Ada Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ada Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2017 Cumartesi

Orhan Duru - Yoksullar Geliyor

Duru'nun denemelerini seviyorum, yazarın kendine has mizahı ve nostaljisi her deneyişinde görülebilir. Öyküleri de iyi ama üç beş hususta sıkıntı var, anlatacağım. Şurada gördüm de hatırladım, yeni eve gelirken kitabı yanımda getirmiştim. Okuma sırasının en önüne alıverdim. İyi oldu, iki vapur yolculuğunda bitiverdi.

İlk mesele öykülerin bilimkurgu olup olmadığı. Eh, bilimkurgusal öğeler olsa da tam olarak bilimkurgu değil, bence. Şimdi adını hatırlamadığım -evet, bilinçli bir tercih- ululardan bir ulu -Clarke olabilir, Heinlein olabilir, Le Guin olabilir- bilimkurguda bilimin insanoğlunu olduğundan başka bir şeye dönüştürmesi, aynı şekilde insanoğlunun bilimi kullanışında cüretkarlığının sınırlarını zorlaması gibi birçok öğenin yer alması gerektiğini, türün bu temeller üzerinde yükseldiğini söylüyordu. Henüz ortaya çıkmamış ahlaki, sosyal vs. problemler için henüz bilinmeyen çözümler üretmek veya üretememek... Bu açıdan bakınca Marslı'yı bilimkurgu olarak göremiyorum, bir survivor hikâyesi olmaktan öteye gidemiyor hatta artırıyorum; bir Cuma eksik teknolojik Robinson Crusoe olmak için. Fantazya diyebilirim sanırım, Duru'nun öyküleri fantazyaya daha yakın.

İki, yeterince yabancılaşamamanın getirdiği özdeşim yoksunluğu. Duru'nun öyküleri yazıldıkları döneme göre iyi, evet ama günümüzden bakınca, bilemiyorum, katharsis için gerekli olan mesafeyi yıkan bir şeyler var. Öykünün içinde versem daha iyi olacaktı ama dayanamadım, şu: "En sonunda bir çıkmaza erişti Öğrenci K. Karşısındaki kapının üzerinde 'ÖĞRETMEN A. yazılıydı. Derin bir nefes aldı. Önünü ilikledi, kapıya vurdu ve içeri girdi." (s. 81) Parodik bir hadise desem değil, Duru'nun mizahından bir tutam desem, anlatım buna müsaade etmiyor bu sefer. Dışarıda kıyamet kopuyor, öğrenciler katlediliyor, tanklarla savaşılıyor falan, bizim eleman bir çözüm bulabilmek için öğretmen adlı yetkili abinin odasının önüne geliyor ve içeri girmeden önce önünü mü ilikliyor? Kapıya da vuruyor, herhalde izin kağıdı falan alacak. Yani iliklerimize kadar işlenmiş bir koşullanma bu, evet ama bunu görmek böyle bir kurguda komik oluyor, ne bileyim. Bundan başka bir de öldürülen adama yapılan açıklama var, aslında okura yapılmış ama Duru bunu iyi yedirememiş açıkçası. Bir parola söyleniyor, karşıdaki parolayı kabul ediyor ve iki dakika sonra öldürülüyor. Kahramanımız adamın kafasını kırdıktan sonra "Parola kuş değildi, mandaydı!" gibi bir açıklama yapıp yoluna devam ediyor. Ölünün, "Eyvallah abi, pardon ya karıştırdım!" deyip tekrar ölmesini beklemiyorsak bu mevzu bizi yanılsamadan çıkartıyor, seyirci konumuna sokuyor. Kurgusal bir zayıflık. Epik tiyatro değil bu sonuçta.

Sürekli, sürekli yinelenen makineli tüfeklerin çatırtısı da bir diğer rahatsız edici etken. Son olarak da dünyamıza gelmeyi başarabilmiş, canavar gibi teknolojisi olan uzaylıların mesajlaşmaları sırasında cümleleri "stop" ile ayırmalarını yazayım. Telgrafla haberleşir uzaylılar, bilirsiniz, en büyük zevkleridir bu. Sarkazm etmeyeyim, eylemeyeyim diyorum ama kendimi kontrol edemiyorum, bütün cinler tepemde, şaka yapmayın dostlarım, bugün biraz var bende.

Linkteki yazıyı yazan arkadaş da değinmiş, devrik cümleler... Ölümlerden ölüm beğendim. Bu sefer gerçekten sonuncuydu bu.

Dört öykümüz var.

Yoksullar Geliyor: Anlatıcının açıklamaları hakkında bir iki malumatım oldu, aktardım. Araya girip açıklama yapılması hoş değil.

Dünya ayvayı yemiş, şirketler birleşmiş, Şirket adı altında tek bir yönetim ortaya çıkmış. Tolon ve Almo nam iki elemanımız paralı asker gibi dolanıyorlar, İskender Herkül nam bir tiranı alaşağı edecekler. Güç dengeleri, entrikalar, kafa kırmalar, baş kesmeler gırla. Post apokaliptik bir ortamda Conan'ın silahlısı geziyor, seçilmiş kişi oluyor, işin dini yönü de kuvvetli. Eh, orta karar bir kahramanın yolculuğu. Sonuçta yoksullar isyan ediyor, hadi bakalım.

Kamuoyu Oluşturma: Dünyayı işgal edecek olan bazı uzaylılar önden bir hazırlayıcı yolluyorlar. Bu hazırlayıcı, uzaylılar ve dünyalılar hakkında akıl alıcı bir kitap yazıyor ve dünyalıları işgal edilmeye hazır hale getiriyor. Tanrıların Arabaları yazılıyor, milyonlarca kişi okuyor, iş tamam. Hoş bir öykü ama üç bin ışık yılı uzaktan gelmişsin, "stop" nedir ya.

Harita: İki haritacı. Biri uzaylı, evrenin haritasını çiziyor. Diğeri kaptan, Dünya'nın haritasını çıkarmaya çalışıyor. İlginç bir hikâye.

Osmanlı zamanında Reis bir gavur gemisini ele geçirir ve kürek mahkumu bir ecnebiyi kurtarır. Bu adama veremli muamelesi yapılır, çok garip bir görünüşü vardır. Haritacı olduğunu, tepedeki sabit bir yıldızın aslında yıldız olmadığını, gemi olduğunu ve o gemiye dönmesi gerektiğini söyler. İkisi bir anlaşma yapar; uzaylı Reis'e Dünya'nın haritasını gösterir, Reis de elemanı serbest bırakır. Söylememe gerek yok sanırım, Pirî Reis meşhur haritasını böyle çizer. Günümüzde bile konuşuluyor, Kolombo denen gavurun Amerika'yı henüz keşfettiği zamanlarda tam bir dünya haritasının nasıl çizildiği muamma. Belki çözülmüştür, araştırmak lazım. Öykü iyi yani.

Öğrenciler: Duru, öyküyü eşi Sezer Duru'ya ithaf etmiş. Çalkantılı zamanlarda birlikte barikat kurmuş olabilirler, polisle münakaşaya girmiş olabilirler, bilemiyorum.

Darbe zamanlarının alegorisidir aslında. Öğrenci olaylarının dünyayı kasıp kavurduğu zamanlardan bir mevzu. Düşmanına dönüşmek, kontrol altındayken bile kurtulmaya çabalamak gibi pek çok hadise hakkındadır.

Güzel, okunsun tabii.

17 Mart 2014 Pazartesi

Nazlı Eray - Geceyi Tanıdım

Ya tam hatırlamıyorum da Öykücünün Kitabı'nda Eray şöyle bir şey diyordu: "Yazdım, işim gücüm bu oldu ama yazdığım şeyler bir türe oturmuyordu. Marquez Nobel aldı, türe bir isim kondu da yazdıklarımın ne olduğu ortaya çıktı." Büyülü gerçekçilik, evet ama Eray'ın gerçekliği ve bu gerçekliğe dayalı büyüleri -tersi de mümkündür, büyüye dayalı gerçekler ama Eray'ın yaşamından ortaya çıkan öyküler çoğunlukta, ilkidir diye düşünüyorum- benzersiz açıkçası. Türden kaynaklanıyordur belki; büyülü gerçekçi romanlarda gerçeklikle hayal adım adım örülür, ani geçişler ve değişimler kurgusal bütünlüğü zorlayabilir. Eray'ın hikâyeleriyse bir çerçeve içindeki panayır gibi. Sadece bu da yok, derinden derine bir arayış, bilincin sınırlarında gezintiler de mevcut. Kafesinden kurtulmak isteyen bir aslana benzetiyorum. Bu arayış sayesinde diş kovuğundan insanlar fırlıyor, gece her anlamda tanınmaya çalışılıyor veya bazen ikisi birden. Sınır çizilmiş değil, Eray'ın metinleri sonsuza kadar çeşitlenebilir. On küsur kitabını topladım, bunları okumaya daha yeni başladım ve bir kitap üzerinden yola çıkarak bunca şey söylemek belki yanlış, yine de kitaplardan anlamadığım için oluyor böyle şeyler.

Geceyi Tanıdım: Gece tamamlaması bu. Gecenin bütün parçalarını bir araya getirme uğraşı. Ay, cüceler, körfezler, kabzımallar, O'Hara ve Fausta, geceyi ilk yakalayanlar olmak için yürüyorlar. O'Hara bir denizkızı istiyor, yolda Fausta'ya raslıyorlar. Fausta gündüzleri erkek, geceleri kadın. Fark etmiyor, tam tersi de olabilir. Kimlikler olduğu gibi kabul ediliyor ve gece tutuluyor bir ucundan.

Yılanlı İzzet Efendi: 1900'lü yılların başında İzzet Efendi içindeki yılanla yaşıyor. Süt içmediği zamanlarda yılanın bedeninde dolaştığını hissediyor. Marusya, İzzet Efendi'nin sevdiği kadın, "ya yılan ya ben" diyor ve büyük azaplardan sonra yılanı atıyor İzzet Efendi. Eh, o kadar kolay olsa keşke yılanı atıvermek. Alışkanlıkları yıkmak, kişiliği derleyip toparlamak ne zor.

Mogadon Palas: Eray'ın hikâyeciliğine giriş yapılacaksa bu güzel bir örnek olurdu. Mogadon Palas adlı bir otel var, bir de eczane. Bu ikisinde gerçekleşen olaylar birbiriyle paralel, kişiler de öyle. Büyülü iki mekan ve olanlara şaşan anlatıcı.

Ali Bey Kim?: Sonunu arayan metin olarak düşünmek hoşuma gidiyor bunu. Eray'da Ferit Edgü'nün arayışları var zaman zaman; metni yazana dışarıdan bakmak, bir monologda konuşanı -sanki başkasıymış gibi- ve dışarıyı tekrar yaratmak, tek bir sesle. Kimse'nin tek sesli orkestrası, Ali Bey'in peşinde. Kim ki bu Ali Bey?

Beni Sever Misiniz: Pezevenk İrfan uyanmak bilmeyince yaşanmıyor, uyanmak zorunda. Zor ama mümkün. Bir keresinde Leyla'yı satmış İrfan, Abdullah'a anlatıyor. Giderken şöyle bir dönüp bakmış Leyla ama iş her şeyden önce geliyormuş. Abdullah için de öyle, aksatmadan uyandırıyor adamı her sabah. Onu sever miymişiz, böyle bitiyor.

Neredeyim Ben, Neredeyim?: Eray uzunca bir süre hastanede yatmış, iki veya üç yıl. O dönemde birçok hikâye yazmış, bu da onlardan biridir sanıyorum. Eray nerede? Eray çocukluğunda, ninesinin yanında, ahşap bir köşkte, muhtemelen Kızıltoprak civarı, unuttum. Eray okulda, Eray başka bir ülkede, hastanedeyken nerede olabilirse orada; hayatının birçok yerinde. Hatırlamak güzel bir şey, iyiyi veya kötüyü.

Dişten fırlayan adamlar, yürünen yollar, geniş bir dünya bu. Hikâye hikâye örülmüş. Daha neler var acaba, zevkle okuyacağım gerisini.

Bet sesime katlanmak ister misiniz? Bunu koyalı bayağı oldu, güzel gibi.

Sakin