka noktalardan batırıyor bu sefer. Böyle şeyler var her bölümde, on bir bölümün her biri karakterimizin farklı zamanlardaki hallerine odaklanıyor, böylece ana çizginin ağır ağır belirişiyle birlikte karakterin farklı deliliklerine rastlıyoruz, psikolojik çözümlemesi yapılsa rahatsızlıkları birkaç sayfa tutar. Böyle bir karaktere en son Banu Özyürek'in Bir Günü Bitirme Sanatı adlı metninde rastlamıştım, hatta Özyürek'in eserekli karakterlerinin yer aldığı öyküleri buradaki bölümlerin arasına sıkıştırsak hiç sırıtmaz. Aynı meşrepten hepsi. Toplumun kendilerine biçtiği payeden, erkeklerin erk erk davranışlarından ötürü hafif tırlatmış, tatlı kadınlar. Ben tatlı buluyorum bu kadınları, bir tanesi de annem olduğu içindir belki, bilemiyorum, neyse, İnce Hesap nam bölüme bakıyorum. Adam telefonla konuşacağını söyleyip çıkıyor odadan, hemen. Anlatıcı banyodan yeni çıkmış, "Peki," demekten başka bir şey yapamıyor. Adamın peşinden de gidemiyor, hasta olur. Sinüziti var. Hasta olursa hiçbir şey yapamayacak hale gelir, tatilleri mahvolur, adam eski sevgilisiyle konuşsun da tatilleri mahvolmasın, çıkmıyor dışarı. Adam eski sevgilisiyle konuşuyor. Kadın da eski sevgilileriyle konuşmak istiyor ama hiçbiri aramıyor. Eski sevgililerin her zaman sevgili olduğunu düşünüyor kadın, arasalar sıcak ve tatlı bir şey olacağını düşünüyor ama hiçbiri aramıyor. O da aramıyor gerçi, üzüldüğüne bakmamak lazım. Sadece o an, o durumda aranmak istiyor, sarmal anlatıda karşımıza çıkan tekrarların içinde aranma isteği yok çünkü, bir tek kez dışında dile getirilmiyor, zaten ilerleyen bölümlerde çelişkinin süper bir örneğini sunuyor kadın, eski sevgilinin eski sevgili olduğunu ve geçmişte kalması gerektiğini, yoksa yaşamı yok yere dolduracağını söylüyor. Bir dünya paranoya var bu noktadan sonra, kadın aldatıldığını düşünüyor, adamın kafasına indirmelik eşyayı kaldırıp kapıyı vuranın temizlikçi olduğunu anlayınca indiriyor. Onca şeyden sonra adam gelince sevişiyorlar hemen. Bitti. Kadın için eylemsizlik büyük problem, hemen kurmaya başlıyor kafada. Hemen alternatif gerçeklikler üşüşüyor başına, ne yapacağını bilemez hale geliyor.

İkinci bölümde Nebahat'le karşılaşıyoruz. Her cumartesi geliyor, evi temizliyor. Annesi musallat etmiş, evi pislik götürmesin diye kadının başına Nebahat'i salmış, ücreti ödeyeceğini söylemiş ama ödememiş, kadına kalmış o da. Sonradan şutlamış üstelik, Nebahat iyice kadının başına kalmış. Nebahat para istiyor, ev alacak. Ev alacaksa yardım etmeli kadın, hiç kimseye hayır diyemiyor. Hayır diyemediği için zamanında evlendiğini, üç ay sonra adamın boşanmak istediğini söylüyor. Boşanıyorlar, bir de aynı iş yerinde çalışıyorlar, yüz yüzeler. Neden evlendiğini bilmiyor kadın, bir nevi "Yes Woman". İşe gidip geliyor, kovulana kadar bu düzeni sürdürüyor. Kovulması başka bir bölümde, burada fotoğraf makinesi almaya çalışıyor. Kirayı bir ay geciktirerek alacak makineyi, fotoğraf çekecek, meşhur olacak, dünya onu konuşacak. Bir sürü hayal. Kapıya gelen ev sahibi homurdanarak gidiyor, makinenin o ay alınacağı garanti artık. Değil, çünkü Nebahat para istiyor. Ev alacak. Çıkarıp kirayı veriyor kadın, makineyi de alamıyor. Üstelik uçuk çıkarıyor, başka bir bölümde. Buluşacağı bir adam var ama uçuğu da var, kapamak için bir ton makyaj malzemesi sürüyor, palyaçoya benzemekten korkuyor, polislerin kendisini merkeze almalarından, tutuklanmaktan, hapse atılmaktan korkuyor. Nelerden korktuğunu ve kafasında neler kurduğunu anlatmıyorum pek ama dediğim gibi, her bölümde birkaç tane var böyle kurulmalar. Neyse, yemek fiyaskoya dönüşüyor çünkü kadın konuşamıyor, yediği yemekler uçuğunu yakıyor, canı çok yanıyor, gözlerinden yaş geliyor. Yemek bitince kalkıyorlar, adam arayacağını söylüyor ama bir daha adamıyor. Kadın da pek umursamıyor zaten, sosyalleşme sınavını atlatmanın rahatlığı var üstünde, bir de yeni bir işe başlamanın kendisi için büyük sıkıntı olduğunu görüyoruz ileride, yeni bir ilişkiye başlamak için de aynı şeyleri düşünüyordur muhtemelen. Asgari ölçüde çaba gösteririz, elde ettiğimizi elde etmek istemediğimizi anlarsak çok çabaladığımızı düşünürüz bu sefer. Sanırım bunun bir sonu yok, her yerden bir arıza çıkarabiliriz. Evin satılması gibi. Ev sahibi birkaç alıcının evi göreceğini söylüyor kadına, kadın direkt evden atılacağını düşünüyor. Alıcıların böyle bir düşüncelerinin olup olmadığını bilmiyoruz, gerçi anlatı ilerledikçe bir şeyler çıkarabiliyoruz ama yine de emin değiliz. Kendince tuzaklar hazırlıyor kadın, evi kötü göstermeye çalışıyor ama başarılı olamıyor bir türlü, trajikomik haller. En sonunda evi beğenip gidiyorlar ama ev sahibi satmamaya karar veriyor evi, bir süre daha beklerse daha pahalıya satacağını düşünüyor. Yırtıyor bizimki. Bir süreliğine.

Mutlu Son ilginç olmuş, olmasa da olacak olan bir bölüm. Anlatıya pek bir katkısı yok, bağımsız bir öykü olarak düşünebiliriz. Kadın bir fabrikada işçi performansını artırıcı etkinlikler düzenliyor, işi bu ama bir yandan da yazıyor, senaryosu bir şekilde bir yapımcının eline geçtikten sonra değerleniyor ve sinema dünyasının kalıplarına sıkıştırılmaya çalışan kadının bir de buradan delirdiğini görüyoruz. Hikâyede kadın yok, kadın istiyorlar bir tane. Kadın olmazsa kimse izlemezmiş filmi, kadın niye yokmuş. Kadın, "Kadın olsun!" diyor ve kadın koyuyor bir tane, esas hikâyeye pek yakışmıyor kadın ama yapacak bir şey yok. Senaryo şöyle: Adamın biri var, işçi, fabrikada çalışıyor. Bir sabah işe giderken kalabalık bir gruba rastlıyor, bir de polislere rastlıyor tabii. Arada kalıyor, ayakkabısını kaybediyor o sırada. Fabrikaya geliyor, haberlerde kendisinin ayakkabısı sergileniyor. Ustası bir ayakkabısının olmadığını görüyor adamın, hemen anarşist diye ihbar ettirip işten attırıyor. Sonra bizimki köprüye çıkıyor, atıyor kendini ama kameralar kendisini çekmiyor o sırada, yakındaki bir kazayı çekiyorlar. Ölümünü de kimse görmüyor. Aslında o güne kadar görüldüğü pek söylenemez, bir insan kendisiymiş gibi. Hemen aşırı yorumlayalım, adamın/kadının kaybettiği ayakkabı boşanmasını simgeliyor, böylece toplumun rezil yargıları çıkıyor ortaya, boşanmış bir kadın birçok şekilde dışlanıyor. Ölümünde bile görmezden geliniyor, bireyliği elinden alınmış gibi. Mutlu bir son düşünmesi isteniyor en sonunda, filmin intiharla bitmemesi lazım. Düşünemiyor kadın, mutlu bir son gelmiyor aklına, bulmak için gezilere çıkıyor, birçok şey yapıyor ama olmuyor. En sonunda deprem oluyor zaten, 1999'daki, böylece düşünme işini erteliyor.

Sonraki bölümde işten kovulması var. Kovuluyor çünkü kriz. Bu noktada da İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı'na koyun bu kadını, zerre sırıtmaz. Burada tabii kapitalizm eleştirileri gırla gidiyor, işçi performanslarının artırımı için maaşlara zam yapılması gerektiğini düşünüyor ama söyleyemiyor bunu. İşsizlik kötü bir şey çünkü. Tazminatının bir bölümünü Nebahat'e kaptırıyor sonrasında, en sonda senaryosunu kaptırdığını da görüyoruz, televizyonda izlediği filmi anlatırken aslında kendi senaryosunu anlatıyor ama farkında mı değil ya da farkında ama yaratmanın utancından ötürü mü senaryosunu tanımazdan geliyor, bilmiyoruz. Şunu biliyoruz ki kadın elinde bir şey tutamıyor ya da tutmak istemiyor, sahiplenmek istemiyor sanırım. En başta gördüğümüz sevgilisi eski sevgililerinden birine dönüyor, senaryosu elinden gidiyor, paraları elinden gidiyor, kadının yaşamında hiçbir şey durmuyor, her şey kadından uzaklaşıyor. Entropinin merkezinde kendisi varmış gibi. Korkunç. Ailesine atabildiğimiz sayılı bakışlarda en az kendisi kadar kaygılı bir anneye sahip olduğunu görüyoruz, kadın durmadan söyleniyor. Babanın pek bir izlenimi yok, sessiz sakin bir adam olduğu dışında. Anne problemleri. Anneler yapıyor ne yapıyorsa, babayı da anne yapıyor bir anlamda, adamın evlilik yaşantısı ve çocuğunu etkileme biçimi annenin karakterine bağlı, aslında ikisi birbirini değiştirebilir ama şu rezil ataerkillikte zor ne yazık ki. Burada ilginç bir durum var gerçi, baba silik. Annenin baskınlığında kadının başka türlü bir kişiliğe sahip olamayacağını anlıyoruz, bir şeylerin yanlış gittiğinin farkında değil çünkü. Sadece kaygılar, bir sürü kaygı. Çoğunlukla da hissizlik veya edimlerle uyuşmayan duyguların hissedilmesi. Kadın bundan ibaret. Mesela bir arkadaşına gidiyor kadın, sıcak suyla yıkanabilmek için. Arkadaşıyla sevgilisi banyoda kavga ediyorlar, kadın sıcak suyu bitirmelerinden korkuyor o sırada. Nebahat kendisinden para tırtıklıyor, hemen hemen hiçbir şey hissetmeden veriveriyor paraları. Tatlı olduğu kadar da sinir bozucu bir kadın kısaca.

Bir ilk kitap için çok başarılı ya. Karakter yaratmaca olsun, olay örgüsünün giriftliği olsun, gündeliğe dair detaylar olsun, gayet iyi.

20 Ağustos 2019 Salı

Özen Yula - Öbür Dünya Bilgisi

Dört yıl aradan sonra Özen Yula'ya döndüğümde olup biteni hemen hatırladım: Anlatıda biçimi görmeye çalışmayı bırakmayacaktım. Deprem olduğu zaman satırları kayan ve kaykılan harflerin aşikarlığı dışında arıza kalplerin herzelerinin depremlerle bölündüğünü didikleyerek çıkarmak gerekiyordu, bunları ve çok daha fazlasını hatırladım. Arıza Kalpler taslaklarda duruyor, dört yıldan sonra pek bir şey hatırlamıyorum ama o da iyiydi. İki yıl önce YKY'den çıkan bütün Yula metinlerini toplamıştım, yavaştan okumaya giriştim, sevdiğim sokaklarda yıllar sonra yürüyormuşum gibi.

İş ilk öykü. Diyaloglarla ilerliyor. Ortada bir iş var, sözlerden ibaret bir adam işe girmeye çalışıyor ve diğeri de işi anlatıyor. Unutmak ve kanıksamak hakkında birçok şey söyleniyor, yüzlerin anlamdan temizlenmesi için üst üste gelmeleri ve çizgilerinin silinmeleri gerekiyor. Kevorkyan'ın bir mikro öyküsünde benzer bir mesele vardı, etkileyiciydi. Cüzdanda fotoğrafları üst üste gelen insanların birbirlerinden ayırt edilemeyecek noktaya gelmelerine dair. Neyse, yüzlerin kimliksizleşmesi meselesi bir süre devam ediyor ve işi anlatan ses tek bir sözle işin ne olduğunu çaktırıyor: Öne kim gelirse temizlenecek, cinayete kurban gidenden intihar edene kadar herkes. İş isteyen ertesi gün erkenden geleceğini söylüyor ama diğeri iş isteyenin bilinçli olarak bir daha oraya gelmeyeceğini, bir başka zaman kaçarsız geleceğini söylüyor. Son. Konuşmalarla kurulan bir çatı, belli bir noktaya kadar süren gizem, çözülüş, iyi dilek ve temenniler, kapanış.

Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı Metrukesi: Fetret adlı öykü ad itibariyle Cumhuriyet'in ilk yılları kokuyor buram buram, günümüzdeki versiyonda Adana'daki bir pavyonun ahvalini görüyoruz. Şen Pavyon namlı bir yer, girişindeki uzun koridorun duvarlarından birinde çuval bezi asılı, diğerinde Adana'nın ışıltılı bir yağlıboya sureti var. Hikâyesini anlatıyor orada çalışanlardan biri, mekanın sahibi zamanında iki ressam tutmuş, koridor uzun olduğu için ziyaretçiler sıkılmasın diye resim yaptırmış. Biri yapmamış gerçi, içbükey, dışbükey, çeşitli bükeylerde bir ayna asmış ve karşısındaki resmi eciş bücüş bir hale sokmuş. "Pir malı" çalmış böylece, tabii resme kendi yorumunu getirdiği de söylenebilir. Her neyse, bu çok güzel: "Bu öyküden geçilince girilirdi pavyona." (s. 14) Mekana girmek için öykü geçmek/dinlemek. Girdik, konsomatrislerle tanıştık. Biri Lacan biliyor falan, hatta tashihe de girmiş ki öyküde iki sözcüğün üstü çarpılı. Biri argo, diğeri hatalı yazılmış. Bizi ilgilendiren Şengül. İstanbul'daki bir pavyon sahibi Şen Pavyon'un sahibinden bir konsomatris istiyor, içlerinden biri gidecek. Şengül günlüğüne "Buradayım" yazıyor, her gün. Bazı günler bazı harfler büyüyüp küçülüyor, aslında her gün birbirinin aynı ama adamların organları yüzünden mi o farklılıklar, belki. Patronla Şengül konuşuyorlar, yazdığı gibi konuşuyor Şengül, yazıyı yaşama döküyor: Büyük harfleri kullanarak. En sonda bir takla daha var, Şengül İstanbul'a gitmeye hak kazandıktan sonra son kez pavyona geliyor ve aynayı örten bezi indiriveriyor, indirdikten hemen sonra fiiller, fiillerden sonra bazı sözcükler ikileniyor. Aynaya bağladım bunu, gerçekliğin iki görüntüsü şeyleri/nesneleri/sözcükleri de tekrarlatıyor. Bu aşırı yorumu ele alarak bu olayın süper bir teknik olduğunu düşünüyorum.

Iskatçı bir yasla mücadele öyküsü. Taklası çok olan metinlerin konularına bakıyorum, yasa dair bir şey yoksa kuru oyun sınıfına sokarak, "İyiymiş," deyip geçiyorum ister istemez. İki metin var şimdi aklıma gelen, ikisi de üslubun/oyunun hakkını veren yasları anlatıyor. Orçun Türkay'ın Tunç Bey'i ve Birgül Oğuz'un Hah'ı. Yitimin paramparça ettiği, cümlelerini tekrarlattığı, özellikle Oğuz'un metninde sözcüklerinin anlamlarını genişlettiği anlatılara sahip iki metin, kaybedilen babaya odaklanıyor. Buradaysa yiten bir aşkın öyküyle oynaması, anlatıcıya hayali karakterler yarattırması olayı var. Dirahşan Hanım, Mücap, Nisan ve anlatıcı arasında görev dağılımı yapılıyor. Nisan ve anlatıcı arasındaki aşk bitiyor, diğerleri yası kısaltmaya çalışıyor.

Bir Güz Kırıklığı Benimki en beğendiğim iki öyküden biri, bir iki aksaklığıyla birlikte. Nevvare kendini boşluğa bırakıyor, sonra şöyle bir bölüm geliyor: "Yemen savaşında gökten atılı atılıveren sırtlarına paraşüt bağlı yardım torbaları gibiydi. Zorlanarak yapılan başarısız eğretilemeler gibiydi." (s. 27) Gerçi şöyle, birçok öyküde anlatının farkında olan bir anlatıcı var zaten, bazen yer aldığı öykünün yazılmaması gerektiğini söylüyor, bazen de Ahmet Mithat Efendi'nin adının geçmesiyle, "Ey kâri'!" diye ünleyeceği geliyor, üslup taklidi. Dolayısıyla kendinin farkında olan -bunu karşılayan bir terim vardı, neydi o?- metinler bunlar, aksaklığı geri alıyorum. İşte, Nevvare düşüyor, kendisini biçimleyen bir yemek, bir metin, bir radyo istasyonu sayılıyor, yedinci kata kadar geliyor kadın. Katlarda yaşayanların hayatlarına göz atıyoruz arada, metin yoldan çıkacak gibi gözükürken düşüşe geri dönüyoruz, toparlanıyoruz. Düşüş şiir formuna bürünüyor bazı bazı, dikey bir düşüş söz konusu, yatay düşüş olsaydı satırın sonuna kadar uzanan cümleler düşüşü imleyebilirdi. Gerçi yere varmıyor Nevvare, yazar bir tümcede de olsa kimseyi öldüremeyeceğini söylüyor.

Kıyısındakiler'i de anlatıp bitiriyorum, diğer öyküler okurun ellerinden öper. Mektuplar üzerinden ilişkilerini inşa eden bir evlatlıkla ciciannenin kendilerini de inşa ettiklerini görüyoruz, travmalarını atlatamıyorlar ve birbirlerine farklı isimlerle hitap etmeye başlıyorlar. Evlatlık tiyatro öğrencisi olduğu için farklı kişiliklere bürünmesi daha kolay oluyor ama bu kabuk değiştirme olayı ansızın başladığı için nasıl bir katakulliyle karşı karşıya olduğumuzu anlayamayıp farklı kişiliklerin nereye bağlanacağını merak ediyoruz. Yula güzel bağlıyor açıkçası, iki kadının suskunluklarını aşamadıkları için farklı kimliklere büründüklerini söyletiyor evlatlığa, sonrasında farklı isimleri tek bir bedene toplayıp karanlığa karıştırıyor. Bir yere varamadıklarını düşündükleri için mektuplar kesiliyor. Acıyı inceltemiyorlar. Son.

Kısacık öyküler ama aslında kısa değiller, tekrar tekrar okunabilirler. Şiir gibi.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Kevork Kirkoryan - Kev'gir Öyküler

Kayıp yazarların/metinlerin peşine düşmeyi sürdürüyoruz. Tespit ediyoruz, okuyoruz ve kamunun dikkatine sunuyoruz. Kamunun bir şey yapması lazım, mesela metni bulmalı, okumalı ve beni şu yalnızlığımdan kurtarmalı, yorum falan yapmalı, ne bileyim. Bakınız, geçende Twitter'da anonim bir hesaptan mesaj geldi, Gecekuşu Kornelius'u okumuş olanların sayısı ikiye çıktı böylece. Benim bildiğim kadarıyla tabii. Bundan büyük bir bahtiyarlık olamaz, nasıl mutlu oldum anlatamam. Zaten üç beş kişiyiz, denk gelince sevinçten iki takla atıyorum evde. Bu kitabı okuyan birileri varsa ve bu yazıyı görürseniz elden gelin, yanaklarımdan öpün. Canımsınız.

İnkılâp'ın zamanında düzenlediği yarışmalardan Ersan Üldes'in ve Didem Madak'ın çıktığını biliyorum, Kevork Kirkoryan'ı yeni öğrendim. İki metin daha yazmış sonra, 2004'ten itibaren sessizliğe bürünmüş. İnternette araştırdım biraz, hakkında pek bir bilgi yok. Yazmaya devam etseymiş keşke, öyle öyküleri var ki daha fazlasını okumak istiyor insan. Bu noktada bırakmış işte, üzücü. Kendisi 1967 doğumlu, Galatasaray Lisesi'nden sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde MBA yapmış, uzun yıllar turist rehberliği de yapmış. Bu kadar. Metne gelirsek klişe bir postmodern final dışında aksayan yanı yok, çok sayıda öyküden, anlatım tekniğinden ve oyundan bir araya gelmiş olmasına, dağınık gibi gözükmesine rağmen son derece derli toplu. Kirkoryan ne yaptığını bilen bir yazar, öykülerini ve sözcüklerini saçmıyor, yetkinliğini konuşturarak dört başı mamur bir metin sunuyor okura. Çarpıcı bir başlangıç: Anlatıcı iş yerinde mesleği gereği -bu mesleğin ne olduğunu bilmiyoruz, gereklilik hakkında da bir fikrimiz olmuyor dolayısıyla- internette tarihle ilgili araştırma yaparken "Höyük" adlı bir dosya görüyor, farenin imleci kendiliğinden dosyaya gidiyor ve dosyayı açarak anlatıcıyı ekran başına kilitliyor. Simsiyah bir ekran, "HÖYÜK" yazan bir kapak, metnin okunmaması halinde bilgisayarı perte çıkaracak bir virüsün bilgisi, her şey ansızın gerçekleşiyor ve adam metni okumaya başlıyor. Uzunlu kısalı bir dünya öykü, oyunlu veya oyunsuz. Bağlantıları yok. Belki çatıldıkları zaman ve mekan işlevsiz olabiliyor ama anlatı sağlam, öykünün öykülüğünden şüphe etmiyoruz. İlk öykü Takvimli Öykü. 1582'de Paris'te bir adam, evinde, kabustan uyanmış, 9-20 Aralık arasında öleceğini görmüş. Evden dışarı çıkmamaya, misafir kabul etmemeye karar veriyor. Yaşamına günbegün şahit oluyoruz, on günlük süreç anlatılıyor. Toplumsal olaylara da yer veriliyor arada, veba ülkeyi kasıp kavuruyor ve din savaşları III. Henry'yi tahttan şutlayacak gibi gözüküyor falan, bu tür şeyler. Sondan bir önceki gün vücudunun kontrolünü yavaş yavaş kaybediyor ve ölüyor, şaşırdığını tahmin ediyorum. On gün sonra kapısı kırılıyor, askerler kaskatı bedeni bir çuvala tıkıştırıp götürüyorlar. Şöyle bir olay var, Gregoryen takvimi uygulanmaya başlayınca 325'teki İznik Konsili'nde kabul edilen takvimle arasında on günlük bir fark doğuyor ve 9-20 Aralık tarihleri Fransa'da hiç yaşanmamış gibi değerlendiriliyor, o on gün kayıp yani. Adamımız tam gününde bulunuyor gibi bir şey. İlginç bir tarihi detaydan ilginç bir öykü çıkarmış ortaya Kirkoryan, süper.

Kelimeli Öykü'de bütün kelimelerin toplanıp insanlara daha fazla hizmet etmeme kararı almaları anlatılıyor, böylece ağızlar açılınca havadan başka bir şey çıkmıyor dışarı, üstelik öykünün bir sonu yok, yarım kalıyor öykü. Bu da güzel fikir. Hemen her öykü iyi fikirler içeriyor ama ya sonları ya da görece yavan bir anlatımın kullanılması öyküleri yavanlaştırıyor. Mitolojik Öykü böyle. İstanbul ve Antik Yunan'daki karşılığı arasında kurulan bağlantı, eh, biraz zorlama. Panteonla bürokrat hiyerarşisi arasında bir koşutluk kurulsaymış daha sağlam bir yapı çıkabilirmiş ortaya. Hayali Öykü'de turist rehberi bir zatın arkeoloji müzesinde tarihi eserlere dokunarak zamanda yolculuk yapması ve binlerce yıl öncesine gitmesi anlatılıyor, tarihi detaylar hoş. Balinalı Öykü'de bir balina sürüsündeki ailenin yaşamına şahit oluyoruz, genç balina bir başka balinayı seviyor ve sürüden ayrılıp balinalar arasındaki bir kuralı çiğniyor, sonuçta bütün sürü kıyıya vurarak intihar ediyor. Puzzle Öykü'de uzuvlarının kontrolünü yavaş yavaş kaybedip, en sonunda da kendi kaybolup başka bir düzlemde başkalarınca oluşturulan bir adamı dinliyoruz, anlatıcı olarak işini iyi yapıyor ve kendini iyi gözlemliyor, kendisini bir araya getiren iki kişinin kimliği hakkında bir bilgimiz olmuyor. Aklı Başında Öykü var mesela, bence en öykü budur. Aslında basit, bir yere gitmek isteyen insanlar var. Biri Ay'a gitmek istiyor, istediğince gökyüzüne bakıyor. Diğeri durmadan, "Gider mi?" diye soruyor, cevap verildiğinde yine aynı şeyi soruyor. Yol büyülü bir şey, söze bir şekilde geldikçe büyü çoğalıyor sanki. Anzak Öykü tarihi öykülerden biri, nesilleri ve farklı coğrafyaları bir araya getiren bir kurgusu var, pek hoş.

Öykülerin konuları ilgi çekici, birkaç oyundan bahsedeyim ben. Umudun Öyküsü paragraflarının arasına birkaç öykü almış mesela, öyküler bittikçe devam ediyor ve nihayetinde o da diğer öyküler gibi sonlanıyor ama ayrılıkları -araya giren öyküleri düşünebiliriz bu konuda- anlatma biçimi olarak dikkate değer bir nitelik taşıyor. Başka bir şey, iki öykünün okurun sayfayı katlamasıyla birbirini çoğaltması. Öykülerden birinin adı Kesi-len Öykü, diğer Kesi-şen Öykü. Önce katlamadan okuyorsunuz, sonra katlayarak okuyorsunuz ve iki öykünün nasıl değişebileceğini görünce şaşırıyorsunuz. Güzel takla. Türkçe Olmayan Öykü'ye baktığımızda bağlaçlar vs. haricinde hiçbir Türkçe kökenli sözcüğün kullanılmadığını görüyoruz. Tabii sözcüklerin kökeninin farklı olmasının Türkçeye dahil olmadıkları anlamına gelmeyeceğini düşününce, eh, yine de düşünce olarak güzel.

Kısacık öyküler, upuzun öyküler, öykülerin içinde öyküler, başladığı gibi biten öyküler, Matruşka'nın dibini göremiyorsunuz bir türlü. Son bir takla da finale saklanmış, en baştaki adamımız okumayı bitirince virüsten falan kurtuluyor tabii, üstelik son öyküde metnin kaynağını da öğreniyor. Anlatıcının amcası yazmış meğer bütün öyküleri, yeğen de dosyaya ad koyup yarışmaya yollamış. İnkılâp'ın yarışmasına. Üstelik metni okuyan abimize bir zarf geliyor postayla, zarfın üzerinde öykü yazarı olan amcanın adı var. Kurmaca katmanları, gerçeklik-kurmaca düalizmi derken tipik bir sona varıyoruz böylece.

Sıkı okurların çok hoşuna gider, yazan tayfanın da hoşuna gider, mutlaka okunması gereken bir katakullicilik.

Safiye Erol - Leylâk Mevsimi

Kenan Rifâî'nin "talebeleri" diyeyim, Kubbealtı'nı kuruyorlar, yıl 1970. Vakfın etkinlikleri günümüzde de sürüyor, ben o cenaha uzak olduğum için ayrıntılarıyla bilmiyorum ama tasavvuf ve mânâ konusunda bir dünya markası olmuşlar, Rifâî'nin torunu Kenan Gürsoy on yıl öncesine kadar Galatasaray Üniversitesi'nde felsefe profesörü olarak çalışmış, idari görevler üstlenmiş ve Vatikan'da büyükelçilik görevini yürütmüş. Vakıfla doğrudan bir bağlantısı yok sanırım. Her neyse, Safiye Erol'un metinleri Kubbealtı'ndan çıkıyor. Önemli bir yazar Erol, Selim İleri'nin yazısından çalıp çırparak anlatayım. İleri günce tutamamış, lisedeki hocası Rauf Mutluay gerçek edebiyat adamlarının günce tutmayacağını söylediği için. Defter tutmuş o da, bir dünya notun düşüldüğü sayısız defter. İleri bu defterleri kurcalayarak Safiye Erol'la ilgili notlarını buluyor, tarihini de eşelemiş oluyor böylece. Bazen anlattığı her şeyi bir yandan da kişisel tarihini anlatmak için kullandığını düşünüyorum İleri'nin, mesela Safiye Erol için düştüğü ilk notun 1970'e kadar gittiğini söylerken notu düştüğü defteri kendisine Kemal Tahir'in verdiğini söylüyor, araya sıkıştırıyor böyle şeyler. Güzel tabii. Kadıköyü'nün Romanı'ndan esinlendiğini söylüyor İleri, ilk not. Ülker Fırtınası için "İstanbul pitoreskinde, alaturka mûsıkînin başına gelenler konusunda yazılmış en önemli romanlardan biri" görüşünde bulunuyor, ikinci not. Ciğerdelen de anılıyor ve genel bir değerlendirmede bulunuyor İleri, edebiyatımızın en gözden ırak romancısının Safiye Erol olduğunu, parlatılan yazarlar etrafında ezberden yol aldığı için Erol'u Varlık'ta yer alan bir yazısına Zeynep Uluant'ın uyarısıyla dahil edebildiğini söylüyor.

Kubbealtı'nın önemli isimlerinden Zeynep Uluant'ın Safiye Erol için yazdığı biyografik bölümde ilginç detaylar var ama önce Erol'un yaşamına eğileyim. 1902'de doğuyor, aile Makedonya göçmeni. Erol dört yaşındayken Salacak'a taşınıyorlar, Erol Fransız mürebbiyelerle büyüyor ve küçük yaşlarından itibaren dil öğreniyor, eğitimini aksatmadan sürdürüyor. Uluant'a göre Allah ve yaradılış ile ilgili sorularını cevaplayan annesi, Erol'un yüreğine "îmânın ilk tohumlarını" atıyor. 1917 yılında Türk-Alman Derneği vasıtasıyla Almanya'ya gidiyor Erol, eğitimini orada bitiriyor ve siyasi gerginliklerden ötürü 1919'da ülkeye dönüyor, 1921'de Almanya'ya tekrar gidiyor, felsefe eğitimi alıyor. Bu sırada aşık oluyor, Hindu bir gençle evlenmeye karar veriyor ama adam memleketinin kendisine ihtiyacı olduğunu söyleyip Erol'dan Hindistan'a gelmesini istiyor. Erol gitmiyor, kendi ülkesinin de kendisine ihtiyacı olduğunu söylüyor. Bu adam ülkesinde önemli görevler üstlenmiş sonradan, kim olduğunu bilmiyoruz ama Erol'un felsefeyle birleştirdiği Sebk-i Hindî esintilerinin nereden geldiğini öğrenmiş oluyoruz böylece. Erol Türkiye'ye dönüyor ve eserlerini yazmaya başlıyor, bu sırada o dönemin çeviri hareketlerinde yer alarak iki metni Türkçeye kazandırıyor. Bu noktadan sonrası için Erol'un kendi söylemlerine ihtiyaç duydum ama göz attığım bir iki röportaj pek bir fikir vermedi, hatta Uluant'ın düşüncelerinin zıddına doğru bir ilerleyiş sezdim ama bilemiyorum, aşırı yoruma kaçmak da istemiyorum. Neyse, Ciğerdelen'i yazdıktan sonra boşluğa düşüyor Erol, karşısına Sâmiha Ayverdi çıkıyor. Kubbealtı tayfasıyla böyle tanışıyor, sonrasında Rifâî ile tanışıyor ve bir süre sonra davranışlarına da bir çeki düzen geliyor, önceden pervasızmış Erol. Uluant'ın söylediklerinden anladığımız kadarıyla bu pervasızlık, Rifâî'nin karşısında bacak bacak üstüne atıp sigara içmesinden kaynaklanıyor. "Dizlerini edeple indirerek" ve elindeki sigarayı atarak cemiyete uyum sağlamış oluyor Erol, zamanın cemiyetleri ve insanları sıkı müritler istiyor sonuçta. Yaşlılığında evini kaybediyor ve otellerde yaşamaya başlıyor, sonra kendisine bir ev buluyor ve 1 Ekim 1964'te bu evde yaşama veda ediyor. Edebi bir özet gerekirse, Erol aşık olmuş, sevmiş ve sevilmiş, acı çekmiş ve romanlarından birini yazarken 12 kilo vermiş bir kadın, tutkulu bir yaşamı olduğu için anlatılarındaki aşkları ele alma biçimi, psikolojik çözümlemeleri çok başarılı. Konu itibariyle pek ilgi çekici şeyler olmasa da dönemin yaşantısı, Avrupa'da kırılan beynelmilel kalpler derken bambaşka bir dünyaya geçiveriyoruz, bu açıdan Erol iyi bir öykücüdür ama asıl olayı romanlarında gibi gözüküyor. Uluant'ın değerlendirmesine göre yazı hayatının ilk yıllarında kaleme alınmış bu öyküler, sonradan yazdığı metinlerle kıyaslanınca yazarın geçirdiği değişimi de gösteriyor. Kulübe kabul edilmiş bir dostun onaylanması gibi gözüküyor bu yorumlar, alttan alta bir rahatsızlık hissettiriyor kendini. Bilemiyorum ya, hoş değil.

İlk öykü Metruk Yalıda Garip Bir Gece. "Senede bir gün" olayı var, değişik bir biçimi. Orhan bir subay, Zehra'yla baş başa yemek yiyecek, malikanesini yaverine hazırlatıyor. Yeniyor, içiliyor, sohbet ediliyor. Orhan açılıyor sonra, gönlünü Zehra'ya kaptırdığını söylüyor. İkisi de patlamaya hazır bomba gibi, birbirlerini istiyorlar ama Zehra'nın merhum eşi çomak sokuyor mevzuya. Kendisi öldükten sonra Zehra'dan tekrar sevmesini, evlenmesini istiyor ama bir günü kendisine ayırıyor, o gün Zehra eski eşini anmaktan başka bir şey yapmayacak. O gün de bu yemeğin yendiği gün. Sonuçta aralarında bir şey olmuyor, ertesi gün Orhan cepheye gidiyor, gerisini bilmiyoruz ama anlatıcının notuna göre böyle sonlanmıyor öykü, Zehra'nın hatırı için değiştirilmiş bir olay örgüsü var. Araya giren bir anlatıcı, gerçeklikten şüphe duyurmak, o zamanın doğal bir tekniği. Aleksandra Filipovna geliyor sonra, Rus bir generalin kızı olan Aleksandra'yla mirasyedi Kudret Bey arasındaki ilişkiye odaklanan bir öykü. Aleksandra ve anlatıcı yakın arkadaşlar, birlikte dolanıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, çok yakınlar kısaca. Kudret Bey denen zıpçıktı Aleksandra'nın gönlünü çalıyor ve kızla oyuncak gibi oynuyor, sonra ülkesine dönüp başkasıyla evleniyor, Aleksandra da başkasıyla evleniyor, hikâye kırık bitiyor. Özeti şudur: "Lâkin biz... Kadınız. Onlar erkek. Biz onları hiç bir zaman tamâmıyle anlayamayacağız. Nitekim onlar da bizi anlamıyorlar." (s. 39) İlk Efendim Pomak Ali Efendi nam öyküye gelirsek, Ali Efendi denen dangalak adamla Keşanlı Hesnâ Hanım arasındaki saçma sapan ilişkiye ve evliliğe bir göz atıyoruz. Bu Ali Efendi zırtapozun teki, Hesnâ Hanım da evlendiği adamı sevmeye çalışan bir kızcağız. İtmeli çekmeli bir ilişki sürerken Biga'ya gönderiliyor Ali Efendi, "çekirge zâbiti" olarak. I. Dünya Savaşı sırasında çok büyük zararlara sebep olan çekirgeler için askeriyenin böyle bir yapılanması olmuş, bir grup asker sırf çekirgelerle uğraşmış, ilginç. Neyse, Ali Efendi Biga'da kadınlarla takılıyor, Hesnâ Hanım İstanbul'da gönül verdiği bir adamla sevişiyor falan, en sonunda kocasının çağrısıyla Biga'ya gidiyor ve adamın kadınlarla düşüp kalktığını görünce oradaki Ermeni papaza gidiyor ve Ali Efendi'yi ispiyonluyor bir güzel. İstanbul'a dönüyor ve erkeklerin kahpeliklerine, boşa akıttığı gözyaşlarına hayıflanıyor. Sonraki macerası Laz Sıdkı'nın Florya'da Hovardalığı adlı öyküde anlatılıyor. Yine bir basma, had bildirme öyküsü. Eğlenceli biraz, acı da.

Leylâk Mevsimi ve sonrasındaki bir iki öykü daha bir dikkat çekici. Bir kokunun yıllar sonra tekrar duyulmasıyla geçmişin bütün gerçekliğiyle hatırlanması üzerine hoş bir öykü leylaklı olan, hayatı bir gemiye benzetip bu tür çağrışımlarla batmaya hazırlanan anlatıcının ölümü düşünmesi ve bu konudaki çıkarımları hoş. "Gemi batıyor. Fakat yolcuları, ayaklarının dibinde ölüm, bile bile gülüp oynayıp sevişiyorlar." (s. 66) Dört Kişi'yle bitiriyorum, yasak aşkın doğuşu ve yaşatılması dört farklı bakış açısıyla anlatılıyor, iki evli çift arasındaki ilişkilerin değişen anlatıcılarla birlikte derinleşmesi, insanların görmek istediklerini görüp gerisini kalın bir perdenin ardında bırakması falan, bence kitaptaki en başarılı öykü bu. Son öykü olan Gel Seninle Dertleşelim de insanların farklı dertlerinin birbirine bağlanması ve bu minvalde kurulan yakınlıkla ilgili tatlı bir öykü.

İyi öyküler, iyi bir anlatım. Safiye Erol okunmalıdır, cephe tutmadan.

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Solmaz Kâmuran - Bir Kadın, Bir Erkek, Bir Levrek İskeleti

Arka kapak yazısı güzel ama ilginç bir şey var, Varşova Üniversitesi Türkoloji bölümünden Doçent Doktor Danuta Chimielowska bir tebliğ vermiş, dediğine göre Bir Levrek İskeleti postmodern edebiyatın asla taklit edilemeyecek çok çarpıcı bir örneğiymiş. Böyle bir şey yok aslında, metinde herhangi bir postmodern öğe olmadığı gibi iyi bir benzeri de çoktan yazıldı, Hakan Günday'ın Malafa'sı. Günday'ın vecizeleri hariç iki metin birbirine oldukça benziyor aslında, olaylar belli/kısıtlı bir zaman dilimi içinde yaşanıyor, Günday kuyumcu argosunu kullanırken Kâmuran restoran argosunu kullanıyor, iki yazar da çakal burjuvanın pisliklerini ortaya döküyor bir güzel. Kâmuran'ın kurduğu dünyanın daha "masum" olduğunu söyleyebiliriz, müşterilerin düdüklenme meseleleri ve kazıklanmaları daha geride kalıyor, plan sekans içinde kameraya girip çıkan onca insanı izlemek insana Arı Kovanı'nın yerli versiyonunu okuyormuş gibi hissettiriyor. Günday'ın metni 2004'te yazılmış, Kâmuran'ınki 2001, 2002 civarı olsa gerek, yakın zamanlarda ortaya çıkan benzer metinler, iyi metinler ama postmodernizmle tanımlamak pek doğru değil işte. Bir de şöyle bir durum var, Bir Levrek İskeleti müstakil bir metin olarak Sel tarafından basılmış, üstelik 1990'da. 2001 falan değil o zaman, metin çok daha eski. İlk baskısında "roman" diye geçiyor ama burada "uzun hikâye" olarak değerlendirilmiş. Yanına iki öykü daha almış sonradan, üç uzun öykü olarak basılmışlar bir güzel. Öyküler arasında bir bağlantı yok, başka hikâyeler anlatılıyor. Tek ortak yanları olayların bir gün içinde yaşanmaları, 24 saatte tamamlanıyor mevzu, bazen o kadar bile sürmüyor. Kadınla erkeğin hikâyelerinin yine bir bütünlüğü var, anlatım tekniği ve karakterlerin derinlikleri vs. iyi bir eklektik yapı oluşturuyor ama levrekli öykü diğer ikisine göre daha farklı bir biçeme sahip, sırıtıyor azıcık, yine de aralarındaki en iyi öykü bence bu. Öyküler böyle, Solmaz Kâmuran hakkında da bir iki bilgi: 1954 doğumlu, Çetin Altan'ın eşi, birçok çevirisi ve telif metinleri var.

Bir Kadın adlı öykü. Diğer öyküler gibi sabahla başlıyor, uyanışla. Tek başına ağlayan bir kadın var, Saros'ta yazlık bir sitede tek başına, kışın ortası. Şehirden kaçıp gelmiş, kendisi gibi profesör olan eşi genç asistanıyla birlikte olmak için kendisini terk edince duramamış oralarda, birkaç günlüğüne denize ve sessizliğe sığınmış. Hatırlıyor, ağlıyor, unutunca yine ağlıyor ve tekrar hatırlıyor, acısını gömmeye çalışıyor. Çocukları yok, kadın istememiş, çünkü bir an önce profesör olmak istemiş. Daha çok yükselmek, daha da yükselmek, en yükselmek, süper yukarıda olmak istemiş, adam da istememiş, zamanları dolu dolu geçmiş çünkü. Birtakım avuntular, bahaneler anlatıyı dolduruyor bir yerden sonra, kadın hepsinden sıyrıldığı zaman kendisini yakalıyor ve orada daha fazla kalmak istemiyor o andan sonra, arabasına atlayıp dönüş yoluna koyuluyor. Bir sonraki bölümde Tekirdağ'daki bir müzede çalışan Ali'ye odaklanıyoruz. Müzik öğretmeni, eşi ve iki çocuğuyla mutlu sayılacak bir yaşamı var. Ek gelir için kimsenin uğramadığı o müzede takılıyor, tek başına. Macar akademisyen gelene kadar. Kadın türkolog, araştırma yapmak için Tekirdağ'a gelmiş ve müzeyi gezmeye karar vermiş. Aralarında bir çekim, alengirli anlar, gerginlik, elektriklenme derken sevişiyorlar, o sırada Kadın müzeye geliyor, kapıyı çalıyor ve kimse açmayınca aracına geri dönüyor. Bir ara izlendiğini sezip müzeye bakıyor, perdelerin arkasında bir kadın gördüğünü sanıyor ama dikkatle bakınca müzenin tamamen cansız olduğunu görüp yola koyuluyor yine. Yağmur başlayınca bir otelde kalmaya karar veriyor, otelde çalışan çocuk yakınlık gösteriyor ve iyi bir oda veriyor Kadın'a. Yemek saatinde çocuğun teklifiyle otelde kalan diğer müşteriyle birlikte yemek yiyor. Macar kadın. Sohbet ediyorlar, şarap içiyorlar, o sırada otele gelen genç bir adam, çocuk ve başka bir çocuk ikisini izliyor. Rahatsız olup odaya çıkıyorlar, muhabbet ediyorlar, söz dönüp dolaşıp müzeye geliyor. Bu noktadan sonrası biraz ilginç, Kadın müzede yaşananları öğreniyor ve Macar'ı orospulukla suçluyor, kocasını çalan genç akademisyenle Macar'ı denkleyerek kadını suçluyor bayağı. İçmeye  devam edeceklerken anlatı ansızın kesiliyor, sonraki bölüme geçiyoruz. Kadın uyanıyor, sorguda. Bir adam durmadan sorular soruyor, Macar'ı neden öldürdüğüne dair. Hiçbir şey anlamıyor Kadın, ne kadar sarhoş olsa da kadını öldürmediğini sanıyor ama duyduğu öfke canlanınca cinayeti işlediğini kabul ediyor, demir kapılar üzerine kapanıyor. Başka bir bölüm. Kadın uyanıyor, Macar'ın otelden ayrıldığını öğrenip yola koyuluyor. Yaşadıkları bir kabus olabilir, gerçeğin bir parçası olabilir veya gerçekliğin kendi yorumu olabilir, ihtimaller arasında tercih yapamıyoruz.

Bir Adam mazbut bir aile babasının yıkılışını konu alıyor. Adam sabah vakitlice işine gidiyor, Erdek'e gitmek için patrondan izin almak istiyor ve kolayca da alıyor, düzenli bir adam, iyi bir aile babası ama yoksul, rutubetli bir bodrum katında yaşıyor. Eşi ve çocuğuyla birlikte mutlu sayılabilir, bir eksiği yok en azından. Görünürde. Evden çıkmadan önce eşinin telefonla telaşlı telaşlı konuştuğunu duyuyor, iş arkadaşı kadınlara güven olmayacağını söylüyor, dünya o gün çıldırmış gibi. Adam olanlara anlam veremiyor, çocuğunun okulundan telefon gelene kadar. Annesi çocuğu okuldan almamış, Adam gidip alıyor ve kadının birçok kez geç kaldığını öğreniyor. Eve gidince soracağı soruları düşünüyor Adam, kapıdan içeri giriyor ki eşi evde değil. Bekliyor, akşam oluyor, sonra zil çalıyor ve şamatacı bir kadın haykırmaya başlıyor. Kuaför olan eşiyle Adam'ın eşi kaçmışlar, felaket. Kadın durmadan bağırıyor, Adam neye uğradığını şaşırıyor, iznini iptal edip çocuğu teyzesine bırakıyor ve yaşamını, evliliğini düşünüyor. Sonra eve dönüyor, eşini yatağa oturmuş bir halde buluyor. Kadın yeni bir ev kiraladığını söylüyor, rutubetli evden kurtuluyorlar, belki yuvaları da kurtuluyor. Aşağı yukarı böyle bir hikâye, hoş.

Bir Levrek İstavriti için okumaya hayli hayli değer bir öykü olduğunu söyleyebilirim. Restoranda çalışanların kendi aralarındaki muhabbetleri, tartışmaları, restoran sahiplerinin müşterilerle, polislerle ve çalışanlarla ilişkileri, müşterilerin muhabbetleri, her şey iç içe geçmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor, odak hangi noktayı gösterirse o çerçevedeki karakterlerin detaylarına eğiliyoruz. Söyledikleri, giyimleri, işleri, ne varsa. Bir günlük sürede mekanın ve insanın doğası anlatılıyor, gayet hoş bu da.

Okumaya değer öyküler, konuları itibariyle çok ilgi çekici olmasalar da Kâmuran'ın birbirine takılmayan sözcükleri ve anlatım teknikleri özgünlük sağlamış. Denk gelinirse neden olmasın.

16 Ağustos 2019 Cuma

Jale Sancak - Hayatın Bu Yakası

Şiire ilgisinin pek olmadığını söyleyen öykü veya roman yazarlarını gördüğümde pufluyorum ister istemez. Bu ilgisizliklerini bilerek veya bilmeyerek, yazdıkları metinleri okuduğumda, böyle nasıl diyeyim, kupkuru bir tat alıyorum, yarım bırakasım geliyor ama bırakamıyorum da. "Şiirsizlik" diyeyim, sözcüklerin büyülemediği ve sadece anlatıya yaslanan metinlerde korkunç bir boşluk yaratıyor, uğul uğul bir boşluk, ses yüzünden odaklanamıyorum bir yandan. Sözcükler bir yana, anlatının kendisi de güdük kalıyor ister istemez. Genellemeye gelmez bir şey, sezgisel olarak bu eksiği doldurabilen yazarlar elbette var ama, işte, durum budur. Bu açıdan baktığım zaman yıllardır metinlerini topladığım ve nihayetinde okumaya başladığım Jale Sancak'la tanıştığım için mutlu oldum, öykülerindeki şiir apaçık ortada. Kendisi 1975-1985 arasında bilfiil şiirle uğraşmış, hâlâ da uğraşıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarını öyküye sığdıramıyorum, öykülü şiir -veya tersi- demek daha doğru olacak. Sözcükleri imgelerden oluşan bir anlatı çatıyor, bu çok hoş. "Bungun" veya "onmak" gibi birkaç sözcük sıklıkla kullanıldığı için belki bir nebze tekrara düşürse de biricik bir atmosfer yaratılmış, son zamanlarda okuduğum yazarları düşününce Pelin Buzluk'ta da benzer bir atmosfer bulmuştum, bunu taşıyan metinleri çok seviyorum. Jale Sancak'ın diğer metinlerini de okuyacağım yakın zamanda, belli oldu.

Üç bölüm altında toplanmış öyküler var kitapta, "Öteki: Cehennem" bölümü Sevim Burak'a adanmış. Öyle bir sevda ki ilk öykü. "Davut kapıyı açtı, sessizliğe çıktı; Sokağın renklerini yitirmiş karanlık yüzüne, sokağın unutulduğu saatin hüznüne." (s. 9) İki nokta: Sancak belli bir durumu anlatırken kullandığı imgeleri açarak ilerliyor, imgesel izleklerini benzerleriyle birleştirerek anlatının dünyasını genişletiyor ve devrik cümleleri sıklıkla kullanarak durumu "sabitliyor" diyeyim. Sentaksı lineer çizgide tutmuyor, fiilin sona gelmediği cümleleri bu sabitliği yaratmak için kullanıyor, en önemlisi de dengeyi tutturduğu için aşırılaşmayan devriklik anlatıyı paldır küldür yuvarlamıyor. Neyse, Davut sokağa atıyor kendini, Edânaz'la ettiği kavgadan sonra hava almak istiyor ama aklı hâlâ evde, kadının ağladığını düşünüp üzülüyor, ilişkilerini anılarıyla besleyip koruyor. Bu sırada serbest dolaylı anlatıcıyla Davut'un sesinin iç içe geçtiğini görüyoruz, düşüncelerin kime ait olduğunu ayıramaz bir hale gelip okumayı sürdürüyoruz. Yalnızlığın azgınlaştığı zamanlarda Edânaz'ın çıkıp geldiğini öğreniyoruz, hiçlikten çıkıp geliyor adeta. Davut'un kayıplarını öğreniyoruz bu sırada, babasının sevdiği kadın ve kendisinin sevdiği, hikâyeler iç içe geçerek Davut'u sokağa vuran sıkkınlığı yaratıyor. Geride bırakılan kentler, denizler, anılar bir bir yağıyor ve Davut huzuru eski tanıdıklarında buluyor, Rıfat enişte ve Surpik abla Davut'a kucak açıyorlar. Gerçi eniştenin kucak açacak hali kalmamış pek, yatalak bir halde yaşamını sürdürüyor. Geçen zamanın eksilttikleri, yıpranan insanlar ve mekanlar geri dönüş izleğine dahil. Sancak'ın karakterleri yıllar sonra dönüyorlar ayrıldıkları yere, geçmişi eşeliyorlar ve elde edilemeyen, geçtiği anlaşılamayan zamanlar karakterleri zincirliyor. Genellikle bir duyguya. Sonuçta öğreniyoruz ki Edânaz diye biri yok, Davut acılarından kurtulmak için yaratmış Edânaz'ı. Bilinçli veya bilinçsiz. Surpik abla Davut'un yüzüne vuruyor bunu, adam küskün bir şekilde yanlarından ayrılıp Edânaz'ının yanına dönüyor.

Öykünün başkişisi aslında öykünün baş kişisini merak ettiren ve finaliyle açıklayan bir öykü, sona kadar anlatıcının baş kişi olduğunu düşünmezseniz öykü parçalı yapısıyla bir bulmaca olarak kalıyor. Lâl, Tardu ve anlatıcı arasındaki ilişki akrabalıktan sevgililiğe kadar uzanıyor, araya giren yılların anlatıyı parçaladığını düşünebiliriz, anlatıcı şehre geri döndüğünde hem geçmişi hem de güncelini birleştirmeye çalışıyor. Tutkunun bir biçimi, ölümle sonuçlanınca öykünün bitmesi de güzel bir teknik olmuş. Diyaloglar italikle yazılmış bir de, diğer öykülerde böyle bir şey yok. Bir öyküyü atlayıp Hâle Asaf'ın öyküsü geliyorum, Fransa'da yaşanan bir tutku hikâyesi yine. Av düşü hakkında bir şeyler karalamam lazım, kitaptaki en dikkat çekici öykülerden biri. Kelebek-filozof aforizmasını biliyorsunuz, burada av-avcı-karakter üçlemesi arasında gidip geleceğiz, anlatılan karakterin yanındaki kadınlar aynı anda var olmuyorlarsa da zamanın ayrıksılığı bu öyküde rafa kaldırılmış durumda. Zamanlar, gerçeklikler ve rüyalar iç içe geçmiş, kurt ava çıkıyor ve av kaçıyor, düşlerdeki şiirli söyleyiş günün süreğenliğinde etkisini yitirip çizgisel bir anlatıya dönüşüyor ve anlatılan karakterin -bana göre- iki anlama gelebilecek sonuyla öykü bitiyor. "Döndü, kurşun kalbindeydi." (s. 48) Burada karakterin av olduğunu düşünebiliriz, kapı ardına dek açılıp başka bir karakter silahına sarılıp öykü boyunca izlediğimiz karakteri vuruyor, vuruyor gibi gözüküyor ama başka bir okumayla kalbin bir kurşunu barındırdığını söyleyebiliriz, sonuçta kurşun kalbe girdiği gibi kalpten çıkabilir de, böylece esas karakterin kadınlarla ve kadınların erkekleriyle kurduğu ilişkide bir avcı olduğunu da düşünebiliriz.

Başka bir öykü, Safranboncuk pastanesinin Leyla'sı. Leyla'nım pastanedeki herkesle konuşuyor ve bir aşk romanı yazıyor, anlatıcıyla kurduğu ilişki son derece dostça ve besleyici ama içlerinde sıcaklık barındırmayan insanlar Leyla'nım'dan rahatsız oluyorlar, en sonunda kadın pastaneye alınmıyor bir daha. Uzun bir yolculuktan yeni dönen anlatıcımızı meseleyi öğrenince basıp gidiyor pastaneden, Leyla'nım'ı aramaya başlıyor. Kısa ve etkileyici bir öykü. Karanlıkta sesler, Sinemada yangın ve Kar kuyusu da çok iyi öyküler yine, ben buradan ikinci bölüme geçiyorum, "Kaybolmuş Bahçeler" adlı bölüme. Devlet destekli bir proje olmadan öncesinin kentsel dönüşümüne odaklanıyor Sancak, aslında bu olayın kendisine değil, insanın yitirdiği geçmişine, çocukluğuna odaklanıyor diyebiliriz. Birkaç bahçeyi anlatıyor, bahçelerde yaşananlar farklı zamanların hikâyeleri oldukları için öykülerin dilinde gözle görülür bir değişiklik yaşanıyor, ses tamamen değişmese de bilincin farklı zamanlarda edindiği sesleri yansıtabiliyor en azından. Güzelyalı'da, Bebek'te, Erenköy'de bahçeler, Dilber'in bahçesi, geçmişte yaşayan özgür bir uzam. İnsanın zamanla kurduğu ilişki var bu öykülerde, değişim var, özlem var, nihayetinde zamanın geçtiğini kabullenme var. Güzel bir fikir güzel bir şekilde öyküleştirilmiş, hoş.

"O Sokağı Ne Zaman Ansam" adlı bölümde mekanlar da karakterler kadar karakter oluyor, anlatacak hikâyelerinin olduğunu görüyoruz. Mekanı terk eden insanların arkalarında bıraktıkları boşluklar, sevdiklerinin gidişiyle ortaya çıkan yoksunluğun sızısını duymamaya çalışan karakterler, yaşamla dolu olanları falan, hayatın ne kadar canlı olduğunu ortaya koyuyor, acılarla birlikte. İlk öyküde bir sokağın sabahtan geceye kadarki devinimi anlatılıyor. Çocukların oyunları, işten dönen yorgun insanlar, içten içe közlenen tutkular, umutlar, üzüntüler, üstüne iyi bir anlatım tekniği, süper. Düzyazı şiire benzer bir formu da deniyor Sancak, bir öyküyü bu biçimde işlemiş.

Kısacası Jale Sancak'ı okumalıyız. Değerli bir yazar, iyi öykücü. İyi şair de diyesim var.

Bu arada Opeth beyler de yine İtalyan usulü progresif rock ve Nordik usulünden okuyan Akerfeldt'in ilginç bir karışımını doğurmuşlar, İsveççe şarkı yapmış adamlar. Hadi bakalım Mikael Akerfeldt.