Saffet Murat Tura'nın yazdığı önsözde bir iki nokta var, değineyim. Nörobilimin ulaşabileceği noktalar konusunda hayal gücünü de konuşturarak çıkarımlarda bulunan meslektaşını takdir ediyor, Ramachandran'ın heyecanını hissettiğini söylüyor. Bunun yanında Ramachandran'ın sübjektif yaşantılarla beyindeki nöral ateşleme örüntülerinin arasındaki ilişkiye pek değinmediğinden bahsediyor, bu konuda pek çok karanlık nokta mevcut olduğu için yazarın bu meseleye -belki de pratik nedenlerden ötürü- pek değinmediğinden bahsediyor. Ramachandran benzer bir noktaya parmak basarak biraz olsun spekülasyon yaptığını metinde belirtiyor, doğrudan bilim insanlarına seslenmeyip benim gibi azıcık meraklı okuru da düşündüğünü söyleyerek henüz elde edilmemiş varlık bilimsel verilerin gölgesinde, bilimin ulaşabildiği son noktada ne varsa anlatıyor, ötesinde sufilerden, Ömer Hayyam'dan, Hint tanrılarından alıntılar yaparak sezgisel bölgenin sınırlarında "şahsi Odysseia" olarak yaptığı yolculuğu sona erdiriyor. Beynin hangi bölgesinin ne işe yaradığını az çok biliyoruz, bunun yanında psikiyatriden ve psikolojiden de yararlanıyor Ramachandran, Tura'nın övdüğü bu disiplinlerarası tutum gerçekten de bilinmeyenleri biraz aydınlatıyor. Geleceğim oralara, yazarın ne yapmaya çalıştığını anlattığı bölüme geçeyim. "Pozitif bilimlerin gölgesinde debelenen on yılların ardından" nihayet nörobilim çağının geldiğini söylüyor, kısa bir tarihçe çıkardıktan sonra algı, duyu ve bilişle ilgili ortaya çıkan tek tük teoriden sonra bilimsel ilerlemelerle ne gibi gelişmeler yaşandığına değiniyor. Büyük Birleşik Teori (Her Şeyin Teorisi?) ufukta gözükmüyor henüz, bilimler başka bilimlerden destek alarak ilerlemeyi sürdürüyor ama nihai bir son için henüz çok erken. Belki de o kadar erken değildir, nörobilim canavar gibi ilerledikten sonra Freud'un savunma mekanizmalarının nörobilimsel temellerine rastlamak, estetik ve sanatla ilgili beğenilerin temellerini yine nörobilimde bulabilmek heyecan verici, Ramachandran bunlar gibi pek çok nefes kesici çıkarımda bulunuyor. Aslında bir nevi insanı insan yapan özü bulma çabası olarak da görülebilir bu araştırma, algıladıklarımızın işlenişinden ibaret olmadığımızı düşünen yazar ara ara tanrıların "yaratılmasıyla" oluşan düşünceler tarihine uzanıp nörolojinin ışığında binlerce yıllık söylencelere kadar uzanıyor, kendince inançlı biri olduğunu söyleyebiliriz, tabii bilimin ışığından uzaklaşmadan. Neyse, Bizi "Biz" Yapan Hikâyeler'de insanın örüntülerden ibaret bir benlik algısı olduğundan bahsediliyordu biraz biraz, Ramachandran bu görüşün somut kanıtlarını da ortaya koyarak bilinci oluşturan ögelere eğiliyor, evrimden yola çıkarak insan-maymun zihnini kıyaslıyor, farklı bir tür olarak tarih sahnesinde yerimizi aldıktan sonra beynimizde ne gibi bilişsel gelişmeler gerçekleştiğini, sonrasında hikâyelerimizi bir arada tutma konusunda beynin ne tür işlemler yaptığını, bu işlemlerin cortlamasıyla ne gibi nörolojik rahatsızlıkların ortaya çıkacağını anlatıyor kısaca, son bölümdeki rahatsızlıklar çok çok ilginç. Gerçi çoğunu biliyoruz, Ramachandran alanında oldukça tanınmış bir isim olduğu için pek çok deneyine ve sürdürdüğü sağaltım sürecine başka metinlerde denk gelmiştik. Örneğin ayna olayı. En az iki yerde rastladım buna. Diyelim ki hayalet el sendromu yaşayan biri var, kesilen elinin kaşındığını söylüyor. Sol eli kesilmiş olsun. Ramachandran aynalarla öyle bir düzenek kuruyor ki sağ beyine giden sinyalleri yönetiyor ve sağ beyne bağlı olan sol elin yokluğunu beyne "hatırlatıyor", böylece hayalet ağrılar ve kaşıntılar ortadan kalkıyor. Bunun gibi pek çok örnek var, hepsi çok ilginç. Onca teknolojik gelişmeye rağmen ilkel deneylerin de çok başarılı olabileceğini özellikle belirtiyor adam, sırf aynalarla oluşturulan bir düzenek bu zamanda bile beyinle ilgili pek çok buluşa yol açabilir, süper. Benzerlerini Oliver Sacks'in metinlerinde okuduk, zaten hocası Sacks'e teşekkür ediyor yazar. Anlaşılıyor, yaptığı işe hocası kadar bağlı biri Ramachandran.
Her şeyi anlatmak istiyorum ama olmayacak, mevzuları kısaltırken canına okuyacağım, o yüzden olabildiğince yüzeysel gideyim. "Giriş" bölümü sıradan bir kuyruksuz maymun olmamamızla alakalı. "İnsanların ortaya çıkışının ışığında, evren bir anda kendi varlığının bilincine vardı. Bu gerçekten de her şeyin ötesinde bir gizem." (s. 31) İnsana özgü birkaç meseleyi hemen özetliyor yazar, sinestezi bu meselelerden en önemlisi. Beynin farklı bölgelerinin bir arada çalışmasıyla, sinyallerin yanlış bölgelerde değerlendirilmesiyle ve bunun gibi tersolarla bağlantılı olarak ortaya çıkıyor, öneminin anlatımı için genişçe bir yer ayrılmış. Başka bir hastayı izlerken o hastanın acısını çeken adam da son derece ilginç, ayna nöronlarla bu adam sayesinde tanışacağız. Başkası acı çekerken kendi beynimizdeki acı çekme bölgesinde havai fişekler patlatan ayna nöronlar nedir, ne işe yarar, başkalarının hareketlerini aynen tekrarlamamak evrimsel süreçte mi kazanılmış, bu tür şeyler var. Eğretileme körlüğü, evrimin beyni korumak için "dahilik" bölümünü tamamen kapatması veya dahiliği damla damla vermesi gibi olaylar ilk insanlarla insan benzeri kuyruksuz maymun türleri arasındaki ölümcül farkı yaratmış olabilir, aynı zamanlarda yaşayıp geriye bir tek bizim türümüz kaldıysa nöral kombinasyonların bu duruma etkisini incelemek gerekiyor, Ramachandran'ın çocukluğundan beri yapmak istediği şey bu. Tabii meselenin geçmişine değinmeden olmaz, ilham aldığı isimleri sayarken Owen ve Huxley adlı iki bilim insanının farklı görüşlerine de yer veriyor. Owen'a göre Tanrı'nın muhteşem kullarıyız, Huxley'ye göreyse Darwin'in açtığı yol son derece mantıklı, makul. Ramachandran, doğadaki geçiş evrelerinin -katıdan sıvıya, gaza falan- insanın kökenlerinde de görülebileceğini söylüyor, sonuçta milyonlarca yıl boyunca canlılar evrim geçirdi ve pof, bir gün düşünce yetimiz gelişti. Sihir gibi. Bundan 150 bin yıl önce kilit beyin yapıları patlar gibi gelişiverdi, çok ilginç. Bu süreçle ilgili pek bir şey bilmiyoruz, elde incelenecek bir kaynak ve yeterli veri yok. Fazla uzamıyor mevzu, beynin yapısına geçiyoruz. Nerede ne bulunur, neresi zarar görürse eliniz siz uykudayken boğazınızı sıkmaya başlar veya hiç kimseyi tanımazsınız, bunlara dair birtakım malumat var, hemen ardından hayalet uzuvlara ve esnek beyinlere geçiyoruz. Temporal lob epilepsisi geçiren hastaların Tanrı'yı hissettiklerine inandıklarını söylüyor Ramachandran, sanki beynin aslında orada olan ama yokmuş gibi davranan bir bölümü açığa çıkıyor. Garip, beyindeki her bir bölüm birbiriyle bağlantılı. Ayna nöronları sağ olsun, farklı bölgelerde farklı etkilere yol açıp insanlara hayalet uzuvlarını hissettirebiliyorlar. Yine kesik ele geleceğim, bir hasta yüzünün bir bölümüne dokunulduğunda elini hissedebildiğini söylemiş. Başka metinlerde başka örnekler de var, örneğin kör olduktan sonra ses dalgaları sayesinde bulunduğu ortamın görsel bir haritasını çıkarabilen adamın hikâyesi ilginçti. Beynin görmeyle ilgili bölgesine işitme duyusu el koyuyor gibi düşünebiliriz, bir nevi açığı kapama olayı. Beyindeki her şey geçişken, bir sınır yok gibi gözüküyor. Beyin statik değil, her an değişiyor. "Doğal seçilim sayesinde beynimiz, zihinsel evre geçişlerimizi kontrol etmek adına öğrenme ve kültürden faydalanma yetilerimizi geliştirmiştir. Kendimizi Homo plasticus olarak adlandırmamız da mümkün." (s. 69) Görmenin işlevinin arkamızda olabildiğince çok bebek bırakmak olduğu söyleniyor mesela, kültürün sürmesi için. Kolektif bir zihnin devamlılığı. Bu durumda çocuk yapmamayı isteyenlerin, çocuk yapmayanların toplumca dışlanması bir açı daha kazanıyor. "Çocuk yapmak için iyi görmeliyiz" gibi bir önerme tartışmaya açık tabii, bunu es geçerek yolaklara geliyorum, görme duyusunun parçalarına. Kısaca şöyle diyeyim, etrafınızdaki sivri köşeli nesneleri görüp yuvarlakları göremeyebilirsiniz, bazı renkleri göremeyebilirsiniz, tanıdık yüzler yanınızdayken size yabancı gelir ama odadan çıktıkları zaman, yan odadan telefon ederlerse onlarla muhabbet edebilirsiniz, bütün hatıralar geri gelir. Görmek başlı başına şahane bir olay, beynin en çok uğraştığı olaylardan biri, dolayısıyla en ufak bir arızada hayatı cehenneme çevirebiliyor. Daha da kötüsü, bu cehennemden haberimiz olmayabiliyor.
Sinesteziyle ilgili bölüm. "Farklılaşmış ilkel beyin" gibi bir benzetme yapıyor Ramachandran, duyuların birbirine girdiği, beynin uzmanlık alanlarını parçalara ayırmadığı bir zihne sahip olduğumuzu düşünelim. Kırmızı bir sekiz. Dokunulduğunda ağızda şeker tadı bırakan bitki. "En yaygın sinestezi türünün rakam-renk sinestezisi olması ve beyindeki rakamla renk alanlarının birbirlerine komşu olması gerçekten bir tesadüf olabilir mi?" (s. 135) Bir bölüm başka bir bölümle iç içe geçiyor, veriler oradan oraya savruluyor, sonra bulutlara bakınca parmaklarımızla pamuk topağına dokunur gibi hissediyoruz. Mesela. Mutant bir genin varlığından söz ediliyor, bu mutasyon doğal seçilimle bertaraf edilmemiş, bazı antidepresanlar tarafından etkisi geçici olarak ortadan kaldırılabiliyormuş. Buradan yavaş yavaş sanatçılara ve sanata geliyoruz, Nabokov, Pollock, Kandinsky ve sayısız sanatçının sinestezik olduğu biliniyor. Eğretilemelerle sinestezinin bağlantılı olabileceği, hatta eğretilemenin sinestezi yardımıyla ortaya çıkmış olabileceğinden bahsedilir bahsedilmez mevzu rayına oturuyor. Hayal gücü, cinas, varsayım, yaratıcılık, hepsi sinesteziye yol açan mutant bir genin ürünü. Vay! Şu çok daha ilginç bir şey gerçi: "(...) Benzer bir sav, insanlardaki şizofreni ve bipolar bozukluğun nispeten yüksek oranları açısından da ortaya kondu. Bu rahatsızlıkların köklerinin hâlâ yeryüzünden kazınmamış olması, belki de hastalığı yol açan kimi genlerin bir şekilde -örneğin yaratıcılığın, zekânın veya soyut sosyal-duygusal yetilerin artması gibi- avantajlar da sağlıyor olmasındandır. Yani insanlık bu genleri gen havuzunda muhafaza ederek yarar sağlar, fakat maalesef ciddi bir azınlık da talihsiz bir yan etki olarak bu genlerin kötü birleşimleriyle baş etmek zorundadır." (s. 153) Bu kısmı okuduktan sonra aydınlandım yemin ederim, taşların çat çut yerine oturduğunu hissettim. Bunların yanında "Marslı" renkleri görmek, hiç duyulmamış sesleri duymak, dilin ortaya çıkışı gibi meseleler de yine bir ölçüde sinesteziyle alakalı.
Dil kısmı, dilde eğretilemenin ortaya çıkışı en az yukarıdakiler kadar ilginç bilgiler içeriyor, aynı şekilde otizmli bireylerin zihinlerindeki kendilik farkındalığı eksikliği yine çok önemli. Ya bu metin aşırı önemli, benliğin ne olduğuyla azıcık da olsa ilgilenenlerin mutlaka okuması lazım. Lütfen okuyunuz.
The World John Made aslında, determinist bir dünyada beliren çatlağın ne kadar büyüyebileceğine kafa yoran, erken dönem bir PKD metni. İnziva zamanlarının seri üretim metinlerinden yapısal farklılıklarıyla ayrılıyor bu, ilk bölümde anlatı boyunca karşımıza çıkan her ögeyle karşılaşıyoruz mesela, sonrasında parçalar yavaş yavaş bir araya gelirken PKD'nin arka planda ne işler çevirdiğini düşünebiliyoruz. Savrukluğa varan çok parçalı bir anlatımın belirli bir anlamı ortaya çıkarabilmesi, olacak olan şeylerin olmasına dayalı bir dünyada sekteye uğrayabilir gibi gözüküyor ama PKD diğer metinlerinde olduğundan daha, ne diyeyim, cüretkar. Parçaların verildiği ilk bölümle başlayayım, rahim şeklinde bir sığınakta biri bebek sekiz mutant yaşıyor, 1970'lerde yaratılmışlar, suni bir göğün altında ve suni doğanın içinde. Dışarıdaki dünyayı görebiliyorlar ama fanustan çıkar çıkmaz zehirlenmeye başlıyorlar, biyolojik yapıları Dünya'nın yapısına uygun değil, aralarında diğerlerine göre daha cesur olan üçünün "özgür iradeleriyle" sığınaktan çıkıp gitme teşebbüslerini izleyen Doktor Rafferty ve esas adamımız Cussick için onlar nedeni bilinmeyen bir amaçla yaratılmış mutantlar. Cinlere benzeyen minyatür erkekler ve kadınlar dışarıda olan bitenden, dünyayı neredeyse ortadan kaldıran büyük savaşın yıkımından haberdarlar, nükleer bombaların yol açtığı genetik bozuklukların ürünü olduklarını düşünüyorlar, aslında laboratuvar ortamında yaratılmışlar, haberleri yok tabii. Dışarıda yaşamak için yeterince güçlü olmadıklarını bilmelerine rağmen durmadan çabalıyorlar, dışarıda bir hayatın mümkün olduğunu düşünüyorlar. Tam bu noktada anlatı boyunca sürecek temel izleğe ulaşıyoruz, insanın gerçeğin ne kadarını bilebileceği ve bu gerçeğin somutluğuna, katılığına rağmen kendi yolunu bu gerçekten ne kadar ayırabileceği meseleleri hemen her karakter için büyük bir problem haline geliyor. Mutantlar ellerindeki yanlış ve kopuk bilgilerle irrasyonel davranışlarda bulunuyorlar, ölümün kıyısından dönüyorlar ama yine de çabalıyorlar, diğerleri için de benzer durumlar var, yeri geldikçe değineceğim. Doktor Rafferty'ye pek denk gelmeyeceğiz, çatlak bilim insanı olarak bir iki yerde görünecek, bunun yanında Cussick'in üzerinde biraz durmak gerekiyor ama önce ilk bölümde verilenler. Gençlik İttifakı'nın başındaki adam Jones'un adı anılıyor, Jones'la ilk kez burada karşılaşıyoruz. Bir isyanın veya toplumsal bir hareketin başındaki biri, bilemiyoruz tam olarak. Cussick'in Rafferty'le sohbetinden öğrendiğimiz kadarıyla her şeyden önce Jones'u tanıyan, hatta sonradan öğrendiğimize göre Jones'u ilk tanıyan ve sebep olabileceği galeyanların tehlikesini öngörebilen ilk insan Cussick. Hemen ikinci bölüme geçiyoruz, Cussick'le Jones'un tanıştıkları karnavalda ucube gösterileri, post apokaliptik dünyanın eğlenceleri göze çarpıyor, PKD yıkımın etkilerini bütün yaratıcılığıyla ortaya koyuyor. Yıl 1995, Cussick yirmi altı yaşında bir, ne bu, kolluk kuvvetlerinin bir elemanı. Hoff'un Rölativizmine yürekten bağlı, federal hükümetin Yeniden İnşa projesinde diğer tüm hevesli gençler gibi görev alıyor ve dünyayı eski çizgisine oturtma çalışmalarına kendince yardımcı oluyor. PKD'nin manevi değer çatışmaları erken dönem eserlerinde de var, Jones'la Rölativizm arasında patlayacak savaşın iki cephesinde de kaotik dünyanın çatlak neferlerini görebileceğiz, süper bir çekişme yaşanacak. Karnavalda ortalığın durgun olduğunu görüyoruz, PKD Cussick'i birkaç tiple diyaloğa sokarak dünyasını okur için anlamlı kılmak istiyor. Bazıları karnavalda gösteri yapan mutantların yok edilmesini istiyor ama Cussick bu fikre karşı çıkıyor, Rölativizm "onların yaşamasına izin vermek zorunda olduklarını" söylüyor çünkü. Çok başlı bebekler, tüylü, kanatlı, pullu insanımsılar ve hermafroditler, bilinen dünyaya çoktan el sallandığını gösteriyor, bu yüzden bu gudubetler için savaşmadığını söyleyip öfkelenen gazinin uzaklaşmaktan başka bir seçeneği yok, yeni dünya düzeninde sadece insan hükümranlığından bahsetmek mümkün değil. Aslında içten içe biriken bir gerilim var, insanların öfkesi giderek yükseliyor, Jones'un ortaya çıkışı son derece doğal bir şekilde gerçekleşiyor bu yüzden. Şartlar hazır, dünya bir devrime doğru yürüyebilir, öngörülenin ve öngörülemeyenlerin ışığında.
Jones bir masanın ardında oturuyor, yirmi dolara insanlığın geleceğini anlatıyor. Bir yıldan ötesini göremediği için dinleyenler bu süreyle yetinmek zorunda, tabii davasına ve Rölativizme değer veren Cussick için mesele büyüyecek. Jones'un müneccimliği: Ayrılıkçı bir tarikat mensubu olan Saunders başkan olacak, Cussick şaşırıyor. Gezginler adı verilen, yeni keşfedilen bir yaşam formu Dünya'ya inecek. Cussick iyice şaşırıyor ve Baltimore'daki karakoluna gidiyor. Max Kaminski'yle tanışıyoruz, Cussick'in akıl hocası gibi bir şey, amir. Pearson'la da tanışıyoruz, polis. Cussick'in söylediklerini, özellikle Gezginler'in bir tür uzay gemisi değil, yaşam formu olduklarını duydukları zaman şaşırıyorlar ve Floyd Jones gözetim altına alınıyor, çıkarabileceği sıkıntıları engellemek için. Altı ay geçiyor, Saunders gerçekten de genel konsey seçimini kazanıp başkan oluyor ve Jones tutuklanıyor. Bu sırada Cussick Danimarka'ya transfer ediliyor, Nina'yla tanışıyor, evleniyorlar, Nina hikâyeye dahil oluyor. Sanatçı ruhunu dizginleyemeyen bir kadın Nina, Rölativizmi umursamıyor pek, Jones'un serbest bırakıldıktan sonra vaiz olarak verdiği söylevleri takip ediyor ve dünyanın farklı bir düzene gireceğini öngörerek Jones'un fikirlerini benimsiyor. Acil bir çağrıyla Baltimore'a döndükleri zaman Cussick'in Kaminski ve Pearson'la birlikte Jones'u sorguladıklarını görüyoruz, Jones serbest bırakılmadan az önce. Üç adam Jones'u dinliyor: Rötarlı bir yaşam. Bir yıl öncesinden her şeyi görebilen adamın aynı hayatı iki kez yaşadığını görüyoruz, daha da önemlisi doğumundan önceki süreç. PKD'nin inanç derlemesinin bol hayal gücüyle beslenmiş haline göre yaşamdan önce hiçlik var, bir parça ışıkla birlikte. Yalnız bir bilinç, karanlığın içinde öylece duruyor ve doğumunu "izliyor", bilişsel süreç doğumdan önce tamamlanmış, yetişkin bir zihnin gözlemleri zamanın ötesine uzanıyor. Gezginler'i anlatıyor Jones, Dünya'nın işe yarar tek yer olduğunu ve zamanı gelince Gezginler'in Dünya'ya ineceklerini söylüyor, bunun yanında insanların kolonileşme sürecine geçmesi gerektiğinden bahsediyor. Yayılmalıyız, evreni keşfetmeli ve yakındaki gezegenlerden uzaktakilere doğru serpilmeliyiz. İnsanlığın geleceği buna bağlı. Sonraki bölüm Jones'un doğum öncesi zamanından anlatıdaki güncelliğine dek başından geçenleri anlatıyor, karakter temelleniyor böylece.
Altı ay sonra ilk Gezgin iniş yapıyor, çıkarılan bir kanunla bu varlıkların öldürülmemesi gerektiği söyleniyor. Rölativizm gereği. Zaman hızla ilerliyor, Jones güç topluyor ve insanları etkilemeyi sürdürüyor, kendi kültünü yaratan bir peygamber artık. İsa'nın dünyaya tekrar geldiğini düşünüyorlar, insanların mevcut halden uzaklaşmaları için bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaları anlaşılabilir. Nina da bu insanlardan biri, zaman aralıklarıyla birlikte anlatının niteliği de değişiyor, bazen sadece Jones'a odaklanırken Nina'nın değişimiyle birlikte Cussick-Nina ikilisinin odakta olduğu başka bir bölüme geçiyoruz. Nina, Jones'un adamlarıyla takılmaya başlıyor, başka bir hayat istiyor ve Cussick'ten kopuyor, aşırı saykedelik olayların ortasında özgürlüğüne kavuşuyor. Bardalar, uyuşturucu alıyorlar, Nina bedenini yeni baştan keşfetmek istiyor ve oğlu Jackie'yle eşi Cussick'i kolaylıkla geride bırakabiliyor. PKD aileye de el atmış oluyor böylece, Rölativizmin bağlayıcılığını günümüz dünyasındaki erklere denkliyor, kadının bağımsızlığına kavuşmasını Cussick'in biraz acı çekmesi dışında hiçbir olumsuz sonuçla eleştirmeden olumluyor, süper. Cussick için sıkıntı çıkıyor tabii, Nina bir ajan olarak görülmeye başladığı için Cussick de şüpheli konumuna düşüyor, her ne kadar Jones'un Rölativizm karşıtı hareketlerine karşı çıksa da güvenilirliğini kanıtlaması zor. Kaminski'nin Jones'un ajanı olduğu ortaya çıktıktan sonra daha da zor. Jones toplumsal bir kurtuluş istiyor, insanlığın yıldızlara gitmesi gerektiğini ve zihinlerin özgürlüğünü istiyor, bu yüzden karakoldaki memurlar birer birer kayboluyor ortalıktan, Jones'un saflarına katılıyorlar. Pearson'a göre Kaminski'nin çalıştığı projenin bu kayboluşla ilgisi olabileceği için Cussick doğruca Rafferty'nin yanına gidiyor, böylece anlatının en başındaki sahneye gidiyoruz, çemberin uçları kapanıyor ve başka bir doğrultuda ilerlemeye başlıyoruz. Aslında süper bir teknik bu, Jones'un bakışıyla okuyormuşuz gibi düşünün. Bir yıl sonraki sahneyi en başta gördük, hikâye sürerken güncel yaşantımıza döndük ve en sonunda bir yol sonraya vardık, böyle bir şey. Aradaki zaman bir yıldan fazla ama olsun, zaman atlama mevzusu Jones'u biraz olsun anlamamızı sağlıyor.
Sonlara geliyorum. Mutantların, minik cinlerin Venüs'e yollanacaklarını öğreniyoruz, projeye göre Venüs'ün atmosferinde doğal yaşamlarını sürdürebilirler, biyolojileri başka bir gezegenle uyumlu. Jones'a düzenlenen suikast başarısızlığa uğruyor bir yandan, Dünya'da Gezginler yüzünden krizler çıkıyor, amibe benzeyen canlıları öldürüyorlar, tek hücreli dev varlıklar yaprak gibi süzülüp düşüyorlar ve başkaları tarafından öldürülmezlerse sıcaktan ötürü ölüyorlar. İntihar görevine benziyor ama başka bir mesele var altta, Venüs'e varan mutantlar başka bir varlıkla daha karşılaşıyorlar, Gezginler'in içine girip kozaya kapanmalarını sağlayan ikinci bir varlıkla. Bu yaşam formları gezegenleri rahim gibi kullanıyorlar, kozadan çıkan varlıklar uzayın derinliklerine doğru hızla geri dönüyorlar. Jones'a göre insanlığı Güneş Sistemi'ne hapsedecekler, insanın ne derece yıkıcı olduğunu biliyorlar ve Dünya'daki çürümenin evrene yayılmaması için ellerinden geleni yapıyorlar, Jones'a göre birkaç gezegene yayılmanın dışında sistemin dışına çıkışlar yasak, duvar örüyor Gezginler. Savaş başlıyor, Jones göremediği öte zamanla kumar oynuyor ve bir yıldan uzun süren çatışmalar sonucunda insanlık kaybediyor, Gezginler durmadan iniyorlar çünkü, durmadan. Jones güç kaybediyor, kendi sonunu görüyor: Ulaştığı en yüksek yaşam seviyesinden daha azına razı olmak zorunda, bir sonraki yaşamında hayvan olacak, bir sonrakinde bitki, en sonunda hiçlik, hiçliğe dönüş. Nina geri dönüyor tabii, Cussick'le Nina birlikte yola çıkarak Jones'u görüyorlar ve Jones'u öldürdükten sonra -burada spontane hareketlerin "kader" diye adlandıracağım "mutlak çizgiyi" değiştirip değiştiremeyeceğine dair şahane bir numara var, etkileyici- Venüs'e zıplıyorlar, oğulları Jackie'yi de alarak. Eskinin tecrit edilmiş varlıkları olan mutantlar bu üç yeni insan için bir sığınak inşa ediyorlar, kısacası olay tersine dönüyor, bu kez insanlar rahim şeklindeki bir alanda yaşamlarını sürdürüyorlar.
PKD'nin diğer metinlerini düşününce bunu bambaşka bir yere koyasım geliyor. Tek bir çatışma yok, tek bir zaman çizgisi yok, dağınıklığa varan bir karakter ve olay karmaşası varmış gibi gözüküyor ama her şey en sonda toparlanıyor, açıkta kalan bir nokta yok. İlginç, okunası.
Blade Runner adıyla sinemaya uyarlandı, sonra devam filmi çıktı falan, bunları biliyoruz. Bilmediğimiz şeyler arasında PKD'nin 1960'larda nörobiyoloji alanındaki gelişmeleri takip edip etmediği var. Muhtemelen etmiştir, muhtemelen Budist öğretilerde öznenin bir başkasıyla aynılığa ulaşmasının tekamül anlamına geldiğini de biliyordur, peki insanı insan yapanın sağlıklı bir empati kurabilme yetisi olduğunu o zamanlarda, Ramachandran'ın Öykücü Beyin'inde anlattığına göre nörolojinin "el yordamıyla" ilerlemeye çalıştığı yıllarda nasıl bilmişti, sezmişti veya kurgulamıştı, bunu ölümüne merak ediyorum. Voigt-Kampff Testi androidleri ortaya çıkarabiliyor, filmde de birkaç androidin katledilmesini izliyorduk, PKD'nin bu testi kurgularken Toronto Empati Testi'nden haberi var mıydı acaba? Testin tarihçesini bulamadım bir türlü, muhtemelen o yıllarda yoktu henüz. 1969'da Hogan Empati Testi diye bir şey varmış ama Voigt-Kampff'ın içeriğiyle benzer bir içeriğe mi sahip, bilemiyorum. Sonuçta PKD'nin müthiş bir öngörü sahibi olduğunu söyleyebiliriz. İkinci mesele de insanın geçirdiği evrimle hukuki gelişmelerin aynı hıza sahip olmaması. Androidler insanların empatik niteliklerini taşımadıkları için öldürülüyorlar, peki biyolojik yapıları insanlarla hemen hemen aynı olan androidler evrimin bir parçası olmalarını göz önüne alırsak kendilerini insandan ayıran eksik parçaya, empati yeteneğine kavuşurlarsa? PKD bu durumun tersini ele alıyor, çeşitli zihinsel hastalıklardan muzdarip insanların Voigt-Kampff'tan geçemediklerini ve androidlerden ayrıştırılamadıklarını, en azından böyle bir tehlikenin var olabileceğinden bahsediyor. Burada nörolojideki son gelişmelere odaklanabiliriz. Ramachandran aynı incelemesinde beyin ameliyatı geçiren bir hastadan bahsediyor, hastanın beynindeki acı bölgesini bulma çalışmaları sırasında hasta acı çeken başka bir hastayı görüyor ve kendi acısının beyninde yaktığı ışığın aynısı yanmaya başlıyor, sanki beyinler arasında henüz keşfedilmemiş kolektif bir bağlantı varmış gibi. İkiz parçacıklara benziyor bu olay, evrenin herhangi iki noktasındaki eş parçacıkların aynı değişimlerden geçtiği keşfedilmiş, bir parça kara deliğe girip farklı bir uzay-zamana doğru yolculuğa çıkarken -teorik bir şey bu tabii- diğer parça eşinin özelliklerini aynen yansıtmaya devam ediyor, arada ışık yılları ve belki de başka evrenler olmasına rağmen. Bu durumda androidlerin evrim geçirip empati yeteneği kazandıklarını düşünelim, onlara insan diyebilir miyiz artık, insanı insan yapan en büyük nitelik empati mi? "Sonradan insanlık" diye bir şey mümkün mü? Harari ve Kaku bu konu üzerinde duruyor, bilimsel gelişmeler öyle bir ivme kazandı ki hukukun yavaşlığı gelecekte büyük problemlere sebep olacak. İnanılır gibi değil ama bir örneğini günümüzde bile görebiliriz, hayvan haklarına dair yasayı düşünelim veya en önemlisi, erkek egemen toplumun bütün çürümüşlüğünü gözler önüne seren kadın cinayetlerini ele alalım, mevzunun altındaki temel problemlerin varlığı bir yana, hukuk tam olarak uygulanmıyor veya uygulama geç kalıyor, bu yüzden her ay onlarca kadın şiddete uğruyor, öldürülüyor. Bir dünya aksaklığın yol açtığı rezilliklerin yanında bilincin başka formlara kavuşmasıyla birlikte insanlığı tekrar tekrar düşünmeye başlayacağız, hümanizm sonrası -insan merkezcilik sonrası diyelim- dönem çoktan beri teorileştiriliyor, çeşitli çıkarımlarla geleceğin dünyası oluşturuluyor. PKD'nin de ucundan kıyısından dokunduğu bu mesele ileride insanoğlunun en büyük problemlerinden biri haline gelecek. Neyse, metinde bunlara benzer pek çok mesele ortaya konuyor kısacası. PKD 2000'lerin başlarında geçiriyor anlatısını, elli yıl öncesinde biraz iyimsermiş, o kadar ilerleyemedik sonuçta. Kendimizi büyük ölçüde yok etmeyi başaramadık, toz bütün dünyayı ele geçirmeye başlamadı henüz -bu toz olayı Interstellar'ın senaryo yazarına ilham verdi muhtemelen- ve androidler kaçak göçek yaşamaya başlamadılar. Kaku yüz yıl sonra yapay zekalı varlıklarla bir arada yaşayacağımızı öngörüyor, bilimin üstel ivmelenmesi kısa sürede aklımızı alacak gelişmeleri ortaya çıkaracak kısacası. Bunun yanında çok daha öncelikli problemlerimiz var tabii, önce bir arada yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.
Anlatı bir gün süresince yaşanan olaylara odaklanıyor ama nasıl bir gün, görmelisiniz. Rick Deckard sabah uyanıyor, eşiyle tipik tartışmalarından birini sürdürüyor. Iran'a göre androidler zavallı varlıklar, Mars'ta kapana kısılmış bir şekilde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar ve arada sırada Dünya'ya kaçmaları hoş görülebilir. İnsanlık böyle düşünmüyor, özellikle Deckard. Öldürdüğü android başına 1000 dolar alıyor, dünyanın ayvayı yediği bir zamanda iyi para açıkçası. Elektronik bir hayvanları da var, koyun. Statü göstergesi, sınıf atlama aracı. Gerçek hayvanlar inanılmaz pahalı, elektronik olanlar satın alınabilir seviyede ama gerçek olmadıkları ortaya çıkarsa insanlar aşağılıyor sahiplerini, bu yüzden Deckard ve eşi hayvanlarının elektronik olduğunu gizliyorlar. Zaten birine, "Hayvanınız gerçek mi?" diye sormak büyük terbiyesizlik olarak görülüyor, ahlaki değerler sahip olunan metaların gerçek olup olmamasına göre biçimlenmiş. Böylesi bir dünyada pek çok şey gizleniyor veya daha sanal biçimlerde yaşanıyor, sanal ortamlardan biri, adını "empati makinesi" diye üfüreceğim bir şey. Tuşlarıyla duygu durumlarını ayarlayıp unutulmuş duyguları yaşayabiliyor karakterler, başkalarıyla empati kurabiliyorlar, böylece zaman da geçiyor, tozlar bir süreliğine unutuluyor. Kıyamet sonrası zamanlar yeni inançlar da yaratmış, gerçek yaşamın da sanaldan aşağı kalır yanı yok açıkçası. Mercerizm denen bir nane var, Mercer denen varlığın/adamın müritleri yeni dünyaya yeni emirler vasıtasıyla uyum sağlayabiliyorlar, bunu "tavuk kafa" denen tipler de başarabiliyor. İnsanın beyin yapısı bozunuma uğramış durumda, bazı insanlar bilişsel yetilerini kaybederek bitki olmaya doğru hızla yol alıyorlar, bunlara önce "tavuk kafa", sonrasında "karınca kafa" veya benzeri bir şey deniyor. John Isidore'la karşılaştığımız zaman tavuktan hallice kafasının aşık olma açısından işlevselliğini yitirmediğini anlıyoruz, yarısı boş bir apartmanda yaşayan adam alt katına taşınan kadına aşık olacak, sonrasında kadınla kadının arkadaşlarına yardım elini uzatacak ama önce Deckard'ın bölümlerine bakmalıyız. Dedektifin öldürmesi gereken beş android var, yeni modeller ve insanlardan ayrılmaları çok zor, Voigt-Kampff Testi'nin işe yaradığı söyleniyor ama birtakım şüpheler var, insanların android sanılıp öldürüldüklerine dair söylentiler dolaşmaya başlayınca androidleri üreten şirkete gidiyor Deckard, kısa süre önce avın başındaki Dave Holden'ın androidlerce saldırıya uğrayıp ekarte edilmesinin ardından avın başına getiriliyor ve amirini indiren androidlerin peşine bu kez kendisi düşüyor. Filmin başladığı sahnedeyiz şu an, Deckard mekana gelip Rachael Rosen ve Eldon Rosen'la tanışıyor, Rosen Şirketi'nin esas elemanları. Bu noktadan sonrası av-avcı ve insan-android tanımlarının muğlaklığı üzerinde kurulu. Deckard, Rachael'a testi uyguluyor ve kandırılmanın kıyısından dönüyor, testin güvenilirliğinin çok düşük olduğu ortaya çıkıyor, androidler varlıklarını sürdürebilir, tabii ortaya çıkıp öldürülmezlerse. Kaçmaca, kovalamaca, insanın temel niteliklerini taşıyan androidleri eskisi gibi düşman olarak görememece, Deckard günün başında androidleri katil olarak görürken günün sonuna doğru fikirlerini toptan değiştirecek noktaya doğru yaklaşıyor ama karar vermek zorunda, ya düzenin sürmesini sağlayan piyonlardan biri olacak, ya da, eh, başka bir şey olmayacak zaten.
PKD'nin insanı terste bırakan oyunlarının en iyilerinden biri bu metinde yer alıyor. Mercerizm ve karşı güç olarak muhalif bir radyo programı yapımcısı, PKD'nin tipik düalizmini oluşturuyor, iki inançtan hangisi ağır basarsa insanlar o tarafa çekiliyor ama mutlak bir gerçek, mutlak bir doğru veya yanlış yok. Olay örgüsünün içinde Deckard'ın android olup olmadığından bile şüphe ediyoruz, android avlayan bir android olarak varlığını sürdürüyor olabileceği fikrinden kurtulamıyoruz bir türlü, zira android olduğunu bilmeyen androidler ortaya çıktıkça kimin ne olduğu iyice muğlaklaşıyor, bilinmeyenin içine doğru çekiliyoruz. Kurulan muazzam bir tuzaktan bahsetmeliyim, Deckard'ın ölümle burun buruna geleceğini hiçbir şekilde çıkaramayacağımız durumlar yaşanıyor, androidler şahane planlar kuruyorlar ama empati yetenekleri davranışlarında birtakım tutarsızlıklara, bozulmalara yol açtığı için eksiklerini iyi gizleyemeyenler hemen ortaya çıkıyor. Deckard'ın uğraştıkları sona kalan zeki tayfadan gerçi, bulunmaları kolay olmuyor. Liderlerinin sesini dinliyorlar, bunu Deckard da yapıyor ve iki ilahi güçten birinden yardım alıyor, Musa'nın dağa çıkıp Tanrı'yla konuşması gibi. Dinler tarihinden referanslar aralara derelere iyice serpiştirilmiş, dikkatli okur bulabilir bu göndermeleri.
PKD'nin en iyi metinlerinden biri, söyleyecek fazla bir şey yok.
Öncelikle Aryan nedir, nerelerde bulunur, bunlara bakmak lazım. Aryanlar birkaç insanın bir araya gelerek oluşturduğu topluluktur, ilk kalıntılarını Asya civarında bırakmışlardır, zamanında Hindistan'ı ele geçirip isim yapmışlar, Veda adı verilen kutsal metinlerde yer almışlardır. İşgalden önce de varlıkları bilinen bu metinleri benimsemişler sanırım, kendi inançlarını da bu kutsallığa katmışlar ve ortaya karışık metinler oluşmuş. Sonrasında yayılış aşaması geliyor, Asya'dan Avrupa'nın uçlarına kadar yayılıyorlar, yerleşik kültürlerle birleşiyorlar ve farklı kültürleri benimseyerek, kendi kültürleriyle birleştirerek yavaş yavaş yerleşiyorlar yeni topraklara, Avrupa'yı yurt belledikleri söylenebilir. Gerçi sonrasında tekrar Asya'ya doğru göç ediyor bir kısmı ama çoğu bereketli topraklarda kalıyor, ev kurup tarla bahçe işleriyle ilgilenmeye başlıyor. Aryanlar hakkında çok az şey biliyoruz, Yunanistan'da Hellen öncesi uygarlığının Minos kökenlerinden -Homeros'ta ve çok daha öncesinde izleri vardır- Hitit dilindeki Hint-Avrupa unsurlarına kadar belli bir noktaya dek izleri takip edilebiliyor ama daha öncesinde, sözlü kültürün yazıya geçirilmesinden de önce varlıkları biliniyor, bu noktada da çanak çömlek, el yapımı zerzevat gibi nesnelerden bilgiyi kazımak gerekiyor. Dil arkeolojisinin verisi tükenince vazolardaki çizgilere, kabartmalardaki silah biçimlerine eğilmek gerekiyor, çünkü dağ, tepe, göl adlarının benzerliklerinden çıkarılacak veri yeterince geriye gitmiyor, kısacası Neolitik Çağ insanlarına kadar uzanan bir topluluk hakkında bilgi edinmek için ne tür kalıntı varsa hepsini incelemek lazım. Childe, İngilizcede Aryanlarla ilgili kapsamlı bir araştırma yapılmadığını, metninin bu açığı kapatmak için mütevazı bir katkı yaptığını söylüyor ama oldukça temkinli, Aryanlarla ilgili öne sürülen fikirlerin ikisini "sessizce görmezden gelmek" zorunda olduğunu söylüyor, kendisine göre nazik bir davranış. Metin boyunca farklı coğrafyalarda Aryan izini ararken daha önceden yapılmış araştırmalara da değiniyor, bazılarını onaylıyor ve bazılarını da biraz hayal ürünü veya gerçek dışı olarak görüp eleştiriyor, elindeki verilere dayanarak. Bu metin aslında akademik bir metin, ben Aryanları ve Etrüskleri deli gibi merak ettiğim için yercesine saldırdım ama ilk bölümden sonra yavaşlayıp dikkatli bir şekilde okumaya başladım. Arkeolojik yöntemlerin karmaşıklığı bir yana, nesnelerin kıyaslanarak tarihi dönemlere oturtulması, nesneler arasındaki ilişkilerin ortaya konması gibi teknik detaylar arkeolojiyle ilgili hemen hiç bilgisi olmayan meraklı bir okuru zorladı açıkçası. Şöyle: X bölgesinde bir yerleşim var, yerleşimdeki kalıntıların bir benzerlerine Y bölgesinde de rastlanıyor ama Z bölgesindeki savaştan ötürü T bölgesinden oraya bir topluluk göçmüş, meydanı boş bulmuşlar, kendi kültürlerini getirerek Y'ye yerleşmişler ve X'le bağlantı kurmuşlar, iki topluluğun sanatları birbirine çok benziyor ama dilleri hiç benzemiyor, silahlarının benzerine Z bölgesinde de rastlandıysa aslında bu ilk topluluk üçüncü topluluğun nesi oluyor, X bölgesi neden Y bölgesine çömlek yapmayı öğretiyor da dil açısından hiçbir paylaşımları yok, orada neler oluyor, siz kimsiniz gibi durumlar var. Ben olabildiğince basit bir şekilde anlatıp araştırmayı katledeceğim ama ilgisi olanlar, sabrı da olanlar metni edinip meraklarını dindirmeden kafalarını daha da karıştırabilirler. Ben şunu öğrendim, bir dikili ağacın olmadan medeniyet kurmayacaksın, araştırmacılara arıza çıkarıyorsun sonra. Arz ederim.
Dil ve düşünce arasındaki ilişkinin toplumu biçimlendirmesini açıyor Childe, Mezopotamya ve Mısır'a göre 1500 yıl geriden gelen bir kültürün bu iki medeniyeti dönüştürüp etkisi altına almasından bahsediyor en başta. "Hangi fiziksel ırk ya da ırklara ait olurlarsa olsunlar, ait oldukları sözlü dil topluluğunun yansıttığı ve bu dil tarafından belirlenen belli bir manevi birliğe sahip olmuş olmalıdırlar." (s. 21) Adamların dilleri bugün Amerika'ya kadar yayılmış durumda, muazzam bir alan. Nasıl oldu bu? Yayıldılar ve kopa kopa çoğaldılar. Çok kuvvetli bir maddi kültürleri yoktu ama zihinsel yetenekleri gelişmişti. "Mesela ek-eyleme sahip olmaları nedeniyle ve en azından bir dizi muhakemenin kavramsal ilişkilerini ifade edebilecek yan cümleler inşa eden temel bir makine olarak neredeyse benzersizdirler." (s. 21) İş dönüp dolaşıp dil becerisine geliyor, dilin eklemeli olması analitik düşünme yeteneğini geliştiriyor olmalı. Sonuçta bir çemberin etrafına dizilmişçesine yazılan bir dilin zamanı çember haline getirebildiğini gördük, uç bir örnek olsa da konuştuğumuz dilin zihin yapımızı derinden etkilediği malum. Tek heceli sözcüklerle konuşuyor olsaydık başka bir düşünsel yapımız olabilirdi mesela, çok ilginç bir konu bu. Neyse, Hindu Vedaları, İran Gathaları ve Yunan lirik şiirinin vezinleri arasında benzerlikler var, demek oluyor ki dil coğrafyasını inceleyerek kaynağın çatallanarak ulaştığı yerleri görebiliriz. Childe bu çatalları birkaç grup halinde inceliyor, aralarında Keltçeden Litvancaya kadar pek çok dil var, dolayısıyla yayılma alanları hakkında genel bir fikir sahibi olabiliyoruz. En saf, bozulmamış Hint-Avrupa dilinin Litvanca olduğunu söylüyor Childe, bunu araya sıkıştırayım. Seslerin yazılışlarından okunuşlarına kadar pek çok bilgi karşılaştırılarak ayrılma noktaları ortaya çıkarılıyor, İranlılarla Hintlilerin kök atadan ayrılmadan önce uzun bir süre birlikte yaşamış tek bir halkın iki parçası olduğunu öğreniyoruz. Tabii burada çeşitli yollarla -ticaret, savaş vs.- yayılan dillerin başka dillere eklemlenmesi de söz konusu, dolayısıyla bu yöntem her zaman geçerli olmayabilir, daha derin araştırmalara ihtiyaç var.
MÖ 15. yüzyılda Mezopotamya'daki Aryan hanedanlarıyla filolojiden arkeolojiye kayıyor Childe, işler bu noktadan sonra karışmaya başlıyor. Samiler Sümerlerle kaynaştıktan sonraki 2000 yıl boyunca Aryanlar hakkında tek bir bilgi yok, ortalığın Aryan isimlerinden geçilmemesine rağmen. O dönemlerdeki istila hareketlerinin başlıca sebebi Aryanlar, adamlar yayılmaya çalışırlarken önlerinde kim varsa iteklemişler, örneğin Kasit istilası İran'ın dağlarında yaşayan Aryanlar yüzünden gerçekleşmiş. İran'ın Aryanlaşması bu dönemlerde gerçekleşmiş, Zerdüşt inancının büyük ölçüde değişmesinin ve tamamlanmasının da yine Aryanların etkisiyle gerçekleştiği düşünülüyor. Batıya doğru ilerlediğimiz zaman Hititler çıkıyor ortaya, dilleri ne kadar Aryanlarınkine benzemese de yönetici aristokrasi sayesinde üst sınıflarda Aryan etkisinin görüldüğü söyleniyor. Aryanlar öyle veya böyle, bir şekilde etkilerini bırakıp yayılmayı sürdürüyorlar. Torosların her iki yanında iki ayrı topluluğun giderek farklılaşan diller kullanmaları ve göç yollarının değişmesiyle birlikte ayrışmaları Mısır'daki Aryan etkisini artırmış gibi görünüyor, Aryan hanedanlığının Firavunlarla daimi bir ilişkisi olduğundan bahsediyor Childe. Üst tabakayı etkileyen bir etkileşim yine, sanduka mezarların ve başka kalıntıların gösterdiği üzere Aryan gelenekleri güç sahibi insanlar tarafından benimsenmiş, kısmen de olsa. Daha yeni okudum ama nerede geçtiğini hatırlamıyorum, yerleşiklerin işgalcilere ait gelenekleri benimsediklerinden bahsediliyordu, o hesap.
Hindistan'ın ele geçirilmesi, Akdeniz'in Aryanlaşması, Yunan kültüründeki Aryan etkileri, Homeros ve diğer antik metinler, kılıçlar, kalkanlar, heykeller, gelenekler, vazolar, tabaklar, altın renkli saçlar, mavi gözler, beyaz ten, Aryanlara dair ne varsa bu metinde mevcut ama metin 1926'da yazılmış, yüz yılda hangi buluntular neleri açığa çıkardı, bilmiyoruz. Göbeklitepe'de Aryanların tarih sahnesine çıkışına dair bir şeyler var mı mesela, varsa ne ölçüde var, bunlara da bakmak lazım. Çok gizemli adamlar bunlar, deli merak ediyorum. Bu metni ilgililere tavsiye ederim, biraz boğuşursunuz ama söz gelişi Traklarla ilgili malumat olsun, Antik Yunan'da Aryan etkisi olsun, çok ilginç şeyler var. Tavsiye ederim.
Clive Barker'ın Kan Kitapları'nda bir öyküsü vardı, üç kitaptan birinin son öyküsü. Dağdan tepeden gelen uğultuların savaşmak üzere olan iki devin/şehrin homurtusu olduğunu görüyorduk ama devler dev değildi, şehirler de şehir değildi, üst üste yığılmış evlere benzeyen yapıların aslında insanlar tarafından bir arada tutulan ve yönlendirilen rakipler oldukları ortaya çıkıyordu, her bir darbede onca yapı ve insan yere düşüp paramparça oluyordu falan, çok ilginç bir öyküydü o. Bu metinle alakası şu sanırım, iki tane kocaman form durmadan savaşıyor. Ölenlerin yerine yenileri geliyor, savaş durmadan sürüyor, adeta kozmik bir çekişme. PKD bu metni inzivaya çekilmeden önce yazmış, gerçeklikle problemi yeterince ağırlaşmışken. Evrenin anlamını aradığı küçürek metinlerinde kozmik arayışına yeterince değinse de uğraşı yetmemiş olacak ki kurmacaya da -bu ölçüde ilk kez, belki- sokuvermiş meselesini. Bunun yanında yine çatlayan bir evlilik var, kahramanın karısı empati kuramayan problemli bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Adam doğduğu kasabanın değişimini anlamaya çalışırken kadını bir otele yerleştiriyor ve kendisine verilen mühlette gizemi çözmeye çalışıyor, aksi halde kadın bir daha geri gelmemek üzere gidecek. Kahramanın yerine PKD'yi koyuyorum, geçmişini geri getirmeye çalışırken ölümün eşiğinden dönesiye uğraşıyor ve karısı tarafından terk ediliyor, zor bir yaşamın metaforu olarak göresim var bu metni, bir de PKD'yi Bobby Fischer'a benzetmekten alamıyorum kendimi. İkisi de yaptıkları işlerde gerçeği aradığını söylüyor, ikisinin de gerçeklik algıları son derece oynak ve ikisi de üstün zekalı. Fischer hakkında bir iki film izledim, yaşamı hakkında az biraz araştırma yaptım ama PKD hakkında o kadar malumatım yok, biyografisini de yazdığı bütün metinleri okumadan okumak istemedim. Okuyunca ikisini yan yana getiren, goy goysuz bir şey yazmak istiyorum. Bakalım. Şimdi kuklalarla ilgili bu metni anlatayım, öncelikle PKD'nin en iyilerinden biri değil ama yine de adamın dünyasını -kurmaca olanını da- anlamak için rehber metinlerden biri olarak görülebilir. Anlatım tekniği olarak olay örgüsü de tipik PKD örgüsü şeklinde oluşturulmuş, önce ortaya büyük bir gizem, sonra karakter bazında daha küçük gizemler, bu gizemlerin sırayla çözülmesi ve sonrasında büyük gizemin çözülmesiyle birlikte final. Bunun yanında özgün buluşlar var, karakterin bilincini bir golemin içine yerleştirmesi sürprizlere yol açabiliyor örneğin, asıl bedenini onca kımıl zararlısı ve sürüngen yedikten sonra. PKD'nin böylesi bir faciayı ayrıntılarıyla anlattığını hatırlamıyorum, burada farelerin, yılanların ve örümceklerin saldırısına uğrayan küçük bir kız var, ağzından örümcekler giresiye paramparça ediliyor resmen, yazar için bile ekstrem bir öge. Neyse, bu metni okumak tanıdık bir sokakta yeni açılan dükkanları dikizlemeye benziyor diye üfürükten bir benzetme yapmaktan da geri durmayayım.
Bahçede oynayan çocuklarla açılıyor anlatı, Peter Trilling diğer çocukları sessizce izliyor, Mary kahverengi kil toprakları yoğuruyor, diğer tıfıllar da birbirlerini kovalıyorlar. Daha en başta Peter'dan işkilleniyoruz, Mary'yi de yaratıcı uğraşından ötürü ayrı bir yere koyabiliriz. Mary'nin babası Doktor Meade ve Bayan Trilling pansiyonun merdivenlerinden iniyorlar, Doktor kızını da alıp Shady House'a, araştırmalarını yaptığı mekana dönüyor, Mary'nin geride bıraktığı kil parçasıyla Peter oynamaya başlıyor bu kez. Başka bir bölüm, Ted ve Peg'le tanışıyoruz. Arabayla yolculuk ediyorlar, tatilden dönüş. Esas oğlan Ted doğduğu kasaba Millgate'i ziyaret etmek istiyor, karısının yakınmalarını ricalarla geçiştiriyor ve kasabaya giriyorlar. Ted'in benzi soluyor, Peg'e kasabanın tamamen değişmiş olduğunu, Millgate'in bambaşka bir yere dönüştüğünü söylüyor. Sokaklar ve caddeler yerinde dursa da binalar değişmiş, parklar kaybolmuş, kimseyi tanımıyor Ted. Kütüphaneye gidip kasaba hakkındaki haberlere baktığında salgın bir hastalık sonucunda ölmüş olduğunu görüyor, 1935'te, dokuz yaşındayken hayatını kaybetmiş. Aklı almıyor bir türlü. "Sahte anılar. İsmi, kimliği bile sahteydi belki. Zihninin içinde ne varsa hepsi - her şey. Birisi ya da bir şey, her şeyi tahrif etmişti. Direksiyonu sımsıkı kavradı. Ted Barton değilse, kimdi peki?" (s. 22) PKD'nin metinlerinin temelini oluşturan belirsizlik ortaya çıkıyor hemen, karakter kendisinin bir kurgu olup olmadığını merak etmeye başlıyor. Eşini komşu kasabadaki bir otele yerleştirip doğduğu -aslında doğmadığı- yere geri dönüyor. Bu sırada Peter'ın güçlerine tanık oluyoruz, kilden adamlar yaratıp golemleriyle takılıyor. Bu sırada Ted pansiyona geliyor ve annesinin yerine resepsiyonda duran Peter'la karşılaşıyor, oda istiyor. Bu ikisinin ilk karşılaşmaları, ileride bambaşka biçimlerde karşılaşmaya devam edecekler. Birbirlerinden hoşlanmıyorlar pek, sırlarla dolular ve Peter'ın birkaç sorusu Ted'in aklını kurcalıyor. Ted'e kasabaya nasıl girdiğini soruyor Peter, bariyeri hiç kimse geçemezmiş. Zamanı durdurabildiğini söylüyor üstüne, çok uzun bir süreliğine değil ama duruyor sonuçta. Böyle birkaç garip olaydan bahsediyorlar, Peter iki varlığı görüp görmediğini soruyor, Ted blöf yaparak gördüğünü söylüyor, bir süre sonra kandırıldığını anlayan Peter adama tilt oluyor ve Ted kazanabileceği en kötü düşmanı kazanıyor, süper güçleri olan bir çocuk. Konuşma bitince kasabada dolanmaya çıkıyor ve iki arı tarafından sokuluyor Ted, kasabadaki hayvanların davranışlarında da bir gariplik olduğu için bu bilgiyi de bir kenara atıyoruz, sonradan ne işler döndüğünü anlarken hatırlamak için. Neyse, Doktor'la muhabbet ediyor Ted ve Doktor'un ölen Ted'i hatırladığını anlıyor. Adıyla soyadının ölen çocukla aynı olması garip geliyor, buradan kasabanın geri kalanının da anılarının değişmiş olduğunu anlayabiliyoruz.
Gezginler var bir de, duvarların içinden geçip gidiyorlar. Ted iyice çıldıracak gibi oluyor, insanlara normal bir şeymiş gibi geliyor bu. Bariyeri merak ediyor, kasabanın tek yolunu kapatan kamyonun dibinde üst üste dizilmiş tomrukların üzerine çıkıp öteye bakmak istiyor ama ötede tomruk yığınlarından başka bir şey yok, yığınların sonu yokmuş gibi gözüküyor. Bir süre deli gibi koşturup bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor ama bulamıyor, üstelik tomrukların arasında sıkışıp ölmekten güçlükle kurtuluyor. Saatler sonra kendine geliyor, zamanın anormal şekilde hızlı geçtiğini düşünürken Peter çıkıyor ortaya, en başından beri kendisini gözlemiş ve zamanın hızla geçmesini sağlamış. Yine iki varlıktan bahsediyor, Ted'in onların izniyle yaşadığını söylüyor. Ted iyice fıttırıyor ve çocuğu orada bırakıp -ikinci hata- kasabaya dönüyor, bardaki bir ayyaşla isteksizce muhabbet ediyor ve görüyor ki yaşlı adam geçmişi, gerçek geçmişi hatırlıyor. Heyecanlanıyor Ted, adamı da alıp sokaklara çıkıyor ve adamın elindeki garip bir teknolojinin ürünü olan aleti kullanarak düşünce gücüyle kasabasını geri getirmeye çalışıyor. İkisi de hatıralarını zorluyorlar ve hatırladıkları biçimde oluşturuyorlar kasabayı, daha doğrusu sahte görüntünün altında boğulmuş kasabayı tekrar görünür kılıyorlar. Ayyaşın anıları alkolün etkisiyle yıllar içinde bozulmuş ama Ted kasabadan çocukluğunda ayrıldığı için hatıraları bozulmamış hiç, böylece kasaba eski haline gelir gibi oluyor ama karşılarında henüz bilmedikleri bir güç var, yaptıklarını engellemeye çalışıyor, bir süre sonra iki adamı ve diğer hatırlayanları öldürmeye de çalışacak.
Düalist bir teolojiyi devreye sokuyor PKD, Ahriman'la Ormazd'ın kozmik çekişmesini Millgate gibi küçük bir kasaba ölçüsüne indirgemiş halde büyük gizem olarak ortaya çıkarıyor. Bu iki tanrı -iki varlıktan kasıt bunlar- birbirlerine üstün gelmeye çalışıyorlar, bu sırada insanların gerçeklikleriyle oynuyorlar ve kimilerinin zihinleri kusursuz bir biçimde değişiyor, kimileri arada derede bir yerde kalıyorlar ve Gezgin oluyorlar, hatırladıkları ölçüsünde aslında orada olmayan binaların içinden yürüyüp gidebiliyorlar. Sonuçta Peter'ın ve Mary'nin aslında kim olduklarını da anlıyoruz, cepheler belirleniyor ve savaş başlıyor. Her şey çözümlendikten sonra otelde bekleyen eşinin çoktan gitmiş olduğunu düşünüyor Ted, yaşamında temiz bir sayfa açacağı için mutlu olarak yoluna devam ediyor. PKD'nin karakterini kötü bir ilişkiden kurtarmadığı bir anlatısı yok galiba, ya ölümle kurtuluş ya da boşanmayla kurtuluş bir şekilde yer alıyor.
Bu metinden çıkarılacak şeyler var, biraz kafa yorayım. Birincisi, hiçbir zaman geri dönemeyiz. Ne, kim, neresi olursa olsun. İkincisi, golem yaratabilen çocuklara kafa tutmayın, çocuk görünümlerinin altında tanrılar olabilir. Üç, içinden çıkılmaz bir durumdan kurtulmak için bara gitmek gerekir. Dört, durmadan sızlanan ve şikayet eden bir sevgiliniz/eşiniz varsa ondan kurtulmaya bakın.
İyi bir PKD metni, diğerlerine göre biraz yavan ama ayıla bayıla okunur.
Jonah Lehrer'ın bir metninde "aslında var bile olmadığımız" üzerine kafa patlatılan bir bölüm vardı, bilincin izini süren nöroloji çalışmalarında birtakım devrelerin kurulması sonucu oluşan akımlardan fazlası olmadığımız söyleniyordu. Beynimizde patlayan havai fişekler kadar biziz ama yine de bizliğin muğlak bir tarafı var. Nedir yani, bir devre koptuğu veya yanlış bağlandığı zaman ısırdığımız bir elmanın -elma nedir?- tadının -tat nedir?- tuzlu -tuzlu nedir?- olduğunu anlayabiliriz, hatta elmanın bir baston olduğunu sanıp kendimizi Devrekli gibi hissedebiliriz. Devrek'in bastonu meşhurdur, o açıdan. Bir meskenin meşhur olan nesnesinin baston olması üzerine söylenecek çok şey bulabilirim ama konumuz bilinç, devam edelim. Beyinde çok acayip işler dönüyor kısacası, sanki dış dünyanın ayarına hassasiyetle uyum sağlayan bir yapıymış gibi işlerliğini sürdürüyor beyin, bir süre sonra bazı kimyasallar azalıyor, bazıları artıyor, dünya çok daha acayip veya normal bir hale bürünüyor böylece. Dış etkileri de düşünmeliyiz, vücudumuzdan her an sayısız atom altı parçacık geçiyor. Milyonlarca ışık yılı uzaktan geleni var, Güneş'ten fırlayanı da vardır kesin, bedenimizin içinden geçip gidiyor hepsi. Bir fikir: Beynimizle etkileşime geçeni var mıdır? Yaratıcılıkla uğraşan insanların bu parçacıkların etkisinde kaldıklarını düşünmek hoşuma gidiyor, bir kuarkın saniyenin milyonda birlik süresince misafirliğinden etkilenen zihin yepyeni fikirler doğuruyor mesela. Üstelik tek bir zihinle de sınırlı değiliz, zihinler arasında bir bağ kurulduğunu düşünelim. Parçacıklar bedenden bedene yolculuk ettikçe veri taşıyor ve insanları birbirine karıştırıyor, galaktik bir bulamacın içinde bir yerdeyiz demektir bu. Gerçeklikler paylaşılıyor, bilinçler paylaşılıyor, bildiğimizin ötesinde bir yaşam formu ortaya çıkıyor böylece, çok uzun bir sürede ortakyaşar bir form geliştirebiliyoruz. Attali'nin Geleceğin Kısa Tarihi adlı metninde buna benzer bir formdan bahsediliyor, tabii parçacıkların etkisiyle ortaya çıkmıyor. Yine de... Gerçeklik dediğimiz şey bir çaba, insanın göstermekte en çok zorlandığı çaba hatta, hikâyeleri ve anlam parçalarını bir arada tutma çabası. Tek bir bilinci var etmek, dağılmayı engelleyerek sıkı sıkıya kavramak yeterince zorken başka bilinçlerin de işin içine karışması müthiş bir kaos yaratırdı, kimin parçası kimin gerçekliğiydi, kimin nesi kimin fesiydi derken kallavisinden bir tırlatmayla kafaya huni geçirir, parmağımızla dudağımızı bilibilibili şeklinde titreterek bir temiz delirirdik. Oysa gerçeklikleri ne ölçüde değişirse değişsin PKD'nin karakterleri kendi gerçekliklerini bulma mücadelelerini sürdürüyorlar, bu çok ilginç. Belki de ön kabulleri sağlamdır ya da çoktan oynatmışlardır, her türlü savaşıyorlar sonuçta. Gökteki Göz bu açıdan PKD'nin diğer metinlerini düşünürsek tipik bir gerçeklik kayması problemini odağa alıyor.
Belmont Bevatronu'nun Proton Işın Saptırıcısı -breh- gezginler tarafından sıklıkla ziyaret edilen bir zamazingo. Arıza çıkarıp altı milyon volt gücündeki ışın demetini salonun tavanına doğru yollarken tepesindeki taraçayı kül ediyor, sekiz kişi aşağı düşerek yaralanıyor. Hastaneye gidenler, yanık tedavisi görenler ve hafif bir tedaviyle salıverilenler karakterlerimizi oluşturuyor, sonuçta onca ışın, radyasyon, kimyasal zımbırtı yedikten sonra kafaları yanmasa olmazdı. Aslında bu mevzuyu kullanan, bu meseleye çok benzeyen bir mevzuyu içeren bir romanı daha var PKD'nin, adını hatırlamıyorum ama orada da tedavi altına alınıp zihinlerinin bağlantı kurduğu hastalar vardı, başka bir insanın zihnine hapsolan insanlar. Ubik diyesim geliyor ama emin olamadım şimdi, neyse, Hamilton ve Marsha'nın etrafında dönen bir anlatının temelleri böylece atılıyor. Kazadan kısa bir süre öncesine gidiyoruz, evli çiftin yaşamlarına göz atacağız. Hamilton kurumun füze araştırma laboratuvarlarının başkanı olarak çalışıyor, işini seviyor, eşi Marsha'yı da seviyor, bu yüzden kurumun başındaki Albay T. E. Edwards tarafından özel olarak çağrılınca içi sıkılarak icabet ediyor. Marsha'nın birtakım faaliyetlerde bulunduğu söyleniyor Hamilton'a, kadının komünist olma ihtimali var. 1950'lerin sonlarındayız, Elia Kazan'ın muhbirlik yaparak pek çok sanatçıyı kara listeye aldırdığı, "kızıl" damgası vurulanların toplumdan dışlandığı zamanlar, cadı avı tam gaz. Çiftin arkadaşı McFeyffe'ın raporu doğrultusunda Hamilton görevinden alınıyor, çalıştığı proje çok gizli ve eşi bir kızılsa devlet sırlarının sızma tehlikesi var, riskli bir durum oluşur oluşmaz icabına bakılıyor. Kariyerle aşk arasında kalan Hamilton aşkı seçiyor, en gerçek duygu onanıyor böylece. PKD'nin 1960'tan sonra yazdığı metinlerde sadakatsizlik ve akışkanlık ağırlık kazanırken 1957'de yazılan bu metinde tersi bir durum var, ilginç. McFeyffe'ın dostluğu konusunda ikinci kez düşünüyorlar, adam Hamilton'a yeni bir iş bulabileceğini ve dostluklarının sürdüğünü söylüyor derken kaza gerçekleşiyor. Marsha'yı düşmesin diye tutmaya çalışan Hamilton da aşağı uçuyor, McFeyffe uçuyor, Arthur Silvester adlı yaşlı bir asker ve birkaç kişi daha uçuyor. Hamilton'a gereken açıklamayı yapan doktor şoktan çıkan herkesin gerçeklik duygusunu bir süre yitirebileceğini söylüyor, Hamilton'a göre yolunda gitmeyen bir şeyler var, dünya rahatsız edici bir yoğunluğa sahipmiş gibi geliyor, buna bir açıklama bulamıyor Hamilton. İşler sarpa sarana kadar.
PKD tipik tekniklerinden birini kullanıyor yine, anlatıdaki karanlık noktaların varlığının sürmesi için karakterlerini olabildiğince gizemli bir hale getiriyor. Hamilton iyileşme sürecindeyken Marsha'nın ağzını arıyor, eşinin gerçekten kızıl olup olmadığını anlamaya çalışıyor ama Marsha bir noktada kestirip atıyor, soruları cevapsız bırakıyor. Sadece karakter bazında değil, olay bazında da bir süreliğine anlam verilemeyen eylemler var. Evlerine dönerlerken örneğin, Hamilton'ı arı sokuyor, sonra evde başından aşağı çekirgeler dökülüyor, sürü basıyor evi. Arada derede Miss Reiss adlı başka bir kazazedenin kedilerden hiç hoşlanmadığını öğreniyoruz, kısacası açıklanana kadar akılda tutulması gereken gizemler bunlar, anlatıdan çıkma yapan minik uçlar gibi düşünebiliriz ama tekrar ana çizgiye dönmelerini sağlayan bağlantılar var tabii. Bill Laws'un kadroya eklenmesiyle karakterlerin dünyası bir parça daha genişliyor ve yaşananların mantığa bürütülmesi kolaylaşıyor. Hiçbir karakter kendi normal dünyalarında yaşadığını düşünmüyor, özellikle Marsha'nın gördüğü rüya bir çözümleme aracı haline geliyor. Sekiz insan yerde yatıyor, hâlâ. Başka bir gerçeklik düzleminde olduklarını anlıyorlar böylece, Marsha ölmüş olabileceklerini söylüyor derken en sonunda başka bir dünyada yaşadıklarını anlıyorlar, sadece bildikleri dünyada değiller artık. Otomatlardan boş çikolata ambalajları çıkıyor örneğin, dünyadaki bütün çikolatalar ortadan kalkmış sanki. Daha da önemlisi, dualara cevap verip kullarını koruyup kollayan bir Tanrı var ortada. Çok ilginç bir fikir, Ted Chiang'ın bir öyküsünde meleklerini ve kendini görünür kılan bir Tanrı'nın peşine takılan insanların inançla ne yapacaklarını bilememeleri anlatılıyordu örneğin, dünya kaosa sürükleniyordu, Chiang'ın PKD'den esinlendiğini düşünüyorum. Neyse, Hamilton işinden şutlandıktan sonra kendisi gibi bilim insanı olan babasının eski bir arkadaşına gidiyor ve adam Hamilton'ı işe alıyor ama öncesinde manevi bir sınavdan geçiyor bizimki. Tek Gerçek Kapı'yı bulup bulmadığı soruluyor, fizik gibi bilimlerin tamamen soyut uğraşlara dönüştüğünü görüp üzerinde durulan tek disiplinin Tanrı'yla iletişim yollarını artırmak olduğunu anlıyor, mental sınavı da bu noktada başlıyor. 1946'dan beri süren Tanrı-insan iletişiminin tarihçesini öğreniyoruz, ardından şirketteki diğer çalışanlarla Hamilton arasında sıkı bir çatışma başlıyor. Hamilton ateist olmakla suçlanıyor, üzerine başka bir çalışanla bilimsel bir çatışmaya giriyor ve sorduğu sorunun havada beliren bir ağız tarafından kulaklara fısıldandığını görüyor. Tek Gerçek Tanrı, kullarının her konuda galip gelmesi için elinden geleni yapıyor bu dünyada, sonradan Silvester'ın kafasındaki ideal dünyanın içinde olduklarını anladıkları zaman kurtulmanın bir yolunu arıyorlar ve buluyorlar diyelim.
Zihinden zihne yolculuklar dört kez tekrarlanıyor ve her zihnin farklı bir dünya kurgusu var, Silvester dindar bir dünya kurguluyor ve çikolataları ortadan kaldırıyor örneğin, çikolata zararlı olduğu için. İki nokta önemli, her karakterin bu dünyalar için verdikleri tepki farklı. Kimi bulundukları dünyayı beğendiği için orada kalmak istiyor ve kendi gerçekliklerine dönmeyi engellemeye çalışıyor, kimi bir an önce oradan kurtulmaya bakıyor. Hiçbir dünya birbirine benzemiyor haliyle, her geçişte neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri için gizemleri çözmek, kimin zihninde olduklarını anlamak zorundalar. Kedilerin ortadan kaybolması gibi olaylardan Miss Reiss'ın dünyasında olduklarını anlıyorlar örneğin, bu tür çıkarımlarla o dünyayı veya dünyayı yaratan kişiyi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Bir karakterin hemen her şeyden işkillendiğini öğrenir öğrenmez bütün dünyayı yavaş yavaş sildiriyorlar örneğin, en son havayı ortadan kaldırtıp koyu bir karanlığa gömülüp "ölüyorlar" ve başka bir zihne zıplıyorlar. En sonda Inception'daki topaç sahnesinin esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir sahne var, finale kadar gerçekten kurtulup kurtulamadıklarını bilemiyoruz. Belki finalde de bilemiyoruz, kesin bir sonuca varılıyor ama bildiğimiz dünyayla son derece sağlıklı bağlar kurmuş, dünyayı olduğu gibi kabullenmiş birinin zihninde olmaları da mümkün açıkçası.
Amerikan toplumunun geniş bir incelemesi olarak görülebilir bu metin, iki kutba ayrılmış dünyada paranoyaya dört elle sarılıp yaşamlarını gizli bir düşmanı yok etmek üzerine kuran insanlar hemen her şeyden şüphe duyuyorlar, bir tek Hamilton ve Marsha arasındaki sıkı güven bağının akışkanlıktaki tek sabitliği sağladığını söyleyebiliriz, bütün tartışmalarına rağmen tutunabilecekleri en küçük gerçeklik parçası bu aşk. Bunun dışında hiçbir karakter güvenilir değil, bilinçaltının da işe karışmasıyla birlikte ortalık cehenneme dönebiliyor, her karakter gerçek duygularını ortaya döküyor ve korku dolu bir dünya yaratıyor. Tamamen bir başkasına odaklı dünyada her şeyin nasıl kolaylıkla yıkılabileceğini görmek metnin en sıkı izleklerinden birini oluşturuyor, aslında genel olarak PKD'nin en sıkı izleklerinden biri bu.
Klasik, on numara. PKD'nin her şeyi su üzerinde yüzdürdüğü dünyalarını seviyorum, altmış yıl öncesinin süper devletindeki yaşam algısının bizde yeni yeni ithal edildiğini söylemek belki aşırı bir yorum olur ama aynı belirsiz dünyada yaşadığımızı düşünürsek, biraz da paranoyaya müsaitsek birkaç havai fişeği de bu metin patlatacak demektir.
Derrida'nın merkezsizleştirme meselesi tam merkezde. Siklonun gözünde olduğunu söylüyor anlatıcı, bunun yanında yine Derrida'nın eleştirdiği gramatik hükümranlığı reddediyor: "Geçmişten kalma birkaç sözcük gezinip duruyor ama yazıya dökülemiyor, kalemim reddediyor. Tek gerçek renk beyaz." (s. 7) Anlatıda kullanılan zamanların hiyerarşisi de yok, anlatıda şimdi dışında bir zaman yok çünkü, sonsuz bir idrak anına göz atıyoruz. Sesin kaynağı bir özneyi değil de doğrudan sesi duyar gibiyiz, kasırganın oradan oraya savurduğu dünya parçalarından başka bir şeyi anlatmayan sesi. Ddağa almadığı Nora'yla sürdürdüğü ilişkiyi psikanalizden Shakespeare'e pek çok parçadan örer ve anlatmaktan başka bir eylemde bulunmaz. Kültürel ve edebi gevezelikleri dinler tarihinden günümüzün dünyasına kadar uzanan bu sesi Derrida'ya ve diğer yakın arkadaşlarına borçludur Sollers, beraber gezip tozarak çeşitli iştiraklerde bulunduğu Lacan, Barthes, Foucault ve Derrida gibi adamlardan deli beslenmiştir. Kristeva'nın etkisinden de haliyle bahsedilebilir, hatta metindeki Nora'nın ne ölçüde Kristeva olduğunu merak ettim durdum. Nora psikanalist, Freud ve Lacan'ın etkisi altında, Shakespeare hakkında söyleyecek çok şeyi olduğu için konferanstan konferansa gidip duruyor ve Shakespeare'in karakterlerini günümüzün toplumsal aidiyetlerine göre sınıflandırmada üzerine düşünülecek çok fazla veri sunuyor anlatıcıya, metnin önemli bir bölümü bu irdelemelerden, psikanalizin geçmişinden ve bugününden ibaret. Bir örnek: "Uyanıyorum, hiçbir şey yokmuş gibi telefonda Nora'yla konuşuyorum. Kontrol etmemi istediği detayı araştıracak zamanım olmadı. Sahi, neydi? Aa, evet, Shakespeare'in Venedik Taciri'ni yazdığı sıradaki çevresi. Ve gülmek için bir soru: Magripli Othello Müslüman, hain Iago da Musevi miydi?" (s. 7) Karakterlerin eşcinselliğinden Nora'nın eşcinsel hastalarının hikâyelerine zıplamalar, Lacan'ın Freud'dan mülhem inşa ettiği yapıdan baba-oğul ilişkisine atlamalar derken deneme-novella arasında bir türün çatılışını takip ediyoruz. Başlarda sık sık Nora'yla karşılaşsak da ilerleyen bölümlerde yavaş yavaş kayboluyor ortadan, düşüncelerin akışına kapılıyoruz. Freud ve Lacan müzikle ilgilenmedikleri için Nora da ilgisizmiş müziğe karşı, bu yüzden anlatıcının evindeki plaklarla karşılaştığı zaman şaşırmış. Sevgililermiş ama Nora'nın birlikte yaşamaya niyeti hiç yokmuş. Boşanmış, iki çocuğu ve dünyanın hemen her noktasında dinleyicileri varmış, psikanaliz için kendisine başvuran sanatçıların, politikacıların ve çeşit çeşit ünlü insanın hikâyeleri kendi yaşamını biçimlendirmeye de yarıyormuş, bu hikâyelerden bazılarına çok az değiniliyor. Daha çok anlatıcının bilinç akışı var. Araya dereye Nora'nın Kafka ve Dostoyevski hayranı olduğu sıkıştırılıyor ki edebi referanslardan da Freud'a ulaşabilelim. "Kayıp babanın izinde." (s. 12) Nora'nın dedesi New York'ta ünlü bir orkestra şefi, Epstein. Babasından bir haber yok. Anlatıcının babasından da bahsedilmiyor, bunun yanında ilahi babadan sıklıkla bahsediliyor, Nora'nın evinde İncil olmamasını göz önünde bulundurarak sadece anlatıcıya has bir durum olduğunu söyleyebiliriz, konuşmalarından çıkan bir şey değil bu. Birini anlatayım, "Krallar" bölümünde İbranice kökenli bir sözcük: Filistli. Marx bile kullanmış bu terimi, bayağı zihinli ve yeniliğe kapalı bireyi tanımlıyor. Ne korkunç. Musevileri sıklıkla alt ediyorlar, Samson gibi efsaneler sayesinde öç alınıyor ama bir parça işte. Sonra Davut'un Golyat'ı öldürmesi, Ahit Sandığı hareket ettiğinde Davut'un olduğu yerde oynaması, cinsel organının gözükmesi, duruma kızan Mikal'ın ceza olarak çocuk doğuramayacak olması. Zengin bir malzeme sunuyor bu durum anlatıcıya, sünnet derisinin bir kadından çok daha değerli olduğu çıkarımından başka pek çok sonuca ulaşıyor ve Nora'nın Shakespeare'i inceleyişi gibi kendisi de dinleri inceliyor.
Nora'nın kanıların kökenini bilmek istemesinden toplumsal hafızaya çıkılıyor bir bölümde, anıtların toplumsal hafızayı biçimlendirmesinden, topluluk yaratmak için bir enstrüman olarak kullanılmasından Lefebvre de bahseder ama burada başka bir bakış açısından yaklaşılıyor olaya. "Hafızaya el koyan, onu eğitimsel bir 'ödeve' dönüştüren yetişkinlerdir." (s. 21) Totaliter rejimlerin -aile uzantısı dahil- psikanalizi neden yasakladığına dair yapılan yorumlar kentin planlanmasına kadar ulaşıyor, sökülmesi ve değerlendirilmesi gereken parçalar söz konusu olunca anlatı bir şekilde Nora'ya dönüyor ve onun hastalarıyla olan ilişkilerine bağlanıyor. Gizleri açığa çıkaracak sorular, tahakküm altındaki insanların kendilerine neyin tahakküm ettiğini bulabilmeleri için sunulan bilişsel haritalar, bitmek bilmeyen bir analiz. "Sanki Nora'nın aynı anda elli roman okuması gerekiyormuş gibi. Nora olası bir analizin ipucunu hemen yakalayan mükemmel bir edebiyat eleştirmeni olurdu." (s. 24) Hayatın bir anlamı olduğunu kanıtlamak için yapıyor bunu, anlatıcıya göre hayat bir anlama sahip olmak zorunda değil ama Nora bu tartışmaya kapalı, böylece yaşamını yapılandırma sürecinde kendisini neyin motive ettiğini görmüş oluyoruz, başka türlü onca hikâyeyle başa çıkamazmış gibi gözüküyor. Anlatıcıysa başa çıkılacak bir şey olmadığını düşünüyor, yaşamdan yaşamayı ummaktan fazlasını beklememiz gerekiyor. Genazino söylüyor bunu ama anlatıcının ağzından çıkmış gibi duyuluyor metinde. Hemen ardından gelen sperm alışverişi de cuk oturuyor mevzuya, internetten satılan spermlerle doğan çocuklar ve spermleri satın alıp kullanan insanlar farklı bir sevgi tanımına ihtiyaç duyacak olabilirler ileride, ya da her şey şimdi olduğu gibi sürecektir, kim bilir. Aile kadar olmaması gereken bir kurum, bir bağ olamaz ve günümüzde olduğu gibi gelecekte de tehlike altında olacak bir iktidar uzantısı için şimdiden uğurlamaya girişilmez ama bir gün, mutlaka.
Müzik-rüya-matematik üçgenine dair muazzam bir bölüm var. Nora, Baudelaire'i seviyor, Freud'a ve Baudelaire'e uyarak pek çok maddeyi deneyip hastalarıyla yakınlık kurmayı amaçlamış. Sonucu bilmiyoruz ama adı geçen şahısların müzikle, esrar ve kokainle yapabildiklerini biliyoruz. "Freud müzik dinlemiyordu, ama rüyalarda çok seyahat etti, bu sayede rüyaların matematiksel olarak konuşturuması gerektiğini anladı. Hiyeroglifler aniden bir sese sahip oldu, arzunun çelişkilerini anlatıyorlar. Rüya gören erkek ve kadınlar Yunan trajedisinin tam ortasında yaşadıklarını biliyorlardı. Sophokles'in Viyana'ya girişiydi bu. Tüm dairelerde tiksindirici bir gösteri sahneleniyor." (s. 36) Nora dinliyor, analiz ediyor ve ustalarının yapmaya çalıştığını yaparak hastalarını rol aldıkları trajedilerden kurtarmak için didiniyor.
Freud-Lacan ilişkisinden Katolik ahlaka, Pascal'ın Çincede belirmesinden en zor hastaların entelektüellerden çıkmasına pek çok dünya hali. Sollers belli bir doğrultuda ilerlemiyor, belli bir olgu üzerinde öyle pek yoğunlaşmıyor, belki tek odağın psikanalizin ışığı altındaki dünya olduğu söylenebilir. En sonunda dünyaya dönüyor anlatıcı, küreyi terk edip merkeze doğru inmeye başlıyor ve dünyanın belirdiğini görüyor. Uzaktan bir bakışı okuyoruz kısaca, imgeler ve jestler uzakta kalıyor, ampirik bir zemine indiğimiz an metin sonlanıyor.
Sollers tanışılması gereken bir yazar. Ben bu metni sayesinde tanıştım, memnunum.
Mit, yaşamı anlamlandıran metaforik hikâye olarak ortaya çıkar, aslında bir şeyi başka bir şeye dönüştürüp ilk şeyi aydınlığa çıkarırken ikinci şeyi de ilkleştirir, dönüşüm karışımının içine boca eder, böylece meseleyi daha da karmaşık bir hale getirir ve yeni mitler bu karmaşayı açmaya çalışır. Döngü. "Geçmiş, yanlışlar batağıdır; bizler gerçeği bulmak üzere buradayız. Bizler doğrusunu biliriz." (s. 7) Hikâyelere şüpheyle yaklaşıp onları doğrulama ihtiyacından ötürü başka hikâyelere başvururuz, böylece gerçeği gördüğümüzü düşünürüz. Gerçek, hikâye tarafından sınanan başka bir hikâyedir. Anlatılanın niteliği zamanla değişir, benzetilenle benzeyenin ilişkisi değişir, gerçeklik bunalımı çağında her şey -anlatılan/yaşanan- birbirini güvenilmez, tekinsiz kılar. Pelevin Mythbusters örneğini verdikten sonra, epigrafta da yer verdiği Borges üzerinden devam ediyor. Anlatılan ve yeniden anlatılan yalnızca dört öykü var: kentlerin kuşatılması, eve dönüş, arayış ve Tanrı'nın (kendini) feda etmesi. Hepsini arayışa indirgeyebiliriz veya birini diğerinin içine yerleştirebiliriz, örneğin eve dönüş başlı başına arayışın bir parçasıdır ve döndüğümüz yerin evliği, dönen öznenin kendiliği falan, bir arayışın sonucunda biçimlendirilir. Belli bir kişiyi, zamanı veya yeri ararız, belki de aradığımız bir şey olmadan ararız. İlerlemek -her şekilde- bir ütopyaya varmaya çalışmak demek. Ne kadar ilerliyoruz, ne anlıyoruz? "Durmaksızın geçmişe savrulup savrulmadığımızı ya da acımasızca geleceğe sürüklenip sürüklenmediğimizi tartışabiliriz, ama aslında yerimizden hiç kıpırdamadık." (s. 9) Aynı şeyleri sorup duruyorsak ve her sabah aynı insana uyanıyorsak gerçekten de pek ilerlememişiz demektir, dolayısıyla chat odalarını Labirent'e dönüştürmek, Theseus'a dönüşmek çok kolay. Pelevin bunu yapıyor, bir miti modernleştiriyor veya moderni mitleştiriyor, artık nasıl okunursa. Minotaurus internette, başıboş dolanıyor ve birkaç insan neler döndüğünü anlamaya çalışıyor. Üç bin yıllık, hatta belki daha eski bir hikâye günümüzde canlanabilir mi, eğer olduğumuz yerde duruyorsak -ki bana kalsa da duruyoruz- neden olmasın.
Minos'u, Daidalos'u, Pasiphae'yi bilmeden labirentin önemi anlaşılamaz. Dil kendi metaforlarını üreterek anlamca genişlediği için isimlere de dikkat etmek gerekiyor. Labirent -Labyrinthos, iki ağızlı balta anlamına gelen "labrys"ten türediği düşünülüyor- inşa edilirken Borges'e, Eco'ya kadar, hatta ötesine uzanacak çağrışımsal bir yapı da inşa ediliyordu. Neyse, klasik hikâyeye göre Minos, tahta çıkışının alametini görmek ister, Poseidon kesilmek üzere kar beyazı bir boğayı Minos'a yollar, Minos boğaya kıyamayıp başka bir boğa keser, cesarete bak, Poseidon köfteyi tabii ki çakar ve Minos'un kraliçesi Pasiphae'yi boğaya aşık eder. Pasiphae, Daidalos'tan bir inek heykeli yapmasını ister, böylece heykelin içine girip boğayla çiftleşir. Gebe kalır, doğurur, Minotauros yarı insan yarı boğa olarak hikâyeye girer. Minos, Daidalos'a bir labirent yaptırır ve Minotauros'u labirente koyar. Bu sırada Aigeus savaş vergisi olarak yedi Atinalı delikanlıyı ve yedi kızı Girit'e gönderir, oğlu Theseus da Minotauros'la savaşmak için Girit'e gelir, Pasiphae'nin kızı Ariadne'nin kalbini çalar, labirente girerek Minotauros'u öldürür ve Ariadne'nin kendisine verdiği iplikleri kullanarak labirentten çıkış yolunu bulur. Kabaca böyle. Birkaç ilginç nokta var, Gospodinov Bomonti'deki konuşmasında Minotauros'un bir çocuk olduğundan bahsetmişti, küçük bir çocuk, öldürülmesi son derece zalimce. Hüznün Fiziği'nde labirenti ve boğa gibi çocuğu farklı biçimlerde görüyorduk, anlam Bulgaristan'ın kapalı toplumuna ve hüzünle büyüyen bir çocuğa doğru genişletiliyordu. Pelevin başka bir biçimde deniyor bunu, Dehşet Miğferi denen bir zamazingonun algılara dayalı bilgi felsefesinin somuttan soyuta geçip durması niteliğini ele alarak karmaşık ve sembolik bir labirent yaratıyor başta, sonrasında karakterlerin konuşmaları üzerinden bireysel labirentleri ortaya çıkarıyor, Theseus'u ve Minotauros'u karakterlerin arasına sokup tepkiler üzerinden mitin boyutlarını büyütüyor. Çevirmen Dilek Şendil'in yazdığı giriş metni mevzuya güzel bir başlangıç noktası sağlıyor, sonrasında bazı çeviri tercihlerine dair açıklamalar geliyor, sonra da kaosa bodoslamadan dalıyoruz.
Metinde yedi üye var, bir forumda hapsolmuş durumdalar ve birbirlerinden başka konuşacak kimseleri yok. Forumda hapsoldukları gibi gerçekliklerinde de hapsedilmiş durumdalar; her bir bir odada, iki kapılı küçücük alanlarda bulunuyorlar, bilgisayarlarından başka bir şeyleri yok ellerinde. Oraya nasıl geldiklerini bilmiyorlar, her biri benzer soruları soruyor ve tatmin edici bir cevap çıkmıyor ortaya. Organisma(-:, Romeo-y-Cohiba, Ariadne -forumu başlatan kişi-, Nutscracker, Monstradamus, IsoldA, UCUBI 666. Simgeledikleri şeyler çevirmen tarafından birazcık aktarılmış, her birinin bir işlevi olduğunu ve hep beraber labirentin bir parçası olduklarını düşünebiliriz. Tanışma evresinde neler döndüğünü bulmaya çalışıyorlar tabii, Ariadne içinde kaybolacağı ve onu bulmaya çalışanların da kaybolacağı bir labirent yapmaya dair sözü kimin söylediğini aramaya başlar başlamaz insanları belirsiz bir zamanda, belirsiz yerlerde bir araya getirmiş oluyor. İsimler, meslekler, cinsiyetler, kişisel her tür bilgi xxx'leniyor, kimlikler son derece gizli. Nerede olduklarını anlamaya çalışırlarken biri aynı otelde olabileceklerini söylüyor, duvarlara vurmalarını öneriyor. Birbirlerini duyamıyorlar, otel odası atmosferinde geçici bir misafirlikleri olabileceğini kimse düşünmüyor. O noktaya gelmeleriyle ilgili hikâyelerini, rüyalarını anlatmaya başlıyorlar ve her biri kendi sembolik çıkmazını ortaya koyuyor. Ariadne'nin cüceli ve Asterisk'li -tapınılması herkesin hayrına olacak bir tanrı- rüyasının her şeyi başlattığı anlaşılıyor falan, yaşananların tanrıyla ve yaşamlarıyla ilgisini çözmeye çalışıyorlar. Kapılardan biri odaya açılırken diğerinin özel bir anlam taşıyan bir mekana açıldığını görüyoruz; katedrale, sokağa, neresiyse oraya. Bu sırada mangalardan internete kadar pek çok konuda geyik çevriliyor, mesele iyice derinleşiyor. İnternetle ilişkilerinin Antik Yunan'la ilişkileri kadar uzak, mesafeli olduğunu düşünüyorlar, internet bir ağ olduğuna göre ağı ören bir örümceğin de olması gerektiğini düşünüyorlar, kendilerini gözleyeni merak ediyorlar, bu yüzden moderatöre sesleniyorlar sık sık. Miğfer metnin ortalarına doğru beliriyor; geçmişi ve geleceği taşıyan, kendi parçasının içinde bir bütün olarak bekleyen ve bütünlüğünü parçalarının birleşimiyle aşan bir nesne, umudun ve hüznün kaynağı, bütün zamanların ve insana dair soyut düşünceyle dünyaya dair somut düşüncenin birleştiği, birbirine dönüştüğü mekansal bir obje. İçerisini ve dışarısını bir arada tutuyor, her şey ondan doğuyor ve onda bitiyor. Tao benzeri bir nane. Hemholtz'un özgür irade ve kaderle ilgili fikirleri de yer buluyor bu mevzuyla birlikte, zorlayıcı yönlendirme ve özgürlük konusunda birtakım atıp tutmalarda bulunuluyor. Bu miğfer olayı metnin merkezini oluşturuyor, karakterler miğferi ve miğferin temsil ettikleri üzerinden fikir yürütüyor, kendilerine özgü mekanlara açılan kapıların ardında gördüklerinden, öğrendiklerinden şifreler çözüyorlar, beyin fırtınasıyla mekandan kurtulmaya çalışıyorlar. Mekanın, labirentin doğası üzerine düşündükleri zaman aslında yaşamın labirentten ibaret olduğunu anlıyorlar, bir dünya iş.
Theseus ve Minotauros çıkıyor ortaya, sonlara doğru. Baş aktörleri buluyorlar, Miğfer'in içinde olduklarını anlıyorlar. Aslında bütün zamanların içindeler, bir açıdan zamandan soyutlanmış durumdalar ve mekanın simgeler aracılığıyla yaratıldığı bir var oluş halindeler. Hepsi aynı cümleleri kuruyor bir süre sonra, kişilikleri de ayrılmaz bir bütün olmaya doğru ilerlerken sanki tekilliğin içinde sıkışmış bir hale geçiyorlar. Kurtuluyorlar nihayetinde ama neyden, var oluşlarının doğasını anladıkları için kurtulacak bir şey olmadığını düşünüyorlar bana göre, sonlarda.
Güzel, ALFA'nın mitoloji serisi çok iyi. Merkez Kitaplar ne bastıysa bassalar keşke, bu seride olduğu gibi.
Jodorowsky'nin otobiyografik filmlerinden annesiyle babasını biliyoruz, annesinin muazzam bir sesi var, biraz irice bir kadın ve babadan uzun. Babası otoriter, sonrasında yola gelmeye hafiften meyilli de olsa başlarda ıstırap olan bir adam. Gerçeküstü bir dünya, gündelik olaylar çocuğun sihirli dünyasında çeşit çeşit harikaya dönüşüyor, çok hoş. Acılar da aynı ölçüde sihirli, şiddeti artıyor böylece. Bu dünya olabildiğince fantastik olsaydı nasıl olurdu, bu filmlerdeki gibi. Güzellik burada sona ermiyor, Jodorowsky ailesinin hikâyesini de yazmış, en az filmleri kadar uçuk bir şekilde üstelik. Bir de şimdi gecenin köründeyiz, bu vakitler benim için kör vakitler. Yarın çalışmıyorum, dersim yok. Düzelti işlerini bitirdim, bisikletle Kartal'a gidip geldim, bitirmeye çalıştığım öyküyü bitiremedim, tam bu metin hakkında birtakım atıp tutmalarda bulunmalık zaman yani, çok keyifli. Metin de Latin Amerika'nın sürreal atmosferini hayli hayli içerdiğinden bence tam gecelik. Jodorowsky gece okunmalı, sessizliğin içinde. Kuşun ötüşünü duyunuz. Epigrafta Cocteau'dan bir söz, kuşun en iyi kendi soyağacında öttüğüne dair. Sonrasında Önsöz, Jodorowsky'den. "Bu kitap -eğer başarıyla yazılmışsa- bir roman olmanın yanında okurlarına kendi aile anılarını bir kahraman destanına dönüştürmek için örnek olmayı da amaçlar." (s. 9) Yola aileden çıkmak isteyenler için güzel bir rehber, bunun dışında metindeki tüm karakterlerin, yerlerin ve olayların gerçek olduğunu söylüyor yazar, dönüştürülmüş ve destansılaştırılmış bir şekilde. Soyağacımızın varlığımızı sınırlandıran ve zenginleştiren yanları olduğunu da söylüyor, çatışmalar genellikle ailenin uyumsuz üyelerinin birbiriyle çekişmelerinden doğuyor ama acıların asıl kaynağı dünya. Yurtlarından edilen Yahudiler, zorunlu göç, yeni dünyada karşılaşılan yeni güçlükler, sanki her şey aileleri parçalamak için düzenlenmiş bir tuzak. Ayrılma ve kavuşma noktaları her şeyin olurluğunun basit yapısına sahip, her şey sadece oluyor ve geçiyor, yas tutuluyor ve geçiyor, mutluluklar geçiyor, kendi doğumuna kadar hemen her şeyi, bütün fantastik olayları son derece doğal bir şekilde anlatıyor Jodorowsky, kendi dünya görüşünün temelini kullanıyor. Yaşam başlı başına büyülü bir şey, tarot ve fal bu büyüyü açımlamaktan başka bir şey yapmıyor. Psikobüyüye bu metinde de rastlamak mümkün, karakterlerin destansı anlatıları bu performans ve sağaltım edimiyle biçimleniyor biraz, kartlara ve diğer "zaman okuma" biçimlerine de yer yer rastlıyoruz. Aralarda verilmiş, "şimdi"nin sonsuzluğundan bir parçayla karşılaşıyoruz ve anlatıya kapılır kapılmaz her şeyi -okur olarak- normalleştiriyoruz.
Toplamda beş bölüm, ikincisi Babamın Kökleri. Aile ağacı verilmiş, üç kuşağın üçüncüsünde anlatıcının babası olan Jaime'yi görüyoruz. Babaanne Teresa Groismann, dede Alejandro Jodorowsky. Ukrayna'dalar, Dniepér Nehri taşınca evlatlarından José'yi kaybediyor, Tanrı'ya demediğini bırakmıyor, inanan Yahudilere de kallavi küfürler savuruyor. Dinle bağlantısı kopuyor böylece, eşi Alejandro'nun dinden başka bir şeyi olmadığı için aralarındaki ilişkinin gerilmesi bu döneme denk geliyor. Sonradan öğreniyoruz ki görev icabı evlenmişler, birbirlerini sevmeden. Beş çocuk yapmışlar, biri daha en başta sele kapılıyor. Alejandro Aradünya denen bir yerde dini vecibelerini yerine getirirken Rene'yle tanışıyor, ilahi bir ruh Rene ve Alejandro'nun ruhunun bir parçası haline geliyor, Tevrat'ı ve Talmud'u ezbere bildiği için adamın beyninde Tanrı'nın sözleri dönüp duruyor. Rene kriz anlarında çıkış yolunu gösteren bir role de bürünüyor ama her zaman en doğru yolu gösterdiğini söyleyemeyiz, yine de elinden geleni yapıyor. Nesiller boyunca varlığını sürdürüyor sonrasında, önce oğlan Jaime'ye geçiyor, oradan da bizim Alejandro'ya. Neyse, bir süre sonra Odesa'ya taşınıyorlar ve baba tarafının ailesini tanıyoruz, akrabalar orada. Saymıyorum, çok insan var. İnsanların yanında yerel inanışlar ve birtakım mucizeler de var, soğuk toprakların adetleri oldukça ilgi çekici. Doğum yapan bir kadından ölümün haberi olmasın diye kat kat çarşaflara sarınma işi mesela. Teresa'nın ablasıyla babası arasındaki ilişki buna dahil değil, ensestin o topraklarda -çoğu yerde olduğu gibi- kabul görmediğini bir mektuptan öğreniyoruz. Teresa, Alejandro ve dört çocuk birlikte hayatta kalmaya çalışıyorlar, sonra Teresa pirelerle birtakım cambazlıklar yapabileceğini düşünüyor, sirk numaraları hazırlıyor, bu şekilde para kazanıyor. Bu sırada Alejandro orduya katılıyor, çizmeciliği öğreniyor. Babasından kalan parayı da alıp doğruca Polonya'ya gidiyorlar, zira 19. yüzyılın sonlarında başlayan Yahudi soykırımı Odesa'yı yaşanmaz bir yer haline getiriyor. Babamın Özyaşamöyküsü'nde o dönemlere ait dehşet dolu anılar okunabilir. Neyse, dünyanın öbür ucuna gitmeye niyetleniyorlar, yeni dünyalara. Dolandırılıyorlar falan, bir sürü iş geliyor başlarına. Yahudi diasporası etkin bir şekilde çalışıyor ama göç dalgasına hazırlıklı olduklarını söylemek mümkün değil. Şili'ye gidiyorlar.
Annemin Kökleri bölümü. Anneanne Jashe Litvanya'da yaşıyor ve Teresa'nın olayının tersi gerçekleşmiş; Tanrı ve cemaat kendisine kızgın. Aşık olduğu goyla evleniyor, kendini bitirmiş oluyor böylece. Eşinin adı da Alejandro, iki dedesinin adını almış anlatıcı Alejandro. İspanya'dan gelen atalardan miras. 1492'de Katolik İsabel Cadısı'ndan kaçıyorlar ve Avrupa'nın içlerine yayılıyorlar, sıcak topraklardan geriye kalan tek bir isim oluyor. Dede aslan terbiyecisi, hayvanlarla arası çok iyi. İspanya'ya yolculuk ediyorlar, gezici bir ekipteler. Tarottur, karttır, anne tarafından geldiğini öğreniyoruz Alejandro'ya. Bu kartlar kaderlerinin okunmasında anlatı boyunca yardımcı olacak, o yüzden çekilen kartlara dikkat ediyoruz, tek bir ayrıntıyı bile kaçırmıyoruz. Neyse, bir gemiye yerleşip yeni dünyalara doğru yola çıkıyor onlar da, yanlarında aslanlar. Geminin sahiplerinin köle tacirleri oldukları anlaşılıyor bir süre sonra, bütün yolcular kendilerini zincirlenmiş bir halde buluyorlar. Kadınlara tecavüz ediliyor, erkeklerin kelleleri uçuruluyor, bir dünya şey. Jodorowsky'nin son derece sansürsüz bir anlatıcı olduğunu söylemeliyim; cinayetler fışkıran kanlarla, kopan damarlarla ve kırılan kemiklerle süsleniyor, tecavüz anları en ince detaylarına kadar anlatılıyor, aynı şekilde cinsel ilişkiler de mecazi anlatımlar da dahil olmak üzere bütün coşkusuyla birlikte, adım adım betimleniyor. Neyse, ailenin üyeleri transa girip pek çok hastayı tedavi ediyor, büyülü işler yapıyor ve sonuçta kurtuluyorlar. Atalarının Moskova'da ve civar bölgelerde yaptıkları işler de anlatılıyor, Napolyon'un Rusya'yı basması sırasında canlarını kurtarmak için çevirdikleri alengirli işler, Kabala'nın gücünü kullanış biçimleri, şehrin cayır cayır yanması gibi pek çok detay var, bir nevi romanlaşmış bir tarih de anlatılıyor.
En Uzak Ülke. Kıta yeni ama eskisindeki bütün baskılar, yoksulluk olduğu gibi devam ediyor, yeni dünyanın sunduğu az şey de önceden gelenler tarafından kapılmış. İki aileden biri Şili'ye, diğeri Arjantin'e yerleşiyor ve önceki hayatlarını hatırlayıp artık yenisini başlatmak isteyen anlatıcının dediği üzere bir araya getirilmeleri için çokça çalışmak gerekiyor, neyse ki en sonunda anneyle babanın bir araya gelebileceği şartlar sağlanmış oluyor ama yaşamları kaç kez tehlikeye giriyor, saymak mümkün değil. Askeri darbeler, diktatörlerin saçtıkları dehşet, patlayan bombalar, taranan işçiler, Lenin'in dünyasını görüp hiçbir şeyin düzelmeyeceğini anlayan komünist liderlerin umutsuzluğu, ölümcül olan ne varsa bir bir yaşanıyor ve karakterler başlarına gelenleri soğukkanlılıkla karşılayıp ölüyorlar ya da budanmış olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. En sonda geriye birkaç kişi kalıyor ki içlerinden ikisini söyledim. Jodorowsky doğuyor, yaşamın sihrini son bir kez hatırlatarak. Metnin sona erdiği nokta.
Márquez'in metinlerini sevenler Jodorowsky'yi de severler, nesiller boyunca süren destansı olaylar, yaşam mücadeleleri, otuz iki kısım tekmili birden. Bu adamı hayal gücünün zirvelerinden birine koyuyorum ben, çok yaşasın. Bir de yine Elliott Smith'e sardım ben, uyumadan iki doz aldım.
Bundan on beş, on altı yıl önce arkadaşlarla odaya kapanıp Dream Theater konserlerini deli gibi izlerken -Kazaa'dan indirirdim o zamanlar, tedarikçi bendim- lüle saçlı bir adamla karşılaştık. Derek'in gruptan ayrıldığını biliyorduk, yerine Jordan Rudess'ın geldiğini de biliyorduk ama herifi ilk kez görüyorduk işte, saçlarına kıl olduk ve adamı hiç sevmedik. Sonra ben Disappear'ı dinledim ve adamın hayranı oldum. Hatta -müzik tanrıları beni çarparsa çarpsın- bana göre Space-Dye Vest ayarında bir şarkı. Neyse, bizim tayfa adamı sevmemeye devam etti ama ben adamın yaptığı işleri takip etmeye başladım. O sıralar tabii, şimdilerde geçen yılki Türkiye konseri haricinde kendileriyle hemen hiç işim olmuyor. En son Octavarium'u dinledim ve sevmedim, 2005'ti, biz tayfayla sık sık görüşmeye devam ediyoruz, onlar dinlemeye devam ediyorlar ama ben başka dünyalara zıpladım. Neyse, Kurzweil'ı Jordan'ın klavyesinin markası olarak bildim ilk. Ray Kurzweil ses teknolojisi üzerinde de çalışmış ve çok acayip bir alet icat etmiş. Klavyelerin şahı olarak görülüyor Kurzweil, gerçekten çok değişik bir alet. Neyse, yıllar içinde adamın aslında kafayı hafiften kırmış bir deha olduğunu gördüm ve yazdığı metni de okuyunca kanaat getirdim; bu adam geleceğin elçisi olarak aramızda bulunuyor. Fikirleri çokça eleştiri alıyor, insanın form değiştirirken geçireceği evreleri irdeleyiş biçimini insanlık dışı bulanlar var ama adamın yaptığı şey teknolojinin bizi getireceği konum, ötesine pek bulaşmıyor, bazı denetim mekanizmalarının gerekli düzenlemeleri yaparak bilimin yıkıcı etkilerinden yırtacağımızı düşünüyor. Metnin son bölümlerinden birini kendisine ve fikirlerine yöneltilmiş olumsuz eleştirileri bertaraf etmek için ayırmış, cevapları hazır. Teknolojinin o kadar da ilerlememesi gerektiğini düşünenlere eldeki potansiyellerin yer altına inebileceğini, kontrollü bir ilerleme yerine kontrolsüzlüğün ortaya çıkacağını ve gücü elinde tutan örgütlerin/devletlerin dünyayı cehenneme çevirebileceğini söylüyor. Makul. Buluşların önünde duramayacağız, dalga sürekli büyüyor ve geriye dönmek için artık çok geç. Geri dönülemezlik tarım devrimiyle birlikte ortaya çıktı, yerleşik yaşam ve elde edilen ürün bizi daha çok üretime götürdü, buna uygun olarak sayımız çoğaldı, tabii üzerinden çağlar geçen bir olaydan bahsediyoruz ve biçimlenenden farklı bir yaşamı, eh, hayal edip yaşayabiliriz, bedel olarak kendimizi yalıtmamız gerekir. Her açıdan. Kısacası, dünyamızı çok büyük bir ölçüde bilim şekillendiriyor ve Kurzweil bilimin atlılarından biri. Yazdıklarını dikkatli bir şekilde okuyup gelecekten haber almalıyız. Nostaljiden, geçmişin yararsız özleminden kurtulursak gelecek süper gözüküyor. Tabii ikinci bir Whitey On The Moonortaya çıkmasın diyeceğim de on yıllar geçti, çıka çıka bir hal oldu zaten.
Önsöz bölümünde bilime duyduğu tutkunun doğuşunu anlatıyor Kurzweil, on iki yaşındayken, 1960'ta bilgisayarla tanışıyor ama öncesinde çocukken okuduğu bilim serileri var, çocuklar için bilim setleri olur ya, onlar. Kaku Jules Verne okuduğunu söylüyordu, eminim ki Batı'daki çoğu bilim insanı bilimin hikâyeleşmesini sağlayan insanlardan veya doğrudan edebi eserlerden etkilenmişlerdir, ne güzel. Neil deGrasse Tyson da Carl Sagan'la bilim müzesi gezdiğine dair bir şeyler anlatmıştı, önemli şeyler bunlar. Onlu yaşlarımın başında uzaya dair azıcık bilimsel bir şeyler okuduğumda aklım gitmişti, ben de oradan tutuldum. Gerçi edebiyat okudum sonradan ama bu tutkum kaldı, iyi ki kalmış. Neyse, 1990'larda teknolojilerin bilinen ivmeleri hakkında deneysel veriler toplayıp bu verilerle matematik modelleri geliştirmeye çalıştığını söylüyor Kurzweil, zaten bütün paradigma değişimlerini, üstel artan bilimsel hızı bu modellemelere dayandırıyor ve elde ettiği verileri dipnotlarla paylaşıyor. Kendi kaynak kodumuza ulaşıp biyolojik temellerimizi salt bilgiye çevirerek evrenden çıkardığımız bilgiyle birleştireceğiz ve tekilliğe doğru adım adım ilerleyeceğiz, anlattığı şey çok çok özet geçilirse budur. Sonrasında birinci bölüm, Altı Evre. Yapay zekanın satranç ustalarını yenmesi bahsinden giriyoruz ve makinelerin insanın sahip olduğu biyolojik niteliklerin temel inceliklerinden yoksun olduğu fikriyle devam ediyoruz. Tam bu noktada bilimin üstel ilerlemesiyle alakalı uzunca kısım başlıyor. Grafiklerle anlatıyor Kurzweil, doğrusal eğilim ve üstel eğilim hakkında çokça bilgi veriyor. Belirli zaman aralıklarıyla hızlanan bilimsel gelişmeleri doğrusal eğilimle değerlendirmeye meyilliyiz, hep aynı hızla ilerlediğimizi düşünüyoruz ama hayır, her bir buluş hızı katlayarak artırıyor, ta ki doğal sınırlara kadar. Moore Kanunu örneğin, belli bir alana belli sayıda transistör yerleştirme mevzusu ilerleyen teknolojiyle birlikte giderek daha ucuz ve kullanışlı hale getirildi ama işlemcilerin hızlandırılması konusunda fiziksel sınırlara çok yaklaştık, farklı çözümler bulunması gerekiyor, yoksa Kurzweil'ın bahsettiği duvara toslayacağız. Tam bu noktada paradigma değişimleri ortaya çıkıyor, farklı bir çözüm yolu bulunuyor ve ilerleme sürüyor, tekrar üstel olarak. Moore Kanunu konusunda Kaku'nun önerdiği çözümler vardı, süperiletkenlerin kullanımı, kuantuma dair zamazingolarla farklı bir teknolojinin üretilmesi, böyle şeyler. Sonuçta evrimin altı evresinden bahsediliyor, biz dördüncü evredeyiz. Beşinci evrede teknoloji ile insan zekasının birleşimi var, altıncı evredeyse evrendeki madde ve enerji örüntülerinin zeki işlemlere ve bilgiye doyma noktasına erişmesi yer alıyor. Biz bu noktadan çok uzaktayız, Kurzweil her bir aşamayı detaylarıyla anlatıyor ve tekilliğin beşinci evrede ortaya çıkacağını söylüyor.
Tekillik. Lucy'nin, "I am everywhere," dediği sahneyi hatırlıyorum da, her şeyin bilgisine erişildiği için her yerde olma durumu diye düşünebiliriz bunu. Aşırı bir fikir, zaten Kurzweil'ın anlattığı tam olarak böyle bir şey değil. Bilgiye dönüşeceğiz ve bunun için biyolojik yapımızın ötesine uzanacağız. Güzel. Beynin işlerliğinin tam olarak çözülmesi gerekmiyor, örüntülerin anlaşılması konusunda tersine mühendislik uygulamaları devam ettiği müddetçe tekilliğe bir adım daha yaklaşıyoruz demek. İşin bilimkurguya kaçan kısmı da devreye giriyor burada, yazar birçok maddeyle tekilliğin neye benzeyeceğini anlatıyor. Sanal gerçeklikte farklı bedenler seçebileceğiz -ki Ready Player One bu meseleyi şahane işliyordu, gerçi tek bir gözlükle dünya değiştirmekten çok daha muazzam bir şey var burada- ve istediğimiz kişiliğe bürünebileceğiz, olasılıkların ucu bucağı yok. "Uygarlığımızın zekası sonuçta büyük ölçüde biyolojik olmayan zekadan oluşacaktır." (s. 54) Nanobotlar girecek işin içine, biyolojik evrimimizle birleşen yapay zekaları onları "her şeye" evirebilecek. "Gri çamur" mu ne diyor Kurzweil, sisçikler halinde dolanacaklar ve moleküler değişimlerle her türlü nesneye dönüşebilecekler, kendilerini sentezleyip baklava veya araba olacaklar. Tabii kötü amaçlar için de kullanılabilirler, bir tanesi bedenimizle temas ettiği anda bizi çözebilir ve Thanos'un toz ettiği kahramanlara dönüşebiliriz. PKD'nin öykülerinden birinde vardı bunlar, kelebeğe benzer varlıklar bütün gezegeni toza çevirmişti bir güzel. Bu nanobotlar kafalarına göre herhangi bir şekil alıp takılabilirler, balçık halinde dolanabilirler ya da, bilemiyorum artık.
İkinci bölüm, İvmelenen Getiriler Yasası. Algoritmik bilgi içeriklerinden DNA'nın yapısına uzanıyoruz. Bu yapının verdikleriyle karmaşık bilgi kümelerinin sıkıştırılmış bir halde var olabileceklerini, evrimsel bir ilerlemenin mümkün olabileceğini görüyoruz, aslında DNA'yı yapay zekanın yaratımında bir metafor olarak görüyoruz desek pek yanlış olmaz. Bu noktada düzen ve karmaşa da giriyor işin içine, fraktal yapılardan bilginin kümeleniş biçimlerine çok kapsamlı mevzulara giriyor Kurzweil, bunu da canlıların evrimiyle örneklendiriyor. Evrim düzeni artırıyor, düzen karmaşıklığı artırıyor ve bilgi birikiyor, düzenle karmaşa sürekli bir döngü halinde birbirini iteliyor. Evrimin dolaylama yoluyla hareket ettiği düşüncesinden her şeyin daha düzenli, öngörülebilir bir şekilde ilerleyebileceğini çıkarsıyor yazar, evrim yönetilebilir ve istenen biçime sokulabilir, böylece tekilliğe doğru giden yolda koca bir adım atmış oluruz. Teknolojinin yaşam döngülerinden bir parça, cep telefonu teknolojisini örneklem noktası alarak meseleyi açıyor Kurzweil, zaman içinde cep telefonlarının ve bilgisayarların geliştirilmesi süreçlerinin hızlanmasını, adeta uçmasını anlatıyor bir güzel.
Sonraki bölümlerde beynin tersine mühendislikle bileşenlerine ayrılabileceği meselesi nöroloji ve sibernetik temel alınarak irdeleniyor, beynin yapısına dair şahane detaylar var burada ama asıl olay Kurzweil'ın GNR olarak adlandırdığı üçlemede. Genetik, nano teknoloji ve robotbilim. Geleceğimiz bu üçündeki gelişmelerle inşa edilecek, ediliyor. Kafada havai fişekler patlatacak kadar heyecan verici bir biçimde ele alınıyor bu bölümler, geleceğin çoktan geldiği müjdeleniyor aslında.
Kurzweil'ın ölümsüzlüğü "yakalamak" için her gün 300 civarında hap içtiğini, son derece organik beslendiğini ve spor yaptığını söyleyerek bitireyim. Adam 1940'larda doğduğu için pek zamanı kalmadı aslında ama ölümü hastalık olarak gördüğü için elinden gelen her şeyi yapıyor. Aldığı onca vitamine rağmen ölmesine ramak kalırsa bedeninin dondurulmasını garantiye almıştır diye düşünüyorum. İşin hukuki, etik yanını falan hiç bilmiyorum ama öyle bir tutkusu var ki illegal işlere girmiştir, girmemişse girecektir gibi geliyor bana. Bilemiyorum, sonunda öleceğimi bilerek ömrümü uzatmak isteyebilirdim sanırım. Otuz yaşımın bedenini tekrar tekrar kullanmak, yüz yılları böylece aşmak, bunun gibi şeyler. Tabii onca insanı bu dünya kaldırmaz, başka gezegenlere açılmak lazım. Teknoloji biraz daha ilerlemeli. Hızla.
700 sayfalık bir metin bu, çok leş özetledim. Çok daha fazlası var içinde, meraklılar için temel bir metin. Kaçırılmamalı.