24 Haziran 2020 Çarşamba

Taşındık!

Bir şeyler yazayım, az duygulanayım dedim, olmadı. Onun yerine biraz daha bir şey okurum. Neyse, taşındık biz, burası bu kadar. Uzun süredir aklımda yeni bir site vardı, hayata geçirdik.


Sizlere sonsuz teşekkür. 


4 Şubat 2020 Salı

Michael Foley - Saçmalıklar Çağı

Bu iyi, çağın saçma sapan alışkanlıklarına sahip olmadığımız zaman "çatlak" olarak damgalanacağımızı ve bunun gayet normal bir şey olduğunu söylediği için bile iyi, cep telefonlarını öyle veya böyle kullanmamız gerektiğini, dünyaya belli bir ölçüde uyum sağlamanın mutluluk getireceğini dayatmadığı için bile okunur. Domingo'dan çıkan başka bir kitapta orta yolcu fikirler vardı, uyumsuzluğun ıstırabını dile getirmeden dünyadan çıkış yollarının banal, bayatlamış güzergâhlarını vermekten öteye gitmiyordu kitap. Foley hastalıklı bir topluma uyum sağlamanın sağlıkla bir ilgisinin olmadığını söylüyor, yani kabul edilmenin nimetlerinden faydalanabiliriz ama içeride bir yerde her şeyin yanlış olduğuna dair bir şeyler içimizi kemirir durur. Biraz hassassak deliliği görmezden gelemeyiz. Antidepresanlar kafayı istediği kadar betonlaştırabilir, her metanın, metalaştırılmış cinselliğin, duygulanımların en uç noktasını isteyebiliriz, elde edebiliriz bir yandan ama yine de o çürük tadı alırız, aradığımız şeyin başka bir yerde olduğunu düşünmekten doyumsuz kalırız, hep başka bir yere bakarız, arabamızı, sevgilimizi, eşimizi değiştiririz ama boşluk olduğu gibi durur. Dönemsel ilişkiler sürüp gider, eşyayla kurulan ilişki insanla kurulan ilişkiden farksızlaşır, bir üst modeller elden ele gidip gelir. Foley bu saçmalıkları Tevrat'tan, Buda'dan, Sartre'dan örneklerle sabitliyor ve çıkış yollarını dayatmasız bir şekilde ele alıyor. Doğrudan bir gösterge yok, sadece sezdirilen davranışlar ve düşünceler var. Alt başlığı yayınevi koymuş, "Kafası Karışıklar İçin Olan Biteni -ve Kendini- Anlama Rehberi" olarak okuyabilirsiniz bu metni. Tipik kişisel gelişim metinlerinden uzak bir anlamlandırma çabası işte, bazı bölümlerde kişisel gelişime alaycı bir şekilde yaklaşıyor yazar, hap formüllerin geçici etkilerden öteye gitmediğini söylüyor mesela, bir de bu tür kitapların farklı sınıflar için ne gibi saçmalıklara yol açabileceğinden bahsediyor. İhtiyaçlar hiyerarşisinde alt basamakları işgal eden insanların mutlu olmak için daha fazla oral seks yapmalarını salık vermek örneğin, farklı seviyelerdeki insanların çıkar yolları uyumsuzsa o kitapların hiçbir anlamı yok. "Mutluluğun Saçmalığı" adlı bölümde Foley bu meselelere değiniyor biraz. Önce problemlerin sunumu, sonra stratejiler, sonra da "Saçmalığın Mutluluğu" bölümüyle genel bir çıkarım. Sınıf farkı gözetmeksizin dünyanın durumunu değerlendiriyor, herkes için bir anlam var.

İlk bölümde "mutluluk" var. Herkes daha fazlasını hak ettiğini düşündüğü için tatminsizlikten ölmek üzereyiz. "Mutluluk gibi bayat, eski bir terim için fazla bilgili, fazla sofistike, fazla alaycı, fazla bilge, fazla post-her şeyiz." (s. 2) Mutluluğun tanımı da muğlak biraz, çizgileri belirsiz olduğu için, Arendt'e göre "erdemli eylemlerin doğaları icabı görünmez kalmaları gerektiği" de hesaba katılırsa mutluluğun dilsiz, sadece hissedilen, düşünüldüğü zaman uçup giden varlığı bizi çıkmaza sokuyor. Dünya ve benlik arasında kurulamayan anlam birlikteliği mutluluk için gereken sessizliği sağlayamamamıza neden oluyor. Asgari ölçüde insani ilişkilere gereksiniyoruz ama etrafımızda "ışıltıyla gülümseyen depresifler" var, bu insanlarla birlikte yaşamak oldukça yorucu. Karakter değiller, tip olarak yaşıyorlar ve belli bir yüzeyselliğin ötesine geç(e)miyorlar. Fromm'a göre "anonim otorite" bu şekilde ortaya çıkıyor. "Anonim otoritenin en etkin numarası, tavsiyelerini aksiyom (doğruluğu genel kabul gören önerme) kılmasıdır. Genel kabul görmüş fikirlere ve anlayışlara karşı çıkmak mümkün değildir; ancak çatlaklar böyle bir şeye kalkışabilir. Bu da bir başka aksiyomdur. Şimdiki yaşantımız, doğa yasası gereğidir." (s. 11) Çatlak olarak değerlendirileceğiz, herkesin yaptığını yapmayarak bir tehlike olarak işaretlenip bir ölçüde dışlanacağız, önemli olan bununla birlikte yaşamayı kabul edebilip edemeyeceğimiz. Reklam ve id tarafından sürekli dürtülüyoruz, otoritenin bir parçası olmamız yönünde baskılara maruz kalıyoruz ve bu olanlardan pek hoşnut değiliz, çemberin dışına çıkmak istiyoruz diyelim, Foley'ye göre düşünürlerin binlerce yıllık birikimlerinden faydalanarak başarabiliriz. Tarkovski'nin ve bizim kahveden Hilmi Dayı'nın söylediği şey iyi aslında, insanın yalnız kalmayı öğrenmesi gerekiyor. Gruba muhtaç değiliz, bir başımıza da var olabiliriz. "Nasıl yaşanacağının bir dizi maddeyle söylenmesini talep eden tek çağ, bizim sabırsız, açgözlü çağımızdır." (s. 11) Beyin taramalarında kaliteli ve pahalı markaların dinsel imgelere eşit sinirsel tepkiler doğurduğu görülmüş, insan için bundan daha korkunç bir durum olamaz. Her şeyin pazarlanabileceği bir zamanda Buda'dan medet umabiliyoruz, çağın istencinden anlayarak, içgörü edinerek kurtulabiliriz. İstersek tabii. Tutarlı ve mantıklı davranışları alışkanlığa dönüştürmek sağlam bir çözüm gibi görünüyor, bunun için beyinde yolaklar oluşturan nöronlarımızı biraz zorlamak gerekecek, her birey kendi çözümüne bir şekilde ulaşabilmek için otoritenin insanda çocukluktan itibaren kurduğu yapıları anlayacak ve değiştirecek, bunun için yalnız kalmayı göze alabilmek gerek. Kendinde hak görme olayı, potansiyelin cazibesi de dizginlenecek biraz, her şeyi elde edemeyeceğimizi anlamamız lazım. "Kendini değiştirmeye tapınma" yüzünden birey kim olduğunu, ne istediğini düşünecek noktayı bir türlü yakalayamıyor Foley'ye göre, Bir Sonraki Müthiş Şey'in peşinde devinip duruyor. "Bir ilişkide veya işte zorluklar varsa cezbedici olan, bir diğerine geçmektir. Bu da sorunlarla yüzleşip aşma tatminini devre dışı bırakmakta ve hayati önem taşıyan musibetten pay çıkarma, olanı avantaja çevirme becerilerini mahvetmektedir." (s. 31) Seneca'dan bir alıntı var, yarını düşünüp bugünü çöpe atan insan için huzur diye bir şey mümkün değil. Tüketimsel bir itkimiz var, kendimizi bir ürüne çevirip tükendikten sonra değiştirmek de bunun içinde, bir insan bu açıdan kendini ne kadar değiştirebilirse. Selfie çekip her yerde paylaşmak herkes için aynı anlama gelmeyebilir ama derinlerde bir yerde kendini bir ürüne dönüştürme ihtiyacının getirisi/götürüsü de olabilir. "Ben bir ürünüm, kendimi bu biçimde inşa ettim, bir değerim var, ona göre." Sonra başka bir selfie, böyle gidiyor bu. Pornoyla benzerliklerinden bahsediyor Foley, idealize edilmiş bir gerçeklik boyutu ama gerçeğin çok uzağında. Bunun genetik yansıması için ayrı bir bölüm var, determinizm ve özgür irade arasındaki ilişkiden insanın kendinden başka her şeyi suçlamaya dönük bir gelişim(!) sürecinden geçtiği fikri kabul edilebilir, dolayısıyla çağımızda patlayan komplo teorileriyle başarısızlık kavramının modasının geçmesi aynı kaynaktan doğar gibi gözüküyor. Mantıklı bir hale getirilen saçmalıklar yüzünden her birey kendi saçmalığını üretebilir ve tüketebilir durumda. Sorumluluk duygusunun ortadan kalkmasıyla otoriteye yakınlaşıyor insan, başkasının verdiği kararlardan mesul değiliz, rahatız o zaman. Başımıza gelen kötü şeylerden sorumlu tutulacak birileri, bir şeyler her zaman olacak, böylece talihsizliklerin etrafından dolanabileceğiz. Şahane bir kendini kandırma mekanizması bu, kırılması için insanın bir an durup düşünmesi gerekiyor ama bu da mümkün değil, düşünmemizi engelleyecek milyon tane etken var. Her yerde yüksek sesle çalan müzik, motor sesleri, gözü kör edecek ışıklar var, dikkat dağınıklığı çağın gerekliliği gibi gözüküyor. Aynı anda sekiz kitabı birden okumaya çalışmak, birkaç işi aynı anda götürmeye çabalamak -tabii bu bir şekilde zorunluluktan yapılmıyorsa- canımıza okuyacak dünyanın elini güçlendirmek anlamına geliyor. Bunun bir etkisi de bireye olan inancın azalması olarak ortaya çıkıyor, insanlar artık tek başlarına kitap bile okuyamıyorlar, bir okuma grubu şart. Bir şeyler yazmak için atölyelere gidiliyor, yalnızken yapılan işler değersiz olarak görülüyor. Sessizlik, yalnızlık bir nevi ölüm, acımasızlığın somutlaşmış hali.

"Uygulamalar" bölümünde saçmalıkların derli toplu halleri var, ilk kısım "iş"in saçmalığına ayrılmış. Grup çalışmaları, saçma sapan etkinlikler, takım oyunu, dozunda mizah, rahatlama alanları ve anları, bireyi biçimlendiren bir dolu baskı mekanizması. Aşk bir başka mevzu, karşılıklı beklentilere dönüşen geçici bir coşku halinden öteye gitmiyor. "Doğru kişiyi bulmak" ve "ruh ikizi" kavramlarının sağlam bir eleştirisi var: "Sevdalılar, aşk tanrısının oklarının rastgele kurbanları olduklarına inanmaktan hoşlanırlar ama aslında büyük olasılıkla yoksunluğun, yalnızlığın ve güvensizliğin kurbanlarıdırlar; sorumluluğu teslime heveslidirler ve fantezi kurmaya yetenekleri vardır fakat anlama ve kendini bilmeye yoktu. Ama yaşama ve dünyaya parlaklık katan bir coşkuya kapılmışlarsa ne fark eder? Sevdalılar müthiş seks yapmıyor ve genel anlamda daha çok eğlenmiyorlar mı? Sorun, sevdanın kalıcı olmamasıdır. Büyük ihtimalle daha ısa sürmesine rağmen sevdanın genelde, ortalaması bir yılı biraz geçmek kaydıyla (ortalama dikkat süresi gibi, muhtemelen sevda süresi de azalmaktadır) en fazla iki yılda son bulduğuna yönelik bir iddia mevcuttur. Ama sevdalılar mutlu mesut ve zaman sınırlamasından habersiz yaşarlar ki hüsran bu yüzden şok edici gelir." (s. 183) Mevzunun hormonlarla ilgisi geliyor sonra, sadakat geninden bahsediliyor, birbirine düşkün ebeveynlerin çocuklarının diğer çocuklara göre farklı oldukları yönler ele alınıyor falan, işin özeti şu ki birbirine uygunluk denen şeyin ön koşullardan çok yoğun bir çabayla kazanıldığı ilişkiler uzun sürüyor ve doyurucu oluyor. Yaş meselesi de var, onu geçiyorum.

Saçmalık çağımızın mutluluk kaynağı olabilir, son bölümün konusu bu. Bir çuval para harcayarak kendi gitarımızı yapabilir, en kısa sürede en çok hamburgeri yeme şampiyonu olabiliriz, bunlar bizi mutlu eden şeyler olabilir. Kendimize özgü bir şeyler yapmak yani, bizi yanılgıya düşmeden mutlu eden şeyleri bulmak. Eh, başarırsak yırtıyoruz işte.

Algan Sezgintüredi çevirisi. Bazı cevaplara ihtiyacınız varsa buraya bakınız.

2 Şubat 2020 Pazar

Memet Fuat - Gölgede Kalan Yıllar

"Piraye öldü. Dün gece. Kaçta bilmiyorum. Bir iki kaşık süt içirmeye çalışıp başaramadığımızda saat yediyi biraz geçiyordu. Yan çevirip üstünü örttük. İki gündür gözlerini açmıyor, hiçbir şey yemek istemiyordu. Sürekli uykuda gibiydi." (s. 7)

Nâzım Hikmet'in şiirlerini saklayan, kimselere vermeyen, çoğaltılmadığı sürece Aziz Nesin'e bile vermekten imtina eden Piraye'nin ölümünün ertesi günü, oğlu Memet Fuat anılarını yazmaya başlamış, iki yıl boyunca çalışmış ve anlatacağı daha pek çok şey varken yazdıklarının yettiğini söyleyip bitirmiş. Memet Fuat'ın edebiyat dünyamıza kattıkları malum, toplumcu gerçekçi kanada yakınlıktan ötürü yazdığı öyküler ve şiirler gündelik problemlere ağırlık veriyor, bunun yanında yayıncılığı ve eleştirmenliği -bana göre- daha önemli. Ne yazık ki anılarında bu uğraşlarına pek yer vermiyor, daha çok Erenköy-Göztepe-Altunizade üçgenindeki eski zaman insanlarına ve köşklerine değiniyor, kendi çocukluğuna ve gençliğine yükleniyor, çağrışımlardan yola çıkarak geçmişi inşa ediyor. Tabii bu geçmişte uğruna onca şiir yazılan, doludizgin bir aşkı bir yere kadar, her şeye rağmen sürdüren Piraye'nin ağırlığı var, anne olarak oldukça sevecen, çocuklarına düşkün bir kadın, öte yandan Fuat'ın incelikle anlattığı Nâzım Hikmet'in Piraye'si aşkına sadık, eşi Çankırı'da ve Bursa'da hapis cezasını çekerken elinden geleni yaparak eşini yalnız bırakmayan bir kadın. Çankırı'da ev tutuyor, insanların söylediklerine kulaklarını tıkayarak sevdiği adamı görmek için yüzlerce kilometre yol gidiyor. Utanırmış Piraye, Nâzım Hikmet'in coşkunluğuna sahip değilmiş, herkesin içinde sarılıp yakınlaşmak istemezmiş. Uyumsuz gibi duruyorlar, aşk sürdüğü müddetçe bu uyumsuzluk çekicilikle birmiş ama sonrasında başka kadınlar ortaya çıkınca, Nâzım Hikmet'in de salıverilmesi gündeme gelince bir mektup ayırmış ikisini. Mektupta artık bir araya gelmelerinin mümkün olmadığı yazılıymış, Nâzım Hikmet'in yeğeni, değerli çevirmen Rasih Güran ağlayarak getirmiş mektubu. Piraye soğukkanlılıkla karşılamış ayrılığı, zaten bir gün ayrılacaklarını, aldatılmalara daha fazla katlanamayacağı bir zamanın geleceğini bildiğini söylüyor. Sonrasında Nâzım Hikmet'in barışma çabaları olmuşsa da Piraye için biten bitmiş, geriye dönmek mümkün değil. İlk evliliğini on beş yaşında yapan, iki çocuk doğuran ve on yedisinde kocasının kendisini bırakıp gitmesiyle hayal kırıklığına uğrayan Piraye, ikinci hayal kırıklığından sonra hayatına kimseyi sokmamış bir daha, Nâzım'dan sonra bir daha kimseyi öyle sevemeyeceğini söylemiş ve yalnızlığa çekilmiş.

Memet Fuat hatırlıyor, 1995'ten 1920'lerin Kadıköy'ü pek parlak, güzel gözüküyor. Küçükyalı'da oturuyorum ben, anlatılan yerlerde birçok kez bulunduğum, boş zamanlarımda sokak sokak gezdiğim için gözümde canlandı her şey. Ethem Efendi'deki köşk otuz dönümlük arazi üzerine kuruluymuş, bir ucu istasyona yakın, diğer ucu bugünkü Bağdat Caddesi'ne bakıyor herhalde. Muazzam büyük bir alan, komşu köşklerle birlikte dev bir yeşilliğin içinde birkaç binadan başka bir şey yok. Hatırlayamadığım pek çok yazar bu yakanın o zamanlarını anlatmıştır, şimdi hatırladığım iki metin: Melih Cevdet Anday'ın Aylaklar romanı, bir de Peride Celal'in bir romanı, neydi o? İnsanlar sahile inip denize girerlermiş, Pendik'e kadar sahil varmış, müthiş bir şey. Sonra parsel parsel satılmış tabii bu arsalar, önce başka köşkler belirmiş, sonra bu köşkler de yıkılıp koca koca apartmanlar dikilmiş. Numunelik birkaç köşke rastlayabilirsiniz, daha çok üst taraflarda. Erenköy Fizik ve Tedavi Hastanesi'nin bahçesinde bir tane var, über süper lüks bir iki sitenin bahçesinde de duruyor öyle, cıvık bir beyaza, kırmızıya boyanmış, geçmiş zamanın güzellikleri berbat edilmiş. Zevksizlikte çığır üstüne çığır açıyoruz, malum. Neyse, Fuat'ın dedesi Mehmet Ali Paşa'nın anılarda aslan payı var, köşkün sahibi olarak hemen her yere burnunu sokan uçarı bir adam. Torunlarını o kadar seviyor ki Fuat'ın aşırı kilo aldığı bir dönemdeki zayıflama çabalarına karşı çıkıyor, torununa yedirdikçe yedirmek istiyor ve istediğini yapamayınca onca orduyu yönettiğini ama bir çocuğu yönetemediğini söyleyip torununu kovalamaya başlıyor. Matrak bir adam. Oğulları, kızları, hepsi ayrı bir alem. Kimin kim olduğuna pek girmek istemiyorum, o kadar çok insan var ki işin içinden çıkamam, çok önemli olaylara değineceğim sadece. Bir iki detay vereyim ama, o dönemdeki çoğu aile birbirini tanıyor, İstanbul o zamanlar küçük bir yer, dolayısıyla ailelerde pek gizli saklı olay olmuyor. Piraye'nin ilk eşi Vedat Örfi Bengü çok yönlü bir adam, yazarlığı var, müzisyenliği var, yönetmenliği var, yerinde duramayan biri. Paris'e gidiyor ve başka kadınlarla takılmaya başlıyor. İlginç bir şey, Vedat Örfi'nin Mısır sinemasının kurucusu olduğu yazılıp çizilmiş bir zaman, Mısır'a geçip orada birkaç film çekmiş, tekniği öğretmiş sanırım. Neyse, kadınlarla olan mevzu hemen duyuluyor tabii, Piraye dört yıl bekledikten sonra ümidi kesip babasının evine dönüyor, talipleri çıkıyor ortay. Sonra Nâzım Hikmet'le tanışıyor ve hayatı bir kere daha değişiyor. Cihangir'deki evde yaşamaya başlıyorlar, Nâzım Hikmet sinema sektöründe çalışıyor o yıllarda, hapse girmeden önce. İpek Film için film çekiyor, seslendirme yapıyor, Shakespeare'den çeviriler yapıyor falan, ekmeğini sinemadan kazanıyor yani. Erenköy'deki köşkte de filmler çevriliyor haliyle, Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere pek çok sanatçı gelip gidiyor eve. Bu dönemin anıları çok hoş, yokluklar içinde bir şeyler yapmaya çalışan insanların mücadeleleri. Köşkte çalışanlar, çalışanların çocukları, komşular, komşuların çocukları derken kadro genişledikçe genişliyor, nehir anı bu. Bir iki mesele tekrar tekrar ele alınıyor dolayısıyla, kronolojik bir yapı yok.

Abdülhamid bahsi ilginç. Dede ketum, pek bir şey anlatmıyor, kardeşinin padişah damadı olması dolayısıyla ülke dışına çıkarıldığı zaman da pek bir tepki vermiyor. Dedesinin Abdülhamid'e dair anlattığı tek bir anı var, o da ekmeğe zam yapıldığı zaman Abdülhamid'in odasında döne döne uyuyamadığı. Bunun yanında açıktan bir övgü veya yergi yok. Atatürk'le ilgili de aynı durum söz konusu, doğrudan bir söz, bir şey yok. Cumhuriyet ilan edildikten sonra pek bir şey yok, Fuat anlatmıyor en azından. Tek bir nokta var, mimariyle ilgili bir meselede yeni çıkan bir kanuna uymuyorlar, sorunu tanıdıklarıyla hallediyorlar, sıkı ilişkileri var kısacası. Nâzım Hikmet'le ilgili meseleye güçleri yetmiyor tabii, Fevzi Çakmak'ın kızından yardım istiyorlar, ağır hasta olan ve kızını çok seven Fevzi Çakmak mevzu açılır açılmaz çıkıp gidiyor odadan, kızını dinlemiyor. Çok sonraları yurt dışından yükselen protestolara yurt içindeki sesler de karışıyor da o şekilde serbest kalıyor Nâzım Hikmet, bir süreliğine tabii. Tekrar hapse girme tehlikesi ortaya çıkınca Refik Erduran'ın yardımıyla Rusya'ya kaçıyor, iyi de ediyor. Başka bir ilginç mesele, Yahya Kemal hakkında kötü bir şey söylemiyor ve söyletmiyor Nâzım Hikmet, Galata Köprüsü'nde tek başına eylem yapan annesini görmezden gelen şaire duyduğu saygı büyük. Annesiyle Yahya Kemal arasında bir şeyler yaşanmış, Yahya Kemal evlilikten son anda vazgeçmiş diye hatırlıyorum, yanlış olabilir.

600 sayfa boyunca geçmişin bir muhasebesi tutuluyor, şahane. Memet Fuat'ın okul yılları, üniversite yılları, Nâzım'la geçen zamanları, askerlik dönemi derken kişisel bir tarihin en parlak anlarına şahit oluyoruz, pek hoş. İlgilisi mutlaka okumalı.

1 Şubat 2020 Cumartesi

Samuel Beckett - Proust

Metnin çevirmeni Orhan Koçak'ın sunuş yazısında şunlar var: Beckett bu metni 1930'da yirmi dört yaşındayken yazmış, Paris'te öğretmenlik yaparken. Metnin sipariş edilmesinden yazılışından sonrasına kadar geçen sürenin kısaca incelenmesi var sonra, Beckett metni yazarken metnin basılıp basılmayacağından emin değilmiş mesela. Yeni tanıştığı Joyce'un isteğiyle yazdığı Joyce hakkındaki yazıda izlekler ve biçimlerle daha çok ilgiliyken, kısacası meselesini olabildiğince dağıtırken bu metinde sadece Proust'a odaklanmış, Proust'un üslubunun dışarıda, daha ötede bir noktaya odaklanmayı engellediği seziliyor, Koçak'a göre Beckett metnin başlarında Kayıp Zamanın İzinde'ye belli bir mesafede durarak anlatıyı değerlendirirken sonlara doğru hayranlığını gizleyememiş. Proust hakkında önceden çıkan yazılara pek gönderme yok, Gide, Cocteau, Anatole France gibi yazarların değinilerine yer verilmemiş. Beckett'in minimalist üslubunun izlerini bu metinde bulamıyoruz, Koçak'a göre "allamelik" yapıyor Beckett, dolaşımdan çıkmış ya da hiç anlamı olmayan sözcüklere düşkünlük metnin tamamında görülebiliyor. Bunun yanında Proust'un üslup sorunu değil, bir görü sorunu taşıdığını söylerken kendisinin gelecekteki üslubuna biçilecek payeyi de önceliyor gibi gözüküyor, esinlenmenin küçük bir izi. Beckett kendi yazdığı kitaba notlar düşmüş, "ucuz, parlak bir felsefi jargon" kullandığını belirtmiş, "travmatik zamansallık" mefhumunu açabilmek için kendi edebiyat kuramını oluşturmaya dönük bir uğraş. "Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışı" için -Koçak'ın deyişi bu, Tanpınar'la Proust'un Bergson kaynağından beslenmelerine binaen- Bergson'a uğruyor Koçak, yanlış hatırlamıyorsam Proust pek de iyi bir Bergson okuru olmadığını söylüyordu, akrabalık bağlarından ötürü belli bir sıklıkla görüşmeleri, ettikleri sohbetler Proust'un fikirlerini biçimlendirmiş olabilir tabii. Bergson'dan ayrı düştüğü noktaları anlattığı bölüm bir yana, anlatısının "Bergsoncu roman" olarak görülebileceğini söylemesiyle kendisini Bergson'dan pek de uzağa düşürmüyor. Beckett'in ele aldığı konulardan birini teklik (tekillik?) üzerinden değerlendirebiliriz, Beckett'e göre nesnenin belirli veçheleri herhangi bir olumlu senteze varmaz, nesne evrim geçirir ve sonuca vardığında vakti geçmiştir bu sonucun. Proust'un metninde bir özne-nesne ayrımından bahsetmek son kertede biraz zor, elbette anlatıcının özneliğinden bahsedilebilir ama nesneler yol açtıkları anlatı parçalarından sonsuz bir akışı sürdürürler, anlatı bu akış üzerinden sürüp gider, öznenin özne olarak değerlendirilebileceği tek nokta bu akışı nereye bağlayabileceğine karar vermesidir ama bu bağ ne ölçüde anlatıcının/Proust'un elindedir, özgür iradenin muğlaklığında bir fikir belirtmek zor. Burada sadece bir anlatma itkisinden bahsedilebilir belki, Proust büyük anlatısının sonunda metnini tamamlayabileceğinden şüphe duyduğunu, uzunca bir süre bu şüpheyle boğuştuğunu söyler, ağır hastadır ve anlatacaklarının bitmediğini sezdirir, bir yaşamın tek bir nefeste anlatılması gibidir onun eylemi, soluk almasını giderek güçleştiren hastalığını bir anlatı biçimi olarak kullanmış gibidir, soluksuz bir almaşıklık, tek hamlede boydan boya geçilen bir hayatın taşıdığı her şeye dokunma çabası.

Beckett, Proust'un zaman algısına odaklanıyor en başta, Proust kuracağı yapının iskeletini anlatının bir noktasında ele alıp neden-sonuç ilişkilerini ayırma, sıraya koyma ediminden ayrı düşmesinin sanatçının olumsuz bir konuma yerleştirileceğini düşünür ama edebiyatın bütün kurallarına rağmen metnini istediği gibi kurar. Anlatıda Zaman'da yer alan nesneler büyük bir köke bağlı olan mikro zamanlar olarak tekrar belirir, doğrudan bir çağrışım ve canlandırma aracı olarak belleğin kullanımının kontrollü bir sahteliğe yol açacağını düşünür, oysa tek bir gerçek ve tek bir yeterli canlandırma tarzı vardır ve bu denetim dışındadır, bilincin uzanamadığı bir noktadan doğar bu gerçeklik, sadece takip edilebilir, kontrol edilemez. Gelecek de bu gerçekliğin bir parçasıdır, anlatıdaki öte zamanlar bir şekilde gerçekleşmiş, anlatılmayı beklemektedir. Albertine'in kaçma olasılığını kaçışından ayıramamak bunun bir örneğidir, anlatıcı bütün olasılıkların anlatısını tek bir anda birleştirip kurgusunu bu yoğunluk üzerine kurmaktadır. Beckett, Marcel-Albertine ilişkisi üzerinden özne-nesne ilişkisine kapı aralar, bu konuda önemli bir cümle: "En iyi olasılıkla, Zaman içinde gerçekleştirilebilecek şey (Zaman'ın verebileceği şey), ister Sanat'ta ister Yaşam'da, ancak parça parça, bir dizi kısmi ilhak yoluyla elde edilebilir - asla bütünsel olarak ve bir anda değil." (s. 27) İlhaktan kastı zaman parçalarının manipüle edilerek âna tıkıştırılması olarak görüyorum, öte yandan bu bir travmatizasyon sonucu olarak ortaya çıktığı için Beckett'e göre "Proust'gil kötümserlik" olarak görülüyor. "Bellek ve Akışkanlık, Zaman kanserinin yüklemleridir." (s. 28) Bu iki ögenin metin üzerindeki etkilerine bakıyoruz, dünyanın her gün bir kez daha yaratılması gibi yaşam da art arda gelen, aynıymış gibi görünen ama tekrar tekrar yaratılan alışkanlıkların toplamıyla yaratılır, her günün aynılığı defalarca gerçekleşen uyuma, uyanma, kıskançlık gibi duygular üzerinden, François gibi karakterlerin karikatürlüğü vasıtasıyla dile getirilir, anlatıdaki temel kötümserliği en çok besleyen olgu bu durumun yol açtığı kırılma anlarında yaşanan duygulanımın anlatıcı üzerindeki olumsuz etki olarak görülebilir. Mutsuzluk demeye de elim varmıyor, anımsamadan kurtulamamanın ve bu kurtulamayıştan beslenmenin yol açtığı tatminin döngüsünden kaynaklanan kötümserlik, ne kadar kötümserlikse. Bunun pek çok örneğine rastlayabileceğimizi söylüyor Beckett, anlatıdan örnekler veriyor, ayrılık acılarına değiniyor, Albertine'in arazi olmasından yola çıkarak anlatıcının hissettiklerini irdeliyor, yitirilmiş Cennet'e kadar vardırıyor işi.

Anımsama. Proust'un zayıf bir hafızası olduğunu söylüyor Beckett, bu yüzden algı parçalarına yol açan her bir ögenin sıkıca tutulduğunu, dikkatsizlik sırasında kaydedilenlerin kurmacaya doğrudan sokulduğunu belirtiyor. Proust'un belleği bir "çamaşır ipi", asılanlar dışında asılabilecekleri ve asılanları da hissediyor. Çok sayıda benliğin defalarca kurduğu anlatılar bir şekilde bir araya gelerek metni oluşturur, kasıtsız bir biçimde. "Yapıtı bir kaza değildir, ama kurtarılmış olması kazadır." (s. 37)

Zaman, Alışkanlık ve Bellek üzerinden bir Proust okuması, üstelik Beckett'in kaleminden. On numara.

30 Ocak 2020 Perşembe

Zeynep Altıok Akatlı - Gölgesi Yıldız Dolu

Armağan. Altıok'tan geriye ne kaldıysa. Mektuplar, fotoğraflar, Altıok'un öğrencilerinden arkadaşlarına kadar pek çok insanın anıları, küllerden geriye ne kaldıysa. Metin Altıok'un kızı Zeynep Altıok Akatlı'nın hazırladığı bu metin, Şair'in yaşamına açılan genişçe bir pencere.

Son bölümde Sivas Katliamı'nın ardı detaylarıyla anlatılmış, çok değinmeyeceğim. Göstermelik birkaç hapis cezası verilmişti, ardından dava düştü, hapistekiler salıverildi, ceza alması gerekenler alttan alta kollandı, anma etkinlikleri biber gazlarıyla sabote edildi, pek çok rezillik yaşandı kısacası. Kimin söylediğini hatırlamıyorum şimdi, biri, "O gün devlet orada yoktu," diyor. Devletin orada olup bir köşeye çekildiği en acı olaylardan biri bu, dönemin politikacılarının demeçleri insanlık suçlarının bir derlemesi gibi, korkunç. Bu devlet kendi evlatlarına kıyım kıyım kıydı, kıymaya devam ediyor, dehşetlerle dolu bir dünyada insan kalmaya çalışanlara selam.

İnsanların Metin Altıok hakkında söylediklerine odaklanacağım.

Meral Altıok, kız kardeş. Aile hakkında birkaç şiirden birkaç parça var, Meral Altıok'un söylediklerinden çıkardıklarımızla Şair'in çocukluğuna dair bir şeyler bulabiliriz. "Günlerdir birlikte yaşadığımız mutlu bir çocukluk anımızı hatırlamaya çalışıyorum. Üzgünüm ama bulamıyorum. Biz hiç çocuk olmadık. Ağbi-kardeş hiç oynamadık. Biraz aramızdaki yaş farkından, biraz annemiz yüzünden. Kısacası, mutsuz bir ailede, hüzünlü bir çocukluğu paylaştık seninle." (s. 21) Metin Altıok orta üçe giderken tavan arasındaki odayı vermişler ona, yukarıda kendine bambaşka bir dünya yaratmış. İlk resimler, ilk şiirler orada şekillenmiş. Böyle bir çocukluğun benzerini yaşayanlar kendilerine bir alan, bir uğraş, dünyadan bir şekilde çıkartan biricik bir yol bulur, bulmuştur. Altıok'un daha çocukken sevgisizlikle tanıştığını anlıyoruz, hatırlanan bir acı var, sonrasında Şair'in yaşamı karanlığa boğulduğu için bu anının her an yeniden yaratıldığını, yaşatıldığını söyleyebiliriz.

Sedat Hindioğlu. Camus, Kafka, Sartre okumuşlar, Huxley'nin distopyalarına odaklanmışlar, Neruda, Baudelaire, Lorca okurlarmış, bunun yanında Altıok'un Ezra Pound'a ve T. S. Eliot'a ayrı bir düşkünlüğü varmış. Edebiyat öğretmeni Belkıs Zincirkıran ve resim öğretmeni Şeref Bigalı, Altıok'un yeteneklerini keşfetmişler ve Şair'in çalışmaları konusunda cesaret vermişler. Ertam Özen'in anlattıklarına göre lisedeki tiyatro oyunları Altıok olmadan olmazmış. Bostanlı'daki tek balıkçı kahvesinin bir köşesini kitaplık haline getirmişler, şiir okuyup tartışırlarmış orada. Dernek bir bakıma, birbirlerini besleyen arkadaşların oluşturduğu bir oluşum. Altıok Ankara'ya gidene kadar birlikte zaman geçirmişler, sonra yollar ayrılmış. Abdullah Nefes otuz yıllık tanışlıklarını dönemlere ayırarak anlatıyor, Altıok'un Bingöl yıllarından bahsederken Altıok'un taşra yaşamından hoşnut olmadığını, üstelik resmin peşini bıraktığını söylüyor, resim Altıok'un peşini bırakmamış olsa da. Kültürel çoraklığın orta yerinde şiire sığınmış Şair, Ankara'ya on saatlik mesafede. Dağda bir pars iskeleti, orada ne işi varsa parsın. İntihar provaları, votka, şiir. Alkol bağımlılığı yüzünden/sayesinde erken emeklilik, ardından Ankara günleri. Ahmet Erhan, Behçet Aysan, birçok arkadaşla şiir konuşulan günler. Ankara-İstanbul yolculukları, Mustafa Irgat'ın, dolayısıyla Mina Urgan'ın Moda'daki evlerinde Turgut Uyar, Tomris Uyar, Füsun Akatlı. Ayrılıklar, Altıok'un memleketine yakın bir yerde öğretmenlik için başvurusu, dönemin hükümetinin Bingöl'e çıkardığı tayin, sonrası kavaklar. Oruç Aruoba'nın fakülteden arkadaşı Altıok, sofralardaki muhabbetler: Füsun Akatlı'nın DTCF'den atılışı, Nusret Hızır'ın gariplikleri, Bilge Karasu'yu Bölüm'e sokma entrikaları. "Metin'in -ve daha ılımlı olarak- Füsun'un kendilerine özgü Marx'çılığı ile benim 'ultra-burjuva' Nietzsche'iliğim tokuşurdu, rakı kadehleriyle birlikte; ama, öyle ahım-şahım bir anlaşmazlık oluşmazdı pek." (s. 58) Altıok'un şiir yazdığını bilmiyorlarmış o yıllarda, daha çok resimleri biliniyormuş ki Ankara'da sergi açmış Altıok, şairliği 35'inden sonra.

Ahmet Say'ın tanıklıkları çok önemli. Fazıl Say'ın babası olan Ahmet Say, Altıok'un bir büyüğü ve yakın arkadaşı. Amme İdaresi Enstitüsü'nde çalışan -zamanla bu çalışma tavsamış, Altıok'un memuriyet yaşamı düzenli bir ölümü çağrıştırıyor açıkçası- Altıok'u Fazıl Say da anlatıyor bir yerde, Nâzım Hikmet'in ve Metin Altıok'un şiirlerini gittiği her yere götürürmüş Fazıl Say. Neyse, Altıok'un evliliğinin sallanmaya başladığı yılları anlatıyor, Şair evinden ve işinden ansızın ayrılmış, dokuz yılını geçireceği Bingöl'e gitmiş. Mektuplarında üç yıl kalıp döneceğini söylerken neden dokuz yıl boyunca orada kaldığını anlamadım, zorunluluktan sanırım. Batıya tayinle gelebilmek çok zor, özellikle felsefe öğretmenliği için bu durum daha da zor olsa gerek. Altıok ana caddesi dışında yollarının çamura bulandığı Bingöl'den ara tatillerde ve yaz tatillerinde çıkabilmiş, şiirlerini postayla göndermiş ama kitaplarının basımı konusunda işin kovalanması gerektiğini, birebir görüşmeler yapmasının zorunlu olduğunu anlatıyor. Bingöl Lisesi'nin durumunu merak ettim, öğrencileri tarafından sevilen, okula gelen müfettişlerin tanışmak için can attıkları bir öğretmenin neden başka bir liseye sürüldüğüyle ilgili bir bilgi yok. Oradan da Karaman İmam Hatip Lisesi'ne başka bir sürgün, herkes cuma namazına giderken nöbetçi olarak okulda kalan bir felsefe öğretmeni neyin şiirini, neyin resmini yapacak? "Metin, kendine eziyet etme yöneliminde olduğu için, hatta bunu biraz yaşam biçiminde dönüştürdüğünden, şiirinde de zora koşmuştur kendini." (s. 66) Zorla, kanırta kanırta yaşanılan bir yaşamdan küller ve alevler fışkırdı, yaşamın çatlağı şiirlerden.

Mehmet Taner'den, bir şairden başka bir Şair'e buruklukla dolu sesleniş: Cemal Süreya'nın ikisine de omuz verdiği bir anı, sonra Selahattin Hilav'dan şahane bir edepsizlik: Sofrada otururlarken Hilav, Bâki'den bir dize okuyor, Altıok'a dizenin hangi şiirden olduğunu soruyor. Altıok susuyor, cevap vermiyor. Hilav çıkışıyor: "Bâki'yi bilmeyen adamdan şair mi olur, sana SIFIR veriyorum" diyor, böbürlene böbürlene konuşmaya başlıyor. Konuşması bitince bu sefer Altıok kalkıyor ayağa: "Otur Selahattin, ON!" Severmiş Hilav'ı Altıok, sofraya geçilmeden önce Hilav'ı arkadaşlarına anlatmış, adama duyduğu sevgiyi göstermiş, sonra olanlar ne kadar da can yakıcı. "Bizlere, hepimize kırgın mıydı? Onu Bingöl'de unutmuştuk." (s. 72) Bu çok hüzünlü bir şey işte. Remzi İnanç haricinde değinen yok, Altıok bir gece bileklerini keserek intihar etmeye çalışmış ama ikinci eşi Nebahat Çetin Altıok hastaneye yetiştirmiş hemen, bir gece boyunca ölüm ve kaybetme korkusuyla sabaha kadar beklemiş. Altıok'un anlattığına göre yirmili yaşlarında adamlar olay çıkarıyormuş sürekli, korkunç bir okulmuş, çok zorluk çektiği belli. Bunun üzerine yalnızlık, tek başına sürdürülen şiir uğraşı, çok zor. Bunun yanında bir o kadar da güçlü, başkalarınca biraz olumsuz gözle bakılan bir yorum var, Özdemir İnce'nin Altıok'a söylediği "alaturka şiir" yorumu. Hafifsemeci bir yaklaşım gibi gözüküyor, İnce pek öyle anlatmasa da. Altıok sevmiş bu yorumu, olumlu tarafından ele almış ve şiirinin gerçekten de alaturkalık taşıdığını söylemiş. Biçim Batı'dan Doğu'ya pek çok kaynaktan şekillenmiş, içerik alaturka, o la la. İnce'nin öğretmenlik konusundaki katkılarından da bahsedeyim, İnce'nin arkadaşı Aydın Uğur'un babası Necdet Uğur o sıralarda Milli Eğitim Bakanı ama İnce meseleyi Emre Kongar'a açıyor, Emre Kongar işin tamam olduğunu söylüyor. Tamam olan yer Bingöl, Altıok'un istediği yer İzmir, Muğla. Bir anda ülkenin kuş uçmaz bir yerine yolculuk beliriyor ufukta.

Fotoğraftan kesilen Şair'in omzunda durmadan kanayan bir el var, hikâyesini bilen biri var, şimdi hatırlamıyorum kim, anlatmıyor ama. Acı dolu bir anı yine, şiire taşmış. Merak ettim hikâyeyi ama başka bir detay bulamadım.

Son bir anı, Eren Aysan'dan: "Önceden karar verilmiş... Behçet'in bütün dostları muayenehanesinde toplansın diye... O gün arkadaşları onu anacak... Kapıdan içeri girer girmez o büyük yakıcı sessizliği hâlâ hücrelerimde bile duyumsuyorum. Annem salondaki berjer koltuğun tahta koluna başını dayamış ağlıyor.. Ali Cengizkan sırtını duvara dayamış, ağzını bıçak açmıyor, Şükrü Erbaş Edebiyatçılar Derneği adına gazete için yeni bir ilan hazırlıyor; Ahmet Erhan bir sandalyeye ilişmiş; Akif Kurtuluş gözleri kıpkırmızı, yüzünü yere indirmiş, başını kaldırmıyor... Soru sormuyorum artık... Anladım her şeyi... Onu da kaybettik... Metin'imizi... Metin olmak artık çok zor..." (s. 117)

25 Ocak 2020 Cumartesi

Necati Tosuner - Çılgınsı

1980'lerden öyküler. Tamamında bir eksikliğin izi sürülüyor, en barizi şiire yakın olan son öyküde. "Özeti", bir özlemin sunumu olarak görülebilir. "Yaşanılır yazılmazlık" durumunun çatlaklarından sızanlar dize dize sıralanmış. Geceden korkuluyor, sevilenin acılarının dinmesi bir teselli olarak görülüyor, çalar saate göre sıçranan ve düşülen bir sabah ermiş, kendini yitirmişlik korkusu ayyuka çıkmış. Telefonda bir ses, mesafeleri aşıp gelen yansı. Gece ağırlaşıyor, dünyada bir başına kalmayı öğrenmeye çalışıyor anlatıcı, ömür kadar kısa ve çekilen acılar kadar uzun olan bir şeyin varlığını arıyor ama bulamıyor, biriciklik inci gibi parlıyor, acı körlüğüne yol açıyor. Gözler bitik, görmeye değer bir şey yok. "Kırk yılın sabahı" bütün ağırlığıyla çöküyor, onca zamanın vardığı nokta muazzam bir yük. Unutmak için karanlığın kollarına atılmak, kağıdın bir yüzünde yoksunluğun dile getirilmesinin yol açtığı sevinç, hele gökyüzü paylaşılıyorsa. En tunç ayrılık bile gökyüzünü farklı renklere boyamıyor, aynı mavi. Ağlanacak şeyler için ayrılan zaman, yazı bu zamana ait. Evin içini dolduran tek şey, geri kalanı boşluk. Evler bu zamanlarda bütün kapılarını açıyor, dışarısı daha az anı taşıdığı için. Sokağın hafızası kuvvetli değil, çoğu şey sokakta ve sokak tarafından unutulabilir ama evlerde köşeler var, elektrik süpürgesiyle tozları alınan köşeler, elektrik süpürgesinin temizlendiği, köşesine konduğu, biten bir işin ardından sevginin izlenebildiği köşeler. Eşikler, el ele geçilir. Dolaplarda birlikte alınan kıyafetler. Ne bileyim, evlerden bir an önce kurtulmak gerekiyor. Biri diğerinin gitmesini ister, döneceğini düşünür ama diğerinin dönmeye niyeti yoktur, yorgundur, kurtulmak ister. Dönmez. Birkaç yıl sonra belki önünden geçer de penceredeki saksıyı yerinde göremeyince bir anlığına durup düşünür, yürümeye devam eder. Farklı zamanların acısı değişmiyor da siliniyor yavaş yavaş, garip. İnsan içinde bir yerleri kurcalıyor, eli bir şeye değmediği zaman şaşırıyor, sevinmiyor veya üzülmüyor da, sanki daralıyor. Bu öykü de dar bir öykü, şiir darlığında, şiir darlığı ölçüsünde genişliğinde. "Sevgilim Öğretmenim" diyor anlatıcı, Filiz Tosuner'in gölgesi örtüyor metni. Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, çekilen acının karşısında susmaktan başka bir şey gelmiyor içimden.

"Seni Bırakmam"a bakıyorum, "Çılgınsı"nın Açıklanması alt başlığıyla isim koymanın izlenimlerine yol açılıyor. Brautigan'ın güzel bir şiiri var, şimdi şiirin adını hatırlayamadım ama çılgın bir şeydi o da, Brautigan üç dizede başlığın altını yıllar boyunca dolduramadığını anlatıyor. İsim koyulmuş ama gerisi gelmiyor bir türlü, burada tam tersi var. Öykünün yazılmasıyla birlikte isim de oluşmaya başlıyor ama her zaman olmuyor bu, bazen öykü hiçbir ismi konduramıyor kendine, yazar için okyanusu geçip bir damla suda boğulmak gibi, tam tersi de geçerli, belki de isim okyanustur. Her neyse, yoldan geçen balıkçının çın çın sesi ismi de peşinden getirir gibi oluyor ama ses kaybolur kaybolmaz anlatıcının hayal gücü duruyor, hiçbir şey gelmiyor aklına, sonrasında çınlamaları bekliyor. Öykü bitmişse de ismi olmadan yarım demektir, bu yüzden sancılı bir bekleyiş başlıyor, baş ağrıları başlıyor, doktorun tavsiyelerine uyuluyor ve nihayetinde isim geliyor: "Çılgınsı". Evdeki kedilerle, anlatıcının konuştuğu -artık her kiminse- sesle birlikte geliyor. Tosuner'in üslubunun parlaklığı bu öyküde ve diğer öykülerde biraz daha göz alıcı, sözcükler imlediklerinden daha fazlasını taşıyor, dolayısıyla yoğun bir okuma şart, yoksa öykünün bir yerinde geçen ayracın finaldeki diyalogda, öykünün son sözcüğünü neden kestiğini anlamak zor. Ayraç varsa isim de vardır, yarıda kalan hiçbir şey yoktur çünkü.

"Esmer Kim, Kim Zenci?" öyküsü. Esmer yavru bir kuş, anlatıcının evine getiriliyor. Adı henüz esmer değil. Çalı bülbülü. Kedilerden korkutan bir kuş, pençelerden uzak tutulması için kediler feda ediliyor. Kimliği belirsiz "o", anlatıcı için "biz" olmaktan çıkmaya yakın, bir kaygının izi var. "O"na söylenenlerin arasında zencilik de geçiyor, mutlu edememek geçiyor, bir adam bulmak geçiyor, biten bir şeylerin ismi konmuş bu kez. Yine de yolculuklara çıkılıyor, Esmer komşulardan birine bırakılıyor ama tatilden dönen sahiplerinin yanında şakımıyor artık, bırakıldığı için susuyor, evine geri dönmek istemiyor. Komşuda bırakıyorlar kuşu, bir süre sonra evden taşınıyorlar, Esmer'e ne olduğu bilinmiyor. Zenci'ye ne olduğu biliniyor onun yerine, yalnız biri haline geliyor. Muhtemelen. "Sonsuz"a bir bağlantı var gibi görünüyor, anlatıcı kendisinin öküzlüğünü ve develiğini belirli anı parçalarıyla sorguluyor. Vapurda bir an, öküzlük. Develik kamburluğu çağrıştırıyor, bıyıklar da o günlerde iyice görkemli olunca Tosuner'in silueti beliriyor. Öküzlüğün belirtisi de en sonda zannediyorum, karşılamaya gidilmeyen bir şey sormuyor, karşılamayan bir şey sormuyor, geceye bakılıyor bir tek. Yorumlara açık öyküler, söylenmeyenler daha bir öykü hatta.

Kalan beş öykünün pek azı aynı izleği sürdürüyor, bazılarında Kafka'nın anlatılarına yakın bir sıkıntı mevcut, bazılarıysa bir nevi yüzleşme. Erinmenin sonuçlarıyla, ertelenenlerle.

Tosuner'in öykülerinde gizlenen anlamları bulmak, acıları duymak, küçük sevinçleri yaşamak hoş bir deneyim. İyi öyküler.

23 Ocak 2020 Perşembe

Gökalp Baykal - Bob Dylan

Gökalp Baykal'ın müzisyenliği başarılıdır, 2000'lerin ortasında denk geldiğim şarkılarını sevmiştim. Akademisyenliği hakkında bir fikrim yok, o da iyidir diye umuyorum. Neyse, kendisi Bob Dylan'ın Türkiye amiri olarak anılabilir, 80'lerin ortasında ve sonunda Dylan üzerine iki çalışması ve Roll gibi önemli dergilerde yazıları var. Ben bu iki çalışmaya Kadıköy'deki çok gizli kaynağımda rastladım, biraz da kesenin ağzını açarak iki kitabı da satın aldım. Birazdan anlatacağım bu uzun metin aşağı yukarı on yıldır elimdeydi, biraz göz gezdirmiş olsaydım bu kitabın diğer iki kitabı da içerdiğini görüp para harcamazdım hiç, koleksiyoncu değilim çünkü. Koleksiyona ayıracak param yok, bir şeyleri biriktirmeyi de hiç sevmem, evi dolduran onca kitabı satacağım günü bekliyorum. Muhtemelen bina kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacağı zaman olur bu. Neyse, Baykal'ın Dylan konusunda yetkili bir abi olduğunu söylüyordum, kendisi de bir fan olmaktan çok daha öte bir yerde durduğunu söylüyor. "Dylan'ın çocukluk günlerinden başlayıp günümüze uzanan inişli çıkışlı, hatta fırtınalı yaşamını farklı ağızlardan aktarmak sıkça başvurulan bir yöntem olagelmiş. Ben de bu araştırmayı oluştururken benzer bir yol izlemekten çekinmedim. Ancak benim yaklaşımım, ağırlıklı olarak Dylan albümlerini ve filmlerini esas almak oldu; tarih şeridini albümlere dayandırarak, eserlerini yaşam öyküsünün önüne aldığımı baştan belirtmekte yarar görüyorum." (s. 10) Şairin yaşamı şiire dahil, o halde albümlerde bir yaşamın izini sürmek mümkün. İzlerin derinliğine göre elbette, Dylan'ın müziği çalkantılı yaşamıyla paralel bir şekilde değişiyor ama yaşamına dair çoğu detayı atlıyor, belki de yüzlerce şarkı arasında hayatının karanlıkta kalan bölümlerini irdeleyen şarkılar da vardır ama albümlere giremeyenler, düşünsel düzlemde kalanlar, yok edilenler bazı gizemlerin açığa çıkmamalarına neden olmuş olabilir. Baez'le yaşanan kırılma noktalarını Baez'in anlattığı kadarıyla biliyoruz örneğin, Baykal'ın metninde Dylan'ın ve arkadaşlarının Baez'le dalga geçip kadını ağlatmaları, Dylan'ın bir noktaya kadar değiştirebildiği geçmişi bir gazeteci tarafından ortaya çıkarılınca kopan fırtınalar, Dylan'ın bir ödül gecesinde yaptığı sansasyonel konuşma yok, kısacası bu araştırma Dylan'ın hayatına değil, müziğine odaklanıyor. Özel yaşamın detaylarını şarkıların izin verdiği ölçüde görebiliyoruz. Daha iyi, böylece Dylan'ın köklerinin uzandığı kaynaklara ve müziğinin katettiği yola odaklanabiliyoruz. 

Aslında Dylan'ın yaşamını I'm Not There süper anlatıyor. Woody Guthrie'nin faşistleri öldüren gitarıyla oradan oraya yolculuk yapan küçük çocuk, Rimbaud, eş, baba, orada olmayan onca kimlikten sadece birinin gölgesi görülebiliyor, uçucu bir varlığın ardında bıraktığı izler belli belirsiz, sadece şarkılar somut, şarkıların ötesinde her şey akışkan. Dylan'ın benimsediği herhangi bir fikir yok. Folk tuttuğu için başlarda folk müzisyeni ama en başından beri rock'n'roll yapmak istediğini söylüyor. 60'ların protest gençliği şarkılarını meydanlarda hoparlörlerden dinlerken herhangi bir politik görüşünün olmadığını, anlık duyguları yakalayıp şarkılarına tıkıştırdığını anlatıyor, buna benzer pek çok sözü var. Ne yana çekilirse ters yana gidiyor, istediği gibi yaşamak, çalmak ve söylemek istiyor, tek istediği şey bu. Hristiyanlık temalı üç albümünde, bu üçlünün öncesinde ve sonrasında yaptığı albümlerde bu görüşünün hayata geçmiş biçimlerini görebiliriz, düşüşe geçtiği 80'li yıllardan tekrar yükseldiği 90'lara, yaşanıp yaşanmadığı kimilerince şüpheli olan motosiklet kazasından Baez ve Susan'la yaşadıklarına kadar hayatındaki pek çok olay, pek çok dönem şarkılarının biçimlerini, uzunluklarını, enstrümantal ağırlıklarını etkilemiş, müziğe bir iş gibi yaklaşmış olsaydı işi formülize edip aynı formatta albümler yapabilir, geçmişin silik bir figürü olarak varlığını sürdürebilirdi ama Dylan'ın en gölgedeki albümünden en iyi albümüne kadar tüm albümleri iyidir, Dylan kendi kendini tekrar etse bile iyidir, zira Dylan'ın kendisi sürekli yenilenen, değişen bir kaynaktır. Bunu kendisi de dile getiriyor, şimdi beş yüz sayfayı tarayıp bulamayacağım ama şuna benzer bir şeyler söylüyor işte: "Kimseyi dinlemedim, bazı şeylerin yanlış olduğunu bile bile yaptım, bazen yanlış yapmak doğrudur." Uydurdum ama onun sözlerine benzedi. Burnunun dikine gittiği için sahnede rezilliğe varan performanslar da sergilemiş, binlerce insana tek bir ağızdan şarkılar da söyletmiş Dylan, hatta konserlerdeki şu çakmak, telefon ışığı olayı ilk kez bir Dylan konserinde yaşanmış. Bir balad, ışıklar sağa sola sallanıyor. Hangi şarkıyla başladı bu gelenek acaba, "Idiot Wind" mi? Yakışırdı. Dylan'ın en kişisel şarkılarından biri. Çok hüzünlü bir kopuşu anlatıyor, majör akorlarıyla minör duyguları taşıyor, öyle bir şey.

Baykal'ın kısa bir değerlendirmesi var başta, Dylan'ın müziğinin dört ana kaynağı olduğunu söylüyor: Yankee, Southern Poor White, Cowboy ve Black. Göçmenlerin müziği günümüzde bile dinlediğimiz türleri yarattı, kuzeylilerin şarkıları daha çok doğayla girişilen mücadeleyi, insanın doğa karşısındaki konumunu anlattı, Dylan da bunları alıp kendi zamanının ruhuyla birleştirerek bir üst seviyeye taşıdı denebilir. Baykal her bir albüm için ayrı bir bölüm oluşturmuş, bu bölümlerde hem albümle, hem de albümün hazırlanışı sırasında Dylan'ın yaşadıkları ve düşündükleriyle ilgili röportajlar var, onlardan birkaçında Dylan geleneğin içinde yetiştiğini, zamanının müzisyenlerini pek dinlemediğini ve çocukluğundan beri Little Richard'a özendiğini söylüyor. 1980'lere doğru elektronik müziğin ağırlıklı olarak kullanılmaya başlanmasından pek memnun değil, bunun doğallığı öldürdüğünü söylüyor. Dylan'ın albümlerini kaydetme biçimi ilginç, tek başına çalıp söylediği albümlerin dışında müzisyenleri stüdyoya topluyor, hemen hiç prova almadan şarkıları çalmaya başlıyor ve müzisyenlerin kendisine ayak uydurmalarını bekliyor. Genellikle kusursuz olarak çaldıkları ilk seferi kaydediyorlar ve üzerinde pek oynamadan albüme koyuyorlar, bir albümdeki gülüşme seslerini hiç atmamışlar örneğin. "One More Cup of Coffee"nin ilk nakaratındaki arızayı da olduğu gibi bırakmış mesela Dylan. Tamamen analog, doğal bir sound -Baykal buna "seda" diyor, bence hoş bir karşılık ama yaygınlaşmadı, bu yüzden de tutmadı" istiyor, bu yüzden biraz zor bir adam. Yapımcıların, diğer müzisyenlerin isteklerine genellikle kulak tıkıyor, gerekirse sert tartışmalara giriyor ve bildiği yoldan sapmıyor. 

Hayat hikâyesine ve albüm süreçlerine değinmeden birkaç ilginç hadiseyi aktararak bitireceğim. Araya bu kitapta yer almayan birkaç şeyi de alayım.

* 1956'da liseden sınıf arkadaşlarıyla birlikte müzik yaparken okulun müdürü gelerek mikrofonunun fişini çekiyor. Baykal, okul müdürünün Dylan'ın ilk eleştirmeni olduğunu söylüyor, güldüm buna. Sonradan garip aksanı, garip sesi ve garip stili yüzünden sıkça eleştirilecek olan Dylan'ın daha öğrencilik zamanlarından şerbetlendiğini söyleyebiliriz. Dünyayı takmamaya o yıllarda başlamış açıkçası. Annesinin isteğiyle üniversiteye gidiyor ama okulu bitirmeden New York'a yollanıyor. Ailesiyle yaptığı pazarlıklar sonucunda yaşamından bir yıl "koparıyor", eğer bir yıl içinde kayda değer bir başarı sağlayamazsa dönüp okulunu bitirecek ve Ortabatı'nın sıradan tiplerinden birine dönüşecek. İyi ki tutunuyor New York'ta, önce büyük saygı duyduğu Woody Guthrie'nin ailesiyle ahbaplık kuruyor, sonra büyük singer-songwriter'ın son zamanlarını yaşadığı hastaneye giderek idolüyle tanışıyor, hatta Guthrie şarkılarını Guthrie'ye çalıyor. Ardından Judy Collins'le birlikte takılmacalar, sonra hayatını değiştiren Joan Baez'le tanışması. Baez, konserlerinde Dylan'ı sahneye çıkartıp kendisini göstermesini sağlıyor. Söylediğine göre Dylan'ın ünlü biri haline geleceğini duyduğu zaman hiç inanmamış, bir garipmiş Dylan, sesi garipmiş, görünüşü garipmiş, büyük biri olacağına ihtimal vermemiş kısacası. Sonradan yürüyor Dylan ve Baez'e yaptığı vefasızlıklar bini aşıyor. 

* Donovan'la muhabbeti. Donovan'a pek hoş davranmıyor açıkçası, adamı klozete atmaktan falan bahsediyor. İlginç bir şey daha, Donovan'dan bir şarkı çalmasını istiyor Dylan. Donovan çalmaya başlıyor, ortamdaki herkes kıkırdıyor çünkü şarkının bestesi, Dylan'ın bir şarkısının bestesiyle aynı. Dylan besteyi nasıl yaptığını soruyor, Donovan eski bir folk şarkısından esinlendiğini söylüyor ama şarkı Dylan'ın. Garip bir şey.

* Bir ara Grateful Dead'e girmek istiyor Dylan, kayışı kopardığı 80'li yılların sonlarında. Oylama yapılıyor ve grup Dylan'ı almıyor, zaten neden alsın? Bu daha da garip.

* The Beatles'ın elemanlarıyla ve Eric Clapton, Mark Knopfler gibi diğer müzisyenlerle yaşadıkları da ilginç.

Bir dünya hikâye, röportaj ve yorum var kitapta, Dylan'ın şarkılarını sevenler için on numara kaynak.

21 Ocak 2020 Salı

Péter Esterházy - Kalbin Yardımcı Fiilleri

Acıyla başa çıkma yollarını seviyorum. Anlatı boyunca ilerliyor, çatallanıyor, dallara ayrılıyor, anlatıyı biçimlendiriyor, dile getirme biçimleri doğuruyor, uçsuz bucaksız bir alan yaratıyor. Biricik bir şey, genellikle zorlayıcı, okurun bir parçası yapmayan, okuru bir parçası yapma amacı da olmayan bir alan, yabancı olmaya müsait topraklar. Bizde Gökhan Yılmaz bunu yaptı, ailevi meseleleri sözcükleri parçalayarak, garip biçimlerde birleştirerek, anlamlarını bozup tekrar çatarak anlattı. Pek beğenilmedi zannediyorum, öykülerinde oyundan başka bir şey olmadığı söylendi ama buna katılmıyorum, bir metnin yansımasında kendimizi -bir biçimde/anlamda/durumda görmemek o metni iyi veya kötü yapmaz. Bir metni iyi veya kötü yapan şey metne girmek, dahil olmak olmamalı. Birgül Oğuz da bu açıdan eleştirildi biraz, onun için de aynı durum geçerli. "Yazar farklı bir şey denemiş, olmamış" türünden yorumlar mevzu bahis metinle ilgili en ufak bir açımlayıcı yorum içermediği gibi aslında pek bir değer de taşımıyor, bu tür metinlerde öznel deneyim önemli, okuma deneyimi. Daha doğrusu bir nevi anlayış. Bir acının dile getiriliş biçiminin benzersiz, farklı olması kadar doğal bir şey olamaz. Esterházy de benzer bir doğallığın -aslında bu doğallık bazı okurlarca oyunun ta kendisi gibi göründüğü için yapay, zorlama bir anlatıya yol açıyormuş gibi değerlendirilmiş, ben bunun tam tersini düşünüyorum ve acının yörüngesinden ayrılmayan anlatının bütün uçarılıklarını doğallığın tam kalbinde buluyorum- anlatısını yenilikçi bir biçimde kuruyor. Annesi bir hastanede, uzun ve yorucu bir biçimde ölen anlatıcının anı parçalarından oluşan anlatının her bir bölüm için farklı yazarların metinlerinden alıntılanmış bölümlerle genişletilmesi iyi bir fikir. Metni didiklenen birkaç yazar: Thomas Bernhard, Jorge Luis Borges, Anton Çehov, Lautréamont, Arthur Rimbaud, Georg Trakl. Böyle gidiyor, bölümlerin sonlarındaki alıntılar anlatıcıyı çiftlemiş oluyor haliyle, metinlerin adı verilmediği için bağlamı bölümlerin anlatıcısının bağlamına doğrudan eklediğimizde, anlatılanlarla alıntılar arasında her zaman doğrudan bir bağ kurulmadığı için karmaşık bir yapıyla karşılaşıyoruz, kaotikliğe varan çeşitlemeler olduğu gibi iki paralel çizginin birleşmesiyle de karşılaşabiliyoruz. Kimi okurlar bu teknikten ötürü zorlanmış, zorlayıcı bir şey gerçekten, yine de tümden bir kopuş gerçekleşmiyor, sonuçta yardımcı fiiller eklendikleri cümleyi bambaşka yerlere götürebilirler, götürüyorlar. Anlatıcının niyetine de bakalım: "Dili kullanmıyorum, gerçeği anlatmak istemiyorum ve sizlere anlatmak gibi bir isteğim de yok." (s. 6) Devamı: "Konuşmuyorum; ama susmuyorum da; buna rağmen bu başka bir şey. Temkinliyim, söz konusu annem." (s. 6) Konuşmakla susmak arasında bir düzlem, her çağrışıma açık, annenin kaybından sonra düşünülenler sözcükleşiyor ama sözcükler tamamen kaybedene ait değil, alıntılardaki kayıplardan da sözcükler var, her bir bölüm için bir katman. Mallarmé anılıyor bir yerde, dünyada her şeyin kitap olması için mevcut olduğuna dair bir söz. Bir kitap başka kitaplarla kurulur, o halde bu kitap bir yankılar toplamı olarak da görülebilir.

Annelerinin kötü durumda olduğunu bilen kardeşler, babalarından gelen telefonla birlikte toplanıyorlar. Evde olsalar iyi olur, yani o aralar, sona yaklaşılırken yani, daha fazla ertelemeden ölümle yüzleşmeliler, anlatıcı ölümü sevecek cesareti olmadığını söyledikten sonra. Bölümün alıntısı Camus'den aparma: Anne öldü, dün, patrona da söylenmeli bu, anlamsız olsa da. Annenin çocuklara duyduğu sevgi kıyaslanıyor sonra, anlatıcıya göre erkek kardeşini daha çok seviyor annesi, yine de tam olarak bilinemeyecek bir şey. Anlatıcı bu konuda bir sonuca varamıyor, varamamasının sebebine bağlanabilirse şu var: "Kız kardeşim en güzel olanımız; onda babamın narin yapısıyla annemin canlılığı var. Gerçi erkek kardeşimi kadınlar daha çok seviyorlar ama benim kadınlarım da beni. Yalız bende gereğinden fazla kişisellik var — nev'i şahsına münhasır "metin bozulması"yım. Elbet bundan çıkarılacak bir sonuç yok." (s. 10) Davranışların amaca erişmesi anlatıcı için önemli, istenci dumura uğramış gibi gözüküyor, bu durumda edimleri de çarpık, gerçi kardeşlerin tümü için aynı şey söylenebilir. Yarım yamalak anılarda bütün kardeşlerin tek bir sözcükle gülmekten çatlamaları, ardından gelen derin sessizlik ve irkilme anları ne yapacakları konusunda bir fikirlerinin olmadığını gösteriyor, eylemlerinde bir tutarlılık veya dinginlik aramamak gerekiyor. Hastanede hemşire anneden "geriye kalanı" gösterdiğinde, kendi başına soluk bile alamayan bir bedenin ölüme yakınlığı ortaya çıkınca, bedenin orasından girip burasından çıkan borulardan gelen ıslık sesleri odayı doldurduğu zaman daha da geriye gidiyor anlatıcı, çocukluklarından, gençliklerinden bahsediyor, sonra doktorun, "Ölümü de istemek gerekiyor," sözüyle birlikte âna geri dönüyor. Anne ölmek istemiyor bir türlü, yaşama sıkı sıkı tutunuyor, o durumda. Kendine geldiği zamanlarda çocuklarına bağırıyor, geçe kalmış konuşmalar yapılıyor, haykırışlar odayı inletiyor. Yaz mevsimi, her yer yanıyor, odalardan leş kokuları yayılıyor, sokağın pis ve ağır kokusu hastanenin kokusuyla birleşince iş dönüp dolaşıp Tanrı'ya kadar geliyor. Acımasız Tanrı, çaresizlikten başka bir şey sunmuyor insana. İnsan sıklıkla çaresiz kalıyor, ne yapacağını bilemiyor, uzayda kapladığı yeri dolduramıyor bir türlü, zihnini işe koşuyor en sonunda. Düşünmek, daha çok düşünmek. Babanın geçmişteki hataları, kardeşlerin hoyratlıkları, her şey yüzeye çıkıyor, itiraflar, pişmanlıklar, her şey açıkta. Cenaze için verilen bahşişlerde, mezarın başına konan çelenklerde bir amaç, kendilerini rahatlatmak isteyen kardeşler ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını düşünmek istiyorlar, bahşişi en yüklü tutanın baba olması bir suçun affının dilenmesi olabilir belki. Anne güzel bir ölü değil doktora göre, herkes öldükten sonra çirkinleşir ama güzel ölmek, güzel bir ölüm, ölü güzelliği mümkün olmayan bir şey. Herkes ölüyor, kimse güzel kalmıyor, güzelse de. Beatriz'in ayakları hâlâ sıcakmış otopsi uzmanına göre, buradan bir güzellik devşirilebilir mi? O kadar da ölü olmayan bir ölü. Yarımlık herkesi canlı kılabilir, tamamlanmamış bir veda, bir ayrılık, kopuş, artık her neyse, ayakları sıcak tutabilir, parmakları hareket ettirebilir, hatta ölü bir bedeni konuşturabilir, yapay anılar yaratabilir. Metnin ikiye bölünmesini buna bağlıyorum biraz, anne oğluyla konuşuyor bu kez. Makinelerden, borulardan ve topraktan gelen ses. "Şu cümleyi sevmezdin herhalde (çünkü patavatsız ve kendini beğenmiş): ben aklıma gelebileyim diye aklıma geliyorsun. İçimde acı yok, sadece yorgunluk, büyüyen sessizlik ve artan dehşet." (s. 59) Annenin söyledikleri bir yansıtma, kendi düşünceleri değil, bu açıdan bakarak okumalıyız. "İyi annelik" yapmamış Beatriz, bu açık bir yara olarak kalmış. Her an aşık olabilirmiş, ölüme en yakın olduğu an yaşamı da açık bir gök gibi kuşatabilirmiş. Alman askerlerinin ısrarlı tacizlerinden kurtulan, savaştan sağ çıkan annenin eşi askerlere tokat atmış, evinden atmış onları, iyi ki öldürmemişler adamı, belki de tek zaferini bu şekilde kazanan adam kumar oynamış aslında, eşi elbise dolabında düzülme korkusuyla saklanan kadın ne zaman naftalin kokusu alsa kusarmış bu yüzden.

Birileri iki saatte on kilo karpuz yiyebileceğini söyleyip bahse girmiş, kazanmış. Yabancıları sevmenin mümkün olduğu anlaşılmış, her şey rağmen. Sadakatsizlik affedilebilirmiş, babanın açık saçık mektupları bir oyunun parçası olarak görülebilirmiş, günler boyunca ortadan kaybolabilirmiş insanlar, sonra hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkarlarmış, ölüler ne kadar ağır olduklarını sorabilirlermiş, anne sormuş en azından. Anne ölümünden sonra gerçekten konuşmaya başlamış, öncesinde çocukları onu tuvalete götürürlermiş, kasıklarındaki kıllar açığa çıkınca başlar çevrilirmiş, güldürülen insan rahat rahat işeyemezmiş, çişi geri kaçarmış. Bir anne ölümden korkarmış. Bu sonuncusundan daha korkunç bir şey düşünemiyorum. Aslında bu metni okumak iyi gelmedi bana, geçen yıl ananemi kaybettikten sonra annem iyice kötüledi, sağlığı bozuldu, şimdi zorlukla yürüyor, kaç gündür hastaneye taşınıyoruz. Emre'nin yanına, Fethiye'ye gidecektim, biletleri almıştım ama gidemedim, başka zaman. Neyse, sıkı bir metin bu. Okunur gayet. Okunmalı.

19 Ocak 2020 Pazar

Ray Kurzweil - Bir Zihin Yaratmak: İnsan Düşüncesinin Esrarı

Kurzweil, İnsanlık 2.0 adlı tuğlasında -orijinal adı The Singularity is Near, Paul Allen "The Singularity Isn't Near" makalesiyle Kurzweil'ın öngörülerini eleştirmiş ama bu incelemede Kurzweil cevap vermiş Allen'a, tekilliğin yakında geleceğini söylemiş falan, bence bu ara bilgiler bir an önce sona ermeli, kapıyorum- tekilliği enine boyuna anlatıyor. Teknolojinin üstel bir hızla ilerlemesi, beynin çalışma prensiplerinin çözümlenmesi gibi olaylar bizi nihayetinde tekilliğe ulaştıracak gibi gözüküyor. Şimdi hatırlamıyorum, Kaku'nun alıntı yaptığı bir adam biyolojik bedenlerimizin evrimin halkalarından biri olduğunu ve bu halkaya orta vadede bir yenisinin takılacağını, bunun bir zorunluluk olduğunu söylüyordu. Gerçekten de ortalama 80 yıllık bir yaşam süresi giderek yetersiz hale geliyor, bir konuda kazanılan uzmanlığın işlevselliği bu gelişme hızıyla birlikte sorgulanabilir durumda. Hiç doğru olmayacak ama kafadan bir hesap yapayım, süper zeki olmayan bir insan elli yaşında alanında uzman, yan alanlarda da iyi bir bilgi birikime sahip oluyor diyelim, zihinsel aktivitelerini daha kaç yıl boyunca en üst seviyede tutabilir? Onca birikimin bir anda yok olduğunu da düşünelim. Analitik zekası muazzam ölçüde gelişmiş, yapacağı daha onlarca deney, yazacağı onlarca makale vs. olan biri ölüyor, ölümüne kadar yazdıklarının dışında başka bir şey kalmıyor geriye. Korkunç. Tekillikte hiçbir şey kaybolmak zorunda değil, Transendence'ta olduğu gibi dijital ortamda var olabilen bir beyin, birkaç beyin, öğrenmeyi ve araştırmayı sürdüren binlerce beyin müthiş bir sıçrama yapmamızı sağlayabilirdi. Kurzweil bu tür bir ölümsüzlüğü arıyor işte, seksenine gelirken günde yüzden fazla destekleyici hap alarak tekilliği görebilmeyi umuyor. Milyon dolarlar harcıyormuş adam haplara, üstelik muhtemelen göremeyecek tekilliği ama kurduğu şirketlerle yeni teknolojilerin bulunması için durmadan çalışıyor, her gün spor yaparak bedenini dinç tutuyor, kısacası zihninin hiçliğe karışacağı ânı geciktirmek için fiziksel olarak elinden geleni yapıyor, düşünsel olarak da, düşünüyor işte. Zihnimizin kuantum fiziğinden hallice olduğunu söylüyor, biyolojik benlik üzerinden yapay zekâların muhtemel benliğini kurguluyor, kişiliğin hikâyeler üretilerek bir arada tutulmasından yola çıkıyor -asıl bilinç boşlukları sevmiyor bence, fügden mustarip insanların çektikleri işkenceleri bilir misiniz, bireysel tarihin bir kısmı bomboş, hiçbir şey yok, travmatik bir olay olsun veya olmasın, orada bilinç için sağlıksız bir boşluk var ve dolmuyor, beynin lobları arasındaki bağlantıların kopmasıyla birlikte aslında gerçekleşmeyen olaylar için gerçekmiş gibi hikâyeler anlatılması da bunun bir parçası, kısacası delirtici bir şey, kapıyorum bunu da- ve hikâyeler için gereken örüntülerin nasıl imal edileceğinden bahsediyor. Elimizdeki teknolojiler, bilimde kat ettiğimiz yol bunu mümkün kılabiliyor nihayetinde, son elli yılda nörobilim resmen uçtu, eskiden beynine metal boru saplanan hastaların annelerini tanımamaya başlamaları büyük bir gizemdi örneğin, insanlar kendilerini peygamber olduklarına inandırıp, üstelik buna kendileri de inanıp kitleleri peşinden sürükleyebiliyordu, artık beyindeki hemen her arızayı saptayabilen zımbırtılar mevcut, beynin yapısı mikron mikron çıkarılıyor, neokortekste kurulan devreler fotoğraflanabiliyor falan, muazzam bir gelişme. MIT ve CalTech'in ortaklaşa geliştirdiği patch-clamp robotu sinirsel dokuları tarayabiliyor, kontrol kalemine benzeyen mikroskobik bir aletin beynimde gezinip düşüncelerimi taradığını görmek korkutucu olduğu kadar heyecan verici bir şey. Başka bir ilginç detay, neokortikal bağlantıların yapısı bir ızgarayı andırıyor. Düzenli sıralar halinde üst üste binmiş bağlantılar düşünün, çiplerdeki gibi. Nispeten yeni bir olay bu görüntüleme olayı, Kurzweil bu iki yapının birbirine oldukça benzediğini gördüğü zaman delicesine heyecanlanmıştır diye düşünüyorum.

Emily Dickinson'ın şiirlerinden bir bölüm almış Kurzweil, beynin gökyüzünden daha geniş olduğuna dair bir bölüm. Güzel bir başlangıcın ardından zekâmızın biyolojik mirasımızın çok ötesine geçebileceği fikri geliyor. "İnsan zekâsının tarihi, bilgiyi kodlayabilen bir evrenle başlıyor." (s. 1) Sabit değerlerin yanında kuantum var, oradan sicim teorisi gösteriyor kendini derken makroyla mikronun buluştuğu nokta hâlâ karanlıkta, bulunmayı bekliyor, Kurzweil evrenin ve insanın yapısına kısaca değinerek ivmelenen geri dönüşler kanununa getiriyor mevzuyu, sıçramalar halinde ilerleyen bir yapı bu. Belli kaynaklarla bir noktaya kadar ilerleyebilen bilim, paradigma değişimiyle geriye dönük bilgilerini bir üst aşamaya uyarlayıp kaldığı yerden ilerlemeye devam ediyor. Zihnin şekil tanıma teorisiyle birleştiriyor bu kanunu Kurzweil, neokorteksin basit algoritmasını açıklayıp bir sonraki aşamaya atlama hazırlıklarına değiniyor. Bu incelemede algoritmanın yasaları ele alınıyor daha çok, beynin işleyiş biçimi odakta. "Bu kitabı yazarkenki amacım, beynin ne kadar karmaşık olduğunu anlatan milyonlarca alıntıya bir yenisini eklemek değil; sizleri beynin basitliğinin gücüyle etkilemektir. Bunu yapmak için; tanıma, hatırlama, bir şekli tahmin etme gibi neokortekste milyonlarca kez tekrar edilen basit ve becerikli mekanizmaların, düşünce çeşitliliğimize nasıl yol açtığını anlatacağım." (s. 8) Dünyadaki düşünce biçimlerinin nasıl şekillendiğine dair Kurzweil'ın verdiği Darwin örneği kilit bir noktada duruyor, Charles Lyell devasa yer şekillerinin su akışıyla biçimlendiğini söylediği zaman başta alaylarla karşılaşıyor ama sonrasında görüşleri kabul ediliyor. Darwin, Lyell'ın ses getiren düşüncelerini biyolojiyle birleştiriyor, fikirlerini güçlendiriyor, gerisini biliyoruz. Türlerin Kökeni'nde Lyell'a teşekkür ediyor Darwin, tıpkı sonrasında kendisine teşekkür edildiği gibi. Einstein'ın meşhur formülünü nasıl ortaya çıkardığı da var, Kurzweil bilimin basamak basamak ilerleyişini iki örnek üzerinden anlatarak kendi fikirlerinin temellerini de göstermiş oluyor bir açıdan, hemen ardından düşünme üzerine düşünmenin temel olgularını incelemeye başlıyor. Çocukluğundan itibaren bilgisayımla zihin arasında gördüğü benzerliklere bakalım. Anıların ardışık ve sıralı olduğunu söylüyor, bunu sonradan Turing'in sıralı işlem bilgisayımına bağlayacak, ardında von Neumann'ın rastgele erişim hafızasıyla destekleyecek ve zihnin imitasyonunun teoride mümkün olduğunu söyleyecek. Bunun için örüntü tanıma teknolojilerinin geliştirilmesi gerektiğini söylüyor ki kendi şirketleri bu iş üzerinde başarılar kazanmış zaten, Siri örneğin, Kurzweil'ın ve ekibinin icadı. Siri'yi geliştirme, ses tanıma teknolojisini ortaya çıkarma aşamalarına genişçe bir yer ayrılmış, Wittgenstein'ın dil-felsefe üzerine düşüncelerinden Chomsky'nin zihin-dil kuramlarına pek çok ögenin teknolojik karşılıkları anlatılıyor. İşin özeti şu ki yapay zekâ, bilgisayımın zihinsel karşılığını olabildiğince kusursuz bir şekilde uyguluyor. Bunun için biyolojik parametrelerin yanında -DNA, gen, ne varsa hepsinin işleyiş prensipleri ele alınmış- bunların yazılımsal karşılıkları olan çalışmalar da yüklendiğinde, kısacası karma bir yapı oluşturulduğunda insanın sahip olduğu bilişsel yetilerin -örüntü tanıma, soyut düşünce vs.- bir tık üstünde işlem kapasitesine ulaşılmış. Ne hoş. Bütün bunların yanında özgür irade problemi bütün heybetiyle ortada duruyor. Kurzweil'a göre özgür irade var, tersini gösteren bütün verilere rağmen onca belirlenmişliğin, beynin karar mekanizmasının kendi kendine işleyişinin ardında kalan bölge özgür iradenin varlığı için yeterli. Rüyalar için neokorteksin boşluğu doldurması deniyor, korkunun amigdala tarafından hormonal biçimde salgılanmasıyla birlikte neokorteks bir nefes alıyor, engellenmiş davranışların baskısı için bir çıkış yolu olan rüyaların işlevini yerine getirecek yazılımın üretilmesi mümkün. Bütün teknolojik ıvırın zıvırın yanında evrimsel gelişme de varlığını sürdürüyor, yapay zekâ kodlandığı biçimiyle gelişmeyi ve değişmeyi sağlayabiliyor, böylece sabit bir olgu olarak varlığını sürdürmek zorunda kalmıyor.

Hormonlardan duyulara, etik ve ahlâki ikilemlerden geleceğin hukukuna kadar pek çok meseleyi ele alıyor Kurzweil, muhtemelen göremeyeceğimiz bir dünyanın çizgilerini açığa çıkarıyor. Çok iyi. İnsanın nereye gidebileceğini merak ettiğim için okuyorum ben, meseleye biraz olsun ilgi duyanlar için süper metin.

17 Ocak 2020 Cuma

Paul Bowles - Yükseklerde

Bowles yine bir güzel geriyor. Esirgeyen Gökyüzü'yle bu metninin arasında yirmi yıla yakın bir süre var, anlatım tekniği olarak değişen bir şey yok. Uyumsuzmuş gibi görünen bir çift, bir an önce geride bırakılması gereken ama bir türlü uzaklaşılamayan bir mekân, bir anda ortaya çıkan, ne idüğü belirsiz, okura anlatının gidişiyle ilgili pek bir şey sezdirmeseler de son bölüme kadar anlaşılamayan bir amaç doğrultusunda hareket eden karakterler, anlatıyı esas karakterleri odağa alarak onların bir şekilde çarpı(tı)lmış bakış açıları üzerinden kuran anlatıcı, bunlar yine var. Çoğunlukla Sladeler üzerinden izleyeceğiz hikâyeyi, arada odak değişecek ve çiftin hayatına giren diğer insanların bakış açıları da kullanılacak, ortaya karmakarışık bir durum çıkacak. Esirgeyen Gökyüzü'nden sonra Bowles okurken en küçük ayrıntılara bile dikkat etmek gerektiğini düşünmüştüm, bu düşünceyi ilginç bir şekilde hatırlayıp -genelde unuturum- oraya buraya notlar çiziktirdim. Benzer bir okuma biçimini tavsiye ederim, böylece anlatının başındaki bir ayrıntının finalde çok önemli bir olayın sebebi olduğu hatırlanabilir. Ya da bir adet Yeşim'iniz olacak, kitabı önceden okuduğu için, "Burada ne oldu şimdi ya?" diye sorduğunuzda mevzuyu anlatacak. Ben Yeşim'e sordum bazı yerleri, anlattı. Süper olay. Romana dönüyorum, yukarıdaki izlekler üzerinden gideceğim. Sladeler kahvaltıya oturduklarında uykulular, binecekleri gemi limana girmiş, biraz beklemeleri gerek. "Bizi hayatta olduğumuza inandıracak olan kahveyi yapan biri var herhalde diye düşündüler." (s. 11) Masanın üzerinde bir gece öncesinin yemek artıkları duruyor, kadın gemiyi kaçırırlarsa kendini öldüreceğini söylüyor, anlatı başlar başlamaz huzursuzluğa boğuluyor. Birbirlerinin sorularına cevap vermiyorlar bazen, bıkkın gibi gözüküyorlar. Mrs. Slade belgelerini unutan bir kadına on dolar verdiğini söylüyor, Dr. Slade çok yakın olan iki insanın yeri gelince tamamen kopabileceklerini düşünüyor. Slade Yıldönümü Seferi'nin yıpranan evliliği iyileştirmesi gerekiyor ama böyle bir şey pek mümkün gözükmüyor açıkçası, aralarındaki yaş farkının bununla bir ilgisinin olmadığını söyleyebiliriz, yine de aralarındaki mesafeyi göz önünde bulundurmamızı sağlıyor bu. Mrs. Slade'in on dolar borç verdiği kadının -Mrs. Rainmantle'ın- ortaya çıkmasıyla birlikte Dr. Slade'in sıkıntısı artıyor, kendisini yapayalnız hissediyor, eşinin kadınla ilgilendiğini görünce aralarında kısa bir tartışma yaşanıyor. Birbirlerinin arkadaşlarına ne ölçüde katlandıklarına dair kısa bir münakaşa, ardından Dr. Slade'in suda köpekbalığı olup olmadığını soran küçük bir kıza düşüp kendisinin görmesini söylemesi, bu tür şeyler ve üzerine Mrs. Rainmantle. Üstelik kadın İngiliz başkonsolosuyla da görüşemiyor bir türlü, üçü birlikte takılmak zorunda kalıyorlar. Dr. Slade surat asmamaya çalışıyor, keyfi kaçıyor yine de. Bu noktada kilit bir şey söylüyor Mrs. Rainmantle, Grover'ı görmeye geldiği zaman görmeye değer bir şeyler bulmaya çalıştığını söylüyor. Grover bir kenarda dursun şimdilik, Taylor ve Day'le birlikte. İsimleri yavaş yavaş öğreniyoruz, bundan böyle Dr. Slade'e Taylor, Mrs. Slade'e Day diyeceğim, isimlerinin söylenmesiyle birlikte derinlik kazanan karakterlere dönüşüyorlar, sadece bunaltılarıyla var olmaktan çıkıp mekânın darlığını, tanıklıkların aslında gerçeğin sadece bir yüzü olduğunu imliyorlar. Tatilin ikinci ayağını Puerto Farol'da geçirirlerken Taylor düşünüyor, insanların orada yapacakları hiçbir şey yok. Bekâr bir erkeğe birkaç hastalıklı orospu düşüyor, kimse kitap okumuyor, kimse hiçbir şey yapmıyor, çorak bir yaşamı sürdürüyorlar. İyice kuşatıldık böylece, sıkıntı çemberi tamamlandı.

Otel odası olayı kırılma noktasını oluşturuyor. Mrs. Rainmantle'ın kalacağı oda çok küçük, bavullarla birlikte daha da küçülüyor, kadın için oldukça rahatsız edici bir ortam. Day, kadının Taylor'la yer değiştirebileceğini söylüyor, Taylor küçük odaya geçiyor, öfkesini belli etmeden rahatsız bir uykuya dalıyor. Day ve Mrs. Rainmantle bir müddet muhabbet ediyorlar, Mrs. Rainmantle çok büyük bir ev istediğini, bunun için Hawaii'den arsa aldığını söylüyor. Zengin yani. Bu da cebe. Balkonlarının önünden birilerinin konuşma sesleri geliyor, cebe. Gecenin ilerleyen saatlerinde Day uyanıyor, odada üçüncü bir kişinin varlığını hissediyor bir anlığına, cebe. Sabah erkenden yola çıkacaklar, Day ve Taylor uyanıyor, ortalık hâlâ karanlık. El fenerini alıyor Day, eşinin kapıyı tıklatmasından sonra kalkıp hazırlanıyor, fenerin ışığını odanın içinde şöyle bir gezdiriyor, elbise askılıklarına tutuyor ve odadan çıkıyor. Ardından Mrs. Rainmantle'ın gözlerinin açık olup olmadığından emin olamıyor, sanki açık gibiydi ama kapalı da olabilir. En sonunda gözler ansızın açılıyor, karşıya dikiliyor. Cebe. Birkaç dakikalık süreçte garip olaylarla karşılaşıyoruz ve yeni bölüm başlıyor hemen, gariplik sürüyor. Day'in içinde bir sıkıntı var, eşine Mrs. Rainmantle'ın bedenine ters bir açıda duran başını, boynunun çevresine sıkıştırdığı çarşafı ve boş boş bakan gözlerini anlatmıyor, kadınla bir daha karşılaşmayacaklarını düşünüp yolculuklarına devam ediyorlar. Ertesi gün gazetede bir haber: Gran Hotel de la Independencia'da çıkan ve otelin bir bölümünü yok eden bir yangın. Agnes Rainmantle için üzüntülerin dile getirildiği gazeteyi eşinden saklıyor Taylor, kadının üzülmesini istemiyor. O sırada Day genç bir adamla tanışıyor, kötü biri olduğunu düşündürecek kadar yakışıklı, alımlı biriyle. Gazete bayiinde aradığı dergiyi bulamayan Day'i başka bir bayiiye götürmeyi teklif ediyor. Birlikte arabaya biner binmez Day'in adamın çekimine kapılacağına dair öngörüler oluşmaya başlıyor ama adamın Day'i etkileme niyetiyle hareket ettiğine dair bir emare yok, Day'i kendi yaşadığı eve götürmek için, biraz da zorla ikna ettiğinde dahi. Eve gidiyorlar, Day genç bir erkeğin aşırı lüks bir evde oturmasını mantıksız ve tuhaf bulduğunu düşünüyor, bir iki şey içiyorlar ve kısa süre sonra adam Day'i geri götürüyor, Taylor'la birlikte yemeğe davet ediyor bir de. Otel çalışanlarından biriyle konuşan Day, gencin zengin bir aileden, Sotolar'dan olduğunu söylüyor. İlk bölümün sonu.

İkinci bölümde Vero, Luchita ve Pepito'yla karşılaşıyoruz. Vero on yedi yaşındaki Luchita'yı haftalık elli dolara yanında tutuyor, haftada üç kez sevişmenin ve arkadaşlığın bedeli elli papel. Gündelik yaşamlarına şahit oluyoruz daha çok, zenginliklerle dolu bir evde uçarı yaşamlar sürüyor, Luchita Paris'teki ailesinin yanına dönmek istese de beş parasız olduğu için Vero'nun eline bakıyor, Pepito da öyle. Thorny ve Paloma da yarı arkadaş, yarı çalışan olarak ara sıra görünüyorlar. Vero bir ara ortalıktan kayboluyor, eve telefon edip Luchita'yla konuşuyor ve nerede olduğuna dair yalan söylüyor, arkadan gelen çan sesinden anlıyor Luchita, Vero'nun gittiğini söylediği yerde kilise yok çünkü. Cebe. Vero geri dönüyor, morali bozuk. Annesinin Puerto Farol'da öldüğünü, aslında onunla buluşmaya gittiğini söylüyor. Şimdi ceptekilerden ikisini çıkaralım, cebe ilk attığımız şey Mrs. Rainmantle'ın Grove'dan bahsettiği tek cümle. Diğerini demin attık, Vero'nun ölen annesiyle görüşmesi. Grover=Vero olduğuna göre, Day'la Taylor'ı da yemeğe çağırdığına göre bir işler döndüğünü anlıyoruz ama Grover'ın amacı hakkında hiçbir fikrimiz yok tabii. Aslında var, odadaki garip olaylardan ve yangından sonra kafamda birkaç ışık yanmıştı ama derinlemesine planlan psikolojik bir işkenceyle karşılaşmak sarsıyor açıkçası, anlatının geri kalanında Vero'nun annesi ve babasıyla kurduğu çıkar ilişkilerini ve Sladeler'le oyuncak gibi oynadığını görüyoruz. Anneyle baba ayrılıyor, Grover babasından ve annesinden bir şeyler koparmaya çalışıyor, hatta annesinin dileğini yerine getirip üniversiteye bile kaydoluyor ama gerisini getirmiyor bir türlü, kestirmeden gitmeye karar veriyor ama önce bizim çiftin malikâneye gelişini anlatsam daha iyi. Yemeğe oturuyorlar, sohbet ediliyor ama havada nedenini anlamadığımız bir gerginlik var. Taylor rahatsızlanıyor, yatırılıyor, Day de orada kalıyor ve uykusunda cehenneme çekildiğini görüyor, rahatsız bir uyku uyanıklıktan daha kötü geliyor, gerçeklik algısı yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Ertesi gün kocasını görmek istediğini, doktor çağrılması gerektiğini söylüyor ama Grover kadını oyalıyor, dikkatini dağıtıyor, kadın da pek kendinde olmadığı için bir türlü odaklanıp da istediklerini yaptıramıyor. Bir nevi hapisler, sadece farkında değiller. Henüz.

Anlatının sonunda ceptekilerin tamamı dökülüyor. Otel odasında gerçekten biri var, Mrs. Rainmantle'ın boynunu gerçekten kırıyor ve gizleniyor, ardından oteli yakıyor bir güzel. Vero'yu korku basıyor, Day'in kendisini görüp görmediğinden emin olamıyor bir türlü. Bir plan yapıp Day'le tanışıyor, çifti evine davet ediyor ve LSD, bali, ne bulursa yemeklerine atıyor, içeceklerine koyuyor, yavaş yavaş delirtiyor bizimkileri, üstelik Newbold virüsü diye bir virüs kaptıklarına, bu virüsün kısa süreli hafıza kaybına sebep olduğuna inandırıyor, böylece Day'in o evde geçirdiği zamanları tam olarak hatırlayamamasını açıklamak için bir yalan da burada üfürmüş oluyor. Sonunda Taylor'ı bir kamyona bindirip uçurumdan aşağı atıyorlar, Day de benzer bir sonla öldürülüyor. Bu.

Özellikle malikâne bölümü oldukça rahatsız edici, Day karşısındaki insanların uzaylı olduğunu düşünürken bir an Taylor'ın iyi olup olmadığını merak ediyor ama kabuslar geri dönüyor, gündüz vakti korkunç sanrılara kapılıyor, yardım istedikçe yalnız bırakılıyor, kendisinin de virüs kaptığı ve iyileşme sürecinde olduğu söyleniyor, böyle bir süreç, içinden çıkılamayan bir durum. Üstelik hiçbir şey bilmiyor Day, sezgilerinin yardımıyla bir başkasının varlığını hissetse de hiçbir şey görmüş değil, en azından Vero'yu ateşe atacak hiçbir şeye şahit olmadı ama Vero işi garantiye almak istediği için tayfayı toplayıp kendisini işin içinden çıkardı. Nihilist olduğu söyleniyor, doğrudur herhalde. Yaşamında pek bir şeyi umursadığı söylenemez. Çıkarları için yapamayacağı bir şey yok. Geçtiğimiz yüzyılın en nihil karakterlerinden biri olduğu da söyleniyor, bu da doğrudur herhalde.

Bowles'un en iyi romanı olmadığına dair görüş birliğine varılmış gibi duruyor, ben böyle düşünmüyorum. Hepi topu iki romanını okuduğum için bu düşüncemin de pek bir önemi yok ama en az Esirgeyen Gökyüzü kadar iyi bir roman bu. Zorlu bir okuma deneyimi sunuyor, dikkatli bir okura ihtiyaç duyuyor, daha da nasıl iyi olsun, olmasın.

16 Ocak 2020 Perşembe

David Eagleman - Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü

Nörobilim temelli kırk kısa öykü kırk farklı olasılık sunuyor, aslında çoğu tek bir olasılığın biçimleri. Neokorteksimiz sağ olsun, hikâyeleştirilip örüntüye dönüştürülen algısal izler sayesinde yaşama dair az çok bir fikrimiz var. Bilgimiz az, fikrimiz de az. Kurzweil'a göre görselliğe dönük donanımımız elde edilen verilerin tamamını işleyemiyor, gördüğümüz şeyler on üç görü çerçevesinin birleştirilmesinden oluşuyor, bu çerçevelere giremeyen veri ne oluyor, kayboluyor. Dünyanın tamamını deneyimleyemiyoruz kısacası, üstelik tek bir duyudan kaynaklanan bir kayıp bu, diğer duyuları da katarsak deneyimlediğimiz yaşamın güdükleştiğini söyleyebiliriz. Var olduğumuz dünyada yaşamıyoruz aslında. Bunlar bir yana, neokorteksimizde kronolojik sıraya dizilip anlam örüntüsü yaratan anılarımız aslında bir bütün olarak gelmeye yatkın, tek bir anı parçası işleme girerken bağlandığı diğer parçaları da peşinde sürüklüyor, bilinç bütün anları yumak haline getirip gözlerimizin önünde yuvarlıyor. Eksik ve modüler yaşamımız sona ererse ne olur? Mesela bütün anılar toptan hatırlanacağı için gözlerimizi hiç açmadan otuz yıl uyuruz, yedi ay boyunca aralıksız seks yaparız, on gün hiç durmadan televizyon açarız, her şey bir araya gelmiştir. İlk öykü bu, Eagleman öykülerinde beynimizin çalışma prensiplerini ele alarak ölüm sonrasını kurguluyor. Sadece nöroloji yok bu öykülerde, The Simpsons'ın açılış sekanslarından birinde Homer'ın gözüne girip evrenin en uzak köşelerine varan yolculuğa benzer yolculuklar var, birtakım varlıkların kurduğu evrenin bir parçasına dönüşmeye dair uydurukluklar var, Tanrı'nın evrenle ne yapmak istediğine dair çıkarımlar var, çeşit çeşit. Tanrı'nın insafa gelmesi örneğin, insanlar daha fazla acı çekmesin diye Şeytan'ı işten çıkarıyor ve herkesi cennetine topluyor. Gerçek eşitlik ilk defa hakikate dönüşüyor, komünistler inanmadıkları bir varlığın inandıkları değerleri hayata geçirmesiyle şaşkınlığa düşüyorlar, muhafazakarlar hor görebilecekleri çulsuzlar olmadan mutlu olamıyorlar, liberaller, anarşistler, herkes mutsuz, nihayetinde herkes cehennemde olduğuna dair fikir birliğine varıyor. Karşı kutbun, ötekinin olmadığı bir dünya yaşanabilir olmaktan çıkıyor, Matrix'in ilk versiyonu da benzer bir sebeple çöküyordu. Amigdalanın korku üretmesi lazım, bunun için yeterli ölçüde korkunun/kaygının olmadığı bir dünyada beynin atıl duruma geçmektense yer aldığı organizmanın yaşamını sonlandırması olasılık dahilinde, dolayısıyla beynimiz ne yapmaya muktedirse onu yapsın, beyne onu yaptıralım, yoksa içeriden havaya uçarız ve pek de bir olayı olmayan dünyaya veda ederiz. Etmeden başka bir mevzuya geçelim, yine anılarla ilgili. Ölünce belli belirsiz bir değişiklik hissediyoruz, güne başlar gibi yaşıyoruz, dişlerimizi fırçalıyoruz, işe gitmek üzere evden çıkıyoruz, bu tür şeyler. Her günkü gibi bir gün, tek fark yeni uyarıcıların olmaması. Aynı insanlarla aynı yollarda gidiyoruz, her gün aynı anıları canlandırarak yaşıyoruz, aslında minicik bir dünyamız var yani. Yaşarken de böyle. Ben dünya diye bir şey olduğunu ilk olarak askere gidince anlamıştım mesela, askerlikten öncesi her şeyin yavan bir çeşitlemesi olarak giderken o facia bana yaşamın boyutlarını gösterip beynimi yakmıştı. Neyse, yalnızlık duygusunu hiç o kadar derinden hissetmemiştik, her şey aynıydı, üstelik kendi seçimlerimizin sonucuydu her şey. Otobüs durağında bekleyen insanlardan biriyle konuşsaydık yaşamı genişletecektik, yapmadık. Gökyüzü hep aynı renkte, kartondanmış gibi kaldı, bir an olsun durup göğü izlemedik. Bir nevi cehennem bu, aynılık. Başka bir cehennem, türler basamağında iniş. Öldük, bir at olmak istedik. Özgürce koşmak, çayırlarda hoplayıp zıplamak istiyoruz. Bedenimiz şekilleniyor, at formuna giriyoruz ama beynimizi geride bırakmak zorunda kalıyoruz, at beyni insan beyninin ürettiklerini üretemediği için düşüncelerimiz yavaş yavaş kayboluyor, at olmak istediğimizi hatırlayamıyoruz, daha da kötüsü bir daha insan olamayacağımızı hatırlamak insan olarak yaptığımız son şey oluyor ama at olduktan sonra bunun pek de bir önemi yok sanırım, ölümün olduğu yerde biz yokuz yani, Antik Yunan vecizesi.

Ölmeye devam ediyoruz, başka bir düzlemde başka varlıklarla karşılaşıyoruz. Lütfedip bizimle konuşuyorlar, normalde sallamazlar. Neil deGrasse Tyson'ın seminerlerinden birinde söylediği bir söz var, insanlara en son ne zaman yolda yürürken durup da bir kuşla, bir solucanla konuştuklarını soruyor. Belki öyle varlıklar var ki bizi sallamayacaklar, bir parça sümükmüşüz gibi yanımızdan geçip gidecekler de farkına bile varmayacağız bunun. Neyse, öyküdeki varlıklar başka bir varlığın farkına varıyorlar. Evren aslında, bütün parçalarıyla evren, yaşamın sebebini de içeren. Ne ki konuşmuyor, kendisiyle iletişime geçilip geçilmediğinin farkında bile olmayabilir. "Anlam, uzamsal boyuta göre değişiklik gösterir." (s. 24) Tanrı'nın gözdesinin Shelley olduğunu düşünelim örneğin, O'nun anlamını bir yazar taşıyor. Öbür tarafta Shelley'nin etrafında melekler var, kadına hizmet ediyorlar, kadın başının az üzerinde duran bir haleyle etrafına bakıyor. Olay Frankenstein'ın Canavarı'nda bitiyor tabii, tanrılar yarattıkları varlıkları sevebilirler mi, özellikle yanlış yaptıkları veya birbirlerini yok ettikleri zaman? Tanrı'nın yalnızlığını kusursuz bir şekilde anlattığı için Shelley baş köşeye alınıyor, makul. Başkalarının yaşamlarında rol almakla birlikte anlamı oluşturanlara da bakalım, bazılarının rüyaları bazılarının gerçekliği haline gelince dünyadaki herkes birbiriyle etkileşim kuruyor, böylece gecenin yaşandığı yerlerdekiler gündüzdekilerin yaşamlarını deneyimliyor, rüya boyutunda. Ölümü kardeşi rüya, insanları birbirlerine bağlayarak onları öte tarafa hazırlıyor. Bunun da bir sonu var, başka bir öyküye bağlıyorum: "Üç ölüm vardır. Birincisi bedenin işlevini yerine getirmeyi bıraktığı zamandır. İkincisi bedenin mezara sevk edildiği zamandır. Üçüncüsü ise gelecekte, isminizin son defa telaffuz edildiği o andır." (s. 31) İsmin telaffuzunun yeterli olacağını sanmıyorum gerçi, aile ağacını çıkaran bir torunumuzun sayesinde sonsuza kadar yaşayabilecek miyiz? Sanmam, hatıralarla bir ilgisi olmalı bunun. Başka bir yaşamı etkilediğimiz ölçüde canlı kalacağız. İki yolu var bunun, biri insanların yaşamlarında bıraktığımız anılar ortadan kaybolmadan yaşamaya bir güzel devam ederiz, bu iyi. İkincisi de moleküler değişim, belki bir parçamız yıldıza dönüşebilir, gezegene de dönüşebilir, her şeye dönüşebilir. Böylece atomlarımız bilinç kırıntılarını taşıyarak masif gök biçimlerini oluşturabilir. Bir zamanlar neye ait olduklarını hatırlayamazlar ama sezerler, tıpkı bizim de zamanında çok büyük bir şeyin parçası olduğumuzu hissedip o şeyi hatırlayamamamız gibi. Bunu hisseden vardır diye umuyorum, diyelim ki deniz kenarındasınız, denize ve gökyüzüne bakıyorsunuz. İlahi, kutsal bir şeyden bahsetmiyorum, bilinçlilikten veya bilinçsizlikten de bahsetmiyorum, sadece bir durumun yarattığı histen bahsediyorum. Hatırlamamızın imkansız olduğu bir durum, önümüzden geçen vapurlar gibi orada duruyor, dile gelmeyecek bir şey. Garip.

Kırk öykü, kırkı da birbirinden ilginç öykü. Son zamanlarda okuduğum en kafa açıcı şey bu, ihtimallerin varlığı sevindirdi açıkçası, ne diyeyim, daha az kıstırılmış hissettim.

13 Ocak 2020 Pazartesi

Marion Rankine - Şemsiyoloji - Hayatta ve Edebiyatta Şemsiyenin Tarihi

Charles Dickens, romanlarında şemsiyeye 120 kez atıfta bulunmuş. Eski, yeni, büyük, küçük şemsiye, siyah veya çok renkli şemsiye, çeşit çeşit. Anlamı farklı, kurmacaya katkısı farklı, sayısız. Rankine İngilizce edebiyatta bir şemsiye kataloğu oluşturmaktan çok daha fazlasını yaptığını anlamadan önce metnini bir deneme olarak görüyormuş ama işin içine farklı coğrafyalardaki yansımalar ve sosyal yaşamda şemsiyenin sembolize ettikleri girince iş büyümüş. "Şemsiye olma hali" üzerine düşünerek başlıyor incelemeye, böylece iki yüz yıldan fazla bir süre boyunca biçimini değiştirmeden gelen -antik dönemlerdeki şemsiye benzeri nesneler incelemenin konularından biri olsa da şemsiye değiller sonuçta- bir eşyanın tabiatına neleri sığdırabileceğini gösteriyor. Haşin veya yumuşak bir şekilde yaklaşabiliriz şemsiyeye, Dag Solstad'ın Mahcubiyet ve Haysiyet'inde geçmişin kapılarını açan nesneliğin yanında, doğrudan olmasa da farklı çağrışımların peşinden gidebiliriz. Bir yerde unutabiliriz, şemsiye öylece durur. Şemsiyeyi ve unutmayı hatırlarız, Derrida'dan alıntı yaparak bir unutuşun farklı anlamlarına da eğiliyor Rankine. Edebiyattaki şemsiyelerin tamamını incelemek zor, zaten bir arkadaşı uyarmasa Madam Bovary'deki şemsiye bahsinden haberdar olmayacakmış, aramaları sırasında Flaubert bir kez olsun karşısına çıkmamış mesela. Metni şemsiyenin tarihine ve edebiyata mütevazı bir katkı olarak görmek de zor, Batı'nın eserlerinden pek uzaklaşmasa da oldukça kapsamlı bir araştırmanın ürünü olduğu için önemli. "Seçkinlik İşaretleri" bölümüne bakalım örneğin, James Smith & Sons adlı şirketin kuruluşuna, 1830'a dönüyoruz ve nesnenin seçkinliğe katkısını görüyoruz. R. L. Stevenson bir denemesinde şemsiyenin piyasaya çıkar çıkmaz bir elitlik, efendime söyleyeyim, eleganslık göstergesi haline geldiğini yazmış. Gelip geçici nesneler her ne kadar değersiz olarak görülürse de bu nitelikleri pahaları ölçüsünde değişebiliyor. Bugün fırtınalı havalarda şemsiye ölülerini yol kenarlarında sıklıkla görürüz ama o zamanlar muhtemelen tamir ettirmek üzere bir yerlere götürürdük, az sayıda üretiliyorlardı çünkü. Orta sınıf kuvvetleniyordu ve şemsiyeye rağbet ediyordu, bunun yanında işçi sınıfına istihdam sağlanıyordu, yolunacak kazların artmasıyla birlikte üretim de artmıştı, insanlar şemsiye istiyorlardı. Günümüzün otomobili gibi bir şey, statü yarışlarında şemsiye ön plandaydı. Üç bin yıldır böyleydi bu üstelik, Dickens bir yazısında üç bin yıl önce Eski Mısır ve Asur halkının şemsiye kullandığından bahsediyor. Güneşten korunuyorlardı herhalde, bu eylemden türeyen anlamlar bile başlı başına bir inceleme konusu olabilir. Mesela adamın biri güneşten korunuyor ama hasmına göre Güneş Tanrısı'na isyan ediyor, idam. Başka bir adam yağmuru engellediği, ekili alanların sıcaktan kavrulmasına yol açtığı için öldürülüyor, tanrıların yağmur yağdırmamalarına yol açtığı için. Kapalı bir alanda şemsiye açmanın uğursuzluk getirdiği söylenir, bu inancın şemsiyeleriyle birlikte yok yere suçlanan adamlara kadar geriye gideceğini düşünüyorum ve evin içinde şemsiye açıp koşturduğum günleri hatırlıyorum, salondaki avizenin cam parçasını yanlışlıkla düşürüp kırdığım için annemden yediğim tokadı düşününce, evet, buna inanabiliriz. Hükümdarlar da bu kadar şanssız olabiliyormuş bazen, kuraklığa sebep oldukları için tahttan indirilip öldürülürlermiş, sonuçta önce ekmek, sonra hükümdar. Burma'da kadim başkent Ava'nın kralına "Beyaz Fillerin Kralı ve Yirmi Dört Şemsiyenin Efendisi" denirmiş, demek ki bir süre sonra, bu kuraklık olayı zaman olgusunun anlaşılmasıyla birlikte tarih olmuş, insanlar dilediklerince kullanmışlar şemsiyelerini, hatta şemsiye kraliyetin önemli nesnelerinden biri haline gelmiş bazen. Eski Mısır'daki yazıtlarda görülmeye başlanmış bir süre sonra, gölge anlamına gelirmiş. Onca yıldan sonra Dickens'ın romanlarına zıplamış, E. M. Forster ve Roald Dahl şemsiyeye saygılarını sunmuşlar, Mary Poppins şemsiyesiyle oradan oraya uçmuş. Rankine pek çok alıntıyla örnekliyor durumu, hatta bazı hayvanların daha eşit olmasına benzer bir durumu şemsiyenin odağa alınmış biçimiyle de görebiliyoruz, alıntılardan birinde herkesin eşit olduğundan, özellikle şemsiyelilerin eşit olduklarından bahsediliyor. Robinson Crusoe'dan da bahsediliyor, çocukken benim de ilgimi çeken bir bölümde Crusoe kendine bir şemsiye yapıyordu, sanki bu aşamadan sonra değişiyordu her şey. Evini inşa etmesi, kendi ürünlerini yetiştirmeye başlaması, Cuma'yı yamyamların elinden kurtarmasına kadar gidecek olan bir süreci başlatan ayak iziyle karşılaşması, her şey şemsiyeden sonra. Sanırım, öyleydi galiba. Medeni insan şemsiye kullanır yani, ıssız bir adaya düşse bile öyle hoy hoy dolanmaz, hemen bir şemsiye imal edip uygarlığını adım atılmamış topraklara taşır. Neyse, bu olay öyle bir ses getirmiş ki konuşma diline yerleşmiş, şemsiyeye bir süre "robinson" demiş adamlar. Çok ilginç. Bunun yanında zıt çağrışımlar da türemiş, kadın haklarının ilk savunucuları ellerinde şemsiyelerle resmedilmişler, şemsiye hemen protest bir nitelik kazanmış.

Fransa'da şemsiyenin akıbeti nedir, şemsiyeyle ilgili neler yaşanmıştır, ona da bakalım. Adamlar başta hiç sevmemişler bu zamazingoyu, Balzac'a göre şemsiye "baston ile faytondan olmuş bir piç". Arabası olmayan insanların şemsiye kullandıklarına dair bir görüş yayılmış hemen, böylece statü göstergesi olarak arabalar değer kazanmış, şemsiye yerin dibine sokulmuş. Kapitalizm metalar arasındaki ilişkileri nasıl da düzenleyiveriyor, ilginç. Neyse, şemsiyeler şapkalaşmaya başlayınca yine tepkiler doğmuş ama fötr şapka yayılmış bir süre sonra, taşıması daha kolay bir eşya sonuçta. Bu tür değişimlerin kanlı bir şekilde sonuçlandığı da olmuş, İngiltere'de ilk hava tahmin bürosu kurulduğu zaman öngörülemeyen bir fırtına yüzünden gemiler batmış, büroyu kuran adam intihar etmiş, üstüne İngiltere hava durumu tahminlerini on üç yıl boyunca yasaklamış. Şemsiyenin kullanımının artmasıyla birlikte bu yenilikle dalga geçenler de çıkmış, şemsiye kullananları sınıflandırıp her bir sınıf için karikatürler çizmişler. "Göğü Delen" var bir tane, şemsiyesini aşırı bir şekilde yukarıda tutanlar için söyleniyor. "Kalkanlı" var, adı üstünde. Bu arada şemsiyesini gerçekten de kalkan olarak kullanan iki figür varmış tarihte, Kraliçe Victoria bir suikast girişiminden sonra birkaç şemsiyenin zincirli zırhlarla birlikte sıralanması emrini vermiş, böylece saldırılardan korunabileceğini düşünmüş. Diğeri Nicolas Sarkozy. Koca kafa Sarkozy 10000 sterline Kevlar kaplama şemsiye yaptırmış. Başka bir tarihi figür, JFK suikastı sırasında, güneşli havada şemsiyesini havaya kaldıran Louie Steven Witt. Mevzu hakkında deli komplo teorileri bugün bile dönüyor, bu adamla ilgili de sayısız araştırma yapılmış örneğin. Şemsiye ne iş, suikastın gerçekleştirilmesi için mesaj mı gönderdi, bir dünya uyduru.

Unutma ve unutulma faslıyla bitireceğim. İngiltere'de toplu taşıma araçlarında her yıl 80000 şemsiye unutuluyormuş, elden ele dolaşan veya çöpü boylayan onca şemsiyeyi düşününce bir nesnenin bu kadar önemli ve önemsiz olması kafa kurcalıyor. Japonlar bu unutulma işini inançlarına katmışlar hemen, loş ve eski evlerin içinde kenara köşeye atılmış eşyaların "ruhlandığına" dair bir korku var, tsukumogami denen varlıklara dönüşürlermiş bu eşyalar. Küstahlaşmış, vahşileşmiş eşyalar kendilerini hatırlatıyorlar böylece. Bir çizim var, şemsiyenin içinden insana benzeyen acayip bir varlık fırlıyor, korkunç ama şu haiku bence daha korkunç, Yosa Buson 18. yüzyılda yazmış:

"Ah kış yağmuru,
Ayışığının aydınlattığı bir gecede
Eski bir şemsiyenin gölgesi titrer." (s. 128)

Toplumsal cinsiyet, ekonomi, sanat derken şemsiyenin farklı yüzleriyle, aslında insanın da farklı yüzleriyle karşılaşıyoruz, sıkı bir metin bu. Denk gelinirse okuna.