İmge Kitabevi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İmge Kitabevi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2019 Pazar

Jacques Attali - Geleceğin Kısa Tarihi

"Tarih, öngörmemize ve yönlendirmemize izin veren yasalara boyun eğer." (s. 11) Sanırım her zaman da eğmez, tarihin ilerleyişini belli başlı paradigmalarla modelleme çabaları doğru noktalara ulaşabilir ama çok fazla değişken ve yeterince kaos söz konusuysa, o zaman patlamış mısırımızı alıp kısacık ömrümüzde gerçekleştiğini gördüğümüz garip olayları keyifle izleyebiliriz. Kozmik ölçüde anlık kıvılcımlarız ama insani ölçüde dünyanın bir parçasıyız, yarını merak edeceğiz. Hangi deli bir tweet atıp dünyayı savaşa sokacak, hangi garipler dünyayı yakacak, çıldırasıya bilmek isteyeceğiz, istiyoruz. Eldeki verilerle uzun vade için yapılan çıkarımlar daha kısa vadeyi düşünürsek yaşanacak olaylarla topyekun değişebilir, Attali bu noktaya dikkat çekerek yerleşik sistemlerin devinimlerini ve gelecekteki durumlarını anlatıyor. Giriş yazısında paranın kendisine zarar veren her şeyin sonunu getireceğini ve hiper-imparatorluk denen nanenin ortaya çıkacağını söylüyor. Hardt'ın ve Negri'nin imparatorluğuyla bağlantılı olup olmadığını bilmiyorum, o metni de okuyunca yazarım bir şeyler. Neyse, kolluk kuvvetlerinin ve kamusal hizmetlerin özelleşeceği bu düzende insan da yapay tüketiciler haline getirilecek ve insana dair olan her şey "tecimsel" bir niteliğe kavuşacak. Bazı açılardan bunun gerçekleştiğini söylemek mümkün. Ardından hiper-çatışma gelecek, devletleşen şirketlere bir şekilde dahil olamamış her türlü grup arıza çıkararak insanlığı ortadan kaldırabilecek çatışmalara yol açacak. İnsanlık her türlü ortadan kalkabilecek kadar kırılgan, nükleer gücün bizi atomlarımıza ayırabilmesi ve bu gücün nihayetinde birkaç insanın elinde olması korkunç bir şey. ABD-Küba arasındaki kriz sırasında tek bir subayın verilen emre uymaması sayesinde nükleer silahlar kullanılmamış örneğin, tek bir insanın milyonlarcasının kaderini belirlemesi dehşete düşürücü. Bu çatışmanın ardından hiper-demokrasi gelecek, kabaca ademimerkeziyetçiliğe benzer bir yapı. Ortada çevre diye bir şey kaldıysa yerel ve bölgesel kurumlar dünyanın geçirdiği yıkımın etkilerini ortadan kaldırmak için çevre odaklı bir yaşam biçimi geliştirecek, ortalık çayır çimen olacak, yaratmanın yeni ve yıkıcı olmayan biçimleri ortaya çıkacak. Her şeyden önce, Attali'ye göre ABD'nin imparatorluğu 2035 yılından önce son bulacak, verilen tarihler tahminleri keskinleştirse de elbette dünyadaki gelişmeleri takip ederek daha muğlak veya kesin sonuçlara ulaşabiliriz. 2060 yılına kadar hiper-demokrasinin egemen olacağını söylüyor Attali, çizdiği doğrultuda büyük ve ani değişimler olmazsa. Ülkelerin sosyopolitik güçlerinin geçireceği değişimleri, dünya nüfusunun akıbetini neoliberalizm politikaları eşliğinde değerlendiriyor bir yandan, kısa-orta vadeli bir gelecek hesaplaması yapıyor. Teknolojik ilerlemelere çok fazla yer vermiyor, anlattığı şeylerin çok daha fazlasını Kaku'da ve Kurzweil'da bularak öngörülen tarihe ekleyebiliriz. Bu durumda da farklı bir akış belirir, Twitter sayesinde örgütlenebilen siyasi hareketlerin politikacıları alaşağı ettiği bir çağda yaşıyorsak henüz adını bile duymadığımız yeniliklerin yaşamı bambaşka yerlere taşıyabileceği fikrini aklımızda tutmalıyız. Bu metin 2006'da yazılmış, on üç yılda gerçekleşen olayları düşününce Attali'nin bir ölçüde makul çıkarımlar yaptığını söyleyebiliriz ama bazı olaylar karşısında şaşkınlığa düştüğünü tahmin ediyorum.

Dokuz odaktan bahsediyor yazar, günümüze kadar küresel ekonominin kalbinin attığı ve yaratıcı tayfanın toplandığı şehirlere bakalım: Brugge, Venedik, Anvers, Cenova, Amsterdam, Londra, Boston, New York ve günümüzde Los Angeles. "Göçerkonar" yaşam algısı bu merkezlerde yerleşikliğe dönüştü, aşamalı olarak dini ve askeri iktidarın yerini görece siyasi ve demokratik özgürlük aldı, Attali böyle düşünüyor ve geleceğin dünyasında sadakatsizliğin ve göçerkonarlığın tekrar gündemde olacağını söylüyor. Burada Bauman'a değebiliriz, "akışkanlık" kavramının günümüzde çatlakları hızla doldurduğu ve toplumları hızla değiştirdiğini söyleyebiliriz, Attali de aynı noktadan bakarak bu dönüşümün devletlere kadar uzanan ayaklarını inceliyor sonraki bölümlerde. Yasaların yerini sözleşmelerin, adaletin yerini hakemliğin, polisin yerini muhafızların alacağını belirtiyor örneğin, yine kısmen yaşanan bir şey.

"Çok Uzun Bir Tarih" ikinci bölüm. İlk medeniyetlerin üç egemen iktidarın (dini, askeri ve tecimsel) birbirleriyle uyum kurmalarının ardından ortaya çıktığını söylüyor Attali, insanlığın ilk dönemlerini anlattığı kısımları geçiyorum ama gelecek için çıkardığı dersleri, tek cümlelik hisseleri buraya alacağım. İlki: "Aktarmak gelişmenin koşuludur." (s. 29) İkincisinde "ölmemek için yaşamı yemek" eylemi var, yamyamlığın temeli. Üç, tabuların kutsallıkla meşruiyet kazanması. Dört, göçebelerle yerleşikler arasındaki savaşların, çatışmaların insanlığa güç ve özgürlük sunması. İmparatorluklar yerleşmeye başlar başlamaz insanın bireyliği ve özgürlük düşü de ortaya çıkıyor, hükümdar bireyselliğin zıddı olarak görülüyor, diktatörlük özgürlük düşünün zıddı olarak görülüyor, ekonomik fazlanın denetimini sürdüremeyen imparatorluklar zıtlarının bir araya gelebilmeyi başarmalarıyla birlikte inişe geçiyor ve bir süre sonra yıkılıyor. Tipik bir döngü. Emperyal düzen aynı anda elli imparatorluğun sürmesini sağlasa da görece yeni olan topluluklar o dönem için bütün marjinallikleriyle beliriyor ve piyasa demokrasisinin temelini atıyor.

İkinci bölüm, "Kapitalizmin Kısa Bir Tarihi". Attali, tarihin genel olarak imparatorluklar ve imparatorlar temelinde değerlendirildiğini ama gerçeği anlayabilmek için tecimsel hareketlerin ve özgürlük mücadelelerinin takip edilmesi gerektiğini söylüyor en başta, böylece Antik Yunan zamanlarından günümüze kadar getireceği insanlık tarihi için okuruna bir perspektif sunuyor. Kısaca şu: Yahudi-Yunan ideali denen tecimsel bir sistem ortaya çıkıyor ve günümüzün medeniyetlerinin temelini oluşturuyor. Ortaya çıkmasında çatışmaların rolünü unutmuyor Attali, Truva'nın yerle bir olmasını Avrupa ile Asya arasındaki ilk savaş olarak görüyor ve Doğu-Batı çekişmesine yol açan etkenleri farklı disiplinlerle inceliyor. İki dünya arasındaki paradigma farkını özetlediği bölüm bu bölümün de özeti kabul edilebilir: "Asya, insanı arzularından kurtarmayı düşünürken, Batı âlemi, onları gerçekleştirme özgürlüğünü insana sağlamak dileğindedir." (s. 46) Dinler tarihine kısa bir bakışın bu bağlamda yaşamın biçimlenmesindeki etkisini görebiliriz, Buda'nın insanı pirüpak olması için desteklemesine karşın Batı'nın düşünce dünyası, Buda'nın bir nevi ikinci versiyonu olan İsa'nın benzer düşüncelerinden sıyrılarak farklı bir özgürlük alanı oluşturuyor, vardığı noktada azınlığın zenginliği yüzünden çoğunluğun çektiği acıyı görebiliriz ama insanla ilgili bir şey bu, düşüncelerle ilgili değil. Neyse, iki ders daha: İki süper gücün kapışmasından bir üçüncü güç galip ayrılır ve yenen, yenilenin kültürünü benimser. Bu çok ilginç, kısa bir açıklama var metinde ama benim aklıma hemen Şehrin Katmanları geldi. Roma'yı kuşatan barbar ordusunun surların dışına binalar inşa etmesi, duvarlar örmesi derken iyice Romalılaşması ve sonrasında modern Avrupa'nın temellerini atacak hale gelmesi, Roma'nın da kuşatma altında iyice viraneye dönüşüp insanlarının dışarıdaki barbarlardan hallice hale gelmeleri şaşırtıcıydı ama mantığı anlayabiliyoruz. Attali bu istilacıların Romalı olmak istediklerini söylüyor, kendilerinde olmayan şeyi elde etmek için onu yok etme pahasına.

Günümüzün dünyasına gelene kadar üretim biçimlerinin değişimi, devletlerin yayılmacı politikalarının yol açtığı yıkımlar, zamanın metalaştırılması gibi pek çok meseleyi görüyoruz, sonrasında geleceğe dair tahminler ağırlık kazanıyor. Çin'den Nijerya'ya kadar pek çok ülkenin gelecekteki demografik yapıları, küresel güçleri veya güçsüzlükleri inceleniyor, enerji ve yaşam kaynaklarının ortadan kalkmasıyla büyük savaşların ortaya çıkacağı anlatılıyor, birkaç bölümde bu meseleler irdeleniyor. Attali diğer metinlerinde olduğu gibi bu metninde de Fransa'ya, memleketine özel bir bölüm ayırmış, geleceğin dünyasında ülkesinin alacağı rol üzerine öngörülerini sıralıyor. Asıl sürpriz muhtemelen Türkçe baskı için özel olarak yazılmış son bölümde. Türkiye'nin geçmişini ve geleceğini değerlendirmiş Attali, önemli bölümlerine değineyim. Osmanlı'dan itibaren tarımın ve toprak getirisinin savunusu yüzünden devingenlik, yenilik ve sanayi ikinci plana atılmış, deniz gücünün esas kısmı kara ordusuna feda edilmiş, iç kaynakların doğuramadığı yenilikçi tayfa barındırılmamış. İspanya'dan gelen Yahudiler ve diğer gruplar bir parça devinim kazandırmışsa da Osmanlı hiçbir zaman güç odağı haline gelmek için gerekenleri yerine getirmemiş. "Daha sonraları, Türkiye, hep ululanan bir geçmişin sıla özlemiyle, hiç durmadan yeniden oluşturulan bürokratik kastlara saygı içinde yaşamıştır." (s. 325) Şunu alıp bitireyim: "Sonuç olarak Türkiye, geleceğin tarihinin yasalarına uymayı hiçbir zaman bilemediği için asla bir odak haline gelmemiştir." (s. 326)

Dünyanın geldiği ve gideceği noktaları anlamak için iyi bir metin, ilgililerin ellerinden öper.

31 Mayıs 2019 Cuma

İ Munyol - Değişen Kahramanımız

Askerde şimdi adını hatırlayamadığım bir adam vardı, terhisime yakın bir zamanda gelmişti. Rizeli, Gürcistan'da çalışırken babası, "Git ulan askere," deyince aramıza düşmüş. Renkli göz, turuncuya yakın saçlar, bembeyaz ten, tam o toprakların çocuğu. Dobra da bir herif, lafını esirgemiyor, yanlışa yanlış diyebiliyor. Başına iş alacaktı tabii, aldı. Adam dedim de yirmilerinin başında bir çocuk, atik bir herif. Yemekhaneye verdiler bunu, tabldotları yıkıyor ama tekrar tekrar yıkatıyorlarmış sindirmek için, adam önce bir iki söylendi, birkaç gün sonra da isyan etti. Üst devreler bunu çekti, konuştular, Rizeli kendisine haksızlık yapıldığından başka bir şey söylemiyor. Bizden yana bakıyor, biz leş kargaları sesimizi çıkarmıyoruz, gitmemize az kaldı ya. Neyse, bu adamı itip kaktılar biraz, sonra adam gitti bölük komutanıyla konuştu. Adamın postasıydım, üst devreleri çekip söylediklerini duydum. Yumuşatarak aktarıyorum: "Bu herifi kontrol altına alamıyorsanız size alt devre muamelesi yapayım, bu herif sizin yerinize geçsin." Akşama Rizeliyi gördüm, dolaplara vuruyorlardı adamı. Araya girdik bu kez, bıraktılar. Sonrasında ne olduğunu bilmiyorum, sıracılığa uyum sağlamamış olabilir. Uzun dönemdi üstelik, bir yıl oradaydı yani. Bir de poşet vardı, bizim gibi kısa dönem. Muhasebeciymiş adam, daha ilk günden, "Ben oryantasyon dönemindeyim, kalkmıyorum lan!" diye bağırmış sabahın köründe. Adam koğuşun işlerini yapmıyor, kimseyi sallamıyor falan. Şahin'di adı, şimdi hatırladım. Karşı bölükteydi, "Bokçular" diyorduk onlara, vidanjörle kışlaların boklarını çektikleri için. Kıbrıs, kanalizasyon sistemi yok. Neyse, Şahin'i komutanları da "adam" edememiş, "Ben haklarımı ve görev tanımımı biliyorum, onun dışında hiçbir şey yapmam," demiş. Vidanjöre verdiler bunu, üstü başı boklansın da yola gelsin diye. Bir akşam geldi, vidanjör işini yaparken gaza biraz fazla basmış, hortum kontrolden çıkınca milletin üstü başı bok olmuş. Adam kahkahalarla anlattı bunu, sonra diğerlerinden dinledik, döveceklerdi herifi. Sonunda terhis oldu gitti, ayrı mevzu ama demek istediğim şey, onca zorbalığın arasında korkuluk gibi durduk, hiçbir şey yapamadık, askeriyenin doğasına hemen uyum sağladık. Kusursuz bir koyunduk, söylenen her şeyi yapıyorduk, elime sopa alıp milleti döve döve uyandırdığım zamanı hatırlayınca beni tehdit eden komutana sövüyorum ama en çok kendime sövüyorum, böyle bir eziyetin parçası olduğum için. Yapabileceğim şeyler vardı, başıma iş almayayım diye yapmadım. Komutanla konuşabileceğim şeyler vardı, yine yapmadım. Üst devrelerle alakalı hiçbir şey yapmadım, onun dışında elimden gelen her şeyi yaptım. Alt devre poşetlerden birini sevmiştim, edebiyat öğretmeniydi o da. Ben gitmeden önce komutanla konuşup revircilik işini ona devrettim. Askerliğinin rahat geçtiğini düşünüyorum, geçen yıl doğan oğluna benim adımı vermiş, çok duygulanmıştım. Askerlikten geriye kalan iki duygudan biri bu, diğeri de korkunç bir utanç ve suçluluk duygusu. Uzunca bir süre baş edemedim, yeni yeni kendime geliyorum. Bu yaz dört yıl olacak, sıyırıp atamadım üstümden. Atmayayım da zaten, belki bundan sonra daha iyi biri olmamı sağlar.

Minyatür bir dünya, kurallar, iktidar, kolaylıkla yönetilebilen kitle, benzer ortam Munyol'un kurmacasında birebir mevcut. Güney Kore'deki baskıcı rejimin okul versiyonu, sembolleştirilmiş hali. Politikanın bütün kirli işleri taşradaki bir okulda, okuldaki sınıflardan birinde kusursuz bir şekilde hayata geçiyor, on beş yaşlarında bir çocuk sınıfa kök söktürüyor resmen. Olay 1950'lerde geçiyor, Liberal Parti hükümetinin son dönemleri, halka korkunç dayatmaların isyanlara yol açtığı zamanlar. Bizim on iki yaşlarındaki tıfıl anlatıcımız Byongte Han, babasının punduna getirilip taşrada bir memuriyete itelenmesiyle birlikte Seul'deki güzel ortamı, demokrasinin işlediği okulunu bırakıp kasabanın okuluna kaydoluyor. Başkentteki pırıl pırıl öğretmenler ve öğrenciler yok kasabada, herkes derdest, kıyafetler eski ve lekeli, yoksulluk kol geziyor. Byongte bu ortama alışmaya çalışıyor, sınıf arkadaşlarını tanımak için gözlemde bulunurken Sokde Om nam bir elemanın kendisini çağırdığını duyuyor. Gitmiyor bizimki, Seul'de sınıf başkanının emir verdiği görülmüş şey değil, dolayısıyla yerinde kalıyor ve Sokde Om'un iktidarının köklerini ilk bu vakada görüyoruz. Byongte Seul'deki ortamla yeni ortamını kıyaslıyor, muktedire boyun eğip eğmemeyi düşünüyor ve Sokde Om'un yanına gitmiyor. Konuşuyorlar biraz, tanışıyorlar ama yine de bir şekilde Sokde Om'un baskıcı yönetimini kabullenmiş gibi görünüyor başta. Tabii yaşadığı ilk olayın ardından mevzuyu babasına açıyor. Baba dürüstlükten şaşmayan bir adamken katakulli sonucu rahat yaşamından olduğu, ailesini yokluğun içine sürüklediği için iktidarın üstünlüğünü kabul etmiş durumda, oğluna sınıf başkanına uyması gerektiğini söylüyor. Anne de benzer bir tutum geliştiriyor, sınıf öğretmeniyle konuştuktan sonra Sokde Om'un iyi bir çocuk olduğunu söylüyor, oğlundan arıza çıkarmamasını istiyor. Sokde Om kusursuz bir sistem kurmuş, öncelikle sınıf öğretmeni çocuğun yönetiminden memnun, hemen hiçbir şeye karışmıyor. Bizim komutan gibi. En tepeden onayı alan çocuk istediği gibi at koşturmaya başlıyor tabii. On altı yaşında bu, diğerlerinden daha büyük ve sosyal zekası yaşıtlarına göre çok ileri. Bazı çocuklardan eşyalarını alıyor, bazılarından haraç topluyor, ödevlerini yaptırıyor çocuklara falan, her türlü nane var bunda. Byongte en başta karşı çıkmaya çalışıyor, elemanın açığını yakalamak için haftalarca uğraşıyor ama ne zaman öğretmenine gidip şikayet etse öğretmen Sokde Om'u tutuyor. Byongte giderek dışlanıyor, oyunlara alınmıyor, kavgalarda dayak yemeye başlıyor. Ağır ağır büyüyen bir zulüm, korkunç. En sonunda pes ediyor, sistemi yıkamayacağını görünce rahat etmek için Sokde Om'un huyuna gidiyor ve çocuğu sevmeye başlıyor. Bu dönüşümün ve benzeri dönüşümlerin anlatımları detaylı, güruhtaki bireyin psikolojisini anlamak için süper kaynak.

Byongte pes ettiği noktada öğretmeninin görüşlerini paylaşmaya başlıyor. Son şikayette öğretmen çocuklara boş kağıt veriyor ve sınıfta dönen işleri yazmalarını istiyor, isim vermeden. Çocuklar Sokde Om'u şikayet etmek yerine Byongte'yi şikayet ediyorlar, zavallı çocuk kara koyun oluyor hemen. Uyum sürecinden sonra Sokde Om'un nimetlerinden faydalanmaya başlıyor, mamalanıyor. Oyunlar, dövüşler, dersler, her şey yoluna giriyor. Zinciri takıyor eleman, Sokde Om için resim yapıyor ve çocuğun resim dersinden iyi notlar almalarını sağlıyor. Bazı çocuklar sınavlarda doldurdukları kağıttan kendi isimlerini silip Sokde Om'un ismini yazıyorlar, böylece Sokde Om okul birincisi oluyor her yıl. Kusursuz bir sömürü sistemi, nöbetleşe kötülük ve nöbetleşe iyilik, sürüye dahil olunca problem yok. Sistem nerede patlıyor, yeni bir gocuklu celep çıkıyor ortaya, o zaman. Bu yeni mezun öğretmen insanlığını henüz yitirmediği için sınıftaki havayı alıyor, sözlüye kaldırdığı Sokde Om'un bir halt bilmediğine kani olunca yazılılardaki yüksek notlardan işkilleniyor, sonra çocuğun ipliğini pazara çıkarıyor tabii. Sokde Om okulu bırakıyor, yolda denk geldiği çocukları dövüp okula gidememelerine yol açıyor. Öğretmen bu duruma çok kızıyor, çocukları dövüp Sokde Om'a karşı çıkmalarını söylüyor. Bizim zorba dayak yiyor bir güzel, piyasadan tamamen siliniyor. Doğan otorite boşluğu çeşitli çatışmalara yol açıyor, demokrasi kültürü gelişmediği için kavga edenlerin yanında eski düzeni özleyenler de var, yeni bir Sokde Om çıkar diye umut ediyorlar. Okul bu hay huyla bitiyor.

Son bölümde otuz yılın ardından gelen öz eleştiri mekanizması çalışıyor. Byongte okulu bitiriyor, tam o sırada isyan çıkıyor ve yönetim değişiyor. Daha iyi bir gelecek ufukta gözüküyor ama Byongte doğru tercihler yapmıyor, yaşamı zorlaştığında kişisel Sokde Om'unu arıyor içten içe. Sopanın altında mutlu ve huzurluydu, emirleri -ki emir yok aslında, sistemin sürmesi için yarı istençli boyun eğme var- yerine getirmekten başka bir yükümlülüğü yoktu, hayatı çok güzeldi. O zamanlar. Sorumluluklarının arttığı yetişkinlik zor geliyor ona, yarı özlem ve yarı kızgınlık içinde anlatısına nokta koyuyor.

Demokrasi nedir, tiranlık nedir, bazı şeyler nasıldır ve nasıl olmalıdır, bu tür şeylerin merkezde olduğu bir novella, son derece başarılı.

1 Ocak 2019 Salı

Gürsel Aytaç - Yaratıcı Yazarların Yaratıcılığı ve Edebiyat Görüşleri

Gürsel Aytaç karşılaştırmalı edebiyatın en üretken isimlerinden biri. Uzun ömürler diliyorum, umarım tam gaz devam eder. Alman edebiyatından seçtiği üç ismi de biliyoruz; Frisch, Goethe ve Dürrenmatt. İlk iki bölümde bu üç yazarın kaynaklarına göz atacağız, özellikle Frisch'in günlüğü oldukça dikkat çekici, bir nevi kendini kurma/anlatıyı kurma dersi. Öznel tabii ama biraz olsun yaratma sancısı çeken herkese çok tanıdık gelecektir, Aytaç tam da kilit noktaları alıntılamış, söylemek istediğini alıntılar üzerinden detaylandırmış, şahane olmuş. Son bölüm yerli yazarların röportajlarına, günlüklerine götürüyor bizi. Erendiz Atasü, Aziz Nesin, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu gibi pek çok isim var bu bölümde.

Giriş bölümünde "yazarlık üzerine yazmak" konusuna değiniyor Aytaç, bu eylemin nadiren görüldüğünü söylüyor. "Künstlerroman" ya da "Künstlernovelle" diye iki tür romanın sırf sanatçı figürünün dile gelmesiyle ortaya çıktığını, yazarların bu tür eserler üzerinden kendi edebi anlayışlarını kısmen dile getirdiklerini anlatıyor. Papini'nin var, Kundera'nın var, Adair'ın var, çok sayıda yazarın bu tür metinleri var. Kurmacanın içinde daha dağınık duruyor fikirler, günlükteki gibi bir noktada yoğunlaşmıyor ama böylesi daha iyi, hikâyeleştirilmiş bir perspektif daha sağlam bir anlayışa yol açar. Dürrenmatt'ın konularından yola çıkarak yazarın fikirleriyle metinlerinde ele aldığı meseleleri bakışımlı bir biçimde ele alıyor Aytaç, üzerinde durduğu birkaç noktayı alayım. Ele alınan metinlerin isimlerini vermeden fikirler üzerinden gidiyorum. Kendi yaşamını yazmaya çalışanların boşa uğraştığını söylüyor Dürrenmatt, bunu bir hesap çıkarma arzusu olarak görüyor ve bunun sahte dökümlerden, kurmacadan ibaret olduğunu söylüyor. Paz bir benzerini söylüyordu, her şeyde biraz otobiyografik öge bulabiliriz ama otobiyografi bile bir kurmacadır, asıl bunu söyleyeni hatırlayamadım, neyse, kendisini bir "düşünce üreticisi" olarak görüyor Dürrenmatt. Düşünce üreticileri yaşamlara odaklanmak yerine düşünceleri taşıyan, açan karakterler vasıtasıyla düşünce düzlemlerini oluşturuyorlar. İlginçtir ki dil konusunda başarısız olduğunu söylüyor yazar, düşüncelerini felsefi bir üslupta ifade edemediği için öykü yazmaya başladığını ifade ediyor. Sözel alandan görsel alana doğru bir yol onunki, bu yüzden resimle içli dışlı oluyor ve metinlerine bu görselliği yansıtıyor. Bir de dilden ötürü sürekli bir yabancılık çektiğini söylüyor; bir İsviçreli için yazı dili olarak Almancayı kullanmak onun için bir "yabancılık mesafesi" oluşturmuş. Karakterlerine karşı kaskatı durması, gözlemciden öteye gitmemesi bu dil yabancılığından kaynaklanıyor olabilir. Başka, Kant'ın diyalektiğe bakışını eserlerinde kerteriz noktası olarak almış. Çok özetle şu: "Yaşantı-hayal gücü ve konu arasındaki ilişkiyi, hayal gücünün bir dramaturjisini keşfetmek için ararken, otobiyografik şeyler kendiliğinden su yüzüne çıkıyor." (s. 16) Gerçekliği algılayışı da eserlerini yaratırken kendi yaratıcılığını etkilediği için "olayı olmayan bir konu" yaratıp kullanabiliyor, bunda televizyonun, Vietnam Savaşı'nın ve o döneme dair olayların çarpıtılmasının payı büyük.

Parça parça alayım. Bir eserin kalite değerinin objektif, bilimsel tespitinin mümkün olmadığını söylüyor. Bir metni başka bir metinle ölçebiliriz, bundan başka bir yol, formül yok gerçekten. Kant'a değinmiştim, Kierkegaard'ı da Kant'ın yanına ekleyebiliriz. Kierkegaard olmadan yazarlığının anlaşılmasının mümkün olmadığını söylüyor Dürrenmatt, bu söylemini inanç diyalektiğine, dini varoluşa bağlıyor. Aytaç'ın da değindiği gibi "korku ve titreme", "ölümcül hastalık" gibi Kierkegaard meselelerine Yunanlı Bir Kız Aranıyor'da, Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi'nde rastlayabiliriz. Ateist bir yazar için sorgulamanın sonu gelmiyor, arayış sürüyor ve yeni konular ardı ardına ortaya çıkıyor. Çok mesele var daha; Hegel'den ABD'ye pek çok konuda görüşlerini belirtmiş Dürrenmatt ve Aytaç hepsini derleyip yazarın yaratıcılık dünyasını yansıtmaya çalışmış. İyi de olmuş. Biraz yığmaca gibi olmuş ama iyidir.

Frisch'e geliyoruz, kendisinin bir tek Stiller'ını okudum ama öznenin kendini oluşturma/yeniden oluşturması ve sosyal dünya içinde var olması meselelerini öyle bir kurgulamış ki etkisinden çıkamadım bir türlü. Neyse, Aytaç benzer bir istikamet çizmiş yazarlar arasında; yine dil meselesinden başlıyoruz. Dilin kısıtlı bir araç olduğunu, yaratıcılığı baltaladığını söylüyor Frisch. Günlükleri üzerinden ilerliyoruz bu arada. "Bir çeşit tınlayan sınır" tanımı dilin ruhu taşıyabildiği son nokta olarak görülebilir, ötesinde sözel anlamdan çıkıp sezgisele geçiyoruz ve bunu yansıtamadığımız için biricik olarak, içeride bir yerde kalıyor. Korkunç bir yalnızlık. Kitapların bir karşı çıkış, tamamlama isteği yaratması gerektiğini söylüyor, bu tamamlanmamışlık sayesinde okur da kendi fikirlerini keşfedebilir ve üretebilir, böylece dilin kusurlu yapısı belki de edebiyat için en temel araç haline gelir. Gelmiştir, metinler kafaya bir balta gibi inmiştir. Nice geceler uykusuz kalmışızdır, birkaç sayfa daha okuyabilmek için sevdiğimizin gözüne ışık sokmuşuzdur, belki de içten içe garipsenmişizdir ama bu iş böyledir, korkunç bir yalnızlık dedim ya. Sonrasında edebiyatın sadece bir yansıtma olayı fikri var, Aytaç genişçe bir yer ayırmış bu konuya. Edebiyatın gerçekten daha gerçek olduğu malumdur. Bazen. Çoğu zaman. Kusurlunun kusursuz yansımasıdır aslında edebiyat. Gerçeğin tek bir düzleminde yaşayabildiğimiz için bize tırışkadan bir şey gibi geliyor ama soyut düşünce yeteneğinin geliştirilmesi bu meseleyi de halledecektir gibi geliyor bana. Olmak istemediğim bir kişi olmayabileceğim. Edebi gerçeklikte. Süper olay.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk -saflık ve düşüncelilik konusuna Dürrenmatt da değiniyor, karşılaştırmalı okunabilir- ve Attila İlhan benzer şeyler söylüyorlar; metafizikle gerçekliğin karşılıklı inşası, diyalekt. Oğuz Atay'ın günlüklerinden birkaç şey ilgi çekici, Tehlikeli Oyunlar'ın temelleri var burada. Halit Ziya'ya değindiği bölümü de şuradan biliyoruz.

İyi okur bu incelemeyi kaçırmamalı, iyi yazmaya çalışan da kaçırmamalı, hasılı bu inceleme kaçırılmamalı.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Aleksandros Adamopulos - On İki Artı Bir Yalan

Kısacık yalanların taşıdığı semboller metinleri uzama yayıyor, az önce ikinci kez okudum ve birkaç kez daha okuyabilirim, öyküler genişledikçe genişliyor ve ucunu bulamıyorum, bitmiyor, öncesi ve sonrası kendilikten beliriyor, Max Frisch'in günlüklerindeki ölümün ve yaşamın süreğen birlikteliğini bu öykülerde somutluyorum, çaresiz. Çıkar yol yok; yaşamların kesişimlerini bir soluğa sıkışmış halde buluyorum, bir sonraki sözcük ayrılıkları, bir anlamda ölümleri taşıyor. On ikinci yalan olan Ruh'ta bir çocuk, ruhunu kurcalamaktan başka bir şey bilmiyor, diğer çocuklar ve yetişkinler tarafından seviliyor ama yalnız, uzak duruyorlar ondan. Elde parlak, yeni bir ruh. Diğer yanda bir civciv, ördek yavrusu gibi büyütülünce ölüyor. Ruhu civciv gibi büyütülmüş bir ördek yavrusuna yerleşmiş, yine ölüm. Kelebek, ölüm. Kurbağa, ölüm. Tohum, mermer bir bütünlük. Çocuk tohumu/mermeri buluyor, ruhun serbest kalmasına yol açıyor ve ruh yüzyıllar süren yalnızlığından kurtuluyor, uzaklara uçuyor. Çocuk/sanatçı ölüyor sonunda, ruhu bir civcive gidiyor. Biraz kazıyınca çıkan anlamlar yordu ki daha on iki tane var, hangi birinden ne burukluklar çıkacak diye düşünüyorum, aslında çoktan çıktı ama her okuma bir başka boşluğu gösteriyor, dolmaksız.

Yunan yazarların metinlerini toplamaya devam ediyorum, Belge'den İmge'ye kadar pek çok yayınevinin bastığı onca metinden denk geldiklerimi kaçırmıyorum ama işim zor sanırım, çevirmenleri takip ederek ulaşabildiklerimin yanında ulaşamadıklarım da var bayağı. Zamanla artık. Adamopulos'un bu metnini İmge'nin yıl sonu indirimini duyup aldıktan sonra hatırladım, yıllar önce almıştım zaten. Rekorum dört, dört defa aynı kitabı satın alıp üçünü hediye ettim ve dördüncüyü hâlâ okumadım. Müthiş. Böylece bendekini unutup dört adet daha alabilirim. Neyse, Adamopulos 1953'te Atina'da doğmuş ve kendini tutkularına bırakmış. Öyle görünüyor. Paris'te hukuk sosyolojisi, Atina'da klasik gitar, rejisörlük, hukuk eğitimi, devlet radyosunda programlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki kültürel organizasyonlarda aldığı görevler derken yaşamı tam dolmamış olacak ki yazarlığa da zaman ayırabilmiş. Sözlük'ten öğrendiğim kadarıyla yazdığı bir oyun İstanbul'da sahnelenmiş, hatta 2012'de İstanbul'a gelmiş kendisi. Ne güzel. Çevirmeni Herkül Millas.

Önsözü Daireler, ben, sen, elim. İki daireden biri konuşuyor, diğeri de daire. Hayal edilen, dairelerin üst üste gelmesi. Grafikle gösterilmiş. "Bir olmak" hayal edilmiş ama öyle olmamış, büyüklü küçüklü kesişim kümelerinden biri ortaya çıkmış ve ortadaki kümenin büyüklüğüyle ortadaki küme dışındaki iki ayrı kümenin büyüklükleri arasındaki... o kusursuz ayrılık diyeyim, çizgilerin belirlediği sınırların aşılamaması, bir çizginin diğeri üzerindeki tek kesişimine indirgenen anlam. Yetersizlik, yetinememek. "Ben ne bileyim? Sen de nasıl bilebilirsin?" (s. 11) Sonuçta en baştaki iki ayrı daireye dönüş. Aradaki mesafenin aşılabileceği umudu, bu kez başka daireler arasında. Yorgunluk bayağı. Bu yorgunluğu başka bir yalanda yakaladım, Fasulye'de. "Binlerce kez tekrarlanmış hiçlik; kimde ne var ve nerde bulur ve kim kimle dosttur ve kökeni nedir ve kaç kuşak eskidir şu soy ve yeniden yaşama dönüş içimizde mi, dışımızda mı ve aşk şöyle midir, böyle midir? Hep aynı fars ve hep aynı yalan." (s. 55) Anlatıcının mendiline bırakılan bir fasulye hikâyesini anlatıyor. Bahçeden fasulyeler toplandı, bir çuvala kondu, bakkala götürüldü, bakkal küreği bir kese kağıdını doldurdu ama bu fasulye yere düştü, bir başına kalıp gidenlere baktı. Günlerce ağladı, toprak ıpıslak oldu ve fasulye yeşerdi. Bir kez anlattı bu hikâyeyi, sonra sustu, sesi çıkmadı. Anlatıcı arkadaşlarının peşinden gidecekti, yalnız kalmak istemiyordu. Fasulyeyi mendile bırakan uşak dedi bunu: "'Ama böylesine bir ağlamadan sonra yeşermeye başlayan bir fasulyenin nasıl acı duyduğunu bilir misiniz?'" (s. 57) Eski yiterken duyulan acı çoktan çekilmiştir, olamayacak şeyler sezildiği an bu acı ortaya çıkar ve eski henüz eski değilken kendini dayatır. Yeniye başlarken duyulan acı, bu ağırdır işte. Güzel bir tazelik duygusunun yanında buruk bir şey. Bu öyküyü öğretmenler odasındayken okudum ve gözlerimin dolmasını iyi gizledim bence. Yeşermenin acısı. Üstelik bahar gelmeden.

İlk yalan, Mektup. Adam terk edilmiş, yalnız başına, ölümün özlemini duyuyor. Tam o sırada bir mektup, sevdiği kadından. Birlikte düş kurmalarını engelleyen şey başkalıkları. "Bende eksik olan sende bulunuyor. Sana sürekli acı veren ve beni hiçbir şey duymamamı sağlayan. Sen ölüyorsun, ben bitkisel yaşamdayım. Haykırıyorsun, bende tıs. Işıktan gözlerin kamaşıyor -ben gözlerimi yumuyor ve karanlıkta kalıyorum." (s. 16) Sonra gerçekten sevdiğine dair bir ek, birkaç satır sonra tekrarlanan. Son değil bu, mazruftan çok zarf konuşuyor: Baron Münhausen, gönderen. Bu gerçekten ölüm demek, bir başkasının karıştığı sözcükler soluyor, adam acısıyla bir başına kalıyor. Yazacaktım ama unuttuğumdan yazmadım, şimdi hatırladım; Bağlar'da Vanda, Aldo'dan yıllar boyunca bir açıklama bekler, adamın neden gittiğine dair. Aldo hiçbir şey söylemez, sebeplerinin Vanda'yı öldürebileceğini düşünüp merhametli olmaya çalışır. Bir noktadan sonra gerçekten her şeyin anlatılmasına gerek yok, gizlenen şeyler gizlendikleriyle kalmalı, hatta açık açık söylenenler söylenmemeli. Geriye hiçbir şey kalmamalı, gedik eldekilerle kapatılmalı. En temiz kesik, bu.

Her bir yalanın tam kurulamamış, dürüstlüğe yaslanamamış bir hikâyesi var, alegorik anlatılar kullanılmış olsa da hepsinin gösterdiği nokta benzer bir yer. Söylemiyoruz ve söylüyoruz, çarpıtıyoruz ve olduğu gibi bırakıyoruz, doyuyoruz ve doymuyoruz, sürüyoruz ve süremiyoruz, bir şekilde birilerine dokunup devam ediyoruz. Dokunur gibi yapanların, dokunmaktan korkanların öyküleri bunlar, haliyle umutla dokunanların da.


19 Aralık 2017 Salı

Georges Perec - Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi

Bernard Magné güzel bir sondeyiş yazmış, buradan giriyorum çünkü mevzunun ne olduğu bilinmeli.

İkinci tekil şahıs anlatımıyla yazılan bu metne bir saygı duruşu, Magné ilk paragraf aynı biçimde yazmış. İyice düşünüp taşınması, cesaretini toplaması ne kadar sürdü bilemiyorum ama Perec'in zorlanmayacağı kadar zorlanmıştır, neyse, 1968'de yazılan bu metnin bir Oulipo toplantısı sonrasında ortaya çıktığını söylüyor. Perec hesap uzmanı bir dostundan istediği şema üzerinde çalışıyor, şemayı anlatıya dönüştürecek. Queneau ve diğer katılımcılar "ağaç" gibi dallanan bir anlatı tasarlamaya çalışıyorlar, Queneau son dalın ucuna kadar gidiyor ama Perec'in daha büyük bir planı var; bütün uçların birbirine eklenmesiyle oluşacak bir hiperağaç. Olası bütün olaylar birbirini biçimleyerek sıralanacak, tekrarlar her seferinde farklı bir anlatıya yol açacak, kendilerinden yola çıkarak kendilerine dönüş, farklı bir kimlikle. Magné bunu "parodik bir şemayı tüketme girişimi" olarak görür, tıpkı bir Paris semtini tüketme girişimi gibi. Perec, Perriaud'ya yazdığı mektupta "okunması kesinlikle mümkün olmayan bir metne ulaşmak" için çabaladığını söylüyor. Edebiyatın sınırlarının zorlanması çoğu okuru kaçırır ve sadece en ucu görmek isteyenleri çeker, en cesurları. Sınır ihlali gerçekleştiği an okur ortadan kalkar, metin kendi kendini üretir ve okuru kaybettiği yerde doğar. E'siz bir romanın niyeti daha farklı olsa da bu zorlayış ortadadır, Perec'in bazı metinlerinde hiç yoktur mesela, Perec Bey ne yapmak istiyor? Kurmacanın ötesinde ne olduğunu arıyor sanırım, gerçeği yani.

Solda görmüş olduğunuz şema, bir ücret artışı talebinin aşamalarını içermektedir. Servis şefine ulaşana kadar arada birçok aşama vardır, mesela meslektaş hanımla konuşmalara göre biçimlenenler, konuşmalardan sonra sekretere ulaşılınca biçimlenenler, sonrasında mr x'e ulaşılınca biçimlenenler, önceki günün yenen yiyeceklerin yaratacağı potansiyel rahatsızlıklara, yaratmayacağı mutluluğa, havanın bozuk olup olmamasına göre biçimlenenler vardır ki bu sonuncuyu uydurdum ama olabilirmiş, bazı insanlar hava kapalı olunca mutsuz olurlar ve istenen hiçbir şeyi vermeyecek hale gelirler, bunlar havayı umursamaz hale gelip hiçbir şey vermeyecek hale de gelebilirler, kendilerine dönük bir yaşam sürdürebilirler, öncelikleri ne hale gelir, kimse bilmez, kimseye bir şey anlatmazlar ve bunu neden yaparlar, bunu da kimse bilmez, belki önceki gün bir şey yitirmişlerdir veya birini görmüşlerdir, tanıdık biri, gördükleri kişinin saati bozulmuştur ve kişi suratını asmaktadır, bu surat asıklığı yüzünden mutsuz olurlar, o kişinin her zaman mutlu olmasını isterler ama böyle bir şey mümkün değildir, bazen her şeyin olduğu gibi olması gerekir ama bunun farkında değildirler, o zaman neydirler? Bir sürü, sayıya gelmeyecek olasılık.

İyice düşünüp taşındıktan ve cesareti iyice topladıktan sonra karar verdiniz, zam isteyeceksiniz ama bu iyice düşünüp taşınmanın ve cesareti toplamanın bile ayrı, upuzun bir metin olarak karşımıza çıkması olasıdır, günün birinde, belki biri yazacaktır da iki metni birleştirecektir, Perec çoktan öldüğüne göre bu mirası birinin omuzlaması gerekmektedir, bunun öyküsü yazılabilir ama konu öykünün tek kurşunuyla yaralanmayacaktır bile. Buna koca koca fikirler de tıkıştırılamaz, hiç kimse hiçbir şeyden o kadar emin olamaz, olduğu yerde alayla anılacak, kuyruğuna teneke bağlanıp kıçına tekme atılacaktır. Günümüzde kimse Tolstoy gibi yazmamalıdır, yazanlar vardır, onlar da bir anlatı geleneğini günümüze uyarlamaktan fazlasını yapmazlar, yaparlar ama büyük düşünceler yetmiş yıl önce bir iki nükleer bombayla, daha da önemlisi minicik devrelerle paramparça edilmiştir, artık kırıntılarla beslenmemiz gerekmektedir, kırıntılar için ücret artışı talebinde bulunmamız gerekmektedir. Bulunmanız.

Perec herhangi bir noktalama işareti kullanmaz ve bir anı dallara ayırır, aslında karar anında beliren olasılıkların dökümüdür ve söylediğim gibi besinlerden, Ionesco'dan ve daha pek çok şeyden etkilenilir, zam istemenin içine amma da çok şey sığmaktadır öyle, örneğin konuşulan saat ve saatin çalması ve Vonnegut'un anlattığı bir fıkradaki guguk kuşu pisliği temizleyiciliği gibi işler bunlardan bazılarıdır, aslında bu temizleyicilik iyi para getirir gibi gözükse de birkaç kuruş fazla kazanmanın derdi her zaman aklın bir köşesindedir, servis şefine bu köşelerden bahsedilmez de torunlardan bahsedilir, birinin tedaviye ihtiyacı vardır veya yeni bir ayakkabıya, yahut bir şeye işte, her neyse, onun için zam istenmektedir. Zam değil, ücret artışı istenmektedir, Zam sözcüğündeki a'nın tınlaması oldukça kabadır, korkutucudur, asla gerçekleşmeyecek bir vaattir. Gerçekleşmeyecek bir vaat neden ısrarla izlenir? Gerçekleşeceği söylendiği için. Söze değil, söyleyene bakılmasının gerekliliği boşuna değildir, sözün değerini belirleyen budur ama bir hatadır, yapılır, insan neye inanmak isterse ona inanır ve söyleyenin boşa çıkardığı güven itinayla buruşturulur, çöpe atılır. Olur böyle şeyler, yaşamın içinde bunlar da var denir ve yaşamın içi dışına çıkarılır, temizinden bir denizaltının içine konur ve denizaltı uzaya yollanırsa her şeyi baştan başlatacak bir saat tiklemeye ve dahi taklamaya başlar. Böylesi hiç görülmemiştir ama bir kez yapıldığını şahsen bir arkadaşımda, servis şefinde belki, gördüm, iyi bir teşebbüstü. Tekrarlanacak olması kötü.

Perhizler, balıklar, vahşi kapitalizm ve insan. Oyunlarda ve rüyalarda buluşurlar. Ben bu metni tekinsiz bir rüya olarak gördüm, uyanınca elimin boğazıma sarıldığını fark ettim. Bir ihtimal, hastalığımdan doğan öksürüğümü durdurabilirdi ama başka ihtimaller arasında ne önemi vardı ki, ölüm sadece bir tanesi.

17 Mart 2015 Salı

Kemal Ateş - Çürük Kapı

Emekli akademisyen olan hocamızın öykülerini pek sevdim. Ateş, gecekondu insanlarının psikolojisini köy-kent çatışması bağlamında ele alıyor ve bize görüp de bilmediğimiz yaşamları sunuyor. Öykülerinden Mustafa Kutlu ve Orhan Kemal tadı almak mümkün, yine de dili kullanış biçimiyle, mekan ve karakter yaratma şekliyle farklı bir pencere açıyor.

Çürük Kapı: Evin on yıllık olduğuna yemin edecek şahitler lazım, yoksa aile sokakta kalacak. Bayburtlulara gidilmez, en iyisi hemşeriler. Yalan yere yemin etmekten korkarlar ya da ev yıkılırsa akrabalarını getirirler. Kandırmak lazım, ev üç yıllık. Damı boyası yepyeni, bir tek kapısı çürük gözüküyor. Çocuk, annesiyle babasının tedirginliğini görerek korkuyla büyüyor. Belediyeciler geldiğinde dua etmekten başka yapacağı bir şey yok. Şahitlerden ikisi cayıyor, ikisi yemin ediyor ve ev kurtuluyor. Bir de görevlilerden birinin kapıya asılıp çaat diye kırması var. Çürümüş bir yerleşim yerinde sevinçler büyük oluyor.

Atike Teyzenin Kuyusu: Teyzemizin bahçesine açtırdığı kuyu, mahalledeki su savaşlarını bitiriyor. Çok para harcıyor açmak için, çok emek harcıyor ve başarıyor sonunda ama kuyunun olduğu parsel başka birine aitmiş, tapu işleriyle alakalı bir memur gelip ortaya çıkarıyor bu durumu. Toprak sahibi kuyunun olduğu kısmı satmaya yanaşmıyor, el koyuyor. Gecekonduların böyle bir tehlikesi var işte, toprak sahibi ortaya çıkınca geriye gitmek kalıyor. Teyze hastalanıyor falan, taşınıyor. Gözyaşlarıyla uğurluyorlar.

Oruçtum Yav!... : Selim Dayı Almanya'dan dönünce evlenmek ister, oradaki kızlar ona pek yaramadığından civardan kız soruşturur, buldurur bir tane. Başlığı verir, evlenir. İlk gün kızın ağabeyi kızı kaçırır. Aile başlığı geri vermez. Dayı'ya ilk günden kıza çökseydi bunların yaşanmayacağını söylerler. Dayı'nın tepkisi başlıkta.

Gece Kaçan Müşteri: Bakkalın oğlu, müşterilerinden birinin kızına aşıktır. Kızın ailesi esnafa borç takıp kaçmaya çalışır. Zalim baba, oğlunu kaçmasınlar diye erketeye gönderir. Oğlanın borç morç umrunda değildir, sevdiği kız gidecek diye yanmaktadır. Nöbeti falan sallamaz, eve döner. Bir de bakar ki gerçekten de kaçmaya çalışmışlar, kardeşiyle babası da eşyaların yüklendiği arabayı yağmalamışlar. Çocuk çok üzülür, kardeşinin kızla ilgili patavatsız bir şakasına karşılık yumruğu çakar. Kimse ses çıkarmaz, çocuğun kıza aşık olduğunu anlamışlardır falan. Ulan ne kötü be. Baba mangır derdinde, evlat gönül derdinde. Öf.

Erdal: Erdal'ın babası Almanya'ya gidip bir daha dönmemiştir, geride bıraktıkları sefalet içinde yaşamaya çalışır. Mahallelinin dilindedirler, böyle bir ortamda büyümeye çalışır Erdal. Bakkalın yakmaya çalıştığı veresiye fişlerini alıp miskete yatırmak için yanan bir varilin içine girer, son anda kurtarırlar. Mahalleli toplanıp yine dedikoduya başlar çocuğun önünde. Allah sabır versin Erdal.

Şen Ola Düğün: Bir dolmuş güzellemesi. İşçi sınıfının dertleri, dalavereler, metresler... Maceralı bir yolculuk.

Terzi: Esnafın hazır giyime karşı tutunamaması, terzi amcanın geçmişi yadı ve dükkanı kapatmaya karar vermesi falan. Acıklı.

Üç öykü daha var, onlar da pek güzel.