Keşke diyorum, keşke Anar şu kendiliğinden büyülü gerçekçi Osmanlı ortamından ayrılsa da bu kitaptan hareketle daha uç noktalara gitse, ezber bozsa ve sokulduğu "fantastik tarih anlatıcısı/vakanüvis" konumundan çıksa.
Okurun yazara yüklediği "çıta yükseltme" hadisesini hiç anlamadım. Önceki kitapları gibi olmadığı için bu kitabı beğenmemiş çoğu. Neyin çıtası, neye göre yükseliyor. Çıta yükseltmek belli bir çizgide çalışmak, o çizgide emek vermek demektir. Öyleyse bütün çıtaları indirelim, yerle bütünleşsin hepsi. Yazdığını daha iyi yazmaya çalışan yazardan yazdığını anımsatmayacak başka bir şey yazan yazara sığınırım.
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=30747231
Kitabı okuyanlar için link. Bir arkadaş karakterleri, ana kurgudaki ve yan kurgulardaki kişileri, olayları biir bir yazmış. Emeğe saygı, şukusunu verin. Okumayanlar ve okuma niyeti olanlar bir hata edip de tıklamasın. Okura bırakılmış, belki de bırakılmadan yazarın kendini eğlediği oyunların çözümü burada.
1960'larda Anadolu'nun orta yerinde bir kasaba. Bu kasabada bir kabadayı var, bu kabadayıya Ölüm musallat oluyor. Kabadayı iriyse bu daha iri, kabadayı güçlüyse bu daha güçlü. Deli Dumrul gibi dikleniyor önce kabadayı, sonra pısıp bir teklifte bulunuyor. Okey oynayacaklar, iki tarafa da eş lazım. Akşama buluşmak üzere sözleşiyorlar, Ölüm Cezzar Dede'nin evin gidiyor. Dedenin bir dünya torunu var, veletler çok hareketli. Dede Ölüm'ün geldiğini anlıyor, çocukları atlatmak için uyumalarını bekliyor. Onlar uyumadan önce Ölüm'ün Efrâsiyâb'ın hazineleri hakkında bilgi vermek için geldiğini söylemişti çocuklara. Çocukların düşüncesine göre ortalıktan kaybolan dede, haber vermeden hazine aramaya gitti. Belki de bütün o arayış, anlatılan bütün hikâyeler ve kıssalardan çıkartılan hisseler, çocukların bu şekilde düşünmelerinin sonucuydu. Çocukların cennetlik olduğuna dair çok şey bulacak okur, öyleyse cennetliklerin koca bir hikâyenin gidişatını etkileyebilecekleri neden düşünülmesin?
Oyunda kazanan Ölüm, kabadayıyla eşinin canını alır. Bu hikâye bitti, şimdi sadece Dede'yle Ölüm var.
Hikâye anlatmaya başlarlar birbirlerine. Anlattığı her hikâye için ömrüne 1 saat katacaktır Dede. 1001 Gece Masalları'nın moderni, hatta postmoderni diye düşünün, neler neler olacak çünkü hikâyelerde ve üst kurmacamızda.
Ben sadece ilginç bölümleri alacağım, söylediğim gibi, okura bırakılmış şeyleri yazıp bok etmeyeceğim bayan. Üst kurgu ve alt kurgu ilişkilerini okur bulsun, dikkatli okur bulsun daha doğrusu.
Hikâyelerin listesi şöyle:
Ölüm: Güneşli Günler (korku)
Cezzar Dede: Bidaz'ın Laneti (korku)
Cezzar Dede: Bir Haç Ziyareti (dini)
Ölüm: Dünya Tarihi (dini)
Cezzar Dede: Ezine Canavarı (aşk)
Ölüm: Hırsızın Aşkı (aşk)
Cezzar Dede: Şarap ve Ekmek (cennet)
Ölüm: Gökten Gelen Çocuk (cennet)
Ben almayacağım hepsini.
Güneşli Günler: Ölüm anlatıyor. Şimdi burada bir sıkıntı var sanıyorum. 1960'lardaydık anlatıcının dediğine göre, bu hikâyenin başında şöyle bir şey var halbuki: "Çok değil, günümüzden sadece yarım asır kadar önce, yani cumhuriyetin yirminci yıllarının sonuna doğru..."
Güncel tarihten, kitabın yazıldığı tarihten yapılan dönüşün bir anlamı var mı, her şeyin aslında bir masal olduğu mu anlatılmak isteniyor, yoksa basit bir hata mı bu? Ne bu? Geçek.
Anadolu'nun orta yerindeki bir köyün hemen dışında yatılı bir okul var. Şimdi ben bu romanın Anar'ın en "cesur" romanı olduğunu söyleyeceğim. Neden cesur, çünkü eleştirilen şey kat kat olayın, karakterin altına gömülmüş değil, son derece açık. Ben Anar'da ilk kez rastlıyorum böyle bir şeye. Aslında o güzel cümleleri kesip bir bölümünü buraya taşımak tam bir katliam olacak, bölünmez bir güzellik onlar ama bir hata yapacağım:
"(...) Ayrıca müdürler ve muavinlerin suratlarından pek farklı olmayan duvarlar da, yüksek ve yüce, çirkin, kirli bir renkteydi. Çirkinliğe büyüklük eklendiğinde tiksinme duygusunun korkuya dönüşeceğini bilen devlet, okulların böyle bir renge boyanmasını uygun görmüştü." (s. 19)
Bu açıklıktan bahsediyorum. Buradan hareketle biraz aşırıya kaçmayı seviyorsak tek parti dönemine ağır bir giydirme olarak da görebiliriz. Takdir hakkı okurun.
Okulun durumu kötü, öğrencilerin durumu daha kötü. Kıyafetler dökülüyor, soğuk, bir de okul çok korkunç. Tuvalete gidene kadar korkudan altına işemiş oluyor öğrenci, Anadolu'nun orta yerinde gotik bir mekan yaratılmış. Buradan yürüyerek okulun müdürünün bembeyaz tenli olmasından ve güneşe çıkınca vücudunda yaraların açılmasından ötürü, bir de öğrencilerin taktığı Kont adından ötürü tabii, okulu Kont Dracula'nın evine, öğrencileri de romandaki Jonathan Harker'ın yerine koyabiliriz.
Müdürün yardımcısı Sağır, bir resim öğretmenidir ve müdürün yakın arkadaşıdır. Sanat anlayışı şöyle: "(...) Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, Güzelliği ancak, hayran olduğu dâhi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu. Bu haliyle o, Tanrı'nın insanlara öğrettiği iyiyi tanıyan, fakat iyiliğin tadını çıkarmak yerine başkalarını kötülükle itham eden bir ahlâkçı gibiydi. Kısacası Güzellik, adamın içine bir türlü girmemişti. Gerçi Güzelliğe aşıktı, ama vâsıl olamamıştı. Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğu galiba doğruydu." (s. 24) Burayı romanın sonuna bağlayacağız, Benim Adım Kırmızı'daki suret-mana ilişkisini hatırlayalım.
Sağır'ın dikkatini çeken çok yetenekli bir öğrenci vardır, 11 yaşında bir çocuk. Muazzam resim yapar, öyle böyle değil. Sağır bir gün bu çocuğa takım taklavat verip resim çizmesini istiyor. Çocuk çok seviniyor, lakin havanın bozmasına da üzülüyor, manzara resmi yapacak çünkü. O sırada Kont'a kan lazım, yüzü güneşten yaralanmıştı çünkü. Çocuktan kan alıyorlar, lakin bokunu çıkarıyorlar ve çocuk ölüyor. Bir tanecik resim yapmış oluyor, Sağır o resmi Kont'a getiriyor ve çocuğun ölümünün ardından intihar ediyor. Gramofonda İkarus'un Yükselişi çalıyor. Resimde çocuğu görüyor kont, bir de doğan güneşi. Resmin manasını gören Sağır, çocuğun ortaya koyduğu Güzelliğe inanamamıştı, lakin biraz düşünseydi çocuğun çocuk olduğunu bulacaktı. Her çocuk manyaktır, lakin her çocuk iyidir de. Hele hele böyle bir ortamda büyümüş bir çocuk. Neyse, Kont da yanıp bitip kül oluyor, resimde canlanan çocuk, ışık ülkesine doğru yürüyor. Ondan sonra okul süper bir yer oluyor, bu resmi bir yere asıyorlar ve resmi görenler çok mutlu oluyor.
"Bu okuldan mezun olup şimdi yaşı elliyi bulanlar, o karanlık okuldaki tek ışığın, 'Güneşli Günler' olduğunu daima hatırlayacaklardı." (s. 37)
Masal içinde bir gerçek kılma hadisesi olarak önemli cümle, gerçeklik duygusunu kaybettirmemeye çalışıyor Anar ama bunun tam tersini, masalın daha bitmediğini belirten cümlelere de rastlayacağız.
Bir Hac Ziyareti: Diyarbakır'ın Divana adlı köyünde emekli edilen bir imam ve yerine geçen haşarı bir başka imam var. Bu yeni imamın yetiştirilmesi ayrı bir güzellik, çift dikişle geçilen seneler, bilmem neler. Sonra bir şekilde duruluyor lakin. Neyse, rakip köy var bir tane ve o köyün imamı hacca gitmiş. Bizimkini de yollayacaklar, bir adamdan borç alıyorlar lakin bir şartla; borç veren adamın babası ve oğlu da gidiyor. Oğlan kurt adam çıkıyor, üstüne imamın sonradan edindiği Budizm hayranlığı yüzünden Arabistan yerine Tibet'e gidiyorlar, imam kandırıyor bunları. Sonrası hacca gitmek isteyen dedeyle imam arasındaki çekişmeler, komiklikler, şakalar.
Dünya Tarihi: Evek, bu da incelenmesi gereken bir öykü. Neden adı öyle, çünkü bu öykü dünyadaki bütün kahramanların özelliklerini taşıyan bir karaktere sahip. Şu öyküde Buda'nın, İsa'nın, aklınıza gelebilecek hemen her efsanevi şahsın başından geçenler var. Bu hikâyeyi Ölüm'ün anlatması da biraz dediğime geliyor.
Zengin bir tüccar var, işi gücü para olmuş. Bir rüya görüyor. Rüya motifi. İşte sakallı bir dede giriyor rüyasına, parasını yoksullara dağıtmasını falan diliyor. Bizimki dedeye ölmeden önce yanına gelmesini ve birazcık gün görmesini söyleyip dedenin hışmına uğruyor, işleri kesiliyor, huzuru kaçıyor falan. Sonra bir büyüğüyle konuşuyor. Yol gösterici motifi. Lonca başı mıydı neydi, diyor ki sen git işte o ulu dedenin elini öp, yoksa boku yiyecen. Bizimkisi mallarını bağışlıyor önce, lakin son gelene kalan üç altını vermiyor, adamın da bu tüccarın dede olayından haberi var. İnşallah aradığını bulamazsın diyor. Bizimki yola düşüyor. Yolculuk motifi.
İşte gidiyor gidiyor, birileriyle karşılaşıyor, onların yan hikâyeleri derken yıllar geçiyor, bizimki yaşlanıyor, saç sakal falan. Ağlıyor, sızlıyor, adamı bulamıyor. Sonra bir kuyudan su içmek için kuyuya eğiliyor, görüyor ki o dede meğer kendisiymiş. Kahramanın kendiyle yüzleşmesi motifi. Bunların hepsi Kabalcı'dan çıkan Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitapta var, tavsiye ederim. Olay tasavvufa bağlanıyor, insanın arayıp kendini bulması, ilim ilim bilmesi, ilim kendini bilmesi, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktırsı.
Ezine Canavarı: En gülmeçli hikâye buydu sanıyorum. Dört oğlanın dört kızla, dört kızın annesiyle dört kızın babasının evlenmesi ama neler neler oluyor. Keyifli. Bir yıkanma sahnesi var, tellak falan, of.
Gökten Gelen Çocuk: Gülerk Kent ve Anadolu'nun ortasında bir Superman. İşte şöyle şeyler ne kadar güzel. Anar'ı sevmek için şu kısacık şeyi okumak yeter. Çocuksuz bir çifte gökten leylekle bir çocuk geliyor, sonra bir sürü olay. Sonda yine bir şey düşüyor bahçeye, bu sefer bakıyorlar ki üç elma. Anar'ın masallar bitti deme şekli.
Anar'ın yine o pek soylu diliyle okuyoruz. Hatta bir kızgınlık anında konuşan karakter için, "Sinirli bir üslupla" gibi bir eklemeden sonra söyleneni veriyor. Hikâyenin dilini ve kurgunun masallığını bozmamak için yapılabilecek en makul yol, yoksa başka bir yerde sırıtır bu. Hikâyelerin binbir zahmetle yaratılmış masal dünyasında, "La seyin gafanı gırarım," gibi bir cümle düşünemiyorum. Ha bir hikâyede de Kırmızı Başlıklı Kız falan var, öyle sapık bir kitap bu.
Ölüm'ün kitap boyunca Uzun İhsan'ı kovaladığını en sona bıraktım, kitabın sürmesini ve hatta oluşmasını sağlayan, kurgusal dünyadaki bu karakter çünkü. Hem Uzun İhsan'a, Hem Anar'a ayrı ayrı teşekkürler. Kimin kimi yarattığı belli değil çünkü.
Ek 1: Bir yerde Narkissos bile var, şu tasavvuflu hikâyede. Olması lazım.
İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Aralık 2012 Salı
30 Ağustos 2012 Perşembe
İhsan Oktay Anar - Amat
Her şeyden önce birazcık Tori Amos arındırır. Bir de Girl Disappearing patlatırsanız pek sevinirim.
Şu son yazdıklarım biraz kısa, onları Akçay'da okudum, üç hafta önce. Ayrıntıları unutuyorum, unutunca da leş gibi yazıyorum. Bu da biraz kısa olacak sanırım. Şöyle başlasın: Emekli olmasına bencilce sevindiğim bir insanın daha çok yazmasını bekliyorum. Daha çok, daha çok! Elbette işler öyle yürümüyor; herkesin popisinin farklı olması gibi yazma süreci de farklı. Ne bileyim işte, çok büyük yazar Anar.
Anar'ın isim sembolizasyonlarına özellikle dikkat etmek lazım. Okuduğum üçüncü kitabıydı ve üslubunu birazcık anladığımı düşünüp isimlere özellikle dikkat ettim. Birçoğundan belli bir çıkarım yapabildim, bunda Anar'ın okuyucuya sağladığı -diğer gizlere göre nispeten- kolaylığın yanında benim okuma şeklim de etkili oldu. Fakat bazı isimlerde kafa patlatmama rağmen başarılı olamadım ve Anar'ın kurgusunda zevkle, kör topal ilerleyen bir okuyucu olarak sona gelince koca bir, "Vaays!" çektim. Sonucu ince bir örtüyle gizliyor Anar; bir şeyler görebiliyoruz fakat arda geçmeden anlayamıyoruz/emin olamıyoruz.
Romanın birbirine geçmiş iki katmandan oluştuğunu söyleyeceğim, Kitab-ül Hiyel'de ve Puslu Kıtalar Atlası'nda da aynı olay vardı ki Anar'ı Anar yapan da bence bu. İlki bildiğimiz, gördüğümüz olay örgüsü. Maceralar, fantastik gibi yerler, zamanlar, insanlar. İkincisiyse, işte olay burada; bir alt kurgu. Çok iyi gizlenmiş, ilk katmanda ipuçları verilen ve ağır ağır ortaya çıkıp okuyucunun keyfini tavan yaptıran felsefi veya mitolojik, ya da bu ayarda bir şey.
Olayları unuttum, o yüzden direkt bu alt kurguyu inceleyeceğim. Kitabı okuyacak olanların bundan sonrasını okumaması çok iyi olur. Geldiğiniz için teşekkür ederim, bence alın ve okuyun kitabı. Bays.
Evet, gittiklerine göre devam edebiliriz. Edemeyiz, çünkü anlatacaklarım zaten anlatılmış.
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=8855564
Ne eksik ne fazla, çıkardığım notlar da böyleydi.
Anar'ın kitabın başında girip çıktığı ortamların ve olayların kazandırdığı büyülü atmosferin ardından gemiye geçiyoruz, Anar'ın okuyucuyu hazırlaması yine mükemmel.
Leş gibi bir yazı oldu, bundan sonra yazacaklarım taze olduğu için böyle olmaz. Yani Anar lan işte, görüldüğü yerde affedilmesin, alınsın bu kitap.
Şu son yazdıklarım biraz kısa, onları Akçay'da okudum, üç hafta önce. Ayrıntıları unutuyorum, unutunca da leş gibi yazıyorum. Bu da biraz kısa olacak sanırım. Şöyle başlasın: Emekli olmasına bencilce sevindiğim bir insanın daha çok yazmasını bekliyorum. Daha çok, daha çok! Elbette işler öyle yürümüyor; herkesin popisinin farklı olması gibi yazma süreci de farklı. Ne bileyim işte, çok büyük yazar Anar.
Anar'ın isim sembolizasyonlarına özellikle dikkat etmek lazım. Okuduğum üçüncü kitabıydı ve üslubunu birazcık anladığımı düşünüp isimlere özellikle dikkat ettim. Birçoğundan belli bir çıkarım yapabildim, bunda Anar'ın okuyucuya sağladığı -diğer gizlere göre nispeten- kolaylığın yanında benim okuma şeklim de etkili oldu. Fakat bazı isimlerde kafa patlatmama rağmen başarılı olamadım ve Anar'ın kurgusunda zevkle, kör topal ilerleyen bir okuyucu olarak sona gelince koca bir, "Vaays!" çektim. Sonucu ince bir örtüyle gizliyor Anar; bir şeyler görebiliyoruz fakat arda geçmeden anlayamıyoruz/emin olamıyoruz.
Romanın birbirine geçmiş iki katmandan oluştuğunu söyleyeceğim, Kitab-ül Hiyel'de ve Puslu Kıtalar Atlası'nda da aynı olay vardı ki Anar'ı Anar yapan da bence bu. İlki bildiğimiz, gördüğümüz olay örgüsü. Maceralar, fantastik gibi yerler, zamanlar, insanlar. İkincisiyse, işte olay burada; bir alt kurgu. Çok iyi gizlenmiş, ilk katmanda ipuçları verilen ve ağır ağır ortaya çıkıp okuyucunun keyfini tavan yaptıran felsefi veya mitolojik, ya da bu ayarda bir şey.
Olayları unuttum, o yüzden direkt bu alt kurguyu inceleyeceğim. Kitabı okuyacak olanların bundan sonrasını okumaması çok iyi olur. Geldiğiniz için teşekkür ederim, bence alın ve okuyun kitabı. Bays.
Evet, gittiklerine göre devam edebiliriz. Edemeyiz, çünkü anlatacaklarım zaten anlatılmış.
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=8855564
Ne eksik ne fazla, çıkardığım notlar da böyleydi.
Anar'ın kitabın başında girip çıktığı ortamların ve olayların kazandırdığı büyülü atmosferin ardından gemiye geçiyoruz, Anar'ın okuyucuyu hazırlaması yine mükemmel.
Leş gibi bir yazı oldu, bundan sonra yazacaklarım taze olduğu için böyle olmaz. Yani Anar lan işte, görüldüğü yerde affedilmesin, alınsın bu kitap.
22 Ağustos 2012 Çarşamba
İhsan Oktay Anar - Kitab-ül Hiyel
Heh, şimdi büyülü Osmanlı gerçekçiliğine geldik.
Arkadaşlar, bir söz vardır. Yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez. Arthur C. Clarke söylemiştir bunu. Bu tarz bir söz yani. İki asır öncesinin insanına cep telefonu nasıl gelirdi, işte öyle bir şey. Yeterince gelişmişten kasıt da çok gelişmiş, inanılmaz gelişmiş, öyle böyle gelişmemiş yani. Şimdi bunu alalım, III. Selim'den başlatalım, II. Meşrutiyet'e dek getirelim. Bu araya üç adet mucit koyunuz, zamanına göre inanılmaz olan icatları, devri daim makinesi yapma uğraşlarını koyunuz, bolca masalsı öğeler koyunuz. Bu.
İhsan Oktay Anar'ın dilinden bahsedeceğim. Açılarak değişen bir dil. Tanzimat Fermanı'nı aslından bir okuyun, ilk okuyuşta bir bok anlamazsınız. Birincisi, kelimelere birazcık yabancılık çekeceksiniz. İkincisi de o zamanlar cümleymiş, noktaymış, pek olmadığı için virgüllerle, fiilimsilerle bağlanan cümlelerin sonu bir türlü gelmez, bilgiyi işlemeye çalışan beyin de bir süre sonra infilâk eder. Anar'ın diline bakalım, rivayetlerin dile getirilişi, cümle yapıları tam o zamanların cümle yapısı. Güzelliğe gel, bir süre sonra yapı değişiyor ve okuyucu bunun farkına bile varmıyor. Hemen çok kültürs bir çıkarım: Modernleşmenin nasıl yapılması gerektiği metinlerle, dile işlev açısından yaklaşarak da verilebilir mi, bu ileti bu metinde mevcut mu? Ohoho, deli postmodern.
Kapağa gel. Steampunk hastaları bu kitabı çok severler aslında.
İlk bölüm: "Yâfes Çelebi Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır".
Yâfes Çelebi, gençliğinde kılıç dövme işinde hünerlenmek isteyen ve bir ustanın yanına çırak olarak giren bir Osmanlı genci. Süper kılıçlar yapıyor, en sonunda loncası tarafından ustalığa yükseltiliyor. Bu hususta Sâmiha Ayverdi'nin zamanın birinde bahsettiğim kitabında da yer alan peştemal kuşanma gibi adetler var, çok çok ince ayrıntılar bunlar ve Anar'ın Osmanlı hakkındaki derin bilgisinden bahsetmeme gerek yok. İşte bu Yâfes Çelebi bir kılıç yapıyor, makas gibi. Soktuğun düşmanı ikiye yarıyor. Bu olayı hiç beğenmiyor kılıç ustaları, anında şutluyorlar bizimkini.
Yâfes Çelebi, Frenklerin hiyel ilmine gönül veriyor. Hiyel hem hileler anlamına geliyor, hem de mekanik ilmi anlamına geliyor. İnce noktayı çakozladınız mı, Clarke'ın söylediği şey. Bir müzik kutusu yapıyor ve padişaha vermek istiyor bunu Yâfes, böylece doğaya hükmettiğini, hiyel ilminde çok ileri olduğunu gösterecek, hem de adeta büyücü olarak kabul ettirecek kendini.
el-Cezerî'nin hiyel kitabını kakalıyorlar buna, bir de bir Frenk usta aracılığıyla mühendishaneye giriyor ama tutunamıyor, aklı derslerde değil çünkü. Suyla etkileşince patlayan bir bomba buluyor bu, çalışmalarını fark eden ve kendisini tehdit eden Frenk ustayı havaya uçuruyor. Mühendishane de cortluyor haliyle.
Bir debbâbe tasarlıyor Yâfes, tankın en öküzce hali. Yuvarlanan bir fıçı adeta. Bu icatların çizimleri kitapta var ve Anar kendi çizmiş hepsini. Süper.
Yâfes bu aleti padişaha sunabilse süper olacak ama parası yok. Zencefil Çelebi'yi buluyor. Zencefil kardeşimiz aşık oluyor, kızı istiyorlar fakat baba hayvan gibi masraf çıkarıyor. Zencefil önce babayı memnun etmek için hacca gidiyor, ardından Şam'da kumaş satıyor üç yıl boyunca ve parayı denkleştiriyor. Döndüğünde ne yazık ki Yâfes'e takılıyor. Yok bir top diğerine uymadı, yok kıldı, tüydü derken ince işlere paralar gidiyor, padişaha ulaşmak için aracılara deli rüşvet veriyorlar. En sonunda Yâfes icattaki kendi payını da Zencefil'e kakalıyor, ihale zavallıya kalıyor. Ev satılıyor derken sokaklara düşüyor baba oğul. Yâfes, seni adi kıç. Osmanlı bürokrasisine de fena giydiriliyor tabii, rüşvetsiz iş olmaz, rüşvetlisi de olmuyor işin garibi.
Düşahî ve Zülkarneyn adında iki top-gülle tasarlıyor bu sefer Yâfes. Kabaca ilki bumerang gibi bir şey, iki toptan oluşuyor. Diğeri de yerde seken, güm güm her şeyi parçalayan bir top. Bu icatların ayrıntıları da sayfalar dolusunca verilmiş, resimlerin yanında onlar da yer aldığı için okuyucu anlıyor yapılmak istenen şeyi.
Bu icatlar için de para lazım. Buluyor Yâfes, saksağan yuvalarına bakıyor ve bir kaza sonucu yola saçılan altınları alıp kaçan saksağanların yuvalarını eşeliyor. Hazine bulmuş kadar oluyor; hem daha iyi bir yere taşınıyor, hem de icatları için kaynak yaratıyor. Bu taşındığı yer önemli, çünkü Büyük İskender orada iktidar taşını kaybetmiş. Bu iktidar taşına tekrar tekrar döneceğiz.
Patent gibi bir şey için Hiyel Kalemi'ne başvuruyor Yâfes ve Zencefil Çelebi'nin yoluna daha yeni girmiş oluyor. İhtira beratı alması gerekiyor bizim tanıdık Uzun İhsan Efendi'den. Efendi vermiyor, çocuğundan oluyor sonunda. Çocuğunu kaçırıyor Yâfes. Derken olaylar olaylar, ne diye bütün romanı anlatıyorsam.
Anar'ın başarıyla yaptığı şey: Zaten günümüz insanına birazcık büyülü gelen Osmanlı'ya biraz da büyülü gerçekçilik eklemek. Bu büyünün içinde felsefe de var, başlı başına bir sihir olan teknoloji de var, tesadüfler de var, var da var. Kurguyla birlikte okuyucuyu bağlayan bu olay anlatım tekniği olarak da kullanılıyor; zamanda bir ileri, bir geri giderken eskinin şimdiden pek kopuk olmadığını adeta kelebek etkisiyle görüyoruz. Bir de kullanılan dil var, onu Amat'ta ele alacağım.
Neredeyse bir aydır nasıl tamamlayacağımı düşünüyordum bu taslağı, en sonunda bitirdim. Okumayan biraz olsun bir şey çıkaramaz şu yazdıklarımdan, Anar'ın kitaplarını anlatmak Anar'a hakarettir. Okuyun ve edebiyatın pırıltısından bir parça üstünüze sinsin.
Arkadaşlar, bir söz vardır. Yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez. Arthur C. Clarke söylemiştir bunu. Bu tarz bir söz yani. İki asır öncesinin insanına cep telefonu nasıl gelirdi, işte öyle bir şey. Yeterince gelişmişten kasıt da çok gelişmiş, inanılmaz gelişmiş, öyle böyle gelişmemiş yani. Şimdi bunu alalım, III. Selim'den başlatalım, II. Meşrutiyet'e dek getirelim. Bu araya üç adet mucit koyunuz, zamanına göre inanılmaz olan icatları, devri daim makinesi yapma uğraşlarını koyunuz, bolca masalsı öğeler koyunuz. Bu.
İhsan Oktay Anar'ın dilinden bahsedeceğim. Açılarak değişen bir dil. Tanzimat Fermanı'nı aslından bir okuyun, ilk okuyuşta bir bok anlamazsınız. Birincisi, kelimelere birazcık yabancılık çekeceksiniz. İkincisi de o zamanlar cümleymiş, noktaymış, pek olmadığı için virgüllerle, fiilimsilerle bağlanan cümlelerin sonu bir türlü gelmez, bilgiyi işlemeye çalışan beyin de bir süre sonra infilâk eder. Anar'ın diline bakalım, rivayetlerin dile getirilişi, cümle yapıları tam o zamanların cümle yapısı. Güzelliğe gel, bir süre sonra yapı değişiyor ve okuyucu bunun farkına bile varmıyor. Hemen çok kültürs bir çıkarım: Modernleşmenin nasıl yapılması gerektiği metinlerle, dile işlev açısından yaklaşarak da verilebilir mi, bu ileti bu metinde mevcut mu? Ohoho, deli postmodern.
Kapağa gel. Steampunk hastaları bu kitabı çok severler aslında.
İlk bölüm: "Yâfes Çelebi Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır".
Yâfes Çelebi, gençliğinde kılıç dövme işinde hünerlenmek isteyen ve bir ustanın yanına çırak olarak giren bir Osmanlı genci. Süper kılıçlar yapıyor, en sonunda loncası tarafından ustalığa yükseltiliyor. Bu hususta Sâmiha Ayverdi'nin zamanın birinde bahsettiğim kitabında da yer alan peştemal kuşanma gibi adetler var, çok çok ince ayrıntılar bunlar ve Anar'ın Osmanlı hakkındaki derin bilgisinden bahsetmeme gerek yok. İşte bu Yâfes Çelebi bir kılıç yapıyor, makas gibi. Soktuğun düşmanı ikiye yarıyor. Bu olayı hiç beğenmiyor kılıç ustaları, anında şutluyorlar bizimkini.
Yâfes Çelebi, Frenklerin hiyel ilmine gönül veriyor. Hiyel hem hileler anlamına geliyor, hem de mekanik ilmi anlamına geliyor. İnce noktayı çakozladınız mı, Clarke'ın söylediği şey. Bir müzik kutusu yapıyor ve padişaha vermek istiyor bunu Yâfes, böylece doğaya hükmettiğini, hiyel ilminde çok ileri olduğunu gösterecek, hem de adeta büyücü olarak kabul ettirecek kendini.
el-Cezerî'nin hiyel kitabını kakalıyorlar buna, bir de bir Frenk usta aracılığıyla mühendishaneye giriyor ama tutunamıyor, aklı derslerde değil çünkü. Suyla etkileşince patlayan bir bomba buluyor bu, çalışmalarını fark eden ve kendisini tehdit eden Frenk ustayı havaya uçuruyor. Mühendishane de cortluyor haliyle.
Bir debbâbe tasarlıyor Yâfes, tankın en öküzce hali. Yuvarlanan bir fıçı adeta. Bu icatların çizimleri kitapta var ve Anar kendi çizmiş hepsini. Süper.
Yâfes bu aleti padişaha sunabilse süper olacak ama parası yok. Zencefil Çelebi'yi buluyor. Zencefil kardeşimiz aşık oluyor, kızı istiyorlar fakat baba hayvan gibi masraf çıkarıyor. Zencefil önce babayı memnun etmek için hacca gidiyor, ardından Şam'da kumaş satıyor üç yıl boyunca ve parayı denkleştiriyor. Döndüğünde ne yazık ki Yâfes'e takılıyor. Yok bir top diğerine uymadı, yok kıldı, tüydü derken ince işlere paralar gidiyor, padişaha ulaşmak için aracılara deli rüşvet veriyorlar. En sonunda Yâfes icattaki kendi payını da Zencefil'e kakalıyor, ihale zavallıya kalıyor. Ev satılıyor derken sokaklara düşüyor baba oğul. Yâfes, seni adi kıç. Osmanlı bürokrasisine de fena giydiriliyor tabii, rüşvetsiz iş olmaz, rüşvetlisi de olmuyor işin garibi.
Düşahî ve Zülkarneyn adında iki top-gülle tasarlıyor bu sefer Yâfes. Kabaca ilki bumerang gibi bir şey, iki toptan oluşuyor. Diğeri de yerde seken, güm güm her şeyi parçalayan bir top. Bu icatların ayrıntıları da sayfalar dolusunca verilmiş, resimlerin yanında onlar da yer aldığı için okuyucu anlıyor yapılmak istenen şeyi.
Bu icatlar için de para lazım. Buluyor Yâfes, saksağan yuvalarına bakıyor ve bir kaza sonucu yola saçılan altınları alıp kaçan saksağanların yuvalarını eşeliyor. Hazine bulmuş kadar oluyor; hem daha iyi bir yere taşınıyor, hem de icatları için kaynak yaratıyor. Bu taşındığı yer önemli, çünkü Büyük İskender orada iktidar taşını kaybetmiş. Bu iktidar taşına tekrar tekrar döneceğiz.
Patent gibi bir şey için Hiyel Kalemi'ne başvuruyor Yâfes ve Zencefil Çelebi'nin yoluna daha yeni girmiş oluyor. İhtira beratı alması gerekiyor bizim tanıdık Uzun İhsan Efendi'den. Efendi vermiyor, çocuğundan oluyor sonunda. Çocuğunu kaçırıyor Yâfes. Derken olaylar olaylar, ne diye bütün romanı anlatıyorsam.
Anar'ın başarıyla yaptığı şey: Zaten günümüz insanına birazcık büyülü gelen Osmanlı'ya biraz da büyülü gerçekçilik eklemek. Bu büyünün içinde felsefe de var, başlı başına bir sihir olan teknoloji de var, tesadüfler de var, var da var. Kurguyla birlikte okuyucuyu bağlayan bu olay anlatım tekniği olarak da kullanılıyor; zamanda bir ileri, bir geri giderken eskinin şimdiden pek kopuk olmadığını adeta kelebek etkisiyle görüyoruz. Bir de kullanılan dil var, onu Amat'ta ele alacağım.
Neredeyse bir aydır nasıl tamamlayacağımı düşünüyordum bu taslağı, en sonunda bitirdim. Okumayan biraz olsun bir şey çıkaramaz şu yazdıklarımdan, Anar'ın kitaplarını anlatmak Anar'a hakarettir. Okuyun ve edebiyatın pırıltısından bir parça üstünüze sinsin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)