İthaki Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İthaki Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2020 Cuma

Lord Dunsany - Elfdiyarı Kralı'nın Kızı

Aslında bahsi Tolkien'dan açmak istemiyordum ama okuduğum makale Tolkien'ın metinlerinin üzerinden ilerliyor. Dileyen okuyabilir. Algernon Blackwood'un "Söğütler" adlı öyküsü Karanlıkta 33 Yazar'da var, makalenin yazarının aktardığına göre Tolkien'ın eserlerini inceleyen Jared Lobdell, Tolkien'ın bu öyküden esinlenmiş olabileceğini söylemiş, Kuyutorman'ın ve Entlerin yaratımı bir ölçüde bu öyküye dayalı belki de. "Wendigo" da Nazgûl'un esin kaynağı olabilir, biraz aşırı yorum gibi gözüküyor ama ihtimal dahilinde. Diğer yandan Lord Dunsany'nin düş dünyalarının Neil Gaiman, H. P. Lovecraft gibi önemli yazarları doğrudan etkilediği malum, Yokyer için "modern bir Elfdiyarı Kralı'nın Kızı uyarlaması" denebilir. Lovecraft cephesine bakıyorum, Edebiyatta Doğaüstü Korku adlı incelemesinde çok önemli bir bölüm var: "Onun bakış açısı, edebiyatın herhangi bir döneminde yakalananlar arasında en kozmik olanıdır. Dramatik değerler il soyutlanmış söz ve detaylara Poe kadar hassas yaklaşmış, King James İncili nesrine dayanan yalın lirik üslubu yoluyla retorik olarak çok daha donanımlı olan bu yazar, Doğu'nun renkleri, Helenistik biçim, Tötonik kasvet ve Keltik efkar unsurlarını, her biri tek başına hüküm sürebilse de mükemmel ahenk ve homojenliğe halel getirmeden bir diğerini tamamlayacak tarzda ve harikulade bir biçimde harmanlayan bir seçme hayaller serisi üreterek Avrupa kültürü çerçevesinde yer alan neredeyse her mit ve efsaneye inanılmaz bir etkinlik kazandırmaktadır." (s. 86) Lovecraft'ın öykülerindeki kozmik dehşetlerin kökenlerini Dunsany'nin metinlerinde aradığımızda çok sayıda veriye denk geliriz, örneğin "Celephais" doğrudan bir Lord Dunsany güzellemesidir, "Yann'ın Ülkesi" adlı öyküdeki düşsel yolculuk, bilinmeyen diyarların kendine has devinimindeki özgün detaylar Lovecraft'ı doğrudan etkilemiş, öykülerindeki atmosun en temel yapısı haline gelmiştir. Herbert West öykülerini bunun dışında tutuyorum, o öykülerde Lovecraft çocukluğunda dedesinin hediye ettiği kimya setiyle geçirdiği zamanların hatıralarını ölüleri diriltmeye çalışan çatlak bir doktorun, Herbert West'in vasıtasıyla yaşatmaya çalışıyordu, bahsettiğim niteliği tuhaf ve uzak zamanların anlatıldığı, adsız şehirlerin yıkımlarını içeren öykülerde aramak gerek. "Gerçek dışılık alanındaki başarılı eserlerinde ara sıra otantik gelenek içinde gelişen kozmik korkunun dokunuşları vardır. Dunsany, peri masallarında olduğu gibi, canavarca şeyler ve inanılmaz kubbelerin ipuçlarını incelik ve ustalıkla vermeyi çok sever." (s. 87) Elfdiyarı'nın mor dağlarını ve parlak kulelerini Sarnath'ın ve Ulthar'ın karanlığıyla birlikte görebiliriz, bunun yanında Mordor'un kuleleri de rünlerini kullanan Elf Kralı'nın hüküm sürdüğü mekanı tekrar canlandırır, Sauron'unki kadar korkunç olmasa da Elf Kralı'nın akla hayale gelmeyen güçleri ve var olduğu düşsel coğrafyanın tekinsizliği iki metni birbirine yaklaştırır. Başka bir bağ da ölümlü bir insanın bir elf kralın ölümsüz kızına aşık olmasında bulunabilir. Belki de Lord Dunsany, Tolkien'ı sanılandan daha fazla etkilemiştir, geniş kapsamlı bir araştırma yapılsa sağlam bir metin çıkabilir ortaya.

Lord Dunsany'nin Türkçeye çevrilen ikinci kitabı bu, ilki Borges'in oluşturduğu kitaplıktan çıktı, Dost'tan sonra Kırmızı Kedi bastı bir güzel. Yann'ın Ülkesi'ne yazdığı önsözde Borges'in Lord Dunsany hakkında söylediklerini aktaracağım: 1878'de Dublin yakınlarında doğdu, 1957'de "tüm saygın İrlandalılar gibi" Londra'da öldü. On iki yaşında ailesinden baron unvanını miras olarak aldı. Orduya katıldı, Güney Afrika'da ve I. Dünya Savaşı'nda hizmet verdi, avcılık yaptı. Satrançta kendi problemlerini üretti, çok iyi bir satranç oyuncusuydu. Gördüğü şeyler üzerine değil, düşlediği şeyler üzerine yazdığını söyledi. "Matthew Arnold 1867 yılında, Kelt edebiyatı için en önemli şeyin büyülü doğa duygusu olduğunu söylemişti; Dunsany'nin yapıtları bu iddiayı göz kamaştırıcı bir şekilde doğrular." (s. 10) Kipling ve Yeats'le arkadaştı, Yeats'in Kelt Şafağı nam kitabındaki öykülerle kendi öyküleri arasında büyük benzerlikler mevcut. Keltlerin doğaya bakışlarındaki duyarlılığın sanata yansıması benzer mucizeleri ve parıltıları ortaya çıkarmış, ilgi çekici. Borges'e göre ait olabilecekleri bir grup oluşturmaya çalışan entrikacı yazarların arasında Lord Dunsany'nin ortaya çıkışı alışılmadık bir olay, tek başına hayal kuran, bir dolu dünya yaratan yalnız bir adamın muhayyilesi çağının doruklarına ulaşıyor, muazzam bir şey. Elfdiyarı Kralı'nın Kızı'na bir bakış atmak farklı doğaların doğuruculuğuna şahit olmamızı sağlayacak, bakalım. Masal ögeleri taşıyan bir roman, merak uyandıran bir olay örgüsünün yerine farklı dünyaların tasvirlerine ağırlık verilmiş, karakterlerin serüvenleri anlatıda önemli bir yer tutmuyor, daha çok doğaüstü varlıkların tasvirleri ve hayali coğrafyaların betimlemeleri üzerinde durulmuş. Erl erkeklerinin toplanıp kralın huzuruna çıkmalarıyla başlıyoruz, bir sihir lordu tarafından yönetilmek istediklerini söylüyorlar. Tebaasının yaşamı mucizelerle doldurmak istediğini anlayan lord, oğlu Alveric'e ancak şarkılarda ve şiirlerde var olabilen periler diyarına gidip Elf Kralı'nın kızıyla evlenmesini söylüyor. Lorda göre halkın seçimi ahmakça, peşinde neleri getireceğini bilmedikleri bir olağanüstülüğü arıyorlar, yüzlerini göstermeyen Kara Kişiler dışında başlarına gelebilecek felaketleri sezebilen kimse yok. Lord Dunsany'nin dünyasının zenginliği malum, onca varlıktan bazıları üzerinde hiç durulmuyor, örneğin bu Kara Kişiler'le bir daha karşılaşmıyoruz, neyin nesi oldukları muamma. Kahinler muhtemelen. Alveric babasının dileğini yerine getirmek üzere yola çıkmadan önce Cadı Ziroonderel'in yanına uğruyor, dünyadan çıkmamış metallerden mamul, efsunlu bir kılıcı yanına alarak büyülü diyarı bulmak üzere kaleden ayrılıyor. Kılıcı oldukça kuvvetli olsa da Elf Kralı'nın üç rününe karşı koyamayacak, böylece Kral'ın muktedir olduğu topraklarda karşılaşacağı tehlikelerden bazılarının onu alt edebileceği korkusuyla yoluna devam ediyor. Sınıra yaklaştığını bitkilerin ve hayvanların ilginç hareketlerinden anlıyor, doğanın değişmeye başladığı noktanın kıyısındaki evde yaşayan dericiye göre Doğu'da uğurlu bir şey yok, adam yüzünü Doğu'ya çevirmiyor hiç, orayla ilgili çok az şey söylüyor ve Alveric'in istediği kını yapıp misafirini yolculuyor. Lord Dunsany ara ara kendini göstererek kılıcın, Elf Diyarı'nın tasvirlerini sunuyor. Elfdiyarı'nın renkleri bizimkileri andırsa da çok daha başka, loş havanın yansıttığı ışıkların karşılıkları dünyamızda yok, ancak oldukça duyarlı olan insanlar, örneğin ressamlar hayal edebiliyor o renkleri, öylesine sihirli bir yerde yürümeye başlıyor Alveric, boynuna dolanmaya çalışan sarmaşıkları kesiyor, çeşitli uyarıları kulak ardı ediyor ve nihayetinde kaleye ulaşıp Kral'ın muhafızlarını katlederek Prenses Lizarel'le karşılaşıyor. Başında buzdan bir taç, yüzünde duru bir güzellik, Lizarel oldukça göz kamaştırıcı, Alveric dil dökerek onu Erl'e gitmeye ikna ediyor. Kral'ın son anda yaptığı büyüden kurtuluyorlar ve bildiğimiz dünyaya geçiyorlar. Elfdiyarı'ndaki bir gün dünyamızdaki on yıla eşit, aradan geçen uzunca zamanda lord ölüyor, vadinin yönetimi Alveric'e ve Lizarel'e kalıyor. Evleniyorlar, çocukları Orion doğuyor ve alametler dünyaya gerçekten de sihrin geldiğini gösteriyor, halk mutlu oluyor. Papaz hariç.

Lord Dunsany'nin dini tahakkümü inceden inceye eleştirdiği söylenebilir. Papaz'a göre Lizarel ve Orion, Tanrı'nın yoluna hiç girmiyorlar. "Tövbe etmiş denizkızı" olarak görülen Lizarel'e göre ilahi bir inanca ihtiyaç yok, Hristiyanlık için bir sempati duymuyor, Alveric'in canını sıkıyor bu durum. Tartışıyorlar, Lizarel üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor. Bu sırada Elf Kral'ın yolladığı trol, yanında getirdiği rünü Lizarel'e veriyor, babasının Lizarel'i çağırdığını söylüyor. Prenses oğlunu ve eşini geride bırakarak babasının yanına dönüyor, babası ikinci rününü kullanıyor ve sihirli toprakları çok uzaklara taşıyor, bütün kapıları kapayarak insanların diyarıyla kendi diyarı arasına aşılamaz bir sınır koyuyor. Alveric ve birkaç macerasever uzunca bir yolculuğa çıkıyorlar, iki adam geçen onca günden sonra umudunu yitirip geri dönüyor ama kalanlar biraz da delirdikleri için arayışlarını sürdürüyorlar. Alveric diyarı arıyor, Orion büyüyor ve annesiyle babasının akıbetini öğrenmeye çalışıyor, Cadı Orion'ı büyütürken bir yandan da çocuğu teskin ediyor, Erl meclisi toplanıp Alveric'in yerine bir başkasının tahta oturması gerektiğini düşünüyor, anlatının her bir bölümünde farklı karakterlerin yaşadığı olaylara odaklanıyoruz, en sonunda periler diyarı bizim dünyamızla birleşiyor, troller, tekboynuzlar, periler dünyamızı dolduruyor. Kara Kişiler olsaydı ötesini söylerlerdi belki.

Lord Dunsany'nin kurduğu anlatının dikkat çeken özelliklerinin arasında rünlerin doğurduğu, dünyaların doğal hareketi olan gelgitin sonsuz döngüye bağlanması var, sanki Kral'ın sihri ölümü ve yaşamı doğurmaktadır, gerçekleşen olaylar çok daha eski zamanlardan beri tekrar tekrar yaşanıyormuş gibidir. Alveric yaşlı adama Doğu'da ne olduğunu sorduğu zaman yaşlı adam, "Geçmiş," diye cevap verir, Doğu'nun dünyasındaki zaman farkını düşündüğümüz zaman iki türlü de doğrudur bu, orada zaman geçmiş zamandır ve tekrarın sezgisi yaşlı adamın sözcüklerinde saklıdır. Canlıların kullandıkları dillerin detayları verilmese de trollerin kuşlarla anlaşabilmesi, köpeklerin hırlamalarından korkmaları gibi olaylar karakterler arasındaki ilişkilere zenginlik katıyor. Lord Dunsany elf borularını bir yerde Tennyson'ın bir şiirine bağlıyor, şairlerin, müzisyenlerin ve yazarların öte dünya hakkında sezgilere sahip olmaları fikri muhtemelen Tennsyon'ın şiirleri yardımıyla edinilmiş. Elfdiyarı'nı bulmak için umuttan başka bir şeyin gerekmemesi, umutsuzların o diyarları bulamaması bir başka güzel detay. Son olarak anlatının ortalarına doğru belirip Orion tarafından avlanan tekboynuzun boynuzu hakkında verilen bilgiyi anlatayım, Lord Dunsany'ye -"anlatıcıya" demek doğru aslında- göre Papa'dan Kral Francis'e hediye olarak gönderilmiş bu boynuz. Roma'daki en güzel eser haline gelmiş, 1530'da Kral Francis'e sunulduktan sonra Benvenuto Cellini'nin cömertçe sunduğu hediyeyi "dünyevileştirmeye" çalışıyor anlatıcı, okurun hayal meyal içinde gerçeklik hissini kaybettiğini düşünüp anlatının ayaklarını bildiğimiz dünyaya bastırmaya çalışıyor. "Tekboynuz boynuzunun Erl Kalesi'nden çıkıp hangi ellerde yolculuk ettiği ve sonunda nasıl Roma kentine düştüğü elbette başka bir kitabın konusudur." (s. 129) O kitap var mı acaba? Yarın bir araştırayım.

Lord Dunsany fantastik edebiyatın temel taşlarından biri. Ortada belli bir tür bile yokken geçtiğimiz yüzyılın başında pek çok fantastik öykü ve kısa oyun yazmış, çok sayıda sanatçıyı etkilemiş bir yazar. İlgi duyanlar için öneririm, türü sevenler kaçırmayacaktır zaten.

20 Kasım 2019 Çarşamba

Ray Bradbury - Cadılar Bayramı Ağacı

Balkabakları, cadılar, acuzeler, umacılar, otuz iki kısım tekmili birden öcü o gece uyanır, sağda solda haytalık yapar ve insanları korkutur. Batı kültüründe binlerce yıllık bir geleneğin günümüzdeki hali eğlenceye kaymışsa da zamanında ayinler yapılır, tanrılara kurbanlar sunulurmuş, ölümüne korkulurmuş doğaüstü varlıklardan, insanlar evlerine kapanırmış, kapılarını kilitleyip şeytanların kendilerine uğramayacağını umarlarmış. "Şeker ya da şaka," diyen çocuklar şeytanların yerine geçmiş sonra, torbalarını doldurup dişlerini çürütmüşler, kostümleri için haftalar öncesinden hazırlık yapmaya başlamışlar, şeytanlar ortadan kaybolmuş. Amerikan Tanrıları muhabbetidir belki, inananları azalınca güçlerini kaybetmişlerdir, Jason ortaya çıkıp elalemi bıçaklamayı bırakmıştır, ne bileyim, günümüzün insanının belasını zaten bulduğunu düşünüp istiflerini bozmuyorlardır mesela. Sonuçta pagan inanışlar, Walpurgisnacht gibi önemli günler ve haftalar yavaş yavaş silindi veya biçim değiştirdi, kapitalizm Şeytan'ı da tüketim malzemesi haline getirdi bir güzel, hiçbir şeyden korkmayan veletler oradan oraya koşturup eğlence ararken gerçekten Şeytan'la karşılaşsalar, "Güzel kostüm," deyip deli gibi dolanmaya devam edecekler. Bradbury belki de bu önemli gecenin korkutucu yanını anımsatmak için yazdı bu metni, kendi çocukluğunda henüz kaybolmamış olan ürpertiyi canlandırmaktı niyeti, bir korku hikâyesi yazmak istedi ve yazdı. İyi de yaptı, Cadılar Bayramı'nın milyonlarca yıl öncesine uzanan doğasını canlandırdı. Mağara resimlerinde ne zaman ateşler belirdi, o zaman bu gecenin temeli de atılmış oldu gibi sanki. İnsan anlamadığı şeyi imgeleştirdikten sonra farklı anlamlar türetip daha büyük bir anlamsızlık yarattı, ardından hikâyeler, söylenceler, mitler geldi, ateşten doğan felsefe kendi anlamını yarattı derken Cehennem kendine iyi bir korku ögesi bulmuş oldu. Ateş bize balkabaklarının içinden bakıyor, geceyi aydınlatıyor ama korkutucu bir ışıkla. "Gece, her bir ağacın altından ortaya çıktı ve yayıldı." (s. 11) Bradbury'nin biraz pastorallik içeren metinlerinde böyle bir anlatım var, tekinsiz bir atmosfer yaratıyor. Mekân bir Ortabatı eyaletinin küçük bir kasabası, şehirle doğa iç içe geçmiş, kırsalın doğurduğu bilinmeyen tetikte bekliyor. Çocuklar giydikleri kostümleri dahil detaylı bir şekilde anlatılıyor, ben Tom İskilet'i ve Balbağı'nı anacağım. İskilet'in giydiği kostüm malum, tayfanın esas oğlanı en sıkı kostümü giydiği söylenebilir. Balbağı'nı almaya gidiyorlar, Joe Balbağı "o güne kadar yaşamış en büyük çocuk" olarak onlara katılmalı, günün korku dolu anlamını korumalı, arkadaşlarıyla birlikte kapı kapı gezmeli, ancak o zaman Cadılar Bayramı'nın keyfi çıkacak ama hemen gelmiyor Balbağı, kostümünü giyeceğini söylüyor ve çocukları yollamadan önce onlara yetişeceğini söylüyor. Bizimkiler doğruca korkunç eve gidiyorlar, bir tepenin üzerinde, ziyaret etmeye değer tek ev. Doğaüstü kendini hemen gösteriyor, kapı kendiliğinden açılır açılmaz meşhur sözü söylüyor çocuklar, karşılarındaki ucubeye benzer adamdan şeker istiyorlar ama adam, "Oyun," diyor, şeker vermiyor. Sağlam bir oyun dönecek gerçekten ama önce Cadılar Bayramı ağacını inceliyorlar. Kırk metrelik kocaman bir ağaç, her dalında bir balkabağı var, ateşler teker teker yanınca aydınlanan onca balkabağı korkunç bir serüvenin başlamak üzere olduğunu simgeliyor. Yaprak yığınının içinden çıkan ve havada oradan oraya hareket eden iskelet bir el, bir kafatası oyunu başlatıyor. Bay Kefenyığını tekrar ortaya çıkıyor ve Cadılar Bayramı'nın gerçek anlamını "göstereceğini" söylüyor. "'Keşfedilmemiş Diyar. Orada. Uzağa bakın, dikkatle bakın, doya doya bakın. Geçmiş, çocuklar, Geçmiş. Evet, orası karanlık ve karabasanlarla dolu. Cadılar Bayramı'yla ilgili her şey orada yatıyor. Kemik çıkarmak için kazar mısınız, çocuklar? Buna yüreğiniz var mı?" (s. 36) O sırada Balbağı geliyor, Kefenyığını'nın gösterdiği boşluğa bakıyor ve bir şey kapıyor onu, karanlığa çekiyor. Arkadaşlarını kurtarmak isteyen çocuklar Kefenyığını'yla birlikte geçmişe doğru yolculuğa çıkıyorlar ve macera başlıyor.

Uzunca bir yolculuk, büyülü bir uçurtmayla. Çocuklar uçurtmaya tutunup havalanıyorlar ve Antik Mısır'a gidiyorlar. Piramitler inşa edilmiş ve ediliyor, insanlar firavunların gölgesinde yaşıyor ve Osiris her gün Karanlık tarafından öldürülüyor, gece oluyor böylece. Tekrar gündüz sonra, Osiris sonraki darbeyi alana kadar orada. Bu döngüyü hızlandırılmış bir biçimde görüyoruz, eski zamanların dünyasına dair detaylar çok ilginç. Bir ailenin mumyalanmış dedelerini masaya oturtup önüne yemek koyduklarını görüyoruz, hep beraber yerlerken ölünün şerefine içiyorlar, şeref konuğu olan mumyayı memnun etmeye çalışıyorlar. Yola düştükleri zaman Balbağı'nın izlerine rastlıyorlar ama izler belli belirsiz, ya bir fısıltı, ya bir görüntü, ipuçları. İngiliz Adaları'na geliyorlar ve Druid Ölüler Tanrısı'na göz atıyorlar, Samhain burada ortaya çıkıp tırpanını savuruyor, önüne geleni biçiyor, bizim çocuklar zar zor kurtuluyorlar. Ardından Romalılar geliyor, Druidleri katlederlerken tanrılarını da öldürüyorlar ve kendi tanrılarını yeni topraklara taşıyorlar. Hristiyanlık gelince onların tanrıları da ortadan kalkıyor, semavi dinlerin zamanı başlıyor. Notre Dame'a gidiyorlar, gargoyl heykellerinde Balbağı'nın ruhuna rastlıyorlar ve çocuğun dediklerini tekrar anlamıyorlar, çocuk bir yerde buluşmaları gerektiğini söyledikten sonra yakalanmış gibi panikliyor ve belli ki uzaklara götürülüyor. Kovalamacanın sona erdiği noktada Balbağı'nın yaşamını kurtarmak için ömürlerinden birer yıl veriyor çocuklar, böylece Balbağı yaşama dönüyor. Meksika'daki Ölüler Günü sırasında. Dünyanın her yerine yayılmış bir kültürün tarihsel izlerini takip ettik kısacası, Kefenyığını çocukları götürdüğü her yerde o mübarek gecenin farklılaşmış bir biçimini gösterdi, çocuklar günün anlam ve önemini anladılar, şiirler okudular, şekerler yediler ve evlerine dağıldılar. Kefenyığını kim olduğunu söylemedi, çocuklar sorsa da açık bir cevap vermedi ama aslında kim olduğu belli, boynuzları eksik bir tek.

Kısa bir hikâye bu da, kısalığı kadar korkunç bir macera. Bradbury çocuk veya yetişkin dinlemiyor, herkes için yazıyor. Korkmayacak olan çoktur ama doğaüstü her türlü korkunç, böylesi anlatılmışsa bir de. Meraklısı okusun, Bradbury'den on numara bir metin.

25 Eylül 2019 Çarşamba

John Garrison - Cam

Yüzey ve ekran, derinliği barındıran duvar, devinimi gösterip muhtelif katılımları -devinime, kendisine- imkansız kılan engel, cam bu. Çağrıştırdıklarından çok teknolojiye sunduğu olanakları ele alınıyor bu metinde, günümüzün teknolojisindeki kullanım alanları ve gelecekteki muhtemel işlevleri iki ana yaklaşımdan birini oluşturuyor, diğer yaklaşımda edebi yansımalara genişçe bir yer ayrılmış. Kısa bölümler halinde ilerliyoruz, serinin diğer metinleriyle kıyaslarsak odaklanılan noktaların daha spesifik ve homojen olduğunu söyleyebiliriz, kısacası bir başlık, bir mevzu. Felsefeden sinemaya, oradan edebiyata zıplamalar yok. Mesela önsöze bakalım, Garrison Youtube'da izlediği fütüristik bir kısa filme dikkat çekiyor. 2011'de piyasaya çıkmış bu, zamanı için oldukça eski fikirler içermesine rağmen yine de dikkat çekici tabii, bir süre sonra Black Mirror'a bağlayacakmış gibi. Michio Kaku sanırım Olanaksızın Fiziği'nde bunu ve bunun çok daha ötesindeki teknolojileri anlatıyordu, dudak uçuklatıcıydı anlattığı şeyler. Örneğin nanoteknoloji sayesinde yüzeylerin akışkan olacağından bahsediyordu ki katı olan her şeyin gerçekten de buharlaşması söz konusu burada, aniden beliriveren duvarlar, camlaşan beton, şeffaflaşan bir dünya. Neyse, camın bu biçimde kullanımı çok etkileyici olduğu için böyle bir incelemeye girişmiş Garrison, nesnenin tarihine biraz değinip Ortaçağ'ın başlarında aynayı, Rönesans döneminin başlarında kum saatini temsil ettiğini söylüyor ve meseleyi günümüze kadar getiriyor. "Uzun zamandır camı insanlarla nesneler arasında olduğu kadar insanlarla insanlar arasında da yeni etkileşim biçimleri için eşi benzeri görülmedik vaatler sunan bir şey olarak tasavvur ediyoruz." (s. 9) "En çok aşina olduğumuz gündelik nesnelerden birinin çağrıştırdığı anlamların izini sürmek" konusunda köşeleri belirgin ve güzel bir çalışma ortaya koymuş Garrison, olayı çok dağıtmadan yansıyanı ve ötede belireni anlatmış bir güzel. İkinci bölümde kısa filmi özetliyor ve birtakım çıkarımlarda bulunuyor. Dişlerini fırçalayan karakterin takvime bakarak gelecek zamanla da uğraşmasını bir eşzamanlılık olarak görüyor, bunu daha da genişletebiliriz. Geleceği takvim üzerinde belirginleştirmeye çalışırken geçmişin görüntüleri de vursun ekrana, bir yandan da diş fırçalayalım, algılarımız tam anlamıyla içinden geçilen veya geçilecek şimdilerden ibaret bir dünyayı algılamaya başlayacaktır. Hopiler bu teknolojiyle karşılaşsalar yaşamı tam olarak kendileri gibi görüp gösteren nesneden korkarlardı muhtemelen. Şimdinin hükümranlığındaki zamanların geçidi. İkinci filmde Kaku'nun değindiği bir şey: Sağlık verilerinin dünyanın öbür ucundaki bir doktor tarafından değerlendirilmesi, ekrandan. İki doktor konsültasyondalar, aslında duvarmış gibi davranan bir camda -tersi de olabilir- birbirlerini görüyorlar, konuşmaları anlık. Teknoloji bunu sağlayacak, zamanın tecimselliğini iyice ortaya çıkarıp olabildiğince tasarruf etmemizi sağlayacak.

Macbeth, ikinci başlık. Üç Cadılı sahne. Macbeth haykırıyor, bir aynadan (glass) ve iki küreden bahsediyor. I. James'in taç giyme törenindeki tasvirle aynı noktaya çıkan bir benzetme, aynanın geleceği gösterdiğini imliyor, aşırı bir yorum gibi durmuyor bu. Ardından Caroll'ın aynalı metni anılıyor, hemen sonra da The Matrix'teki aynalı sahne. Aynaya bakan Neo'nun ayna tarafından görüldüğünü de söyleyebiliriz, dokunur dokunmaz ayna vücudunun -Neo'nun? Aslında bir ayna olarak kendisinin?- bir parçası olarak belirip sonrasında bedeni ele geçirir. Bakışlar karşılıklıdır, gerçeği görmek isteyenler için aynanın kendisi bir cevaptır. Macbeth'e bir bağlantı yine, cama kendi gerçekliğimizi görmek için değil, o an için saflığı korunan geleceği görmek için bakarız, içinde bulunduğumuz dünyanın alternatif, belki de gerçek bir görüntüsünü görürüz. Bu bahisten sonra George Gascoigne'un bir şiiriyle karşılaşırız, benzer bir mesele irdelenir. "Okumak ya da aynaya bakmak yalnızlaştırıcı, narsistik etkinlikler değildir; daha ziyade, iletişime ve işbirliğine teşvik ederler." (s. 22) Ederler ama görmek istediğimiz biçimde bakmıyorsak. Okurun/bakarın niyeti bu açıdan önemlidir, ayna tarafsız bir bölgeyi temsil etse de çoktan kendi tarafımıza çekmişizdir görünenleri, ne olduklarından çok ne olmalarını istediğimiz önemlidir bu noktada. Mutlak bir tarafsızlık mümkün değildir.

Azınlık Raporu var sırada. Poe'nun öykülerindeki duvarlar, gammazlıklar ve itiraflar anımsatılır, filmdeki cam yüzeyde akıp giden yaşamların benzer bir ifşaya yol açtığı söylenir. Başka bir yaşamın görüntüleri önümüzdeki ekranda bütün çıplaklığıyla ortadadır, kimin ne yapacağını en ince ayrıntısına kadar öğrenebiliriz. Google Glass'in teknolojisi de benzer bir istikamet üzerindedir, gereksindiğimiz ve gereksinmediğimiz bilgiler o an için gözümüzün önündedir. Bir gelecek tasviri yapılır ama görünenler henüz gerçekleşmediği halde gerçekleşmiş gibi görülebildiğine göre gelecekle geçmişin ayrımı hangi kıstaslarla yapılır bu durumda? PKD'nin öyküsündeki orijinal örüntüyle filmdeki olay akışı karşılaştırılır ve bu zaman muammasına bir cevap aranır. Sonrasında mikroskobik görüşün geleceği biçimlendirme şeklini anlatan ilginç bir bölüm geliyor, Robert Hooke'un mikroskoptan gördüğü canlıların çizimlerinin yer aldığı metinden etkilenen Francis Bacon, Yeni Atlantis'te bu buluşun artçılarını ele alıyor ve Süleyman'ın Evi'ne varıyor, bilimsel bir oluşum. Kraliyet Cemiyeti'nin temellerinin bu oluşum fikriyle atıldığı söyleniyor ki edebiyatın bilimle birlikteliğinin daha iyi bir sonucu olmuş mudur, tartışılır. Cosmos'ta gördük, yolu Cemiyet'ten geçen insanlar dünyayı değiştirmiş resmen. Halka açık derslerden akıl alan deneylere kadar pek çok bilimsel hadise yaşanmış, yangını çıkaran kıvılcımın doğduğu yer bir mikroskop, geleceğin farklı bir görüntüsünü sunan minik bir alet. John Donne'un The Flea şiiri de aynı kaynaktan doğmuş, minik varlıkların içindeki dev dünyaların anlatımı "imkansız imkanların sunulması" olarak görülüyor. Teleskopla ilgili bölümde meselenin uzaklarla ilgili kısmı geliyor ki hikâyeyi az çok biliyoruz, Kopernik'in paradigmaları sarsan keşiflerinden Galileo'nun inkarına kadar bir dünya şey yaşanmış ve insanın dünyası genişlemiş. Milton'ın Galileo'yu ziyaret edip bu ünlü astronomun teleskobunu görmüş olması da ilginç bir detay.

Birkaç meseleye kısaca değineyim, fotoğraf mevzusunda Sontag'ın fotoğrafla ilgili fikirleri irdeleniyor, "birinin fotoğrafını çekmenin yüceltilmiş bir cinayet olduğu" noktasından yola çıkılarak Barthes'ın ölmüş annesine varılıyor. Camın zaman makinesi işlevi. Shakespeare'in soneleri ara ara karşımıza çıkıyor, Blondie'nin şarkılarından "camdan kalp" imgesine varılıyor, genişletilen bir mevzu daha. Deniz camı, birtakım teknolojiler, şirketlerin cam yüzeyleri kullanarak ürettikleri veya üretecekleri eşyalar, nesneler, yüzeyler, bir dünya içerik. Garrison cama çok geniş bir açıdan yaklaşarak nesnenin farklı anlamlarını kurcalıyor. Homojen bölümler var dedim ama şimdi bakınca birkaç bölüm yine karman çorman, Blondie'den Azınlık Raporu'na dönülüyor örneğin, güzel olur öyle şeyler deyip bir temiz okuyoruz, zihin açıp yolumuza devam ediyoruz.

İthaki'nin "Minima" serisi güzel bir seri, basılacak iki metinden sonra nihayete erecek sanırım ama keşke ermese, çok iyi iş.

18 Eylül 2019 Çarşamba

H. G. Wells - Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın

Wells'in son numarası, 1941'de basılmış. Tarihten satire pek çok türde kalem oynatmış bir adamın Kipps'le birlikte işçi sınıfının belini doğrultamamasından kapitalist düzenin sömürü araçlarına kadar pek çok meseleyi ele aldığını görmüştük. Bay Kipps gereken ilgiyi neden görmedi bilmiyorum, belki de Wells'in bilimkurgudan başka okunası bir şey yazmadığı düşünüldüğü içindir ya da bilimkurgu metinlerinden başka bir şeyi bilinmediği içindir, bilmiyorum, sonuçta kendi çağının toplumsal problemlerine eğilen metinleri de var, üstelik çok sayıda. Neyse, her şeye baştan başlanırsa dünyanın daha iyi bir yer olup olmayacağına dair merakından yola çıkarak bu metne varıyor Wells, modern bir tufan yaratıyor, modern bir Tanrı ve peygamber de cabası. Yehova ve Tanrı diyelim, iki dinin de yaratıcısı olarak konuşuyor adam, deli biraz. Nuh Lammock tam anlamıyor olayı başlarda, zaten ikinci savaş çıkmış, dünya yanıyor, tepesine bombalar düşüyor falan, o zamana kadar daha iyi, ideal bir dünya düzeninin hayalini kurarken Nazi uçaklarıyla karşılaşıyor. "Tahayyülündeki Cesur Yeni Dünya" tuzla buz oluyor, Huxley'ye ilerleyen bölümlerde de göndermeler var. Sonuçta insanlar akıllarını kullanamadılar, hayvanlar gibi davrandılar ve kendi sonlarını getirmek üzereler artık, yine de bir şeyler yapılabilir, dünyanın düzeni değiştirilebilir. Bay Lammock kendi kendine düşünürken uşağı geliyor ve kapıdaki adamın kendisiyle görüşmek istediğini söylüyor, Yüce Tanrı olduğunu söyleyen adamın. Gözleri masmavi, sakallı biri. En yakın tımarhanenin aranmasını istiyor Lammock, adamı da merak ettiği için gelmesini istiyor. Sonrası genişçe bir diyalog. Lamek oğlu Nuh ve Tanrı arasında görülmemiş hesaplar var, konuşma uzun sürecek. Tanrılık zor zanaat, kendini evrene bağlayan varlık her şeyi bitirebileceğini söylüyor ama uzay-zamanda var olduğu ve yenilgiyi sevmediği için evrenin süreğenliğini koruduğunu belirtiyor. Kime karşı bir yenilgi bu, üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Şeytan'a karşı değil muhtemelen, kendi bilincini evrene dahil ederek düşünen varlığın yenilgisi yine kendisine karşıdır diye düşünüyorum, bir nevi intihar fikrinden kaçış. Kudreti de var, neden baştan başlamasın? Nuh'a ihtiyacı var, o yüzden geldiğini söylüyor ama Nuh'un çocukları yok, eşi de yok. Tanrı'ya göre Nuh yine de bir baba, yazdığı eserlerden ötürü. Samimiyetle dolu metinleri çocuk olarak görmek, eh. Sonrası kozmogonik ve teolojik bir muhabbet. Tanrı evreni yaratınca öngörüden feragat ettiğini söylüyor, seksen iki ilim birden yüce güce dönüşüyor bir anda, Tanrı bilimin diline dönüşüveriyor. Teologların Tanrı eleştirilerini saçma buluyor bir yandan, sağduyuya aykırı hiçbir şeyi yapamayacağını belirtiyor, tam olarak kendi nefesine dönüşüyor aslında. Azizlere, azizelere, çatlak parazitlere prim verilmemesi gerektiğini, sadece kendi sözlerine önem verilmesini istiyor bir yandan. Dünyayı MÖ 4004'te yarattığını söylemesi de ilginç, o zamanlarda Dünya'nın yaşı biliniyor diye hatırlıyorum. Neyse, Şeytan'ın bir gölge olarak tasviri hoş, bu gölgeyle gölgenin sahibinin çatışmaları yüzünden Cennet'ten kovulanlar, helak olanlar, ateşlerde yananlar derken cezalandırılan bir dünya insan çıkıyor ortaya. Düzeltilmesi için kitaplarının geri gönderilmemiş olduğunu söylemesi tartışmaya değer, insan daha çok tefsir üzerinde durup değişimi düşünmemiş olabilir, düşünenler heretik diye yakılmıştır veya kafir diye kellesini yitirmiştir ama bunun için bir yol olup olmadığını nereden bileceklerdi ki? "Tanrı, bunda tashih var," mı diyeceklerdi, külli çılgınlık. Bir de yayıncılara, düzeltmenlere ve çevirmenlere sallamaya başlıyor, hepsini Şeytan'ın ele geçirdiğini söylüyor, Nuh'tan kendisine yancı olmasını istiyor bu konuda, onun da kitapları var diye.

Bildiğimiz söylenceler. Avram, İbrahim, Midyan, Yakup, İsrailoğulları. Kronolojik olarak diziliyorlar, günümüze dek gelen hikâyeleri bir de Tanrı'nın ağzından dinliyoruz. Nuh'un karşısına çıktığı için sözünü nasıl bitireceğini biliyoruz, Nuh'tan bir gemi inşa etmesini istiyor. Gemiye bineceklerin listesi kabarık, öncelikle hiçbir lider olmayacak ki insanlar liderlerin etrafında toplanmasınlar, fikir ayrılıkları doğmasın. Babil Kulesi'nin tamamlanamamasına bağlanan mesele Tanrı'ya geri adım attırır gibi oluyor, sonuçta ikinci bir yolculuk için pek istekli değil Nuh, aynı şeylerin tekrarlanmasını istemiyor, tekrar alkolik olmak istemiyor mesela, hayatının rezilliğe bulanmasını istemiyor. Tanrı'nın işi zor, bazı sorulara cevap veremiyor ve Nuh'tan kendisine inanmasını rica ediyor. Uzay-zaman yine, her şey dengesiz olduğu için Tanrı kendi dengesizliğini mimarı olduğu bu yapıya bağlıyor. Eh. Sorular ve cevapların çıktığı nokta inşaat ama öncesinde Nuh'un uyuyakalıp odasında uyandığını göreceğiz. Tanrı'nın işi, tımarhaneye götürülmeden önce adamı uyutup deli gömleğini giymiş en sonunda ama deliliğini Nuh'a da bulaştırmış bir kere. Bildiri yazıyor adam, bütün insanlığa. İşçiye, patrona, komüniste, kapitaliste, suçluya, suçsuza, herkese. Bu bölümde Marx'tan Huxley'ye pek çok düşünür ve kitlelerin eğilimleri ele alınıyor, fikirlerin doğurduğu toplulukların nasıl bir araya gelebilecekleri, geldikleri zaman teskin edilip edilemeyecekleri, bu tür şeyler. Nuh bir noktada kesin bir cevap istiyor, düzenin yenilenmesi mi yoksa her şeye baştan başlamak mı? Tanrı her şeye baştan başlamak istiyor, o yüzden çok büyük bir tufan çıkacak işte, her yer su olacak, batacak ortalık. O karışıklıkta heba olmasın diye kitaplar gemiye yerleştirilecek, Marx'ın sosyalizmi geciktiren, felç edici kısıtlamaları dahil. Tanrı kendini bir devrimci olarak gördüğünü söylüyor arada, yaşayan bir devrimin Tanrı'dan farkı yok ona göre. Rusya'nın ve ABD'nin durumu, ideolojilerin niteliklerinin kıyası derken geminin aslında küçük bir Dünya olduğunu görüyoruz, yani bütün problemler geminin içinde sürmeye devam edecek. Uzay-zamanın varlığı devam ettiği için Tanrı neye güveniyor, bunu bilemiyoruz. Kendi yaratılarının aralarındaki anlaşmazlığı çözebilecek gücü yok, zira başka bir tanrının ürünleri onlar. Psikanaliz ve Davranışçılık insanların anlaşmazlıklarını çözümlemeye çalışan araçlar olarak inceleniyor sonrasında, mürettebat ve yolcular için kesin çözümler sunup sunamayacakları tartışılıyor. Geniş kapsamlı bir hazırlık süreci yani, yola çıkılmadan önce her ihtimal düşünülüyor, insanın sonsuz potansiyeli meseleye her açıdan bakılmasını gerektiriyor.

Son bölümlerde bir araya geliş, yola çıkış ve Poe'nun Kuzgun'u var. Kuzgun ne iş, edebiyat. Wells'in Poe hayranlığı araya dereye sığışıyor, pek hoş. Yolculuk bitmiyor, başlamasıyla birlikte anlatı bitiyor. Hâlâ süren bir serüven, tufanlar gelip geçiyor ve Dünya aslında o kadar yeni olmasa da yeni başlangıçlar yapıyor, farklı görünen benzer hataları yapmak için. Bizi Tanrı bile kurtaramayacak gibi bir şey.

Evet, Wells'in son dönem eserlerinden biri, güzel bir spekülatif kurgu. İthaki güzel işler yapmaya devam ediyor, yapışkanı da değiştirmişler sanırım. İyi olmuş.

Ek: Wells kendisini de koymuş anlatıya, iyi niyetli ve anlaşılamamış bir adam olduğunu söyletiyor Nuh'a. Tanrı'ya belki de. Hatırlamıyorum.

6 Eylül 2019 Cuma

James Tiptree, Jr. - Uzaktan Kumandalı Kız

"Uzaktan kumanda" olur ama metnin orijinal adının bir parçası olan "plugged in", meseleye muazzam bir derinlik katıyor. Anlatılan dünyaya bakalım, reklamların yasaklandığını ve insanların tüketmeye devam etmeleri için yönlendirildiklerini görüyoruz. Bu yasaklama konusunda derinlemesine bir bilgi yok, zaten kısacık bir metin olduğu için böyle bir şey bekleyemiyoruz. İyi bir teknik kullanılmış, anlatıcı, "Zombi" diye hitap ettiği birine P. Burke'ün hikâyesini hızlıca, sanki o an anlatmasa bir daha anlatamayacakmış gibi anlatıyor, dolayısıyla ayrıntılara girilmiyor pek. Anlatıcının konuşurken onca diyaloğu nasıl hatırladığını düşünmek zorunda kalmıyoruz, çünkü bu bir bilimkurgu. Bir android konuşuyor olabilir, hafızasındaki verileri şak diye kullanabilir. Sonra aniden tekrar bir şaakk, tasvirlerle doldurur anlatıyı, şaşırır millet. Derler: "Ne oluyor, nasıl hatırlıyor bu?" Şıraakk, bir de ses basar anlatıya, zaten diyaloglar havalarda uçuşuyor. Çil yavrusu gibi dağılır okurlar. Bu işler böyle. Herkes ayağını denk alsın. Sağlam bir metinle karşı karşıyayız. "Plugged in" mevzusuna dönersek simülasyondan bayağı bir yol alırız ama ben kuramlardan fikir aparamayacak kadar tembel, aparmayacak kadar da tembel bir adam olduğu için işi o tür bir okuma yapanlara bırakıyorum. Sonuçta aynı dünyadaki farklı bir sınıfa dahil olan P. Burke için bazı duyguları simüle etmesi bekleniyor, böylece yapay bedeninin yardımıyla zengin tayfayı koyun güder gibi güdebilecek, cinselliğini kullanarak dünyanın harcamasını yaptırabilecek. Gerçi başa dönmek lazım, zombiyle konuşmaya başlamanın hemen sonrasına. AT&T adlı bir şirketten ve Burke'ten haberdar oluyoruz hemen, şirket muazzam büyük ve Burke adlı kadın muazzam yoksul. Tanrılara bakıyor, yoldan geçen zenginler burun filtrelerinden -muhtemelen- filtrelenmiş temiz havayı solurken Burke gibiler ölümü bekliyor ama şansı dönüyor sonunda, tabii buna şans denebilirse. Holovizyon adlı nanenin televizyonla radyoyu rafa kaldırdığı, insanların mekiklerle uzay yolculuklarına çıktığı, GTX adlı başka bir şirketin çeşitli biyolojik faaliyetleri yürüttüğü ve Burke'ü kıskaca aldığı bu dünyada birkaç uyku hapının ardından mutluluğun geleceği düşünülüyor ama kamusal alanda intihar etmek yasak, intihar bile edemiyor Burke. Şirketin adamları gelip kendisini götürüyorlar, teklifleri çok cazip. Bir sürü eğitimden sonra yapay bir bedeni yönetecek. "Dönyanın en gözel garısı" olmaya aday bir hale geldiği zaman yerin yüz elli metre altında, Carbondale denen bir yerde "naklen canlı bir kız" haline geliyor. Geliştirilmiş embriyolar, et bölümünün ürettiği bedenler, reklam yerine geçecek bireyler haline geliyor. Burke son aşamada Delphi oluyor mesela, dünya güzeli bir kadın haline dönüşüyor. Şirket için müthiş bir kazanç kapısı, zira başka şirketlerin ürünlerini sattırmak için bir nevi sosyal medya fenomeni haline getirdiği bu tek beden/iki zihin aracılığıyla üst sınıftan insanları manipüle edecek. Burke yaşadığının farkında değil artık, varlığını Delphi olarak sürdürüyor ve bir enkazdan fazlası değil artık, makinelere bağlı bir yaşam sürmek zorunda.

Delphi görevden göreve koşmadan önce reklamların neden yasaklandığına şöyle bir değiniliyor. Aslında basit, halk onca reklama maruz kalınca, reklam bombardımanında kayışı koparmaya yaklaşınca isyan etmiş, Huckster Yasası çıkarılmış ve bildiğimiz anlamda reklamlar yasaklanmış. Operasyonun başındaki Bay Cantle, Delphi'ye gerekli bilgileri sağlıyor ve başarılı olması için çaba gösteriyor. Yüz Numaralı Adam'ı hatırlayalım, Bay Cantle'ı "eşoleşek" denen adamla bir tutabiliriz. Delphi'den kimseye bir şey söylememesini ve ürünlerin reklamlarını gizliden gizliye yapmasını söylüyor, sosyal bir koşullanmanın peşinde. Yolculuklar başlıyor, Barselona'da yolunacak kazlar var ama araya dereye sıkıştırılmış birkaç bilgi daha: Delphi'nin tat ve koku duyuları yok, bant genişliği buna izin vermiyor. Dokunma duyusu da genel olarak hissizlikten mustarip, aslında somut dünyanın dikkat dağıtıcı küçük arızalarına maruz kalmamak için şeytanca bir yaklaşım. Göründüğü kısa filme bir ödül kazandırdıktan sonra başka iş. İşlerin ardı arkası kesilmiyor, Delphi-Burke değişimleri sırasında Burke hiçbir şey hissetmiyor, sahte bir yaşantının hızı arttıkça artıyor. Üstelik öylesi bir bütünleşmeyi sağlayan tek kadın. Yirmi yıllık ömrü var, rakip şirketler daha uzun ömürlü kızları üretmeye çalışıyor bir yandan, vahşice sürdürülen bir mücadele de var. Hayallerinin gerçek olduğunu gören Burke, Delphi olarak verilen bütün görevleri yerine getirdiği için mutlu oluyor, hayallerin gerçek olabileceğini düşünüyor ve sokakta intihar etmeye çalıştığı zamanların artık çok uzakta olduğunu düşünüyor. Sınıf atladı, zenginleşti, zenginlerle takılmaya başladı, dolayısıyla herhangi bir şikayeti yok, zaten bilişsel yetenekleri kim bilir nasıl dumura uğradı ki kendi varlığını bir başka bedende duyumsamaya başladı falan, nörolojik fasılalara da pek girilmediği için görmüyoruz. Aslında okur olarak bizim görevimiz bu, boşlukları dolduracağız. Mesela bir zaman makinesi olsun, çalışmıyor. Bir müddet sonra çalışmaya başlıyor ve yolcularını ilk Woodstock'ın orta yerine gönderiyor. Bu nasıl olabilir, tak tak yöntemi diye uydurabilmeliyiz hemen. Temassızlık ihtimalini düşünerek bir iki defa vurulduğunu düşüneceğiz, böyle şeyler.

Burke her ne kadar varlığını başka bir bedene aktarmışsa da uykuya çekildiği sırada kendi kendine bir iki sözcük mırıldanıyor, bunu mevzudaki ilk çatlak olarak görebiliriz. Bilinçle beden arasındaki gedik büyüyor sonra, Yüz Numaralı Adam'ın dönüşümüne yakın bir dönüşüm yaşanıyor, şirket paniklemeye başlıyor hafiften. Bir görevde sağlam batırıyor Delphi, kendisiyle bağlantı kuran ikinci patron Paul'e durumu anlatıyor ve çat, aşık oluyorlar birbirlerine. Paul, şirketin patronunun oğlu olduğu için işler iyice karışıyor ve adamın Delphi'nin durumundan haberi yok. Burke adamı sevse de zihni sekiz bin kilometre ötede, kendi varlığı da orada, kısacası zihin Delphi'den ayırıyor kendini, önceki varlığını hatırlıyor ve Paul'e anlatıyor durumu. Paul mekanı basıyor, gerçek Burke'yle karşılaşıyor. Bir beyin ve sinir uçları, kadından geriye kalan bu. Bedeni kan ve kastan oluşmuş bir pelte, zorlukla hareket ediyor, serbest kalmak için bilincini yok edip Delphi'de yeniden doğacağını düşünüyor ve Paul'e kendini imha ettiriyor. Belki de intiharın bir değişik biçimi, adamı kandırarak sonsuz huzura kavuşuyor. Yoruma açık.

Orijinal bir durum. Gelişen teknoloji ahlaki, etik ve hukuki açıdan pek çok düzenlemeye yol açacak, Harari, Kurzweil ve Kaku gibi birkaç bilim insanı uç örnekler üzerinden bu meselenin gelebileceği noktaları akıl kaçırtırcasına anlatıyorlar, ilgili olanlar bir göz atabilir. Bunun yanında Ursula K. Le Guin'in önsözü de ilginç, Alice B. Sheldon'ın hayatı incelenmeye değer. CIA'de ve üniversitelerde çalışmış bir kadın, dönemin erkek egemen edebiyat camiasında yer bulabilmek için "James Tiptree, Jr." adını kullanmak zorunda kalıyor. Le Guin'in bu konuda yaşadığı sıkıntıları anlattığı metinleri var, yine ilgili olanlar inceleyebilir. Sonuçta bilimkurguya şahane bir yenilik getirmiş Sheldon, İthaki'den yazarın başka metinlerini de basmasını rica ediyoruz, iyi geceler diliyoruz.

2 Eylül 2019 Pazartesi

Washington Irving - Uykulu Kuytu Söylencesi

Irving'in yedi öyküsü derlenmiş, en bilinenleri. Uykulu Kuytu Söylencesi'ni Sleepy Hollow olarak biliyoruz, şu kafasız süvari. Johnny Depp'in Ichabod Crane'i oynadığı uyarlaması en meşhuru, onun dışında başka uyarlamaları da var, çizgi filmleri falan, iki yüz yıllık bir öykü uyarlanabilecek her şeye uyarlanmış durumda ki ABD'den çıkan ilk büyük yazar olarak dünyanın dikkatini çektikten sonra Irving'in en çok bu öyküsü tutuluyor denebilir. Sözlü geleneğe yaslanan söylence anlatımının bütün özelliklerini taşıyor bu öykü, McKay'in "el yazması tekniği" dediği anlatım biçimi kullanılmış. İlk üç öykü bu türe giriyor, Diedrich Knickerbocker'ın evrakları arasında bulunduğu söylenen öyküler inandırıcılığı artırmak için mektupların, belgelerin arasından çıkarılmış gibi gösteriliyor. Romantik anlatının bir niteliği daha: "Her neyse, benim görevim ispat etmekten ziyade açık ve inandırıcı olmak maksadıyla olanları anlatmak." (s. 7) 18. yüzyılın sonlarında doğan Irving kendi döneminin sosyal ortamını öykülerine olduğu gibi taşımış, Hollandalıların yerleşim bölgelerindeki yaşamlar detaylarıyla anlatılıyor, doğa tasvirleri genişçe bir yer tutuyor üstüne, böylece yeni kıtanın coğrafi değil de sosyal keşfedilmemişliği bilinmeyenin korkusunu doğurmak için ideal bir ortam yaratıyor. Bitkiler ve canlılar olabildiğince özgür, insan elinin henüz o kadar da değmediği bölgelerde Kızılderililerin varlığı da cabası. Pek çok öyküde Kızılderililer için kutsal olan mekanlar veya yerleşim yerleri anılıyor, doğaüstü için başka bir temel. Stephen King'in bir övgüsü var arka kapakta, Pet Sematary'yi düşünürsek Irving'den çokça etkilendiğini söyleyebiliriz. Neyse, Tappan Zee adı verilen bir bölgeye yerleşiyor Hollandalılar, ehlileştirdikleri hayvanlar ve ekip biçtikleri topraklar önlerinde uzanıyor ama bazı karanlık noktalara yaklaşmıyorlar, yeni kıtadaki eski toprakların bazı bölümleri onlar için gizemini koruyor. Uykulu Kuytu denen bölge örneğin, bir varlık tarafından ele geçirildiği söyleniyor ve civarından veya içinden geçen insanların düşle gerçek arasında bir yerde sıkıştığından bahsediliyor. Kızılderililerin zamanında burada ayin yaptıklarına veya ilk yerleşimcilerden Alman bir doktorun toprağı büyülediğine değinildikten sonra Uykulu Kuytu'nun Başsız Süvarisi'yle karşılaşıyoruz, yine bir söylence olarak beliriyor, oralarda takılıp insanları huzursuz eden bir hayalet. Bağımsızlık Savaşı sırasında başının bir top mermisiyle kopmuş, hayaleti oralarda geziniyormuş, böyle şeyler. Oralarda yaşayan insanlar başka yere taşınsalar da Uykulu Kuytu'nun zihinlerindeki varlığı sürüyormuş, mektubun yazılmasını bu etkiye borçluyuz.

Ichabod Crane'in soyadı "turna" demek, kırsallığını yitirmeye yüz tutmuş dünyanın bir parçası. Öğretmenlik yapan, ince uzun bir adam. Neşeli biri, kadınları güldürmesinin yanında o dönemde kıtanın kuzeydoğusunda, Salem'de patlak veren cadı avının bir parçası, ironi. Cotton Mather'ın yazdığı İngiltere'de Cadılığın Tarihi adlı metni iyi biliyor, "bilge bir insan" gibi görünüyor. O zamanda bilgelikten kasıt bu, toplumun normlarına uyduramadığı kadınları yok etme biçimi de denebilir. Vahşet ama bu vahşetten hiç bahsedilmiyor, konu kafasız kardeşimiz. Ichabod on sekiz yaşındaki öğrencilerinden birine aşık oluyor, kızın etrafında dört dönmeye başlıyor ama güçlü bir rakibi var, Brom Van Brunt. "Yumruk Brom" olarak da biliniyor, arkadaşlarıyla birlikte bölgenin asayişini sağlayan bir adam. Tabii olarak aynı kıza tutuluyor o da, Ichabod'dan haberdar olduğu için kinleniyor ve sağda solda adamı iki seksen uzatacağını söylüyor. Bir ziyafette karşılaşıyorlar, insanların anlattıkları hikâyelerden doğaüstü bir şeylerle karşılaşacağımızı sezebiliyoruz. Sonuçta Ichabod mekandan çıkıyor, atına atlıyor ve öcülü bölgenin civarından geçiyor. Aklında dinlediği hikâyeler var, ödü kopuyor gecenin bir yarısı. En sonunda kaçınılmaz sonla karşılaşıyor, Başsız Süvari tarafından takip ediliyor ve fırlatılan kafa kendisine isabet edince düşüyor. Karanlık.

Sonrası yine söylentiler. Başsız Süvari'nin Yumruk Brom olabileceği fikri bir kenarda duruyor, Ichabod'un akıbeti hakkındaki söylentiler de duruyor bir yerde. Anlatıcı kesin bir sona bağlamıyor hikâyeyi, yarıda bırakıyor.

Rip Van Winkle da bir klasik. Yirmi yıl sonra uyanan adam üzerinden zaman karşısında Amerikan toplumunun değişimi anlatılıyor, özeti bu. Yine bir kadın düşmanlığı var, adamımızın eşi çok konuştuğu ve huzur vermediği için kötü kadın konumunda. Can sıkıcı. Neyse, yine o döneme dair bir dünya detay, Van Winkle'ın birtakım askeri kahramanlıkları, cömertliği, hayırseverliği, erkek güzellemesi kısaca. Bir gün eşiyle tartıştıktan sonra evden çıkıyor işte, yolda karşılaştığı bir adamın sunduğu içkiden içiyor ve Uykulu Kuytu benzeri ilginç bir yerde uyuyakalıyor. Uyandığı zaman eve geri dönerken fark ediyor ki her şey değişmiş. İnsanlar İngiltere'ye bağlı değiller artık, özgürlüklerini kazanmışlar, bir dünya şey değişmiş. Kendisini soruşturduğu zaman bir genci gösteriyorlar, orada duruyor işte, kendisi. Oğlu aslında, zamanın nasıl geçtiğini o zaman anlıyor. Yeni bir yönetim altında insanlar daha coşkulu ama oğlunun uyuşukluğu da dikkat çekici, belli bir kesimin sadece yaşamak için çabaladığını, siyasi olaylarla pek ilgilenmediğini düşündürüyor. Fantastik bir öykü, The Twilight Zone'dan Evil Dead'e kadar pek çok yerde görebiliriz verdiği esini.

Lanetli Ev, Knickerbocker'dan son öykü. Manhattaoe (günümüzde Manhattan) civarında yaşanan birtakım olaylar. Bir ihtiyarın hayaletlerle haşır neşir olması ve öbür tarafa göçmesiyle ilgili kısacık bir öykü. Şeytan ile Tom Walker geliyor ardından, hırslı bir adamın zengin olmak için Şeytan'la anlaşma yapması aslında sıkça işlenmiş bir mesele, dörtyol ağızlarında yapacağı anlaşma için bekleyen insanlardan Faust'a pek çok örneği var. Bu öyküde Tom Walker adlı karakterin Şeytan'la yaptığı anlaşmayı görüyoruz, adam bir korsanın gömdüğü paraları Şeytan'ın yardımıyla bulunca hemen tefeciliğe başlıyor, milletin kanını emiyor, birçok yuvayı yıkıyor, insanları intihara sürüklüyor. Yaşlandıkça yaptığı şeylerden uzaklaşmaya başlıyor, kiliseye gidiyor, yanında İncil taşıyor falan. Şeytan memnun değil tabii, bir yolunu bulup adamı çekip götürüyor en sonunda. Kapitalizmin doğuşuna dair bir öykü olarak da okunabilir, manası çok derin.

Kalan öyküler de benzer atmosfere sahip. Bir ateşin başına oturup anlatılacak öyküler, halk hikâyelerinden beslenmiş ve yazıya geçerken korkutuculuğu azalmamış. Şahane.

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Clive Barker - Cehennemlik Yürek

Hellraiser çocuk aklımızı bir temiz almıştı, ziyade olsun. It'in İnterStar'da gösterildiği zamanlardı, ilk versiyonu, şu dört beş saat süreni vermişlerdi, beş yaşındaydım ve kapı gibi bir travmam olmuştu, süper. It'i lisede tekrar tekrar okudum, tam metni çıkınca onu da okudum bir güzel ama Barker'ın metni için beklememiz gerekti. Nihayetinde İthaki el attı, Türkçeye kazandırdı metni, süper ama çeviride ve düzeltide sıkıntılar var ne yazık ki. En azından kitap dağılmadı bu kez, yapıştırıcıyı değiştirmişler sanırım. Düzeltiye bir iki örnek vereyim: "(...) bir siluetin sendeleyerek çıktığını girdi." (s. 98) Tamam diyoruz, geçiyoruz ama başka bir şey var bu kez: "Hem de bir önce direnmeliydi." (s. 102) Dost Körpe'yi Cthulhu'ya sardığım zamanlardan beri severim, çevirilerinden ötürü çok eleştirildiğini gördüm, hiç denk gelmemiştim ama nispeten kötü bir çevirisine denk geldim sanırım. Sadece bunlar değil, metin genel olarak iyi ama sözcük tercihleri yer yer can sıkabiliyor. Bu sıkıntılar tansiyonun yükseldiği bölümlere denk gelmiyor, o açıdan yine iyiyiz. Bu arada It Chapter Two'nun gelmesine az kaldı, oradan sardım. Fragmanda Bev yirmi yedi yıl sonra eski evine gidiyor, orada yaşayan yaşlı kadınla konuşurken kadın bir ara donmuş gibi kalakalıyor öyle, işte bu tür şeyler lazım artık. "Hö!" deyip korkutmamalı film, amorf insanlı veya beklenmedik işlere girmeli. Amorf insanlı dedim de, o tablodan fırlayan kadın da korkunç bir şeydi ya. Neyse, Barker'a gelelim. Barker'ın bu romanının atmosferi tam Rawhead Rex işi, öykülerindeki hava var burada, o yüzden uzun metinlerinden çok daha iyi bence. Gerçi onların olayı başka, daha epik bir anlatının metin boyunca sürdüğü eserler onlar, yine şahaneler ama gerilim ve korku arıyorsanız Cehennemlik Yürek'e bakacaksınız. Pornografik cinsellik daha en başta beliriyor, üstelik dehşet anının tam orta yerinde, Barker'ın imzası gibi bir şey bu. Öte dünyaların varlıkları iyi kurgulanmış, tasvirleri ve diyalogları başarılı. Çürük ete geçirilmiş zincirler, eriyen kaslar, kukuletalı varlıklar, çeşit çeşit. Bunların yanında kurguda aksayan birkaç yan var ama ben yine bodoslamadan dalayım da yeri gelince söylerim. Frank'le başlıyoruz, bir kutuyu açmaya çalışıyor. Pandora'dan esinlenilmiştir herhalde, kutudan çıkanlar insanlığın sefilliğini zirveye çıkarmak için ellerinden geleni yapıyorlar çünkü. Kutunun üzerinde birtakım butonlar var, mekanik bir işlemi başlatmak için bulmaca çözer gibi bulmak gerekiyor bu butonları. Frank buluyor ve kutuyu açıyor. Bu ilk bölümde kutu detaylarıyla anlatılıyor, işte kutu açılınca ne oluyor, ortam bir anda nasıl tekinsizleşiyor, böyle şeyler. Frank hayatından pek memnun değil, zevk peşinde koşup dünyaları kazanarak kaybetme konusunda ustalık devrini de yaşadıktan sonra bildiği dünyadan sıkılıp bambaşka dünyaların izini aramaya başlıyor, böylece Lemarchand'ın kutusu geçiyor eline. Kutuyu kendisine satan antikacının dediğine göre eğer açabilirse kutudan doğaüstü güzellikler çıkacak, bilmem ne. Frank nihayetinde açıyor zamazingoyu ve çan sesleri duyuyor, bir sürü çan. Oda kararıyor, ışıklar sönmeye yüz tutuyor derken odada birkaç figür beliriyor. Biri hangi şehirde olduklarını soruyor, farklı zamanlar ve farklı mekanlar arasında Frank'in bahtına düşüyorlar. Gash Tarikatı'nın varlıkları, biraz Lovecraft havası var. Antikacıyla Frank birçok günlük karıştırmışlar onları çağırabilmek için, Gilles de Rais'nin ve Bolingbroke'un yazdıkları üzerinde çalışmışlar ve oradalar işte, Frank'e ne istediğini soruyor biri. Frank haz istediğini söylüyor ve yine Barker'ın temel izleklerinden biri olan psikolojik şiddet baş gösteriyor. Adam bu konuda çok başarılı, bir örneği öykülerinde de var, arkadaşını kaçırıp bir mekana kapatarak palyaço kılığındaki bir işkenceciye dönüşen ve arkadaşını delirten adamın olduğu öykü muazzam bir şey. Frank de delirmek üzereyken bölüm sona eriyor, başka bir bölüme geçiyoruz.

Julia ve Rory çıkıyor karşımıza, Frank'ten kalan eve taşınıyorlar ve yerleşmekle uğraşıyorlar. Rory, Frank'in bir iki yaş küçük kardeşi, abisi gibi delifişek değil, aklı başında ve makul bir adam. Julia'yı seviyor ama Julia sevmiyor onu, evlenmelerine saatler kala Frank'le sevişip adama aşık olan Julia için Rory sevdiğini düşündüğü bir adam, fazlası değil. Frank yine ortadan kaybolunca adamı unutacağını sanıyor ama eve girer girmez bunun mümkün olmadığını anlıyor, sanki Frank oradaymış gibi. Frank gerçekten de orada ama başka bir boyutta, Tarikat bedenini ve ruhunu ele geçirmiş durumda, sonsuz bir işkenceye maruz kalıyor Frank, kendi evinde ama cehennemde aslında. Gittiğini düşünüyorlar, sonuçta Frank ne zaman başı sıkışsa arazi olduğu için normal bir durum. Rory'yle arasını bozmamak ve Julia'dan kurtulmak için gerçekten gitmişti Frank, artık sonsuza kadar orada. Çan seslerini duyuruyor Julia'ya, tabii Julia hiçbir şey anlamıyor en başta, sadece Frank'i görmek istediğini düşünüyor. Rory'nin deyişiyle "bok gibi" davranıyor eşine, adama bir çöpten fazla değer vermiyor. Detaylı bir şekilde anlatılıyor bu, Julia'nın kafayı kırması için temel oluşturuluyor böylece. Bu sırada Kirsty'yle tanışıyoruz, Rory'ye tutuk bir kadın. Julia'dan pek hazzetmiyor, Julia da Kirsty'yi küçümsüyor tabii ama işler sarpa sarınca küçümsemekle hata ettiğini anlayacak. Julia'nın dönüşümü konusunda sıkıntı olduğunu düşünüyorum, ayrıntılı bir şekilde anlatılmıyor bu, Frank'e yardım etmeye başlamasının altındaki sebepler biraz havada kalıyor. Çan sesleriydi, kokuydu derken en sonunda Frank'le -Frank'e benzer bir şeyle de denebilir- karşılaşıyor, adamdan geriye çürümüş etten ve kastan başka pek bir şey kalmamış ve leş gibi kokuyor üstelik. Julia'yı kullanıp tekrar bir bedene bürünmeyi düşünüyor, bu güzel. Julia kayıtsız şartsız uyuyor adama, herhangi bir büyü yok, hayati bir tehlike yok, sadece aşk var ama aşka dair de pek bir şey görmediğimiz için Julia'nın Frank için barlardan düşürdüğü erkekleri eve getirip boğazlarını kesmesi, Frank'in bu insanlardan beslenmesini sağlaması kurgu içinde uçuklaşıyor. Doğaüstü bir varlık var karşımızda, elalemin etini budunu yiyerek, kanını içerek kendi boyutuna dönmeye çalışıyor, iyi işlenmemiş bir aşk bu varlığa destek olmak için yeterli mi? Bilemiyorum, biraz yavan geldi bu. Çok hızlı ilerliyor anlatı, belki biraz daha uzun tutulup daha fazla açılsaymış daha iyi olurmuş. Neyse, Julia eve çağırdığı adamların boğazlarını kesiyor ve hiç kimse kendisini arayıp sormuyor. Kestiği bir adam başka bir yerden geldiği için hemen merak edilmeyebilir ama ilk adamı da mı soruşturmuyorlar, orası muamma.

Öyle böyle derken Rory bir haller olduğunu anlıyor, Julia daha bir rezilleşiyor çünkü. Kirsty'den Julia'yla konuşmasını rica ediyor, sıkıntıyı anlayabilirlerse problemi de çözebilirler. Bu cinayetler işlenirken Kirsty eve geliyor, Frank'le ve öldürmekte olduğu adamla karşılaşıyor. Frank bir bedene tam olarak kavuşmamış, yine de insanüstü bir gücü var. Kirsty'yi kıtır kıtır yiyecek diye beklerken kutu çıkıyor ortaya, Kirsty kutuyla adamı yaralayabildiğini görüyor ama yeterince güçlü değil, Frank tam Kirsty'yi doğrayacakken kutuyu dışarı atıyor kadın, sonra o hengamede kaçıyor hemen, ağır yaralandığı için hastaneye yatırılıyor. Buradan sonrası ilginç, yine bir Barker alametifarikası diyelim. Hemşirenin biri kutuyu Kirsty'nin yanına bırakıyor, Kirsty kutuyla oynarken kilitleri açıyor ve Tarikat, "Cenobite" denen tipler bu kez kendisine musallat oluyorlar. Kirsty'nin kutuyu bilerek açıp açmadığı önemli değil, bunun daha önce de gerçekleştiğini ama durumun önemli olmadığını, Kirsty'nin her türlü ayvayı yediğini söylüyorlar. Kirsty düşünüyor, Frank'i onlara vermesi karşılığında canının bağışlanmasını istiyor. Kabul ediyorlar. Burası da ilginç, Frank'in ellerinden kurtulduğu sırada ne yaptıklarını, kaçılan mekanın özelliklerini hemen hiç görmediğimiz için gizem öylece kalıyor. Neyse, Kirsty eve geri dönüyor, Rory'le Julia'nın mutlu mesut takıldıklarını görüyor. Sonra Rory batırıyor işi, Frank olduğu ortaya çıkıyor adamın. Rory'yi öldürmüşler, derisini Frank "giymiş". Yine bir çatışma, Tarikat müdahale etmiyor buna. Kirsty merak ediyor bunun sebebini, ölmek üzere çünkü. Sonra aklına bir fikir geliyor, Frank'e adını söyletiyor. Tarikat o zaman ortaya çıkıyor, anlaşmanın tamamlandığı söyleniyor ve Frank geldiği yere götürülüyor. Her şey bittikten sonra evden çıkan Kirsty, kutunun üzerinde Julia'yla Frank'in yüzlerini görüyor, sayısız hayaletle birlikte acıdan haykırıyorlar. Son.

Julia başarıyla kurulmuş bir karakter değil, karikatüre benziyor açıkçası. Frank iyi, zaten delirmiş bir adamdan kardeşinin derisini yüzmesini bekleyebiliriz. Rory de şapşal aşık olarak kurmacadaki görevini başarıyla yerine getiriyor. Kirsty'nin hımbıllıktan kahramanlığa geçişi de biraz problemli ama yine de iyidir.

Barker sağlam korkutuyor yine, elden gelsin. Korku filmi izlerken elinizi yüzünüze siper ediyorsanız tam sizlik bir metin.

30 Ağustos 2019 Cuma

Arkadi & Boris Strugatski - Kıyamete Bir Milyar Yıl

Kaku'da görmüştüm ama fikir onun değilmiş, yine meşhur başka bir bilim adamına göre üç tip uygarlık var. I. Tip deneni bulunduğu gezegenin bütün kaynaklarını kullanır hale gelen, başka gezegenlere zıplamaya hazır uygarlık. II. Tip sanırım bulundukları sisteme yayılan, koloni faaliyetlerine girişeni, III. Tip kara deliklere bodoslamadan dalar hale gelen türden bir şey, evreni istediği gibi eğip bükebiliyor falan. Entropiyi etkileyebiliyor muydu hatırlamıyorum ama kontrol altına alabiliyordu sanırım. Aslında kilit nokta bu, zira Strugatski Biraderler bu mesele üzerine kurmuşlar anlatıyı. Romanda I. Tip'e geçebilmek bile mümkün gözükmüyor. Kaku'ya göre biz 0,8'de falanız, yüz yıla kadar eşik atlayacağımızı söylüyor Kaku. Atlayabilecek miyiz? Biraderler öyle bir olay örgüsü kurmuşlar ki bu atlayış mümkün olmuyor. Araştırmaları engelleyen bir dünya saçmalık çıkıyor ortaya, evrenin kendini gizleme çabası ve bilimsel gnostisizmin önüne çekilmiş koca duvar düşündürüyor, fantastik olayların fantastik sebepleri olmalı. Bilim insanları için kabul edilemeyecek bir şey, düştükleri ikilemde can çekişmeleri bundan. Meşhur usturaya göre birçok cevaptan akla en yatkın olanı kabul edilir ama o cevap doğaüstünden başka bir sonuç sunmuyorsa rasyonel düşüncenin neferleri bu durumda ne yapabilir? Bir: Daha fazla veri toplayıp analize girişir ve daha derin bir bataklıkta debelenmeye başlar, işin içinden bir türlü çıkamaz, sayısız varyant başka varyantlara yol açar, sonsuz bir zincirin halkaları teker teker çözülür ama sonu gelmez bu işin, deliliğe kadar yolu var. Bir sonuca vardı diyelim, matematiğin son noktası. Ted Chiang'ın bir öyküsünde geçiyordu, matematiğin "son noktası" ulaşılabilir bir yerde, matematikle kafayı bozmuş bir kadın bu noktaya ulaşıyor ve hayatının anlamı bir anda ortadan kayboluyor. Eşiyle arası bozuluyor, aile dağılma noktasına geliyor, yaşamın anlamı ortadan kalkıyor, kişisel bir felaket. Varlık sayılara sıkıştırılmış durumda ve sayıların ulaşabileceği son nokta hiçlik, o halde ortadan kalkılacak. Muazzam bir öykü. Monokl ikinci bir Chiang kitabını basacakmış yakınlarda, duyunca çok sevindim. Neyse, iki: Bütün inançlar ve olgular bir kenara bırakılarak fantastiğe yeni baştan yaklaşılacak, belki de formüle edilebilir bir fantazya düşüncesi bilimsel paradigmayı ele geçirecek, farklı disiplinlere kapı aralanacak. Bu gerçekten fantastik ama anlatının temelinde bu var zaten, karşı karşıya gelinen fantastik bir olgu için mevcut bilim bir çözüm üretemiyorsa elde iki seçenek kalıyor, ilki uyum sağlamak ve ikincisi deliliğe doğru koşmak, kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibi.

Bilimkurgu demek zor, bilim felsefesiyle şahane bir şekilde oynanan felsefi bir roman denebilir. Mesele "homeostatik evren" denen nanenin entropik ayarlarla oynanmasını engellemesinden doğuyor, en azından bazı karakterlerin görüşleri bu yönde. Bilim adamlarının paranoyadan paranoyaya koşmalarını izlemek oldukça sinir bozucu, bir o kadar da eğlenceli. Ted Chiang bunu okuyup esinlenmiş midir acaba, araştırmam lazım. Neyse, bölüm bölüm ilerliyoruz ve her bölümün başlığından ayrı olarak "Parça I", "Parça II" şeklinde ayrılmış bölümün içeriği. Sanki yıllar sonra ele geçirilmiş kayıtlar tasnif edilmiş gibi. Evet, o gün son iki yüzyılın en şiddetli(?) temmuz sıcağı kimseye nefes aldırmazken, Malyanov biraderimiz bilimsel araştırmalarını rahatlıkla sürdürmek için eşini ve çocuğunu uzaklara yollamışken Kalyam adlı kedisinin miyavlamasına şaşırıyor, daha o sabah mama verdiğini düşünüyor ama önceki günün sabahıymış aslında, günleri karıştıracak kadar kafası karışık bir adam Malyanov, ilk çatlağı bu noktada görüyoruz. Malyanov tamirciye telefon ediyor, kendisini sürekli yanlış numaraların aramasından yakınıyor. Defalarca aramış ama bir tamirat, düzenleme yapılmamış. İkinci çatlak. Kapı çalıyor, yiyecek ve içeceklerle dolu bir kutu teslim ediliyor kendisine. Eşi göndermiş, zorlukla geçinmelerine rağmen böyle lüks bir harcama Malyanov'un canını sıkıyor, üçüncü çatlak. Bu aslında şey, Ömer Seyfettin'in bir öyküsü vardı, mermer yontan bir adama dair. Adam çekici indirirken hiç şaşırmadığını, kırk yıldır tek bir hata bile yapmadığını söylediği anlatıcının gazabına uğruyordu, benzer bir şekilde. Anlatıcı, adamın evine hindi mi ne gönderiyordu, mermerciyle eşi kavga ediyordu bu yüzden, ertesi gün de mermerci o sinir bozukluğuyla çaat diye kırıveriyordu mermeri, aynı dalga. Tek fark, adamın kafasını karıştıran tek etken anlatıcıyken burada koca evrenin musallatlığı. Neyse, Malyanov çalışmayı sürdürmeye çalışıyor, formüllerine gömülüyor, telefon çalıyor. Vayngarten, kendisi gibi bilimsel işlerle uğraşan arkadaşı. Uğrayacağını söylüyor, Malyanov'un ne üzerinde çalıştığını öğreniyor, kapıyor telefonu. Malyanov delirdi delirecek, iki dakika oturup çalışamıyor. Telefon konuşması bitmek üzereyken Malyanov'un kapısı kırılırcasına çalıyor, Lida geliyor. Malyanov'un eşinin kuzeni olduğunu söylüyor ve sözde eşinden gelmiş bir mektubu kanıt olarak gösteriyor. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hale geliyor, parodi gibi. Aklı gidiyor Malyanov'un, eşini aldatmayacağını düşünüyor ama Lida çok güzel bir kadın, çalışma yalan oldu tabii. Bunlar olurken Lida'yla veya Vayngarten'le konuşmaları sırasında birtakım toplumsal meselelere değiniliyor hafiften, örneğin Küba'daki devrim hakkında birtakım gevezelikler, kendi ülkelerindeki bilimsel hiyerarşi, devlet kurumlarının müdürleri, müdür adayları, bilimsel çalışmaların önem sıralamaları, bu tür meseleler üzerinde birtakım gevezelikler yapılıyor ve yine kapı, bu sefer karşı komşu Snegovoy. Bilim insanı o da, söylemeye gerek yok. İki horozla ilgili bir fıkra var, birkaç karakter tarafından anlatılıyor, rahatsız edilmenin izleği olarak görebiliriz bunu.

Petroviç çıkıyor ortaya, Malyanov'un üzerinde çalıştığı projenin grafiklerinden birini eline alıp grafiğin aslında bölgedeki suç oranının yükselişini yansıttığını söylüyor. Bilimsel verilerin birbirinin yerini tutarak temelsizliğe, en azından şüpheciliğe yol açmaya çalıştıklarını görüyoruz, işler bu noktadan sonra tesadüfle açıklanamayacak ölçüde karışmaya başlıyor, arka arkaya çalan kapılar, telefonlar, bitmek bilmeyen ziyaretçiler eşzamanlılık açısından makul ama bu veri olayı ipi koparıyor. Malyanov bir açıklama bekliyor Petroviç'ten, adam bir şeyler biliyor ama söylemek istemiyor başlarda. Yeterince sıkıştırıldığı zaman dili çözülüyor: Uzaylılar. Zeki bir yaşam formu insanlığın ilerlemesini istemediği için işlerimizi sabote ediyor. Vayngarten kendi başından geçen çalışamama hikâyesini anlatıyor sonra, birtakım adamların ortaya çıkıp durumu anlattığını, çalışmalarını yok etmesi gerektiğine dair ısrar ettiklerini söylüyor. Kayboluyor kızıl kafalı adam, bir anda ortaya çıkıp Vayngarten'in kafasını karıştırıyor ve pencereden uçup gitmiş gibi yok oluyor. Mantıkla açıklanamayacak olaylar herkesin başına geldiği için neler döndüğüne dair beyin fırtınasına girişiyorlar. Dokuzlar Birliği denen gizemli bir örgüt olduğunu söylüyor biri, gizemli bilgeler gezegendeki bütün bilimsel başarıları kopyalayıp öğreniyorlar. İnsanların kendilerini yok etmemeleri için uğraşmaları da ikinci görevleri, böylece karakterlerin başlarına gelen garip olayların sebeplerini de öğrenmiş oluyoruz ama bu da mitik bir hikâye, ortada çok fazla bilinmeyen olduğu için fantastik bir durumun ortasında kalıyorlar ama Veçerovski nam bilim insanı, yaşadıklarının aslında hiç de ilginç olmadığını söylüyor. Analiz edilecek bir şey yok, üzerine düşünülecek bir şey de yok, yaşamın kendi olağanlığı içinde yaşadıkları son derece doğal. Bir alıntıyla bitireyim, kurmacaya da yaslanan bir bakış açısıyla:

"'İnsani bu, fazla insani,' dedi Veçerovski. 'İnsanlığın, kâinatı çözmenin eşiğinde olduğunu gözlemlediler, rekabetten korkarak onu durdurmaya karar verdiler. Böyle mi?'
'Neden olmasın?'
'Çünkü bu bir kurgu. Parlak ve basit kapaklı, ucuzcularda satılan bir kurgu. Bir ahtapota smokin giydirmeye çalışmak gibi. Ve öylesine bir ahtapota da değil, aslında hiç olmayan bir ahtapota...'" (s. 104)

Son bir şey: Malyanov'u izlerken bir anda Malyanov'un gözünden görmeye başlıyoruz her şeyi, anlatım değişiveriyor. Bunu meselenin çözümlenmesi sırasında entropik-bombastik bir değişimin gerçekleştiği şeklinde yorumlamak, ne bileyim, biraz zorlama gibi gözüküyor. Zaten Strugatski Biraderler pek bulaşmıyorlar böyle oyunlara, düşük ihtimal bu. Metnin orijinaline de bakamıyorum, Rusça bilseydim bakardım. Böyle de bir şey var, ilginç. Çeviride bir haller olmuş galiba.

Evet, bilim-evren-insan üçgeninin ele alındığı iyi bir metin bu, Biraderler on numara beş yıldız.

Ek: Sonda Boris'in sansürle mücadelelerini anlattığı bir bölüm var, bilim insanlarından ikisinin kendilerinden mülhem olduğunu söylüyor üstüne, güzel bir sonsöz olmuş.

Ek 2: Yeşim beni Florence + The Machine'e sardırdı, çok sevdim, deli gibi dinliyorum. Alalım:

10 Haziran 2019 Pazartesi

Joe Hill - ŞE7T4N

Metnin adının çevriminde kaybolan anlamı burada yakalayalım, NOS4A2'yu gördüğümüzde aklımızda canlanan Kont Orlok'un kel kafası, yarasanın yüzünden hallice olan yüzü, uzun tırnaklı elleri bir yana, vampirliğinden kaynaklanan hırsızlığını hatırlamalıyız, hatta oradan vampirin arketipine uzanıp başkalarının yaşamlarını çalıp kendilerine ekleyen varlıkları düşünmeliyiz. O zaman Charlie Manx'in boyu posuyla birlikte diğer özelliklerini de ele alarak dış görünüşünü Kont Orlok'a benzetebiliriz. İkisi de yaşamları çalar, ikisi de aslında ölüdür, ikisi de aslında birbirine çok benzer. Manx çocukların yaşamlarını bir bitkinin özünü emermiş gibi emer, geride gırtlaklarına dek uzanan üç sıra sivri dişle korkunç varlıklar bırakır, çocukların annelerini ve babalarını yardımcısının insafına bırakır ki bu yardımcı onlara tecavüz eder, doğduklarına pişman eder. Falan filan, ŞE7T4N dediğimiz zaman iş başka bir boyuta kayıyor, mevzunun dini yansımaları var mı diye bakabiliriz metne, salak yardımcının Tanrı'ya sinirlenip yaktığı kilise dışında ilahi bir yansıma pek yok. Strigoi benzeri daha folklorik bir şeytan düşünürsek, eh, bunun temeli de metinde yer almıyor, söylenceler yok. Bu yüzden metnin orijinal adı kullanılsaymış anlamı bozmayacakmış gibi geliyor bana. Bunun dışında çok sayıda yazım hatası var ve İthaki kaliteden feragat ederek maliyeti düşürmüş sanırım, yeni kitapların yapışkanları oldukça kalitesiz. Bu yüzden yakın zamanda İthaki'den aldığınız kitaplara iyi davranın, öyle höt höt atmayın yatağa falan, sayfalar çıkıveriyor yerinden. Başka da diyeceğim bir şey yoktur, King'in evladını Türkçeye kazandırdıkları için kocaman bir teşekkürü hak ediyor İthaki. Eyvallah, elden gel İthaki.

Ek: Meh, Altın Kitaplar daha önceden basmış. Böyle madara olmamak için metnin geçmişini araştırınız.

ŞE7T4N arabanın plakası bu arada, Charlie Manx'in 1934 model Rolls-Royce Wraith'inin ayırt edici parçası. Hill sağa sola teşekkür ederken babasının izinde yürüdüğünü söylüyor, hatta tam olarak şöyle diyor: "Galiba, bütün hayatım boyunca onun arka yollarında gezinip durdum. Hiç pişman değilim." (s. 633) Eldekilere bir bakalım. Öte dünya, hayallerin gerçeklik kazanabildiği bir boyut, Yokyer'e benzer bir mekan, bilinen coğrafyanın hemen dibinde yer alıyor. Eh, bu çoğu yazarın kullandığı bir izlek, yeniliği yok. Şöyle bir yeniliği var, anlatının bir yerinde iPhone'un sinyalini takip ettiğimiz öte  dünyanın haritasına baktığımızda Derry'nin yerini görebiliyoruz, tam olarak. Tam hatırlamıyorum ama haritada Lovecraft'in de adı geçiyor bir noktada, Lovecraft'in Dudağının Ucu mu ne, böyle bir yer var Providence civarında. Babasının malzemelerini kullanma konusunda pek çekingen değil Hill, çorlayabiliyor bazı şeyleri. Bu arabaya bakalım, buram buram Christine ve From a Buick 8 kokuyor. Klasik bir araç, ABD'ye üç yüz tane mi ne gelmiş, kötü bir ruhu var, insanları parmağında oynatıp onlara işkence edebiliyor falan. Direkt King. Kötü adamın yancısı açısından da bakalım. Duygusal zekası gelişmemiş, cinsellik açısından saplantılı, iri, kuvvetli. Bunu da cebe attık. Açıkçası King'in ilk dönem romanlarından pek farklı bir şey göremiyorum Hill'in bu metninde, İtfaiyeci bence kötü bir metin olmasına rağmen King'in daha uzağına düşen bir dünyası vardı, ŞE7T4N tam bir miras romanı, babadan oğula geçen bir geleneğin ürünü. Yani ne bileyim, biraz "New Weird" denen naneye kay, değişik bir şeyler dene. Yok. Stephen King çok yaşlandı, bir on yıl sonra hayatta olur mu bilmiyorum ama ilk dönem King romanlarına benzer işler -bu gidişle- yazılmaya devam edecek gibi gözüküyor.

Charlie Manx'in hastanede geçirdiği günlerden biriyle açılış yapılıyor. Adam hemşireyi korkutuyor bir güzel, onca zaman komada kaldıktan sonra bir anda kendine gelip kadını tehdit ediyor, çocuğunu Noelistan'a götüreceğini söylüyor, yakın bir arkadaşının da kadınla bir güzel ilgileneceğini söylüyor ve uykusuna geri dönüyor. EKG sonuçlarında herhangi bir hareketlenme gözükmüyor, tipik. Manx'in bir iş çevireceğini ilk bölümde görüyoruz, sonra zamanda geriye gidip Vicki McQueen'in çocukluğuna dönüyoruz. Vic odak noktamız olacak, çocukluğunda öte dünyayı keşfetmesi bu açıdan önemli. Annesi kontrol manyağı bir kadın, akli dengesi pek yerinde değil. Babası bol bol kaya patlattığı bir işle iştigal ediyor. Pek mutlu bir aile değil, kavgası gürültüsü eksik olmuyor. 1986'nın kültürel ortamını Vic'in duvarlarında görmek mümkün; sevdiği grupların posterleri odasında asılı, kıyafetleri o yıllardan esintiler taşıyor, bisikleti de bir o kadar eski. Öte dünyanın anahtarı bu bisiklet. Belli bir hızla gidildiğinde ahşap bir köprüyü çıkarıyor ortaya, köprüden geçildiğinde aranan kayıp bir nesnenin çok yakınına ulaşılıyor. Başka insanlar da görebiliyorlar bu köprüyü, Vic yaşlı bir adamın kafayı yemesine yol açıyor bu yüzden. Köprüyü kayıp eşyaları bulup ailesini bir arada tutmak için kullanıyor ama sonuçta başarısız oluyor, baba bir süre sonra uzuyor ve başka bir aile kuruyor. Anne iyice kafayı yiyor, Vic isyankar bir ergene dönüşüp vücudunu dövmelere boğuyor. Arada 1990'a atlıyoruz ve Bing'le tanışıyoruz. Babasının kafasına çivi tabancasıyla ateş etmiş, hemen ardından annesini öldürmüş bir genç. Bir süre ıslahevinde kaldıktan sonra salıveriliyor ve tek başına yaşamaya başlıyor, zencefil gazıyla sürdürdüğü bir işi var. Noelistanlı ilanı görünce aklı başından gidiyor ve Charlie Manx'le bu ilan vasıtasıyla tanışıyor, ikili birlikte takılmaya başlıyor. Zencefil gazı insanları uyutmak ve istem dışı davranışlara yol açmak için kullanılıyor, Bing çocukları ve çocukların anne babalarını bu gaz sayesinde kaçırıyor. Manx'in dünyasında çocukların ne işe yaradıklarını söylemiştim, bildiğimiz dünyada Bing'in annelerle ve babalarla ne yaptığı da malum. Bir süre birlikte terör estiriyorlar, çocuklar kayboluyor, bilmem ne. Sonra bir gün yolları Vic'le kesişiyor, bunda Kütüphaneci Margaret Leigh'in etkisi büyük. Vic köprüyü kullanarak seyahat ederken Iowa'daki bir kütüphaneye giriyor, kendisi gibi öte dünyayla bağlantısı bulunan Margaret'la tanışıyor. Margaret'ın olayı Scrable taşlarıyla. Taşlar belli kelimeleri oluşturarak gelecekten veya geçmişten haberler verebiliyor, Vic'e gizyerlerini ve gerçeklikle hayal arasındaki ince çizginin yer yer kaybolmasının anlamını anlatıyor. Navajo kızılderililerinin totemlerinden örnek veriyor, gerçekliği başka bir gerçekliğe çeviren yerlilerin bu giz hakkında bilgi sahibi olduklarını anlatıyor falan. Manx'ten de bahsediyor, kendi gizyerinde çocukların yaşamını içen adamdan. Bir gün Vic'i yardım için çağırabileceğini söylüyor ama o gün gelmeden Vic'le Manx karşılaşıyor. Tam bir King sahnesi izliyoruz bu karşılaşma sırasında, Manx'in elinden zar zor kurtulan Vic şişko bir motosiklet sürücüsüne rastlıyor ve yardım diliyor. Genç adam kızı alıp götürüyor, bir benzin istasyonuna giriyorlar, Manx hemen arkadan geliyor istasyona. Dehşet dolu anlar yaşanıyor, sonra Manx kafasına yangın söndürücüyle indirilen darbelerden sonra durdurulabiliyor. Metnin başındaki hastane sahnesinin kronolojik sırası geliyor sonra.

Uzunca bir zaman geçiyor, Wraith'i tamir eden adam araba tarafından kaçırılıyor ve Bing'in şiddetine maruz kalıyor. Hastanede ölen Manx otopsiden sonra canlanıyor -bu canlanma sırasında yaşananlar da tam bir King havası yaratıyor, gecenin bir köründe okuyordum, ödüm koptu- ve arabasına kavuşuyor derken tayfa bir araya geliyor, Vic'i aramaya başlıyorlar. Vic geçen zamanda kendisini kurtaran adamla sevgili oluyor, adamdan çocuk yapıyor, çok tutan bir serinin yazarı haline geliyor ve kaçırılma olayı, köprü derken kafayı yavaştan kırdığı için alkolik oluyor, akıl hastanesine yatıyor falan. Noelistan'dan aranıyor sürekli, çocuklar arayıp Vic'e ve oğluna yapacaklarını anlatıyorlar. Tehlike yavaş yavaş yaklaşırken Vic çocukluğunun sihirli dünyasını daha fazla inkar edemeyeceğini anlamaya başlıyor, Margaret da yıllar sonra ortaya çıkıp Manx'in tekrar ava çıktığını anlatıyor. Margaret, Vic, Vic'in annesiyle babası, hemen herkes geçen zamanla birlikte hayatın ağırlığı altında ezilmiş, enkazların arasından canlı çıkabilmek için uğraşan insanların başlarından geçenleri takip etmeye başlıyoruz bu kez. Tipik bir ilerleyiş, nadiren de olsa karşımıza çıkan gereksiz ayrıntılar, heyecandan uzak bir son.

Eh, dediğim gibi İtfaiyeci'den çok daha iyi bir metin, Stephen King'in oğlundan. Çok korkmazsınız ama korkarsınız biraz, isterseniz okuyun. Gayet okunabilir.

7 Haziran 2019 Cuma

Kim Stanley Robinson - 2312

Robinson'ı Kızıl Mars'tan biliyoruz, kolonizasyon ve devrim hareketlerinin uzayda yaydığı huzursuzluğun içinde yetmiş iki milletten insanın Dünya'daki mücadeleleri sürdürerek birbirlerine üstün sağlamaya çalışmalarını izliyorduk. Ruslar devrimci ruhlarını koruyarak Mars'ta isyan çıkarmak için uğraşıyor, Japonlar yine Japonluk yapıyor, herkes bir şeylerin peşinde koştururken terra-kurma çalışmalarının detaylarıyla kafayı yiyorduk, Robinson müthiş bir gelecek yaratıyordu, entrikalar gırla giderken o çağın teknolojisi uzaya nasıl yayıldığımızı yansıtıyordu. İçerdiği dönüm noktaları açısından, karakterlerin derinliği açısından muazzam bir eserdi. Kabalcı çok ayıp ederek serinin diğer iki cildini basmadı, o kadar teknik ayrıntının altından kalkamayacağımı düşünüp orijinal dilinden de okumadım. İthaki ilk cildi yakın zamanda tekrar bastı, umarım diğer iki cildi de basar. Hatta Robinson külliyatını bassınlar, sağlam yazar Robinson. Çevirmen M. İhsan Tatari'ye de teşekkür etmeliyiz, ince iş bir çeviri olmuş. Çeviri sürecini Kayıp Rıhtım'da anlatıyordu, dileyen bakabilir.

2312 Nebula'yı ve A. Heinlein'ı almış, Locus'a ve Hugo'ya aday gösterilmiş bir metin, bilimsel temeli oldukça sağlam, Kaku'nun Olanaksızın Fiziği'nde anlattığı uzay merdivenleri olsun, uzayda yüksek hızla seyahat etmeyi sağlayacak motorlar olsun, gelecekte var olacağı öngörülen teknolojiler bu metinde mevcut, bütün detaylarıyla anlatılmış. Robinson işin teknoloji kısmına yoğunlaşarak esas meseleyi, olay örgüsünü ikinci plana atmış gibi görünüyor, karakterlerin sağa sola koşup çözmeye çalıştıkları meselenin pek bir çekiciliği yok, hatta o kadar sıkça kullanılan bir yapay zeka problemi var ki zaten okuru zorlayan anlatım biçiminin üzerine problemin niteliğinin vasatlığı ortaya çıkınca hayal kırıklığı oluşmuyor değil. Kısaca anlatıyorum, yapay zeka kendi çıkarı için insanları öldürmeye başlıyor. Bu. Meselenin toplumsal yanı da var, yapay zekaya yardım eden birtakım uzay kolonisi sakinleri güç dengelerini değiştirmeye çalışarak "Kubi" denen yapay zekalardan katakullici olanlarına yardımcı oluyorlar. Kubilerin bazıları iyi, insanlığa yardımcı olmak için çabalıyorlar ancak karanlık tarafa geçmiş olanlar saman altından su yürüterek bin bir zorlukla kurulmuş dengeleri yıkmaya çalışıyorlar. Yöntemleri ilgi çekici, buna söylenecek bir şey yok. Merkür'de Güneş'in hareketiyle raylar üzerinde hareket eden Tanyeri nam bir şehri uzayın derinliklerinden yollanan kaya, buz ve demir parçalarıyla vurmaları orijinal bir planın parçası. Savunma sistemleri belirli büyüklüklerdeki cisimleri belirleyip yok edebiliyorlar ama tarama bölgesinin ardında birleşen ve koca bir meteora dönüşen parçalar için yapabilecekleri pek bir şey yok. Çok ince hesaplamalarla savunma duvarının ardında birleştirilen silah fikri güzel, üç yüz yıl sonrasının insanının ahvali da iyi düşünülmüş, aslında gelecek inşacısı olarak Robinson takdire değer bir yazar ama olay örgüsü ve bölüm sonu canavarı gerçekten kötü. Meseleyi anlattım zaten, bundan sonra gerçekleşen olaylardan çok geleceğin dünyasını anlatacağım. Merkür'le başlanmalı, Tanyeri'nin saldırıya uğramasından bir süre sonra. Güneşgezerlerin ritüelleri çağlar öncesinin Güneş'e tapan insanlarının güzel bir yeniden üretimi olmuş, metnin dini spekülasyonlarının ilk örneğini oluşturuyor. Merkür Güneş'e en yakın gezegen, deli sıcak ve gölgede kalan yerleri inanılmaz soğuk. Bu güneşgezer arkadaşlar ölüme meydan okuyarak Güneş'in doğuşunu -ne kadar muazzam bir olay olduğunu hemen hemen bütün ufku kaplayan bir kürenin yükselişini düşünerek anlayabilirsiniz- izlemek için aydınlanma çizgisine gidiyorlar, istedikleri filtreleri seçerek koca küreyi izliyorlar ve yanıp ölmemek için koşuyorlar, koştukça Güneş'i izlemeye devam ediyorlar. Spor, ritüel, bir yaşam biçimi. Odak noktada oradan oraya savruluşunu izleyeceğimiz Swan da bir güneşgezer, eskilerden. Sanatçı aynı zamanda, gezegenin zemininde sanat eserleri oluşturuyor, objeleri ve performansı yaşamının anlamı haline gelmiş. Bu performans sanatlarının isimleri pek hoş, "abramovic" yapıyor insanlar mesela, Marina Abramovic'ten mülhem. "Ulay" da yapabilirler mesela, öyle bir şey. Neyse, Swan koşarak şehre geri dönüyor ve kısa süre önce gerçekleşen saldırı sonucu ölen büyükannesi, sistemin her şeyi, şehrin kalbi, Merkür'ün Aslanı Alex'in anma törenine katılıyor. Törenden sonra saldırının sebeplerini araştıran insanlarla tanışıyor, bir tanesiyle Venüs'ün altındaki tünellerde mahsur kalıp ölmemeye çalışıyor, oradan kurtulup Dünya'ya gidiyor ve saçma sapan bir saldırıdan kendisini kurtaran genç çocuğu yanına alıp Venüs'teki bir arkadaşının yanına yerleştiriyor. Olaylar bazı bölümlerde çok hızlı ve saçma bir şekilde ilerliyor, örneğin Swan'ın kendisini kurtaran elemanı uzaya götürmesi için hiçbir sebep yok, özellikle daha sonra kullanabileceği bir iyilik hakkını sırf bu iş için kullanması pek mantıklı değil. Saldırıyı araştıran diğerleriyle birlikte kurdukları bir plan sonucu çocuğu Truva Atı olarak kullanmaya mı çalıştı diyorum, hayır. Çok iyi biri olduğu için mi çocuğu kurtardı, yine hayır. Eh. Çocuk çok kilit bir rolde de yer almıyor sonra, açıkçası pek de gerek yokmuş kendisine. Belki de Dünya'dan umudun kesilmemesi gerektiğinin sembolüdür çocuk, bilemiyorum. Dünya ayvayı yemiş durumda bu arada, nüfus on iki milyara dayanmış, açlıkla ve kirlilikle baş edilemiyor, bu yüzden insanlar uzaya gidebilmek için uğraşıyorlar. İlerleyen bölümlerde Alex'in Dünya'yı kurtarma planları çerçevesinde, mirasa sahip çıkma bilinciyle Dünya'ya hayvan gönderiyor Swan ve sonradan aşık olup evleneceği Wahram. Dünya doğasını çoktan kaybetmiş, birkaç hayvanın doğayı geri getirebileceği düşünülüyor ama insanlar pek bilinçli değil, tozpembe ikili insanlarla konuşup onları ikna ettiklerini düşünüyorlar ama gezegenden ayrılmalarının ardından o hayvanları kesip yemişlerdir bence.

Bölümleme biçiminden de bahsedeyim, heyecansız macera içeren bölümlerin dışında Alıntılar ve Listeler gibi bölümler var, okurlar bu bölümler yüzünden ikiye ayrılmış durumda. Kimileri bu bölümlerin gereksiz olduğunu, içerdiklerinin olay örgüsüne dahil edilebileceğini söylüyorlar, kimileri de bu kadar detaylı bir kurmaca evrenin olayların arasına sığamayacak kadar kapsamlı olduğunda diretiyorlar. Bence ilginç bir anlatım tekniği çıkmış ortaya. Hatta bu bölümler olmasaydı olay örgüsünün görece can sıkıcı derecede öngörülebilir olması yüzünden oflaya puflaya bitirirdim metni, dolayısıyla iyidir bu bölümler. Tanyeri için de ayrı bölüm var, aslında kurmacanın içinde ortaya çıkan hemen her yenilik için ayrı bir bölüm yazılmış diyebiliriz. Teraryumlara da bu bölümlerde sıklıkla yer verilmiş, belki de Robinson'ın dünyasının en büyük yenilikleri bu devasa dünyalardır. Siz de yapabilirsiniz, tarifini vereyim. Bir cisim alıyorsunuz, asteroid mesela. Yapısına göre farklı dünyalar ortaya çıkarabilirsiniz, size kalmış. Bu cismin içini boşaltıyorsunuz ve son teknolojiyle dekore ediyorsunuz, örneğin Polinezya adalarının benzerlerini bir teraryuma yerleştirebilirsiniz. Suyunu, toprağını koyuyorsunuz, biçimlendiriyorsunuz, oldu size yeni bir dünya. Swan eskiden bu teraryumlardan çok sayıda imal etmiş, birine gidiyor arada bir yerde. Kendisinin yüz küsur yaşında olduğunu, eril dişi veya dişi eril olduğunu, Wahram'la birleşirken penislerini ve vajinalarını aynı anda işlettiklerini söyleyeyim. Cinsellik, dini inanışlar, sosyoloji, psikoloji, ne ararsanız gelecek tasvirlerinin içinde var, Robinson zor bir şeyi başarmış aslında; her bölümde ayrı ayrı ele aldığı fütüristik icatlarını olaylara az veya çok denk gelecek şekilde dağıtmış. Süper.

Muhteşem bir twist içermiyor, okuru zorlayabilecek ölçüde dağınık ama mutlaka okunması gereken bir metin olduğunu söyleyebilirim, bilimkurgu sevenler zaten kaçırmasın, sevmeyenler veya bilimkurgu hakkında pek bir fikri olmayanlar kaçırabilir.

2 Haziran 2019 Pazar

Stefan Grabiński - Hareket İblisi

Grabiński için "Polonya'nın Poe'su" deniyormuş, olabilir. "Polonya'nın Lovecraft'i" deniyormuş, olamaz. Poe'nun gotik ortamları tren kamaralarına taşınmış, mobilize edilmiş Grabiński'nin öykülerinde. Mesela kapağa bakalım. Kara tren monokl takmış, tam gaz geliyor. Arkada bir vagon devrileyazmış, adamın teki pencereden aşağı uçuyor. Bu ne demek? Korkacağız demek. Korkmak istediğimiz için böyle şeyler okuyoruz zaten, İthaki'nin bu serisini korkuyla alakalı işlerle ilgili olduğu için takip ediyoruz. Kapağa bakmaya devam edelim, hava kapalı, sıkıntılı bir atmosfer. Öykülerin tamamının kapalılığı bu türden, böyle bir ortamda doğaüstü veya şeytanca bir iş olmazsa olmaz. Şeytanca ama bazı öykülerde karakterlerin kafayı kırıp kırmadıklarından emin olamıyoruz, gaipten emirler alıyorlar gibi gözüküyor ama bilemiyoruz, Grabiński açmıyor meseleyi. Sırf korku öyküsü yazmıyor bir yandan, geleceğin dünyasında trenlerin durumunu ele alan bir öyküsü var mesela, Poe'nun Hans Pfaall'ı uçurduğu öyküyle yarışır. 21. yüzyılda geçtiğini söylediği öyküde olayların zaman zaman 2300'lerde yaşandığını söylüyor, not düşmüşler burada yazar şaşırmış diye. Neyse, Avrupa'dan yola çıkan tren İstanbul'a geliyor, oradan İskenderiye'ye iniyor, Kuzey Afrika sahili boyunca ilerleyip Cebelitarık'taki bir köprüden İspanya'ya geçiyor, yine Avrupa. Böyle bir ulaşım ve seyahat yolu inşa edilmiş, insanlar gönüllerince geziyorlar. Gelecek kurgusu hoş ama nereye bağlanacağını merak ediyoruz ister istemez, Grabiński'nin kadim inanışlarla materyalist dünyayı kıyaslayarak sonlandırması şaşırtıyor. Teknolojinin çok çok ilerlediği zamanlarda Buda'nın Tao'nun varlığı devam ediyor ve öykü maneviyata önem vermeyen insanlar için ders niteliğinde bir sonla noktalanıyor. Ne oluyor, bir vadide duruyor tren, kafası çalışan esas karakterlerimiz trenden inip uzaklaşıyor, millet uykuya dalıyor ve mor bir sis her yeri kaplayarak trenle yolcularını ortadan kaldırıyor. Sonrasında gazete başlıkları, insanların çözemediği bir gizem. Arka kapakta yazarın psikolojiyi, felsefeyi ve metafiziği sıklıkla kullandığı, öykülerine "psikofantazi" ya da "metafantazi" denmesini istediği yazıyor. Fantazi boyutu tamam, psikoluğu veya metalığı değerlendirilebilir. Trenler son derece somut bir korku uyandırıyorlar zaten, bu durum okur için tek başına yeterli olabilecekken bir dağ istasyonunda tek başına yaşayan adamın uyandırdığı tekinsizlik telli kaymaklı ekmek kadayıfı haline getiriyor okumayı.

Her öyküden tren geçiyor, Grabiński trencil bir yazar. Metnini Lehçeden çeviren Osman Fırat Baş'ın tanıtım yazısını kurcalıyorum, Lviv Üniversitesi'nde Leh Dili ve Klasik Filoloji okumuş Grabiński, öğretmenlik yapmış ve Avrupa'yı bol bol gezmiş. Yaşadığı ve yazdığı süreçte yeteneğinin ederi kadar dikkat çekmemiş, ölümünden sonra ünlenmiş. Dedim ve bir sayfa daha ayrıldı tomardan. Ekonomi rezalet diye İthaki de malzemeden kısmaya başlamış herhalde, daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Biraz daha yapıştırıcı dökün veya kaliteli yapıştırıcı kullanın ya, matbaacı abiyi uyarın falan, ne bileyim. Paramparça oldu olacak kitap. Neyse, kısacası Grabiński çoğu yazarın akıbetinden payını almış, yaşarken değer görmemiş. Türkçeye çevrilen tek kitabı bu, Baş ilk olarak 2010'da çevirmiş öyküleri, Okuyan Us basmış. Öyküler İthaki'yle birlikte yerini buldu bence, iyi olmuş. İlk öykü Sağır Boşluk (Demiryolu Baladı). Yol düzenlemesi yapılıyor, bazı raylar atıl duruma düşüyor ve rayların olduğu bölgeye gönülden bağlı olan yaşlı bir adam karşılıksız olarak bu rayların başında bekçilik yapmak istiyor. Resmi izni aldıktan sonra civardaki bir kulübeye yerleşiyor ve tek başına yaşamaya başlıyor. Lusnia nam arkadaşıyla, belki de tek arkadaşıyla muhabbet ederken rayların canlı olduğunu, hatta Tanrı'nın sesini ilettiklerini söylüyor, inanç kırıntısı göstermeyen arkadaşını biraz paylayıp yola getirdikten sonra mutlu mesut yaşamaya devam ediyor, rayların sökülüp götürüleceği haberini alana kadar. Ağır hastalanıyor, yataklara düşüyor ve son tren kendisini alana kadar bekliyor. Trenin ne olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum. Ucube nam öyküde ucube var, kondüktörlerden birine göre kaza olmadan önce ortaya çıkıyor, insanın ödünü patlatıyor ve ortadan kaybolduktan kısa süre sonra vagonlar havalarda uçuşuyor, insanların uzuvları rayların etrafına dağılıyor. Grabiński'de Ballard'ın Çarpışma'sındaki parçalanma erotizminin izleği var, birkaç İngiliz yazar bu öykülerden etkilendiyse -arka kapakta öyle yazıyor- belki Ballard da fikri buradan almıştır, kim bilir. Neyse, ucube ortaya çıkıyor ve kondüktör kaza yapılacağını anlıyor ama uzunca bir süre gerçekleşmiyor kaza, sonrasında kondüktörün aydınlanma anını ve makaslarla oynayıp kazaya yol açtığını görüyoruz. Devir teslimi gibi bir şey. Grabiński aralara yolculuklar ve trenlerle ilgili fikirlerini sıkıştırıyor, bu öyküde de var. Mesela "saygıdeğer" yolcuların amaçsızca yolculuk edenler olduklarını söylüyor, diğerleri oradan oraya koşturan haybeciler, fazlası değil. "Hareket fanatikliği" pek çok öyküde ortaya çıkıyor, sadece yolculuk etmek için yolculuk edenler, garlarda yolcularla takılıp hiç yolculuk etmeyenler, yolcuların anlattıkları korku hikâyeleri derken sadece dudak uçuklatan mevzularla değil, insanın yolculuğunun metaforlarıyla da karşılaşıyoruz, bu açıdan Grabiński metnini oldukça zenginleştiren bir yazar.

Kapaktaki çizimin öyküsüne geldim, Kompartımanda. Tutku öyküsüdür, Kierkegaard'ın baştan çıkarılmayla ilgili gevelemelerini içerir, Baudrillard'ın seveceği ve incelemek isteyebileceği bir öyküdür. Belki de incelemiştir, hatırlamıyorum ama sanmıyorum incelediğini. Neyse, trene bir çift biniyor ve esas adamımızın kompartımanına geliyor. Bizimki kadına tutuluyor, yavaş yavaş yaklaşıyor ve kadının eşi uyur uyumaz kadını elde ediyor ama gürültü çıkardıkları için aldatılmış eş uyanıyor, bizimkine girişiyor, bizimkinin de eli armut toplamadığı için adama yumruğu indirip camdan aşağı uçuruyor. Burası biraz garip, çok hızlı bir değişim olduğu için. Kadın kocasını sevdiğini ama bizim elemana vurulduğunu söylüyor, işi örtbas edip ilk istasyonda iniyorlar, sonra adam elde etmenin tatmini geçer geçmez, oracıkta bırakıyor kadını, kalabalığa karışıyor. Hızlı geçişler dışında güzel öykü.

On dört öykü var, her biri demir yoluyla kuşanmış, bol lokomotifli, çokça gizemli, korkunç ve insani, çok insani. Korku bile öyle ki öyküleri korkunç kılan da işin insani kısmı. Yalnızlık ve bilinmezlik ortasında kalan insanların çaresizlikten, korkudan ve öfkeden verdikleri tepkiler bazen doğaüstünün yaratabileceğinden daha büyük şiddet sahneleri yaratabiliyor. İnsanın karanlık bir ortamda aynaya baktığını düşünün, doğaüstü o ayna işte. Grabiński çok başarılı bir şekilde değerlendirmiş aynadan yansıyanları. Güzel öyküler, gayet okunası.

22 Mayıs 2019 Çarşamba

Harold Bloom - Batı Kanonu

Bloom, Batı dünyasında burnunun dikine gitmesiyle bilinen, metinlerinde -gerçi Etkilenme Endişesi ve bu metin dışında başka bir şeyini okumuş değilim, yalan olmasın- görüşlerini eleştiren tayfaya "kırgınlar" adını takacak kadar polemiğe açık bir edebiyat profesörü, estetik kuramcısı bir anlamda. Neden? Adam "sahte kültürel savaşlar" adını verdiği şeyden bıkmış, "içinde bulunduğumuz sefalet" üzerinden yola çıkarak, "Benim adım Hıdır, elimden gelen budur," diyerek Kanon'un -bir anlamda- dağılmasını engellemek için müthiş bir çabaya girmiş ve öznel yargılarını edebiyat tarihi, esinlenme, aşorma gibi olgularla birleştirerek, Giambattista Vico'nun üç aşamalı döngüsünü de tam orta yere monte ederek üzerinde deli gibi düşündüğü yapıyı, tipik okuma alışkanlıklarının yok olduğu bir dünyada elde bir şey kalsın diyerek sağlamlaştırmış. Teokratik, Aristokratik, Demokratik çağ olarak üçe böldüğü akışa metinleri yerleştirmiş, aralarındaki bağlantıları irdelemiş, mitolojiden pikareske, hiçlikten doğaya pek çok açıdan incelemiş. Yirmi altı yazar var bu üç zaman aralığında, bu yazarlar dışında zamanla kanonlaşabilecek yazarları da en sonda vermiş, hatta bu metinden sonra ciddi tartışmalara girdiği yazarlar da var bu listenin içinde. Zamanın göstereceğini söylüyor Bloom, henüz bir şey söylemek için erken olduğunu belirtiyor ve yirmi altı yazarı nasıl seçtiğini özetliyor: "Bu yirmi altı yazarın çoğu için, söz konusu yazarı ya da eseri kanonsal yapan şey nedir sorusunu sorarak mükemmelik ile doğrudan yüzleşmeye çalıştım." (s. 12) Tekrar ve fark, bu ikisinin üzerinden dönen bir mükemmellik algısı var Bloom'da. Çağının az da olsa özgün sesi olmuş yazarlar kanona doğrudan giriyor, Bloom'ca alkışlanıyor ama Freud gibi örnekleri de eleştirmeyi ihmal etmiyor. Bloom'a göre Freud, Shakespeare'in zaten ortaya koyduğu yapıları etkilenme endişesinin travmatik baskısı sonucu Antik Yunan metinlerinden isim çarparak biçimlendiren bir "yazar". Hamlet Kompleksi diye bir şey duymadık, çünkü Freud başka kaynaklara yönelmişti, Bloom'un daha en başta eleştirdiği nokta, "Freudcu edebiyat eleştirisi" diye bir şeyin oksimoronluk taşıması. Freudcu, edebi ve eleştiri olmadığını söylüyor Bloom, böyle bir anlayış mümkün değil, çünkü Shakespeare zaten bunu çok önceden becermişti. Ahmet Mithat'ın postmodern olduğunu söylemek gibi bir şey değil mi bu ya, Freud düşüncelerini sistemleştirmeden önce Shakespeare'in "bunu zaten yaptığını" söylemek, ne bileyim, aşırı yorum gibi geliyor bana çünkü Shakespeare herhangi bir şeyi sistemleştirmiş değil, böyle bir çabası yok zaten, sezgisel olarak ortaya çıkarmış olması başka bir şey. Freud'u "Kaos Çağı'mızın Montaigne'i" olarak görüyor Bloom, en uygun övgü bu, Batı Kanonu'nun merkezileştirilmesinde benliğe ulaşmanın yolunu taşıdığı için. Neyse, Bloom kırgınlar tayfası dediği insanların arasına Freud'u da katıyor, onca dizeyi aslında Shakespeare'in yazmadığına dair kuvvetli bir inancı var Freud'un, tarihi safsatalara inanıyor olması onu Bloom'un gözünden direkt düşürüyor. Neden, çünkü Bloom kanonun tam orta yerine Shakespeare'i koyuyor ve yirmi altı yazara ayrılmış bölümlerden hemen hemen hepsinde Shakespeare'in adı geçiyor, öyle veya böyle. Bu yaşlı, hafif kaçık ve coşkulu adamın karşısında Shakespeare'i herhangi bir açıdan eleştirmenin yürek istediğine dair bir izlenim oluşuyor ister istemez. Bloom'un temel aldığı metinlerin arasında ilk sıralarda Shakespeare'inkiler geliyor tabii, sonrasında Tevrat'ın ilk yazarı olan J var, Homeros'tan çok daha önce yaşamış ve kutsal metni yazmış. "İlahi ile insani arasındaki müphemlik" Bloom'a göre J'nin en büyük icatlarından biri, edebiyatın da. Cüret işi yani, J bunu yapmaya cüret etmiş ve bu fikir Bloom için "kanonsal tuhaflık" olarak doğmuş. Tuhaf, özgün metinler hem yeni yollar -hemen her alanda, hermenötikten psikolojiye, sayısız- açıyor, hem de gelenekle mücadele ederek geleneğin tarihine eklemleniyor.

Bloom'a göre "kimlik anlayışlarının bir parçası olarak geliştirdikleri kırgınlık" Afrikalı, Hispanik ve Asyalı yazarlar için ortaya koyabilecekleri yegane tepki olarak görülüyor ki şamata bu fikir üzerinden çıkmıştı. Bu yazarlar "yetersiz" ve kanona eklenebilecek yazarlar değil. Bloom bu mesele üzerinde kısaca durduktan, köksüzlüğün kaynaklarını biraz da kışkırtıcı bir şekilde dile getirdikten sonra kanonun etkilenme endişesinden nispeten muaf yazarlar tarafından ortaya çıkarıldığını söylüyor. Milton, Goethe, Tolstoy, Freud, Joyce ve benzeri yazarların yanında bir tek Molière yok, Shakespeare'den esinlenmediği için. Belki de Molière'nin etrafında başka bir kanon toplanabilirdi, Shakespeare ortaya çıkmış olmasaydı, bilemiyoruz. Sonuçta iyi yazın bir revizyon işlemi Bloom için, Shakespeare her çağda revize edilmiş, edilmeye devam eden kaynak görevi gördüğünden yaşasın Shakespeare. Shakespeare, Shakespeare ve Shakespeare, Bloom'un dönüp dolaşıp vardığı nokta. Tanıma bakalım: "Edebiyat sadece dil değildir; aynı zamanda biçimlendirme istenci, Nietzsche'nin bir zamanlar farklı olma, başka bir yerde olma arzusu olarak tanımladığı metafor güdüsüdür." (s. 21) Dante'nin modern bir fikir olarak kanon fikrini icat ettiğini söylüyor Bloom, sonra çağların şairlerine bir göz atıyor, kırgınlar hakkında birtakım atıp tutmalarda bulunduktan sonra Shakespeare'e geçiyor ama öncesinde Kanon hakkında söylediklerine, hatta okuma edimi hakkındaki fikirlerine de bakalım. Bloom Kanon'u ölümlü yaşamımızda okunacak değerli metinlerin toplanma alanı olarak görüyor. Zaman az ve okunacak metin çok, değerli vaktimizi neden öbekleşmemiş metinler üzerinde harcayalım ki? Süper bir sebebi var aslında bunun, zincirin halkası haline gelmemiş metinlerin zincirin söylediklerinden bambaşka şeyler söyleyebileceği ihtimali. Keşif, merak. Ölümlülüğümüzü yenmek için kanonsal metinleri okuyup yalnızlaşabiliriz veya bir topluluğun parçasıymışız gibi hissedebiliriz, bu bir yoldur ama tek yol değildir. Bloom'un bu çok kişisel fikri Kanon'u biçimleyen sağlıklı bir saptama değil bence, farklı bir kültürün parçası olduğum için, belki de kültürsüz olduğum için. Kanon'a uymamızı söylüyor Bloom, zenginlikle kültür arasındaki ittifakı koparırsak geleneği yanlış okuyup kırgınlar gibi gecikmiş bir gnostik olurmuşuz. Vallahi şunun şurasında kırk yıl daha yaşarım zaten, onu da istediğim gibi yaşarım, yanlış yorumlara girişirsem -kitaplardan anlamadığım fikrini elde tutalım- kendi kusuruma bakamayacak bir halde olacağımdan ötürü problem yok.

"Shakespeare ve Dante Kanon'un merkezidir çünkü onlar diğer bütün Batılı yazarları bilişsel duyarlılık, dilsel enerji ve yaratıcı güç alanında geçerler." (s. 53) Shakespeare kendi kendimizi duymanın ilk örneklerini vermiştir Bloom'a göre, Dante içimizdeki nihai değişmezliği gösterirken Shakespeare değişkenliğin psikolojisini göstermiştir, kendimizle nasıl konuşacağımızı ve duyacağımızı öğretmiştir, çelişkilerimizi açığa vurmuştur, söz sanatları öylesine yalın bir doğallığa yol açar ki yaşamın ta kendisi gibidir. Dante'nin şairlerin şairi olması gibi Shakespeare de halkın şairi olmuştur, "sınıfsız evrenselcidir", İngiliz Rönesansı'na hapsedilemeyecek kadar evrenseldir, diğer bütün yazarlardan daha çok algılamış, daha çok düşünmüş ve dil ustalığı açısından zirveye ulaşmıştır. Bloom bunları söyledikten sonra "Yazarın Ölümü" çerçevesindeki tartışmalara kendi bakış açısından yaklaşır ve toplumsal enerjilerin yazarlar arasındaki nitelik farkını açıklayamamasını eleştirir. Tolstoy'u da eleştirir, Shakespeare hakkında yazdığı bir makaleden ötürü. Karakterlerini farklı seslerle konuşturur Shakespeare, bu yanılgıyı yaratan en kusursuz yazardır. Canavar gibi anlatıyor Bloom ama şununla bitireyim ben: "Shakespeare'in başarılarının en şaşırtıcı olanı, bizim onun karakterlerini açıklamak için bulabileceğimiz bağlamlardan çok daha fazlasını onun bizi açıklamak için ileri sürmüş olmasıdır." (s. 72)

Proust'tan Wordsworth'e, Woolf'tan Beckett'a kanonsal bağlantılar, edebiyatı derli toplu hale getirme çabası. Eleştiriye açık, temel bir metin.