Özen Yula etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özen Yula etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ağustos 2019 Salı

Özen Yula - Öbür Dünya Bilgisi

Dört yıl aradan sonra Özen Yula'ya döndüğümde olup biteni hemen hatırladım: Anlatıda biçimi görmeye çalışmayı bırakmayacaktım. Deprem olduğu zaman satırları kayan ve kaykılan harflerin aşikarlığı dışında arıza kalplerin herzelerinin depremlerle bölündüğünü didikleyerek çıkarmak gerekiyordu, bunları ve çok daha fazlasını hatırladım. Arıza Kalpler taslaklarda duruyor, dört yıldan sonra pek bir şey hatırlamıyorum ama o da iyiydi. İki yıl önce YKY'den çıkan bütün Yula metinlerini toplamıştım, yavaştan okumaya giriştim, sevdiğim sokaklarda yıllar sonra yürüyormuşum gibi.

İş ilk öykü. Diyaloglarla ilerliyor. Ortada bir iş var, sözlerden ibaret bir adam işe girmeye çalışıyor ve diğeri de işi anlatıyor. Unutmak ve kanıksamak hakkında birçok şey söyleniyor, yüzlerin anlamdan temizlenmesi için üst üste gelmeleri ve çizgilerinin silinmeleri gerekiyor. Kevorkyan'ın bir mikro öyküsünde benzer bir mesele vardı, etkileyiciydi. Cüzdanda fotoğrafları üst üste gelen insanların birbirlerinden ayırt edilemeyecek noktaya gelmelerine dair. Neyse, yüzlerin kimliksizleşmesi meselesi bir süre devam ediyor ve işi anlatan ses tek bir sözle işin ne olduğunu çaktırıyor: Öne kim gelirse temizlenecek, cinayete kurban gidenden intihar edene kadar herkes. İş isteyen ertesi gün erkenden geleceğini söylüyor ama diğeri iş isteyenin bilinçli olarak bir daha oraya gelmeyeceğini, bir başka zaman kaçarsız geleceğini söylüyor. Son. Konuşmalarla kurulan bir çatı, belli bir noktaya kadar süren gizem, çözülüş, iyi dilek ve temenniler, kapanış.

Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı Metrukesi: Fetret adlı öykü ad itibariyle Cumhuriyet'in ilk yılları kokuyor buram buram, günümüzdeki versiyonda Adana'daki bir pavyonun ahvalini görüyoruz. Şen Pavyon namlı bir yer, girişindeki uzun koridorun duvarlarından birinde çuval bezi asılı, diğerinde Adana'nın ışıltılı bir yağlıboya sureti var. Hikâyesini anlatıyor orada çalışanlardan biri, mekanın sahibi zamanında iki ressam tutmuş, koridor uzun olduğu için ziyaretçiler sıkılmasın diye resim yaptırmış. Biri yapmamış gerçi, içbükey, dışbükey, çeşitli bükeylerde bir ayna asmış ve karşısındaki resmi eciş bücüş bir hale sokmuş. "Pir malı" çalmış böylece, tabii resme kendi yorumunu getirdiği de söylenebilir. Her neyse, bu çok güzel: "Bu öyküden geçilince girilirdi pavyona." (s. 14) Mekana girmek için öykü geçmek/dinlemek. Girdik, konsomatrislerle tanıştık. Biri Lacan biliyor falan, hatta tashihe de girmiş ki öyküde iki sözcüğün üstü çarpılı. Biri argo, diğeri hatalı yazılmış. Bizi ilgilendiren Şengül. İstanbul'daki bir pavyon sahibi Şen Pavyon'un sahibinden bir konsomatris istiyor, içlerinden biri gidecek. Şengül günlüğüne "Buradayım" yazıyor, her gün. Bazı günler bazı harfler büyüyüp küçülüyor, aslında her gün birbirinin aynı ama adamların organları yüzünden mi o farklılıklar, belki. Patronla Şengül konuşuyorlar, yazdığı gibi konuşuyor Şengül, yazıyı yaşama döküyor: Büyük harfleri kullanarak. En sonda bir takla daha var, Şengül İstanbul'a gitmeye hak kazandıktan sonra son kez pavyona geliyor ve aynayı örten bezi indiriveriyor, indirdikten hemen sonra fiiller, fiillerden sonra bazı sözcükler ikileniyor. Aynaya bağladım bunu, gerçekliğin iki görüntüsü şeyleri/nesneleri/sözcükleri de tekrarlatıyor. Bu aşırı yorumu ele alarak bu olayın süper bir teknik olduğunu düşünüyorum.

Iskatçı bir yasla mücadele öyküsü. Taklası çok olan metinlerin konularına bakıyorum, yasa dair bir şey yoksa kuru oyun sınıfına sokarak, "İyiymiş," deyip geçiyorum ister istemez. İki metin var şimdi aklıma gelen, ikisi de üslubun/oyunun hakkını veren yasları anlatıyor. Orçun Türkay'ın Tunç Bey'i ve Birgül Oğuz'un Hah'ı. Yitimin paramparça ettiği, cümlelerini tekrarlattığı, özellikle Oğuz'un metninde sözcüklerinin anlamlarını genişlettiği anlatılara sahip iki metin, kaybedilen babaya odaklanıyor. Buradaysa yiten bir aşkın öyküyle oynaması, anlatıcıya hayali karakterler yarattırması olayı var. Dirahşan Hanım, Mücap, Nisan ve anlatıcı arasında görev dağılımı yapılıyor. Nisan ve anlatıcı arasındaki aşk bitiyor, diğerleri yası kısaltmaya çalışıyor.

Bir Güz Kırıklığı Benimki en beğendiğim iki öyküden biri, bir iki aksaklığıyla birlikte. Nevvare kendini boşluğa bırakıyor, sonra şöyle bir bölüm geliyor: "Yemen savaşında gökten atılı atılıveren sırtlarına paraşüt bağlı yardım torbaları gibiydi. Zorlanarak yapılan başarısız eğretilemeler gibiydi." (s. 27) Gerçi şöyle, birçok öyküde anlatının farkında olan bir anlatıcı var zaten, bazen yer aldığı öykünün yazılmaması gerektiğini söylüyor, bazen de Ahmet Mithat Efendi'nin adının geçmesiyle, "Ey kâri'!" diye ünleyeceği geliyor, üslup taklidi. Dolayısıyla kendinin farkında olan -bunu karşılayan bir terim vardı, neydi o?- metinler bunlar, aksaklığı geri alıyorum. İşte, Nevvare düşüyor, kendisini biçimleyen bir yemek, bir metin, bir radyo istasyonu sayılıyor, yedinci kata kadar geliyor kadın. Katlarda yaşayanların hayatlarına göz atıyoruz arada, metin yoldan çıkacak gibi gözükürken düşüşe geri dönüyoruz, toparlanıyoruz. Düşüş şiir formuna bürünüyor bazı bazı, dikey bir düşüş söz konusu, yatay düşüş olsaydı satırın sonuna kadar uzanan cümleler düşüşü imleyebilirdi. Gerçi yere varmıyor Nevvare, yazar bir tümcede de olsa kimseyi öldüremeyeceğini söylüyor.

Kıyısındakiler'i de anlatıp bitiriyorum, diğer öyküler okurun ellerinden öper. Mektuplar üzerinden ilişkilerini inşa eden bir evlatlıkla ciciannenin kendilerini de inşa ettiklerini görüyoruz, travmalarını atlatamıyorlar ve birbirlerine farklı isimlerle hitap etmeye başlıyorlar. Evlatlık tiyatro öğrencisi olduğu için farklı kişiliklere bürünmesi daha kolay oluyor ama bu kabuk değiştirme olayı ansızın başladığı için nasıl bir katakulliyle karşı karşıya olduğumuzu anlayamayıp farklı kişiliklerin nereye bağlanacağını merak ediyoruz. Yula güzel bağlıyor açıkçası, iki kadının suskunluklarını aşamadıkları için farklı kimliklere büründüklerini söyletiyor evlatlığa, sonrasında farklı isimleri tek bir bedene toplayıp karanlığa karıştırıyor. Bir yere varamadıklarını düşündükleri için mektuplar kesiliyor. Acıyı inceltemiyorlar. Son.

Kısacık öyküler ama aslında kısa değiller, tekrar tekrar okunabilirler. Şiir gibi.

19 Mayıs 2015 Salı

Özen Yula - Kayıpkent Üçlemesi

Yani tam olarak boşlukları fillerle doldurmamız gerekiyor ama insanlık halleri, ucundan kıyısından bulaşmışızdır sanıyorum. Görünürde kolay yani. Yani. Kendinizle mi doldurursunuz başkalarıyla mı, bilmiyorum ama bu da sizi kurtarmayabilir. Kurtarmayacak. Kayıp bir kentin orada olması gereken ama yerinde olmadığı için soğukça bir yokluğu sezdiren parçası sizin peşinize de düşebilir. Yıllarca bu kovalanma duygusundan kurtulamayabilirsiniz, geçici bir şehrin gözlerinizin beyazına bıraktığı tortu kalıcı olabilir. Bazı şeylerden geri kaldığınızda -bir tutkunun peşinden gitmek mesela, House'tan alıntı yapıyorum, evde sizi bekleyen bir kadının hiç var olmamasına yol açabilir, özgürlüğün peşinden gitmek bazı onaylanma çeşitlerinden mahrum edecektir şüphesiz, seçmediğiniz diğer her şeyin hayaletleriyle yaşamak zorundasınız ve nokta nerede ulan klavyede- her şeyle doldurursunuz gedikleri. İnsan bir boşluk kalmasın ister, anlam arayışının sonsuzluğu. Her yeni ana yeni bir duygu. Bu hikâyeler dolan bir boşluk ya da dolduranından üç tane, ya da sizin el uzatmanızı bekliyor.

Ortadaki labirenti görüyorsunuz. Dedalus meşhur labirentini yaparken ne hissetmiştir acaba, kendi oyununu en iyi kendinin oynayabileceğini düşünmüş müdür? Bir müddet sonra kendini labirentin içinde bulsa çıkamayabilirdi gibi geliyor bana, anlar ve duygular dedik ya. Her seferinde başka yolları kullanarak da çıkabilir, bunu yazar da yapar. Yapmış mıdır?

Sır: "'Anlat' demesi kolay!" der anlatıcı. Başka kaynaklardan dolup başkalarını eksiltmektedir, anlatmaya çalıştığında hikâyeyi çarpıtmaktadır ve kendisi olmaktan çıkmaktadır. Michel Butor'nun anlatı incelemelerine bakınız ama öncesinde yarım yamalak iki kakalak bir öykü var elimizde, ona bakalım.

Anlatıcının yanında bir de dinleyici var, okur değil. Ara ara sözlerini işitebiliriz ama anlatıcıyı hiçbir zaman kesmez, anlatıcı bu herifin farkında olsa da görmezden gelir. Diyemem, diğer parçası onun için hikâyenin gerçekliğinin kanıtıdır. Okur sezer bunu. Sezmezse başka bir şey sezer. Dolmak veya doldurmak aziz dostlarım.

Kesintili anlatı filmlerden alınmış karelerle bezelidir. "Annem ve babam mesut günlerindeyken." Üstte bir fotoğraf, siyah beyaz. Yıkık bir dördüncü duvara asılan afişlerdir bunlar.

Küçük bir çocukmuş meğer anlatıcı da, ninesi ölmüş. Ağabeyi anarşik olduğu için götürülmüş, anneyle baba darmadağın.

"Ninemin ölürken yere düşürdüğü aynayı bulamadık.
Aynanın arkasına sürülen boyaya sır denildiğini çok sonra öğrenecektim." (s. 28)

Ayna nerede, tavanarasındaki sır ne? Tavanarası hiçbir zaman çözümlenmiyor. Anlatıcının bile çözemediği bir gizem. Çatlakları sıvıyor da içinden elinin geçebileceği gedikler için yapabileceği bir şey yok. Öbür taraf karadır, yazılmamış ve dahi düşünülmemiştir. Kendinin varlık sebebidir, kendini içerir ve önemsizdir. Anton Ssliharf'in olmayan harfidir, aynı soydan gelir. Uzamın ne hale geldiğini şuradan çıkarın:

"Zaman daha hızlanıyor; ama durdurulmuş, sabitlenmiş bir zaman diliminin içinde.
Mekânlar değişiyor durmaksızın; ama bir mekânın içinde sabitken, ancak.
Felaket, bu değil midir?" (s. 35)

Bir ev kaç görünmez kenti taşıyabilirse o kadar!

Anlatıcı ses verir, bir buçuk sayfalık boşluktur bu. Deprem ve diğer doğa olaylarıysa gerçekliğin sabitidir. Gerçekliğin yalvarışıdır, kendisine inanılmasını ister. Söylenenler gerçeğine uygundur ama inandırmak için kadar yeterlidir, onu okur söyleyecek. Belki de anlatıcı çoktan söylemiştir, labirentten çıkış yolunu bulabildiniz mi? Öykünün epigrafında bir şeyin pipo olup olmamasıyla ilgili ünlü sözden yola çıkın. Burada bir hikâye yoktur, bu onun yansımasıdır. Çünkü yazarın kafası karışık olabilir, öykünün bir bölümünde anlatıcının ağabeyi ve arkadaşı, anlaşılmayan bir kitap hakkında konuşurlar, belki de o kitap bu kitaptır. Çok katmanlı anlatı derler ya. Bir kitap, içerdiği eşini yadsıyabilir.

Eflatun Hata: Propp'un Masalın Biçimbilimi adlı kitabından yapılan bir alıntı, epigraftır. Masalın kökeninden önce ne olduğunu bilmek gerekir kısaca. Bakın, yine bir öyküyle karşı karşıya değiliz, onun içinde yer almak zorundayız, anlatıcının bizi içeri almamak için tüm çabalarına rağmen -okuduğumuzun bir öykü olduğu gerçeğini ısrarla söylemesine rağmen bunu inkâr edeceğim, benim için ilk kattaki defineyi bulmak önemli- anlatıcının dıştan içe doğru ilerlemesini takip edeceğiz. Nasıl? Bir öykünün kahramanı olduğunu bilmeyen adamın etrafına örülen dünyada rol alması, bizi de hikâyeyi takip etmek için doğru perspektifi tutturmaya zorlayacak. Sağ elinizi duvara koyun ve çıkışı bulana kadar yürüyün, labirentten çıkmanın en kolay yolu budur. Sabitinizi doğru seçmekle ilgili her şey. "Açıkçası, yeni basılmış bir kitabın içinde bilinmedik bir sona gidiyor gibiydim." (s. 134) Sen yine iyisin, biz ne edek?

Adam bir bara gider ve iki süper gücün arasında kalacağı bir dizi olaya bulaşır. Bir tarafta sanatçıları korumaya çalışan bir çete, diğer tarafta onları öldürmeye çalışan diğeri. Kovalamaca esnasında adam aslında en başından beri olayların içinde olduğunu öğrenir. Öyle olduğuna inandırılması da aynı şey değil midir? Kaçmacalardan sonra bir tiyatro sahnesinin önüne oturtulur ve dünyanın bütün dehşeti gözlerinin önünde canlandırılır. Ölümler, kazalar ve kendisi. Kendisini sahnede görür, yaşadıklarından sonra krize falan girer ve başka bir gerçeklikle uyanır gibi bir şeydi. Evet.

Sessiz Kuğuların Uykusu: Yaşlılık. Tanizaki'nin Çılgın İhtiyar'ıyla benzerlikler kurdum, ikisinde de yaşlı adamlar var. Şaka. Bu kadar değil tabii, şöyle ki yaşlılığın sonsuz umarsızlığında bir hayatın bütün dönemleri doğabilir; çocukluğa kadar geri giden bir sürecin noktalanması için her şeyin bir arada yaşanması gerekir, öyle değil mi? Yani yaşlılığın, ölüm öncesinin hatta, şanındandır bu. Son bir parıldama anı. Yaşama son bir kafa!

Bu öyküdeki yaşlı adam son bir kez parıldıyor, yaşamına dair küçük detayların ardındaki yetmiş yılı düşününce insan anlıyor aslında. Yetmiş yılın acıları, komiklikleri, nesi varsa birkaç güne sıkışmış durumda. Sesli güldüğüm yerler oldu, kitaptaki en mizah dolu öykü bu.

Evet, mis gibi bir kitap. Bulursanız bir kafa atın.