Alakarga Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alakarga Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2018 Pazartesi

Krisztián Grecsó - Peşinden Gidiyorum

Macarlara özgü bir duygu olmalı, sadece Macar diyarında yaşayanların anlayabileceği türden. Bomboş, bitimsiz bir ovanın yaşamla doldurulması duygusu. İnsan bunu kendi ruhu için de hisseder, okuduğum kadarıyla çoğu Macar yazarda bunun izi var. Çorak geçebilecek bir yaşamı uçlarla doldurma güdüsü. İfade edemiyorum tam, okudukça sezilen bir şey. Macaristan'ı enine boyuna gezmiş bir arkadaşım, Macarların doğayla garip bir ilişkileri olduğunu söylemişti. Doğanın parçası olmaktan öte, kendi yaşamlarını sonsuz döngünün dengiymişçesine üretme yeteneklerinin olması, coğrafyaya özgü bir durum. Metinlere baktığımızda gördüğümüz kontrol edilemez akışın kaynağını da burada aramak lazım. Grecsó'nun Daru'sunda bir dönemin toplumsal ve siyasal olaylarını izleyebiliriz ama asıl olay, dönüşmek istemediğim(iz) birinden ne kadar uzaklaşabileceğimize dair bir kıyasın ortaya çıkmasıdır. Anlatıcı olarak Daru'yu bulur bulmaz ikinci, üçüncü, sayısız Daru'nun hikâyesi başlar. Anlatıcı-Daru, kendisinin anlattığı kişi olmadığını söyler, başka zamanların başka kendiliğidir o. Geride kalmış ama unutulması güç benliklerin geçidini takip ederiz, hepsi bir araya gelerek anlatıcı-Daru'nun sözcüklerini, duygularını biçimler. Serbest dolaylı anlatımın değişik bir biçime bürünmesine yol açar bu; çoğu kez karakterin veya anlatıcının seslerinin birbirine karışma tehlikesi baş gösterince afallatıcı, kötü bir etki oluşur, okur metinle olan mesafesini yitirir. Daru ve anlatıcı-Daru arasında böyle bir problemin doğmaması, anlatılan zamanların onlarca yıla yayılmasına rağmen, hatta Daru'nun kendini bölmesine rağmen, kısacası onca parçalanmaya rağmen hâlâ kaynaktan, özden bir parçanın aynı kalması sayesinde. Klişe bir tanıma ulaşıyorum; ne kadar aynı kalsak da parçalanırız, farklılaşırız ve ne kadar parçalansak da değişmeyiz, bütünümüz yine biz ederiz. Eder miyiz?

Grecsó'nun YKY'den de bir romanı çıktı, çevirmeni yine Gün Benderli. Birçok Macar yazarı Türkçeye kazandırdığı için kendisine sonsuz teşekkür.

Daru'nun erginlenme ayinlerinden, ilişkilerinden ve yaşamı oluşturan diğer pek çok parçasından daha fazlası var bu anlatıda, en başta benliğin oluş(a)ma(ma) sancılarının çeşitliliği ve anlatılış biçimleri. Çocukluğundan kırklı yaşlarına kadar uzunca yolculuğu boyu yanındayız Daru'nun; anlatıcı olarak kurduğu benliğini dinliyoruz ama davranışlarının göstericiliğinde buluyoruz gerçeği. Deneyimlerinin davranışları üzerindeki etkileri silikleştikçe ortaya çıkan çatışmaları okur olarak incelemeden önce anlatıcı-Daru tarafından nasıl değerlendirdiklerini görüyoruz, bu açıdan kendini tartan bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor. Macaristan'ın devrimle muhasebesi, savaş yıllarında ve Sovyet yönetiminde insanların kendilerini durmadan yeniden konumlandırmaları ve bunun sonucu olarak kaçarı olmayan kuşak çatışmaları da atmosferi sağlayan etkenler olarak karşımıza çıkıyor. Hızla gerçekleşen çok sayıda değişim, nesiller arasındaki bağlantıyı kopardığı gibi bireyin kendini kurma çabasını da sekteye uğratıyor. "Neden her şey bu kadar çabuk değişti. Bunu kavrayamıyor bir türlü, yetişkin olmayı beceremiyor." (s. 87) Çocuk olmayı da beceremiyor aslında, hayalet bir anneyle kaba, anlayışsız bir babanın çocuğu olarak sevgiyi karşı cinste aramaya başlaması yaşamının oldukça erken zamanlarına denk geliyor. Anlatının bölümlere ayrılmasında Daru'nun hayatına giren kadınların başlıklar olarak karşımıza çıkmaları, bitmek bilmeyen sevgi arayışına, doyumsuzluğa bağlanabilir. Bir başka dikkat çeken nokta da Daru'nun gelişiminin kadınlarla ilişkileri üzerinden takip edilmesi. Her ilişki farklı duyarlılık seviyelerine ulaştırıyor Daru'yu, daha iyi bir sezgi daha büyük acıları, çıkmazları getiriyor. Bir süre sonra sürüklenme duygusundan başka bir şey kalmıyor geriye, yeterince acı çektiği zaman bu sürüklenmenin yaşamın ta kendisi olduğunu fark eden Daru, kim olduğunu bir başkasında aramaktan vazgeçip sadece o âna odaklanıyor. Bu yapının oluşumunda Depeche Mode, a-ha gibi grupların müzikleri önemli ama ne kadar önemli olduğu konusunda Grecsó ne yazık ki isimleri anmanın ötesine geçmiyor. Jo ve alkol var, mançizde umutsuzca doymaya çalışanlar gırla, partiler duman altı cinselliğin kapısını aralıyor ama müzik, Daru'nun taşındığı bir evde bulduğu gitarla yaptığı müzik, sevgililerinden birinin az meşhur olması sonrasında kendisinin yarım bıraktığı müzik ne yazık ki pek anlatılmamış, aslında Daru'nun seyrinde önemli bir yere sahip olabilirmiş ama bir fikir olarak belirip sonrasında bırakılmış gibi.

Daru'nun çocukluğundan itibaren, Lili'den başlıyoruz ve ilk yenilgilerine, okuldaki ilk başarısızlıklarına, okul çocuklarıyla ilk çekişmelerine şahit oluyoruz. Grecsó'nun yaşamıyla paralellikler taşıdığı söylenebilir, Daru gibi yazarı da nispeten yoksulluk içinde bir çocukluk geçirmiş. Perde'yle çevrilmiş bir ülkenin fakir ama umutlu çocukları büyüyor, belki geleceksizlik duygusu yüzünden biraz pervasızca, bu yüzden yaşamlarının nereye gideceği konusunda bir fikirleri yok, kaderlerinin başkaları tarafından çizildiğine inandıkları için gelişine yaşıyorlar biraz. Daru büyüyor, öğretmen okuluna gidiyor, kütüphaneci oluyor ve karşısına çıkan insanlarla bir arada yaşamaya çalışıyor, bazen yaşadığı onca rezillik isyan etmesine yol açsa da devam ediyor, başka hiçbir şey düşünmeden, çarpık ilişkilerini sürdürerek ve her şeyi biriktirerek. Anlatıcı-Daru'nun varlığı bir bölünmenin ipuçlarını veriyor sanki, bir noktaya kadar Daru, Daru olarak kalmış ama en sonunda kişiliğini bölüp geçmişine başka bir gözle bakmak zorunda hissetmiş gibi. İnsanı parçalayan üzüntüleri bilirseniz, kendinizi bölüp bir parçanızı unutmanın tek kurtuluşunuz olduğunu da bilirsiniz. Şöyle bir imge: Anlatıcı-Daru kendini böldükten sonra o ândan öncesindeki, anlattığı parçasını metne döktü ve ondan kurtulabilmek için metni ortadan kaldırdı. Metin sonlanırken Daru'nun başladığı yere dönmesi, eşiyle birlikte doğduğu yerleri ziyaret etmesi kendine dönüşün işareti değil, bir çemberi kapatıp metni de kapatması anlamına geliyor. Bir şey bitmeden yeni bir şey başlamayacaktır, bu yüzden kurtuluruz, unuturuz, hatırlayacak bir şey kalmaz.

Daru'da büyük bir parçamı gördüm, daha ne kadar ileri gidilebilir diye düşünürken çoktan gidilmiş olduğunu görmenin şaşkınlığı, gelmesi beklenen son nokta bir türlü gelmezken başka bir yere ulaşılmış olduğunu fark etmenin sersemleticiliği, sinirlenmek, üzülmek, yine de çabalamak, denemek, bir döngü. Stres dolu anlarda kesintili düşünce yapısının getirdiği kesintili cümleler, huzur anlarında detaylı, tasvirli anlatımlar, Daru'nun yaşamına göre biçimlenen bir anlatı. Hararetle öneriyorum, bu metin tez okuna.

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Gallagher Lawson - Kâğıt Adam

Michael otobüse biniyor, şehre doğru yola çıkıyor. Şehir Güney'de, korkunç çağrışımları var. Kalabalık, büyük ve kağıttan bir adam için çok tehlikeli. Güney ve Kuzey, başka bir bilgi yok, büyük yarımadanın iki ucunda iki farklı yaşam biçimi sürüyor ama uzun süre böyle kalmayacak, Kuzeyliler şehre ajanlarını sokmuşlar, terör ortamı için henüz erken ama alttan alta bir hazırlık sürüyor. Michael bu karmaşanın tam orta yerine gidiyor, yediği kağıt çorbasından ötürü ağzı kupkuru, ağzı zaten kupkuru çünkü o kağıttan bir adam. On beş yaşında geçirdiği bir kazadan sonra babası tarafından kağıtla kaplanmış, böylece geriye iz kalmamış. Metnin aşırı alegorik anlatısına bakarsak her türlü okumaya çok açık; ben ergenlik olarak okudum. Ergenlik bir insanın geçireceği en büyük kazadır, baba baskısı altında biçimlenirse o zaman kağıtla kaplanmak da makul bir hale geliyor. Michael'ın çiftlikte, yanlış hatırlamıyorsam çiftlikte yaptığı tek iş muhasebe kayıtlarını tutmak, zira kağıt bedeniyle ağır işleri yapamayacak durumda. Kardeşleri ve babası makine gibi çalışıyorlar, yaşamları bu şekilde sürüp sonlanacakmış gibi. Micha'yı hatırlıyor Michael, okula gittiği sıralarda tanıştığı arkadaşı, aşkı. Birbirlerine şiirler okumuşlar, birlikte yolculuklara çıkmışlar, bir anlamda renksiz dünyanın rengi olmuşlar birbirleri için. Sonra ansızın gitmiş Micha, şehre yerleşmiş. On yıl önceymiş bu, Michael'ın amacı şehre gidip Micha'yı bulmakmış.

Adamımızın nasıl bir kaza geçirdiği, kazadan sonra ailesiyle neler yaşadığı müphem, karanlıkta. Belli belirsiz bilgilerle karşılaşıyoruz bazen, Michael'ın babasına yazdığı hayali mektuplarda bir isyanın öfkesi okunuyor, birey olabilmenin sancılarını görüyoruz daha çok. Olaylar hızlandıkça mektuplardaki kızgınlığın tonu açılıyor, aslında bütün bir metni erginlik ayini olarak görürsek kahramanın yolculuğun çıkıyoruz yine; geride bırakılanlar, mekan değişimi, erginleşme. Dönüş yok, dönecek bir yer, hesaplaşılacak bir şey kalmadığı için Michael'ın gelişimi son adım olmadan tamamlanıyor. Şehre de aynı açıdan bakabiliriz; Kuzey'in adım adım tırmandırdığı gerilimin sonucunda insanlar ve şehir değişiyor, isyanlarla birlikte toplu bir cinnete sahne oluyor ve nihayetinde ele geçiriliyor. Şehri de bir karakter olarak düşünürsek iki karakterin gelişimi paralel ilerliyor, tabii sembolizmin ağır tahribi altında. Yolculuk esnasında yolun ortasında yatan bir denizkızı görülebiliyor örneğin, deniz kızının yolda ne işi var? Kuzey'de ölüler neden gömülmüyor da suya bırakılıyor? Üzerinde düşünülmesi gereken sorular birikiyor.

Otobüs yolculuğu sırasında Michael'ın tanıştığı radyo programcısı, tek gözlü bir adam, Michael'ın bavulunu aşırıp arazi oluyor. Babasını suya, denize bırakan adam bu. Bir müddet sonra Kuzeylilerin kenti ele geçirmeye çalıştığına dair yaptığı programlara denk geleceğiz, hatta küçük çaplı bir yüzleşme de yaşanacak. Sıradan gidiyorum, Michael otobüsten indikten sonra şehrin korkunç büyüklüğüne karşı kendini küçücük hissediyor. Rüzgar çıkıyor üstüne, ailesinin beline taktığı ağırlık da yok, uçacak Michael. En kötüsü; yağmur başlıyor. Kimse Michael'a yardım etmiyor, uzak duruyorlar. Literatürde bir adı vardı bunun, olumsuz bir olayın gerçekleşmesini engellemeyip de izleyenler için gösteri akbabaları deniyor sanırım. Denmiyor, ben uydurdum. Ama var öyle bir şey ya. Evet. Sonrasında Maiko çıkıyor karşımıza. Vitrin mankeni, canlı manken. O da tutunmaya, durumunu iyileştirmeye çalışanlardan. Belki de Michael'ı da kendi gibi görüp o yüzden yardım etmiştir, bilemiyoruz, yardım ediyor sonuçta. Adamı kurutuyor, yırtılan uzuvlarını onarıyor, besliyor, evini açıyor. Buzdolabı çeşit çeşit mantarla dolu, başka bir şey yemiyor gibi gözüküyor. Mantar kokusu üzerine sinmesin diye uzak duruyor ondan Michael, bunu da bir simge olarak düşünebiliriz, yalnızlıkla alakalı. Sanki şehre ait olmayan bütün ögeler şehirde toplanmaya çalışıyormuş gibi bir durum var; deniz kızları, Michael ve Maiko gibi orijinal tipler, herkes şehri doldurmaya çalışırcasına tutunmaya çalışıyor, sınırlar ve kontroller hiçbir işe yaramıyor, bunun sonucunda da halk ayaklanması gerçekleşiyor bir yerde, ileride. Mültecileri düşünün, aslında dünyaya ait oldukları halde öylesine ayrışmış bir dünya ki bu, sınırların dışına çıkmak onlar için çok zor. Deniz kızları için de.

Michael iş bulmakla geçirdiği günlerden sonra çalışma kağıdı olmadan çalışabileceği bir yer buluyor. Muhasebe işi, bir balıkçılık şirketinin defterlerini tutacak ve denk geldiği bazı hesap hatalarını kitabına uyduracak. Tekinsiz işler çevriliyor belli ki, Michael bunu umursamadan çalışıyor ve sonradan ortaya çıkacak isyana istemeden yardımcı oluyor. Şirketin Kuzey'e ait olduğu ve ajanlarını bu şirket sayesinde Güney'e soktuğu anlaşılıyor, Doppelmann'ın ortaya çıkışıyla birlikte karışıyor işler. Sanat camiasından isyana bir köprü.

Her şey, Michael'ın aylaklık yaparken Mischa'nın bir resmini görmesiyle başlıyor. İlk aşkın külleri kıvılcımlanıyor, kızı bulmaktan başka bir şey düşünemiyor Michael, Doppelmann'a böyle ulaşıyor. Doppel diyeceğim, bir sanatçı. Mischa'yı tanıyor ve hatta Mike'la -Mike olsun bizimki de- bir araya getiriyor onları. Mischa'nın kaotik ruhu Mike'ı inanılmaz bir döngüye sokuyor; Doppel'la sevişmesini izletiyor Mike'a, kalbini paramparça ediyor, Mischa'nın tamir ettiği bedeni de. Bu kez Doppel el atıyor işe, bir sanatçı olarak müthiş bir eser ortaya çıkartıyor ve Michael daha kuvvetli bir kağıt adam oluyor. Daha güçlü, daha alımlı, daha... Sahte. Yüzündeki maskeyi bir tek kendisi takarken maske takmak ideolojik bir eylem haline geliyor ve artık herkes maske takmaya başlıyor, toplumsal kargaşa patlak verdiği sırada ilk kağıttan adamın Michael olduğu unutuluyor, o da herkes gibi oluyor bir açıdan, normalleşiyor. Ya da koca bir şehir anormalleşiyor, değişimi kestirebilmek zor. Michael'ın değişimini takip ediyoruz ama arka arkaya sıralanan olaylar tempoyu yükselttikten sonra biraz zorlayıcı oluyor bu, Adam'ın ortaya çıkışı, Michael'ın Doppler rolünde Adam'ı kağıtlaştırması, kendi başına gelenlerin aynısını Adam'a yaşatması, şehrin bireyleri öğütmesi, herkesi belli döngüler yaşamaya zorlaması, çıkışsız olduğunu göstermesi, umudu ortadan kaldırması bir fırtına gibi geliyor, fars gibi. Duygular bayağılaşıyor bu durumda, akış o kadar güçlü ki hiçbir duygu tutunamıyor, çünkü hiçbir insan sabit değil, her şey gündelik yaşanıyor, herhangi bir hissin bir süre olsun kalıcılığı yok. Her şey çok hızlı.

Bir ilk roman. Metaforlarıyla, anlatımıyla zorlayıcı bir metin. İyi.

12 Şubat 2018 Pazartesi

Onur Çalı - Geçen Sene Doğanlar

Dün okudum sanırım, röportajında, "Uzun uzun anlatmak yasak!" diyor, öykünün özgün bir dünyanın yansısındaki gerilim olduğunu söylüyor, iyi söylüyor Onur Çalı. Kitaplarını uzun arayışlarım sonucunda yığından çekip çıkardım, okudum. Nakavt eyleyici öyküler. Okura seslenilen birkaç yer, Ömür ve Ozan -bir iki öyküde karşımıza dikilenler- gibiler, gerginliği bozmayacak ölçüde mizah, birkaç şey daha, bir araya geldiklerinde sesini karara oturtan Çalı. Okunmuş şiirlerden gelen imgelerle çatılan anlık öyküler de var sanırım, Cohen iyi şiirin başka bir şiir yoluyla cevap beklediğini söyler, bunu öyküyle yapıyor Çalı, zaten "öykünün kendini aşması" noktasında şiirin diplerde bir yerlerde gezinen ve sadece sezilebilen tepiğinden bahsediyor bence. Sıkı tepik. Anlatı yoluyla sezgiden algıya geçen, bir de benzeri yaratılsın diye durmadan dürten.

Elma Blues: Üç bölümden oluşuyor. İlkinde, kötülüğü görebilen Ozan, arkadaşı Ömer'e masadaki elmayı keserek kurtları gösterir, sessiz bir anlaşmaya yol açar. Görebiliyordur ama neyi, kurt kötü müdür? Kurtların kötülüğü insanın kalıtımsal refleksinden ötürü. Son bölümde kurtların toprağa dönmesi, insandan çok daha engin bir deniz olan doğanın zenginliğinden ötürü. Arada da Saramago'lu bir yerel-beynelmilel muhabbet vardır, keyiflidir. Ozan'ın pesimistliği José'ninkiyle çekişir gibidir, hangisi kazandı bilinmez ama kurtlar geldiği yere döndüğüne göre José'nin sıkıntısı kazanmıştır sanırım, sıkıntı olmadan kimse o kadar tepetaklak edemez dünyayı.

Dilemma: Hayatın ölümcül bir hastalık olduğunu söyleyen şahıs her kimse.

Zehirli lokmayı yemeden hayatı sürdürmek yok, kadının adama söylediği dilemma bu. Adamın söylediği, kadının ne kadar güzel olduğu. Oyuncul. Adam kapalı ve havasız mekanda bir diğeri, kadın lokmayı yemeli veya adama yedirmeli. Adama yedirecek muhtemelen. Adam yese? Adamlar yiyor arkadaşlar, bütün sistemin kadına dönüştüğü ve adamın kurtulamadığı. Adam ebleh. Kadın aynı.

Keyifli Hayat Kahvaltısı: Twitter, Facebook, poser kadınlar. Yanlarına gelip mutlu mutlu sıçan köpeğin boku güzel bir nokta. Öyküye.

Bisura: Orkun Kale doktora gitti. Diplomalara, yağmura, ölü balık gözleriyle. Kum döktüğü, taş dökeceği, toprağa dönüşeceği söylendi, sıvı tüketmesi de.

Orkun Kale bisura içti, köpükle alıp suyla verdi.

Orkun Kale'nin cenazesinden sonra bisura içmeye gidildi ve aklıma şu güzel son geldi:


Bir de gömülmeme muhabbeti var, Ömür söz vermiş ama Orkun'un ailesinden izin çıkmamış. Aklıma Volkan geldi. Volkan benim liseden 16 yıllık dostumdur, şu aralar Houston'da mağaza üstüne mağaza açmakla meşgul. Öldüğümde cesedimin yakılması için -organlar yeni sahiplerine gittikten sonra- elinden geleni yapacağına dair söz vermişti. Umarım tutar. Ailemle konuşmalıyım. Yasal olarak sakat iş gerçi, kimsenin başı belaya girsin istemem. Yanmayı isterim de. Ne yapacağımı bilemiyorum. Hayat çok zor.

DBGK (Eve Dönerken 2): Dış dünya yaratılır, Dip Boyası Gelen Kadın saçlarını boyatmıştır. İç dünyada kadının içindeyizdir, düşüncelerini duyarız. Orta Dünya'da Tolkien'ın saç boyatma icazetini görürüz. Mizahtan kastım buydu, güzel bir buluş.

Çakıltaşının Ömrü: Halim Yazıcı'nın iki dizesinden mülhem. Taşın anlattığı. Başlangıcı yok, sonu belirsiz, Nuh'tan şimdiye bir sabitlik.

Anlatıya daha yatkın olan birkaçını, şiire yakın olanlarından da eser miktarını bıraktım. Onlar da iyi öyküler.

Onur Çalı'yı beğenirsiniz. Okur musunuz?

6 Ocak 2018 Cumartesi

Ángel Esteban - Yazar ve Cenneti: Kütüphaneci 30 Büyük Yazar

Bahçelerden birinde, Bostancı'nın yukarıları, kütüphanenin önü, sigara yaktık bir tane. Çınarlara bakalım demiştik, baktık. Sahile ineceğiz ama inemiyoruz, içeri girdik yine. Bir saat sonra çıktık, yürüdük. Aklım raflarda kaldı, orada çalışmanın tekdüzeliği ve ardından güzelliği bir yaprak, düştü. Çok sonraları yazacağım şeyleri belli belirsiz hissettim, buradan başka bir yerde belirmeyeceklerdi. Yanımda Sercan vardı, bir bahar ayıydı, iki lise öğrencisiydik, gençtik ve çaresiz. Niye? Çünkü otuzuma girmeme üç hafta kaldı. Büyümeleri için bıraktığım her şey yıllar sonra geri geliyor. Kütüphaneler, Eceler, Sercanlar, okullar gibi. Boşluklarına sığınıyorlar, onlar yerleşir yerleşmez her şeyi hatırlamaya başlıyorum. O zamanın acısı şimdiye kapanıyor, her şeyi bastırıyor, bir tek onu biliyorum. Hatırlıyorum. Gözümün önünde parıldayanlar, anlar, hepinizi hatırlıyorum ve şimdinin çoraklığını dindiren bir yağmur gibi yağıyorsunuz.

Kitap raflarında kaldılar, ara ara açıp bakarım. Yere düşerler, üstüme tırmanırlar. Öyle kalsınlar.

Kitap penceredir, birçok kitap birçok penceredir, bildiğiniz, unuttuğunuz ve hiç bilmediğiniz manzaraları gösterir.

Öğretmenlikten kütüphaneciliğe geçebilsem şu an geçerdim.

Otuz yazar ve kütüphaneden geçen yollar. Llosa, önsözünde kendi okuma serüvenini ve kütüphanelerle olan ilişkisini anlatıyor. Çocukluğunda entelektüel çaba harcayıp sözcükleri hayal dünyasına aktarmasıyla birlikte edebi okumalar yapmaya başladığını söylüyor. Hareketli ve hüzünlü bir hayatı var, kitaplara "sığınmış" biraz da. Babası, Llosa'yı edebiyat hevesinin kaybolması için askeri okula yazdırıyor, nafile. Faulkner, Hemingway gibi yazarları zamansal biçimlendirmeleri çözmek amacıyla eline kalem kağıt alarak okuyor, sonrasında Peru Milli Kulübü'nün kütüphaneciliğini üstleniyor. Marksist çevrelerde bir süre bulunan Llosa, erotik kültürünü ve eğitimini Peru oligarşisine borçlu olduğunu söylüyor, kütüphanedeki Fransız erotik kitap koleksiyonundan okunmadık bir şey bırakmamış. Ellili yıllarda bir bursla Madrid'e geliyor ve Milli Kütüphane'nin buz gibi soğuk salonlarında mantosuyla oturup okuyor. Ne okuyor, şövalye hikâyeleri. Metinlerini yazmaya başlıyor tabii, durmadan okurken kendi yaratılarını da oluşturuyor. En sevdiği kütüphane British Library'ymiş, kağıt ve mürekkeple yazıyormuş, bilgisayarla yazmıyormuş, bunları da öğreniyoruz. "Böyle başlamıştım ve hâlâ elimin ritminin düşüncelerimin ritmi olduğuna inanıyorum." (s. 14) Edebiyata Övgü derlemesinde Llosa e-kitapları pek sevmediğini söylüyordu, Esteban'ın Llosa için ayırdığı bölümde Bill Gates'e de çıkıştığını öğreniyoruz büyük yazarın. Bill Gates'in iddialarının aksine, edebiyat bu şekilde bir evrim geçirirse ölümcül bir yara alacak Llosa'ya göre. Katılmadığımı belirtmiştim, böyle bir şey söz konusu değil. Düşüncenin hızına yetişmek de el vasıtasıyla pek mümkün değil diye düşünüyorum, kuşak farkı.

Otuz yazardan birkaçını seçiyorum.

Stephen King: Baba, aileyi terk edince zor günler geçiriyorlar, Yazma Sanatı'nda uzun uzun bahsediyor King. Gençliğinde birçok garip işin yanında kütüphanecilik yapmışlığı da var. 1969'a kadar birkaç metni basılıyor ama ekonomik durumu rezalet, o yüzden Maine Üniversitesi'nin kütüphanesinde çalışmaya başlıyor. Karışık zamanlar, Nixon Vietnam'ı bombalamak için elinden geleni yapıyor, protestolar gerçekleştiriliyor, civcivli bir ortam. King favorilerini neredeyse çenesine kadar uzatıyor, Creedence, Hendrix, Joplin ve diğerlerini dinliyor. Tabitha'yla da o sıralarda tanışıyor. Birbirlerini anlıyorlar. Şiir atölyelerine katılıyorlar, anlamı onca yığının altına gömenleri eleştiriyorlar, sonra da evleniyorlar zaten.

King'in bazı metinlerinin kaynakları da kütüphanelerde gizli. Kütüphane Polisi nam öykünün ortaya çıkışı ilginç. Stephen, oğlu Owen'a ödevi için gereken kitabı bulması amacıyla kütüphaneye gitmesi gerektiğini söylüyor ama Owen gitmek istemiyor, sebebi de süresi geçen kitaplar konusunda teyzesi Stephanie'nin kendisini ölümüne korkutmuş olması. Stephen için öykülük konu, kaçmıyor.

Son bir şey: "(...) Çocukluk korkuları korkunç bir şekilde süreklidir. Yazma bir otohipnoz eylemidir ve bu durumda, uzun süre önce ölmüş olması gereken korkuların tekrar canlandığı gibi tamamen bir duygusal hafıza ortaya çıkıyordu." (s. 168) Çeviri biraz kötü ama dehşeti fark ettiniz. Yaşa sen King.

Marcel Proust: Burjuva bir çalışandan çok züppeye benzediği söyleniyor, sosyal çevresi bu tiplerden oluştuğu için züppe damgası yemiş. Kütüphaneciliği bu açıdan biraz garip, gerçi kitapların bakımlı baskılarıyla daha çok ilgilenirmiş, kamu kütüphanelerine hiç gitmemiş, kütüphaneciliği de nüfuzlu tanıdıklar vasıtasıyla sürdürmüş bir süre, işe gitmediği çok olmuş, büyük yapıtını tamamlamaya çalışmaktan başka hiçbir şey yapamaz hale gelmiş. İdare etmişler ama havadan gelen paranın son damlası da aktıktan sonra ipini çekmişler.

Aleksandr Soljenitsin: Kamplarda geçen yılların bir bölümünde kütüphanecilik yapıyor, öncesinde teyzesinin evindeki kütüphaneyi keşfetmesi var. Gogol, Tolstoy, Dickens, Schiller gibi büyük yazarlarla büyüyor, edebiyatla alakasız bir bölümde okumasına rağmen sözcüklerin büyüsüne kapılıyor, hatta ABD'ye gittiği zaman Jack London'ın evini arayıp buluyor falan, büyük hayran. Romanlarındaki pasajlarda kamplardaki kütüphane ortamlarını anlatıyor. Bitik insanlarına rağmen ütopik, ideal bir ortam. Özgürlüğün raflara dizilmiş biçimi.

Georges Perec: Kütüphanecilik ve Oulipo arasında bir bağlantı var, kütüphanenin sınırlanmış alanı ve kitapların düzeni, Oulipo için birkaç fikir vermiş olabilir.

Eşiyle Tunus'a gidiyor, orada öğretmenlik yapıyor -Şeyler- ve bir süre sonra Fransa'ya dönüp kütüphaneci olarak çalışmaya başlıyor. Kategorizasyon konusunda sıkıntıları var, yaratıcılığını tetikleyen bir konu. Düzenleme, sınıflandırma, terimler, alfabetik karakterler vs. Perec'in ince, daha da ince düşünmesine yol açtı. Kütüphaneler ve kitapseverler hakkında yazdıklarını okumalısınız, kütüphanenin entropik doğasıyla tanışmak güzel oldu.

Musil, Onetti, Borges, Bataille, Carroll, Burton, Hölderlin, bir dünya yazar. Okusanız ne güzel.

15 Kasım 2017 Çarşamba

İsahag Uygar Eskiciyan - Pause Anıtı

Bugün boş, dersim yok, çalışmıyorum ama çalışıyorum. Sabahtan öğlene Vonnegut okudum, iyi geldi. Üzerine Eskiciyan, o da iyi. Eskiciyan'ı biraz derinlere inenler biliyor; mühim yerlerde güzel işlerin yaratıcısı, öyküleriyle de kafa mikserliği yapıyor. Öykülerine orada burada denk geldiğimde bakardım, derli hallerini ilk kez okudum. İyi derlenmiş, yekun pek. Kendini ele veriyor bazı bazı. Öbür tarafından öyküleriyle bu tarafından öykülerinin sonları, damdan düşen finalleri pek benzer. Bazen.

Biyografisi ayrı bir öykü gibi okunabilir. Plüton kökenli Satürn vatandaşı, 1982'de üretilmiş, elsiz ve ayaksız. 12. yüzyıl ediplerinden. Mutlaka fanzin çıkaranlardandır, çıkarmıştır. Fanzin çıkarmadan yürümüyor bu işler, biliyorsunuz, bir yerlerden bir yerlere tutunmak, adını duyurmak ve edebi çete oluşturmak şart. Çeteye dair bir öykü var zaten, oraya gelinir. İlk öykü kitabıdır bu, dendiğine göre. İnanılırsa. Öyküyü ve inanmayı bir araya getirebilirsek. Mesela iki elmayla üç armudu toplasak ne eder. Bu bir soru değil.

Epigrafta tersten bir selam var, Gamze'ye. Umarım mutlusunuzdur ya da ayrıldığınız için mutlusunuzdur. Nedenini bilemiyorum ama alenen, ansızın sevgiye sempatim var. Mesela Casillas kendisiyle röportaj yapan kadını şap diye öpmüştü, meğer evlenecekler miymiş, evli miymişler, öyle bir şeydi. Samimi bir şey.

Pırr: Anlatıcının dedesinin kuşu artık ötmüyor. O kuşu da ötmüyor. Babaanne dert yanıyor, dede zaten dertli, çok sevdiği Pırr nam kuşu artık ötmüyor, öyle bakıyor. Bu iki kuş geride kalacak, öykü başka bir yere akacak. O zaman bu erotik karateye ne lüzum vardı, öyküde lüzumdan da bahsedemeyiz sanırım. Neyse, dede ve babaanne ölür, civardakiler yavaş yavaş ölmeye başlar, anlatıcının arkadaşı olan kiralık kuş katilinin de kolu kırılır, felaketler. Anlatıcı hasta olur, kuş her ölene şöyle bir baktığı gibi anlatıcıya da bakar. Son.

Babasının Şeyi: Güzel bir psikanaliz öyküsüdür. Anlatıcının arkadaşı Arat, bir sabah babasının şeyi olarak uyanır. Kafka olsa kalkıp giderdi sanırım. Neyse, bir penisle bir çocuğun pek de farklı olmadığı o anlar babayla arada ne birikmişse hepsinin toplamıdır. Çözülecek bir dert; Arat ne yapması gerektiğini anlar ve iktidarsızlık olarak babaya döner. Baba manen biter, Arat yaşamına geri döner, itinayla üfürülmüş bu hikâye de böylece biter.

Az Koy: Eskiciyan biraz boca ediyor sanırım, mizahı yığmadır.

Koyun adı Az, eşlerinden kaçıp çırılçıplak yüzmeye gelmiş adamla kadının önünden iki jeneratör geçer. Adamın mikrodalga fırınla kaçamağı vardır zaten, kadın da çiviyle eğlenceli bir flört dönemi yaşamış, sonra hayatına devam etmiştir. Jeneratörler önlerinden geçerken saklanırlar mıydı neydi, sonra çıkarlar ve yüzmeye devam ederler. Birinin ütü, diğerinin saç kurutma makinesi olduğunu hayal ediyorum. Jeneratörlerin. Belki onlar kendilerini öyle sanıyor olabilirler. Adamla kadını bilemiyorum, neyseler ne.

Kıpkısa öyküleri geçtim, okura anlık parıltı gördürsünler.

Bu Sefer: Kız, sevgilisinin telefonunu kurcalar ve arkadan girmekle ilgili bir mesaj görür. Adama da bir şey diyemez, telefon çalmaya başlayınca külotunun içine sokar ve inler. İntikam duygusu biraz sönmüştür belki.

Görsel öyküler. Bunun için uydurulan terimi bilmiyorum. Harfler kağıda dağılmıştır, denizin yüzeyini oluştururlar. "Kağıttan gemi" de kağıttan gemi formundadır. Şurada örnekleri var.

Aşırı dahi çocuğun eğitim sistemine sokulup heba edilmesi, havaya uçuracağı arkadaşına öykü yazdıran adam, Pause Anıtı'nın pause süresince dondurulanların yığılmasından oluşması, başlıklı ve boş sayfalı öykü, bir sürü deney.

Muzip ve mis öyküler. Almaz mıydınız?

9 Kasım 2017 Perşembe

Nathaniel Hawthorne - Rappaccini'nin Kızı

Otacılıkla bilimsel açlığın ulaşabileceği en uç absürtlük, kadın-erkek çatışması, kimilerine göre Hristiyanlık için mütevazı bir alegori... Hawthorne ne yapmaya çalışmışsa iyi yapmış, araya kendi kendinin alegorisini de sokuşturmuş, Poe'nun pek olumsuz bir eleştirisinden sonra dertlenmiş ve neden de bu kadar alegorikim aman adlı EP'yi piyasaya sürmüş. Böyle değil tabii.

Rappaccini doktor, ünü kötü, deli işi deneyleri var, evinin bahçesinde dünyanın o güne kadar hiç görmediği çiçekler, ağaçlar büyüyor. Kızı var, kız da büyümüş. Babanın güzel çiçeği. Adam var bir tane, genç, bu evin karşısındaki bir odaya taşınıyor çünkü üniversite okuyacak, büyük şehre gelmiş.

Baştan alıyorum.

Poe yerin dibine soktuktan sonra mı Hawthorne hayalet yazarını yaratıyor, belki. L'Aubépine nam bir Fransız yazardan çevirdiğini söylediği öykü aslında kendi öyküsü, uydurduğu soyad kendi soyadının Fransızcası. Hiçbir şeyden çekinmeden yazmasını sağladıysa bu, o zaman iyi. Octavio Paz oyunlaştırmış, Daniel Catan opera olarak bestelemiş, farklı türlere esin olarak yansımış Hawthorne. Doğaçlama bir şekilde öcü hikâyeleri anlatıp arkadaşlarının aklını uçuran biriymiş zaten, uydurmaçlıkta bir dünya markası olması normal. Çevirmen Zeynep Avcı, yazdığı önsözde bu öykünün önemini, yazarın önemini, pek çok şeyin önemini, iki insanın arasındaki şeylerin, neylerin önemini, bilemediğimiz, göremediğimiz, görmek istemediğimiz pek çok şeyin önemini, bir başkasının önemli bulduğu şeyleri ve onları nasıl gözden kaçırdığımızı, gözden nasıl kaçtığımızı, nerede ıskaladığımızı, her şeyin nasıl böyle olabildiğini anlatmıyor, sadece öyküyü anlatıyor. Geri kalanını anlatacak bir önsöz, bir kitap, bir film, biri, tanıdığım veya tanışacağım biri olsun isterdim. Cenk Taner, imgelemini sevdiğim: "Öylesine yorgunum ki adım neydi unuttum." Bu yorgunluğun nasıl atıldığını iyi hatırlıyorum, göz ucuyla görülebilecek kadar yakın ama göz ucu biçimlemez, sezdirir. Orada işte, bir zaman başımı çeviririm ve berraklaşır. Ben uzun zamandır onu bekliyorum, beklemiyorum dediğim zaman bile bekliyorum. Gözümün önüne kara perdeler çekildiğinde bile huzurlu olmamın sebebi mi bu?

Guasconti diyorduk, kasvetli bir evde yaşar ve camdan dışarı baktığında cennet bahçesini görür, Adem'ın toprakları yeryüzüne inmiştir, adeta Cennetin Krallığı. O kadar hoş. Beatrice, kız. Guasconti erkek. Eh, bu durumda aslında olmayan ama varmış gibi gelen şeyler çıkar ortaya. "(...) Giovanni onlara atfettiği benzersizliklerin kendi hayal gücünün ürünü mü yoksa bizzat onlara ilişkin özellikler mi olduğuna karar veremiyordu. Bir yandan da bütün meseleyi akılcı bir biçimde ele almaya pek eğilimliydi o sırada." (s. 18) İki taşın arasında kalır, ikisi de dibe çeker. Guasconti aşık olmuştur ve ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktur. Babasının doktor arkadaşlarından biriyle karşılaşır, adam da babayla kızı hakkında kendisini uyarır ama evladımız ipleri bir kez salmıştır, kolay kolay toparlayamayacaktır. Beatrice de ilgi duyduğunu belli eder etmez şapşal aşık akli melekelerini tamamen kaybeder.

Buluşurlar, gezinirler, birlikte zaman geçirirler ve bu süre boyunca çatlak profesör olan baba, oğlanı gözler. Kızın rayihası, tavırları çok çekicidir, canlıları öldüren kokusu ve bakışları Guasconti tarafından görmezden gelinir. Çocuk doğaüstü olaylarla, kızın ölümcüllüğüne dair mevzularla karşılaşır ama rasyonelleştirir bunları, üstünde durmaz. Doktorun deneylerinin bir parçası olduğunu babasının arkadaşı söyleyene kadar fark etmez bile. Üzerine sinmiş koku Beatrice'in kokusudur, uyuşturulmaktadır ama Beatrice bu işin içinde midir? Meryem suçlanagelmiştir, suçlu mudur? Her şeyin farkında mıdır? Baba öyledir, giriştiği tartışmaların mektupları mevcuttur, anlatıcı okura bu mektupları nerede bulabileceğini söyler ve anlatıyı gerçek kılmak için zorlama bir adım atar, o zamanların kurgularında tipik bir hareket.

Değişirler. Beatrice Guasconti'ye tutulur ve gözü gibi baktığı bitkilere su vermeyi unutur, Guasconti kızın çekimine kapıldığından babasının arkadaşının nasihatlerini dinlemez, son ana kadar. Dayımız Guasconti'ye kadim bir hikâye anlatır, Büyük İskender'e yollanan bir kadınla ilgili. Aşkın aklı dumura uğratıcı yanı çok tehlikelidir, gerçekleri görmeyi engeller, kendi gerçeğini zorla benimsetir. Zorla olduğu kadar fark ettirmeden. Çocuk uyanır, sevgilisini suçlar ve gözü gibi baktığı çiçeğe saldırır. Baba o sırada açığa çıkar, çocuğu ölümcül çiçeğe doğru çeker ama kız tez davranır, kardeşi olarak gördüğü çiçekle temas eder ve ölür. Bir anlamda çekiciliğini ortadan kaldırır ve ölümü böyle gelir. Gözlerini kapamadan önce Guasconti'yi de eleştirir. "'Ta baştan beri senin içindeki zehir benimkinden fazla değil miydi?'" (s. 56) Guasconti'nin içindeki kuşku hep vardır, dış etken olmadan ortadan kalkmamıştır ve çocuğu gönülden sevdiğini anladığımız Beatrice için en büyük acıdır bu, babası tarafından lanetlendiğini bilmeden çocuğa yaklaşır, o da aşık olmuştur ama imkansız bir aşktır bu, bir araya gelmeleri mümkün değildir. Birinin dinmeyen şüpheciliği, diğerinin öldürücü doğası birbirine eklenemez. Son.

Eklenemeyiz.

15 Eylül 2017 Cuma

H. G. Wells - Kipps

"Sıradan Birinin Hikâyesi" Wells'in kurgulayışıyla sıradan olmaktan çıkabilir. Mucizeler? Hayır. Uzaylılar? Başka dünyalar? O da değil. Wells akıl alan dünyalarının dışında tarihçiliğe de soyunmuş bir düşünürdür, kendi kurgu-tarihini oluşturmaya çalışmıştır. Anlatının Gücü'ne bakılırsa niyeti ve motivasyonu anlaşılabilir. Neyse, Kipps'in hikâyesinin gücü, Wells'in verdiği yaşam dersini bir kenara koyarak düşünürsek tam o anda ve orada olan bir gencin, Wells'in bir parçasını sunduğu tarihin odak noktasını oluşturmasında yatar. 19. yüzyılın kıyısında, İngiltere'de yoksulluğun gerçekten, gerçekten ezdiği, endüstrileşmenin köle-işçiliğe kapı olarak kullanıldığı zamanların hikâyesidir bu. Dickens esanslı bir anlatı olmasaydı Jack London'ın Uçurum İnsanları'na iliştirebilirdim ama o kadar çarpıcı bir sahicilik söz konusu değil; Wells'in yerlerde sürünen işçi sınıfını, kodaman tayfayı ve erdemli insanı anlatmasının bir sebebi var, tıpkı tarih yazımının yönlendirebileceği kurgu-tarih gibi. Dönem romanlarının kalabalık karakter kadrosu belli bir zaman dilimindeki bütün eğilimleri simgeler, burada da her biriyle verilen bir mesaj, bir dönem panoraması var ama önemli olan Kipps'in ne yaptığı ve ne yapacağı. Kipps kerterizimiz olacak.

Bir yıl kadar önce yayınevini ziyaret etmiştim, Caner ve eşi Merve'den bir hususta bilgi alacaktım. Birkaç kitap verdiler sağ olsunlar, Kipps'i de öyle okudum. Geç de olsa borcumu ödüyorum.

Metin üç bölümden oluşuyor, Kipps'in geçmişiyle başlıyoruz. Kipps'in dayısı ve yengesi var, annesiyle babası şöyle böyle hatırladığı figürlerden öteye geçmiyor. Bir miktar para ve Kipps, dayıyla yengeye verilenler bunlar. Yengenin Kipps üzerine kurduğu planlar var, öncelikle alt sınıf bir okul yerine orta sınıf okuluna yolluyor çocuğu. Sıkıntılı bir yaşam sürdürüyorlar, kapalı, dışarıya hiçbir şey sızdırmayan. Bu sızmazlığın orta yerinde Ann Pornick'le tanışıyor Kipps, çocukluk aşkı. Saf.

Ara: Buraya kadar bekardım, bundan sonrasında evli bir adamım. Yazıya geçen hafta başlamıştım, bitirmek bugüne. Devam. Evlenirler ve sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Değil, latife ettim. Orhan Kemal'in Gurbet Kuşları'ydı, kahramanımız "Suvazun koyluğunden" geldiğini söyler ikide bir, çözene kadar kafa patlatmıştım. Diyaloglar da ona göredir, yerelliği ve sınıfın dipliğini korur. Sonrasında kodamanların arasına karışma çabalarında, Ann'i bırakıp bir başkasıyla nişanlandığında da korur, döneceği yeri ve köle gibi çalışmaktan kurtulacağı yeri imlercesine aynıdır. Başlarda altı penilik bir bozuk parayı ikiye bölememesinde de benzer bir sabit vardır, paranın yarısını hatıra diye Ann'e verecektir ama beceremez, sanki paranın karşısında hep kendi kırılacakmış gibi. Çalışmaya başlamadan önce başarırlar nihayet, kazanılacak bir diğer yarının açlığı doğar.

Kipps, manifaturacılık yapan Mr. Shalford'ın yanına çırak olarak verilir ve ilk dişliliği burada başlar, çarklara uyum sağlamaya meyilli olsa da çarklara uyum sağlarken insanlığını kaybetmeye başlar. Çalışma koşulları rezalettir, sanayileşmenin kalmış tek dişi koca bir sınıfı ezmek için yeterlidir. Devreciliğe benzer bir sistem var, önce gelen ayak işlerinden yırtar ve Kipps son gelen olduğu için ne kadar pis iş varsa üzerine yıkılır. Yavaş yavaş nefret duymaya başlar, sömürülmektedir ve kendisini sömürenler patronu gibi beş para etmeyen adamlardır. İş arkadaşları umutsuzdur, ölene kadar o kanalizasyon borusunda sürüneceklerini söylerler. Bu çarktan kurtulmak için ne iradesi, ne bilgisi vardır; kitap okumaktan anlamaz, yeni yeni palazlanan sendikal hareketleri destekleyemeyecek kadar bilgisizdir. Yola devam etmesini dükkana gelen kadınlarla gönül eğlendirmesi ve diğer uğraşlar sağlar. Tüketim mesela, kazanılan üç kuruş para o kadar lüzumsuz işlere harcanır ki akıl alır gibi değil. AVM'de tezgah başında geçen yaşamlara bir bakın, içime koyu bir çukur açılıyor düşününce. Kipps kendi çukurunun pek farkında değil; öfkesinin ardında ne olduğunu çözemediği, sadece kişilere kinlendiği için ne yapması gerektiğini bilmiyor.

Ahşap oyma kursu. O kadar da bilmiyor değil sanırım, en azından yeni bir şeye başlayacak enerjisi var. İşlerinden olmak istemiyorlarsa karıları zapt etmenin gerekliliğinden bahseden erkeklerin katıldığı bir kursta kendini bulmaya çalışıyor. "Hiçbir şey bilmiyordu, hiçbir şey; tertemiz bir ışığın köşesinde titreşen karanlıkta yaşıyordu." (s. 77)

Büyümenin getirdiği yeni yollar alsın gerisini. Başkasının üstünlüğünü kabullenmek, kadınlarla ilişkiler kurabilmek, kolay kazanç, kolay kaybediş, sürüklenme, bulunma, ne olursa olsun ilk aşkın büyüsünün sürmesi ve anlayışın yol açtığı başka yollar... Sonucu aniden değiştiren kazancın sürpriz belirişi anlatıyı yaraladı ama didaktik bir metin zaten, uslu bir çocuk olursak Şirinler'i görebiliriz.

Ön kapağı çok yakıştırdım, insanları niteleyen aksesuarlar ama insandan bağımsız.

Şu an sabahın beşi, ödünç verecek birazcık uykunuz var mı?

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Raymond Radiguet - İçimizdeki Şeytan

Sinemaya uyarlanmış, üç kez. Makul; klasiklerin her on yılda bir tekrar okunması gerektiğini söylerler, bu roman da tekrar tekrar filmleştirilebilir.

Radiguet'nin ölüm döşeğinde Cocteau'ya söylediği renk uçuşması anlaşılabilir; kendisi yirmi yaşında hayata veda etmiştir ve renk kovalayacağı zamanı ardında bırakmıştır. Coşkuyla doludur; Apollinaire'ye bir başyapıt yazamamış olmanın sıkıntısıyla dert yanar. Sözlükten apardım bunları, çaktırmayın. Bu romanı onlu yaşlarının sonunda yazmıştır, yaşadığı gibidir muhtemelen, otobiyografik öğeler ağırlıktadır. Savaşın hemen öncesinde onlu yaşlarının başındadır ve dört yıllık bir tatilin nasıl doldurulabileceğinden bihaberdir. Sınırsız bir özgürlükle ne yapılacağını bilmek, o özgürlük harcandıktan sonra belli olur. Eh, bizim çocuk da gönül işlerine meyleder. "Ben hiç hayalci biri olmadım. Benden daha naif olanlara hayal gibi gelen şey bana, bir kedinin cam fanus içinde duran peyniri gerçek bulması kadar gerçek gelirdi. Ama cam yine de vardır." (s. 5) Hayal kurmaz, eyleme geçer ve yaşayarak görür. Cam varsa da kırılabilir, acısı çekilerek.

Elde etmek, itmek ve itilmek, kıskançlık, aşk, sevgi, aitlik ve aidiyet üzerinedir. Bir açıdan Baştan Çıkarıcının Günlüğü'ne benzer ama ondan bir adım öteye gider, elde etmenin ötesinde neler olduğunu irdeler. Şeytanlıkla pek de bir ilgisi yoktur; duyguların ve merakın peşinden gitmek esas mevzudur. Kurgusal bir ilişkinin her bir adımı ihtiyatla, üzerinde yüz kez düşünülerek atılır, duygularla pek bir ilgisi olmadığı söylenebilir ama tutkunun zincirleri alenen ortadadır.

Anlatıcımız ergenliğinin baharında bir gençtir, okula pek ilgi duymaz ama annesiyle babasını güzelce idare ederek eğitimini sürdürür. Dayak yediği için çatıya çıkıp kendini atmaya karar veren bir kadını izlerken babası annesine kimsenin onun kadar duygusuz olamayacağını söyler ama çocuğun dünyaya şiirmiş gibi bakma huyunu bilmez, bu olay çocuğa savaşın yaratacağı sefaleti imgeler yoluyla aktarır. Top sesleri işitilir, Almanlar çok yakındadır. Ölüme çıkan boş bir uzam. Dost Réne ve kızlarla yakınlaşmalar, bombaların gürültüsünü perdeleyen uğraşlara dönüşür.

Marthe ortaya çıktıktan sonra oyunlar başlar. Kız bir askerle nişanlıdır, adam cepheye gidene kadar pek az vakit geçirebilirler ama bu vakitlerde de anlatıcının taktikleri, kişiliğinin belirsiz noktaları ortaya çıkmaya başlar. Anlatıcı yalanlara başvurur, aralarında sırların doğmasını sağlar ve bunu kızın üzerinde egemenlik kurma düşlerine bağlar. Ailesi ve dostu giderek uzaklaşırken Marthe yakınlaşmıştır; birlikte eşya seçmeye giderler. Gencimiz kendi zevkini kızın zevkiymiş gibi düşündürür, bu da bir zaferdir. 19 yaşında bir kız, nişanlısıyla yaşayacağı ev için bir başkasıyla eşya bakmaya gidiyor ve onun fikirlerine göre hareket ediyor. Bizimki 16 yaşında, kızın Baudelaire okumasına ve özgürlüğüne ortak olmasına bayılıyor. Kendi özgürlüğünü keşfetmesi ve onu kızdan sakınması da kendi ruhunu yücelten bir şey, bencilliğinin bir derecesi.

Kızı sevmiyor ve sevmediği halde yakınlaşmaları sevdiğini gösteriyor. Aşık değil ama kızın nişanlısıyla geçirdiği zamanlar kıskançlıktan kıvranmasına yol açıyor, aslında aşık. Kendini keşfederken kızın ona sunduğu aynanın berraklığına hayran kalıyor ve kimseyi umursamayana kadar ilerletiyorlar işi. Kızın evinde sevişmeleri, komşular tarafından dışlanmaları, gencin annesiyle babasının umursamaz ve sinirli tavırları birbirine ekleniyor. Kız, çocuk için çok yaşlı olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyor ama kopamıyorlar; kızın aşkı oldukça derin, herkese rest çekebilecek ölçüde. Nişanlının cepheden gelen mektupları pek bir şey ifade etmiyor, anlatıcı mektupların yakılmasını önlediği ve kızın mektupları okumasını sağladığı için erdemli bir adammış gibi hissediyor kendini, bu tür yanılsamalara ihtiyacı var. Kendini adamın yerine koyup kızın kendisini aldattığı düşüncesine katlanamıyor ama kopmayı düşünmüyor. Her şeyi ölümüne kıskandığı bu adama borçlu, o olmasaydı bu ilişki de doğmayacağı için hiçbir şeyden sorumluluk duymuyor. Hamilelik örneğin; kız hamile kalıyor ve doğurmak istiyor, bu yüzden ortalıktan kayboluyor. Tansiyonu giderek yükselen bir ilişki için hem bir ara, hem de ayrılığın acısının çekileceği en duyarlı zaman. "Kuşkusuz ki aşkımız, birbirimize acı çektirmekten hoşlandığımız çağındaydı, bunlar aşkın tutkuya dönüştüğünün kanıtıydı." (s. 55) Birbirlerine acı çektirirler ve hiçbir şey açıklamazlar. Sahte bir anlayış, berraklık her şeyin ortada olduğunu düşündürür. Geçicilik duygusu hiçbir şeyin üzerinde durmamayı sağlar, anın ötesi mühim değildir. Birbirlerine iyice benzedikleri zaman anlatıcı memnundur çünkü kendisinden bir tane daha üretebilmiştir. Mutsuzdur, başarıya ulaştığı noktada canı sıkılır.

İzin zamanında kadının nişanlısıyla seviştiğini ve nişanlının çocuğun kendinden olduğunu düşündüğünü öğrendiği zaman ihanete uğramış gibi hisseder, kadın bunları ondan gizlemiştir. Burjuva ahlakı sadece bu noktada ele alınır; yalan içinde yalan olduğu zaman yoldan çıkılır, başka türlü değil. Dönemin toplumsal çarpıklığı da böylece iğnelenmiş olur.

Tutkunun erdemi silmesi bir yana, kaos anlarının yarattığı saf yaşamla verilen mücadele de oldukça ilgi çekici. Radiguet'nin daha uzun yaşamış olmasını diliyor okur. Ben diledim, sizi bilemem. Siz de dilersiniz bence.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Caner Almaz - Kırgın Anlatıcı

Caner'i tanıyorum, kurucusu olduğu edebiyat sitesinde seksen iki müstear ismimden biriyle bir şeyler karalıyorum ama önemli değil, öyküleri kendi dünyaları içinde bırakacağım, yazarına taşmayacak. Taşabilir de, umarım bana kızmaz.

Alakarga'dan. Yerli yazarların kalelerinden biri Alakarga, aynı zamanda Saki ve Wells de bastılar, ilgiyle takip ediyorum.

Fikret Cemal'in Ölümü: Alegoriye göz kırpar. Fikret Cemal alaylı bir yazar adayıdır, gerçi bu işin okulu olduğunu sanmam. Yazarlık kursları var, bir de üzerine yaratıcı okurluk kursları çıktı. Bana göre para söğüşlemenin çeşitli yollarındandır bu kurslar, kattıkları şeyler elbet vardır ama harcanan zamana ve paraya değmez. Bir yolculuksa bu, yolu kaybola kaybola takip etmek daha iyidir. İşin okulu olarak üniversiteleri görürsek... Birini edebiyattan soğutmak isterseniz edebiyat okumasını sağlayın. Daha iyi bir yöntem bilmiyorum. Neyse, Bu Fikret Cemal kardeşimiz Ahmet Cemil'in düşlerine sahiptir, iyi edebiyatın peşinden koşar ve kliklere dahil olur. Bütün bunlar futbol alegorisiyle anlatılır, edebiyat kliklerin savaşıymış gibi. Taraftarlar, tezahüratlar, maçlar... Ahmet Cemil oyunu daha iyi oynamasıyla -öykülerinin niteliğinin gelişmesi- as kadroya falan girer, herkesin gözdesi olur. Edebiyat liglerinde şiddetlenen kavgalara devletin el atmasıyla rüya biter, demir ökçenin topuk izinde katledilen edebiyatçılar görülür. Fikret Cemal de bir hengamede başından vurulup öldürülür. Sonra edebiyat yasaklanır, yer altına iner, devrime kadar gizli gizli yürür. Ana akım fikirler tarafından desteklenmediği sürece devrimin gerçekleşme şansı hep vardır, yoksa bir başka devrim yalanı özgürlüğün gazını almayı sürdürür. Böyle bir öykü.

Kadıköy Boğa'da Bir Kadın Bir Adamı Bekliyor, Bekliyor...: Hikmet ve Aliye.

Caner'in yığma usulü klasik; bir karakterin oluşumu derlenmiş olaylarla izleniyor. Günün bir kesiti mesela. Uyanış, kahvaltı, iç dünyanın uğultusu ve motor! Bir de düşüncelerle düşüncelerin monolog haline bürünmesi birbirini köstekleyen unsurlar aslında, öyküde bu da var. Karakteri ben tamamlamak istiyorum, eşelenmemin sebebi bu aslında. Carver'ın insanları buna cuk oturur mesela. Caner'inki bir tercih meselesi, sanatçının kendi yaratısındaki sonsuz tasarrufu.

Hikmet gececi, tekelde çalışıyor ve uzayıp kısalmıyor, bombalamak istediği sıkıcı bir yaşamı var. Aliye dükkana gelince aklının bir köşesi çiçek açıyor, kadının hayatla yakından ilgili olması önemli değil. İçini döküyor, kadınla buluşmak için söz koparıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde Hikmet'i vuruyorlar, Aliye boşuna bekliyor, erkeklere hayırlar dileyerek yoluna gidiyor. Birbirini ıskalayan iki insan.

Mutsuzluğun Süregelen Tarihi: Russell'ın felsefe tarihini mutsuzluk üzerine kurduğunu düşünüyorum, tam olarak böyle bir şey ortaya çıkardı. Cengiz bir konuşmayan adamdır. İçer, dinler, düşünür. Bir içki masasında mutsuzluk bahsi açılır, Cengiz kafasında filozoflar geçidi düzenler, mutsuzluğun düşünce tarihini çıkarır.

Zalim Her Zaman Kaybeder ve Varolma Lokali, kitabın ağır topları. İlki kapitalin biçe saplaya kanını bırakmadığı işçi sınıfıyla, ikincisiyse mutlulukla bezenemeyen bir hayatın değiştirilmesi üzerine. Birkaç güzel öykü daha var, tembelliğimden yazmadım.

Hayali kurum ve kuruluşlar iyi, öyküler iyi. Caner iyi yazıyor, deneyin bence.

2 Nisan 2017 Pazar

Tahsin Yücel - Söylemlerin İçinden

Tahsin Yücel derya. İncelemeleri, romanları, öyküleri, göstergebilim ve dilbilim konularında kafa yorgunlukları, eleştirileri derken akar gider. Eleştirileri çokça tartışılmış, kullanmayı tercih ettiği Türkçe kelimeler keza. Karşılıkları sözlüklerde yoktur denir, demek ki kelime türetimi de var, tercih edilir veya edilmez. Mühim bir şahıstır Yücel, hakkında malumata sahip olmadığımdan benden bu kadar.

Önsözde biçim-söylem ilişkisini irdeler Yücel. Belli bir alanda üretilmiş söylemler kişi bazında, bireysel kullanımla ortaya çıktıklarına göre bütün bir alanı kapsayabilir mi veya bütünün bir parçası olabilir mi, öyleyse kastedilenin dışında kalan anlamlar sonsuza dek yok olmaya mahkum mudur, bunları açıklığa kavuşturuyor. Biçim ve içeriğin birbirinden pek de koparılamayacağı görüşünü Lévi-Strauss'tan yaptığı alıntıyla destekliyor ve incelediği söylemler için bir okuma, anlama altyapısı oluşturuyor. Makalelerin bütünlüğüne gelince, bu konuda başarılı bir yapıt ortaya koymadığını düşünüyor çünkü koşutluk var, çizgisellik yok. Birleşme okurun zihnine kalıyor, okurun iyi bir alımlayıcı olması bu bütünlüğü sağlayabiliyor. İyilik sağlık yine Yücel için tabii, okur parçaları birleştirebilir ya da birbirine hiç bulaştırmayabilir. Ben bulaştırdım, makalelerin ortaya koyduğu fikirlerde gösterilen-gösteren dönüşümleri falan, böyle göstergebilimsel meseleler var ve bizim gudik toplumumuza uyarlanmış halde. Anladım ya ben. Yani çok derin meseleler bunlar. Alkış bana. Vallahi anladım ya!

Top Yuvarlaktır: Futbol dünyası. Futbol yazarlarının süslü biçim tutkularının yol açtığı ozanlığı anlatarak başlıyor Yücel. "Messi'nin enfes hareketleri çorak sahada bir gül gibi açtı." Bu ve benzeri cümleleri duyuyoruz, okuyoruz, iş imgeleme ve hayal gücüne dayanıyor. Gol sevinçlerini hatırlayın, şapka çıkarmakla, her yerden öpmekle bürokratik sevinçlerden erotik hazlara doğru yelken açarız. Futbolun dişiliğine de bir göndermedir aslında; futbol kadınsıdır, doksan dakikada her şey olabilir, rastlantısallık zirve yapar ve bu toplumun kadınlara bakışıyla özdeşleşir. Mantığı kes. Neyse, uluslararası maçlarda destanlar yazılır, Rapid Wien'in kapıları geçilir, Manchester United fethedilir ve yıllarca konuşulur bu galibiyetler, Batı'nın karşısında alınmış muazzam zaferlerdir çünkü. Yenilgilerse onurludur ve kısa sürede unutulur, zaten normal şartlar altında pek de bir şansımız yokmuş gibi. Aşağılık kompleksi tavan yapar ve bu kompleksten güç alınır ama topyekün bir kalkınma için değil, sonraki maçlar için. Sanki zaferler daha anlamlı, daha coşkulu olsun diye zayıf kalmamız gerekiyormuş gibi.

Takımlar. Dişliler gibidir takımlar, söylem bu yöndedir. "Barcelona makineyi kurmuş, çatır çatır oynuyor." Kusursuz bir fabrika, üretim hiç durmadan sürüyor. Öylesi bir görev bilinci yaratılmış ki sakat olan bir futbolcunun yerine aynı görevi üstlenecek bir başkası yerleştirilebiliyor, hemen. Bu durumda bireysel yeteneklerin baskılandığı düşünülebilir, bir ölçüde. Neymar'a baktığımda Brezilya ve İspanya günlerinin arasındaki fark muazzam; İspanya'da herif bireysel yeteneğini dişlinin daha iyi dönebilmesi için geliştirmiş, var olanın üstüne koymuş.

Hakem bir karşı-özne niteliğine sahip, teknik direktör takımın komutanı, seyirci aktif bir katılımcı, Avrupa takımları Osmanlı'nın öcünü almak için bir araç, hiçbir şey gerçek kimliğinde değil ve söylemlere göre kimlik kazanıyor.

Mutfak Yazını: Gurmelerin söyledikleri üzerinden söylemek istediklerini açan bir makale bu. Şu yemek mutlaka şurada yenir, şurada yenirken içinde mutlaka bu olmalıdır yoksa bir halta benzemez, şefler yaratıcılıklarının başarılı olup olmaması ölçüsünde parçalanmaya hazırdır, dünya mutfağından Türk mutfağına sonsuz yolculuklardan getirilen deneyimler mutlaka ve mutlaka paylaşılır, şefler kıyaslanır, malzemeler kıyaslanır, mekanlar kıyaslanır ki bir mekan salaşsa Yunan restoranlarını anımsatabilir veya kireç tutmuş duvarlara sahip bir restoran, İstanbul'un göbeğinde Akdeniz havası yaratabilir. Önemli şeyler bunlar. Garsonlar menüyü geç getirir ve seçme edimini engeller, öznenin yoluna taş konmuştur. Sadece restoranda yaşanır, restoran hayattır ve herkes restoranda o yemekten yemelidir. O yemekten yemeyen neden yaşar ki? Neden Nusr-et'in restoranında yemek yemiyorsunuz, yaşamak istemiyor musunuz yoksa? Siz de güzel yemek alışkanlığına sahip olabilirsiniz ve damak tadınıza uygun lezzetleri sürekli tadabilirsiniz, şefin getirdiği bir yeniliğin yemeğin tadını bozup bozmaması bir özne olarak sizin çıkmazınız haline gelebilir. Şu alıntıyı yapayım ki Yücel'in Türkçesine de bir bakın: "Onurlandırıcı deney, tüketici öznenin bilisel ve kılgısal üstünlüğünün tanınması olarak belirir: izlence hep onun utkusuyla sonuçlanır." (s. 97) İlk okuduğumda bana selam verildiğini sandım, eheh. Yok yok, anladım mevzuyu.

Özgür Kadınlar: Kadın dergilerinin yarattığı algıya bir temiz giydirilir.

"Siz de patronunuzla yatmak mı istiyorsunuz, öyleyse şöyle şöyle yapın."

"Demek size bakmıyor, sizinle ilgilenmiyor veya gözünüzün akını göremeyeceği bir şekilde uzaklaşmanızı istiyor?! Gelin ağzına birlikte sıçalım da sizinle sevişsin, şu maddeleri uygulayın."

"Yani şimdi özgürsünüz, istediğinizi yapabilirsiniz. Kocanız artık umrunuzda değil, nasıl bir hayat istediğini zerre sallamıyorsunuz, o zaman yeni maceralara yelken açtığınızda bunu neden kocanıza söyleyesiniz, ne lüzum var evin rahatlığını bozmaya? Hayat sizin hayatınız, kocanız da bu arada bok yiyebilir."

Tam olarak bu da değil aslında, duyarsızlaşan insan eleştirilir ve bu dergilerin ürettiği de duyarsız insanlardır der Yücel. Siyasal görüşünüz olmasın, ekonomik sorununuz olmasın, dümdüz bir insan olun ve hayatın tadını çıkartın. Tabii ya! Bilginin güç olduğunu söyleyenler halt etmiş, cinsellikte bilgiye ihtiyaç yok, herhangi bir görüşe de. Doğanıza dönün kardeşim, çiftleşin. Neden, çünkü bu baskıcı topluma karşı bir sözümüz olmalı ve sözümüz bu. Erkeklerin özneliğine hayır, nesnedir onlar, kullanılırlar ve geçip giderler. Her şey geçip gider. Her şey akışkandır, suya düşmüş yaprak gibi sürükleniriz.

Tamam o zaman.

Yeni elbiseler, makyaj malzemeleri tamam. Ayakkabılar da yeni ama daha da yenisi alınmalı. Glamorama'da Bret Easton Ellis ne diyordu, daha iyi görünürsen daha iyi görürsün. Daha iyi tüketirsen, daha iyi bir sosyal ağa sahip olursan daha iyi göreceksin. Güruha ayak uydurursan güruh seni kabul edecektir, yoksa bir hiçsin. Aslında bu kadın prototipinin erkek versiyonu var romanda, evet, şöyle bir göz gezdireyim tekrar. Yani çok erkek hiç erkek mi, çok kadın hiç kadın mı, bir anlamda onun tartışması. Ve tabii tüketim toplumunun. Ve dahi derinliksiz yaşamın.

Günümüzün rezil aşk şarkıları ve Prenses Diana'nın ölümünden sonra basınımızda yer alan çok değerli(!) yorumlar da diğer makaleler. Bir de en sonda Boratav'ın derlediği bir halk hikâyesinin göstergebilimsel açımı var, mevzuya aşina olmak isteyenler için birebir.

Kitap iyi, dili biraz zorlayabilir. Terminolojik bir Türkçe var ve kavramları araştırırsanız o iş de tamamdır.

31 Aralık 2016 Cumartesi

Robert Musil - Öğrenci Törless'in Bunalımları

Uygarlık, çarkının dönmesini sürdürecek parçaları üretmek için dış etkenlerden olabildiğince uzak, sadece yontma üzerine kurulmuş bir okulun mimarıdır. Beineberg'le Törless'in sohbetlerinden birinde Beineberg, eğitim hayatının belli kalıplara sahip olduğunu ve öğrencilerin yeterince işlendikten sonra bir diğer adıma geçebileceğinden bahseder. Bu adımların içinde kalburüstü bir bürokrat veya asker olmak vardır, küçüklerden büyüklere bir parça transferi. Çocukların ailelerinin çoğu zaten bu sistemin içinde zenginleşmiş, soylulaşmış, aristokrat ailelerdir, çocuklar bilinçli bir şekilde bu tür eğitim kurumlarına yollanır. Çatışma bu noktada doğar; yaşantı eksikliğinin ve biçim verilmemişliğin özgürlüğünü yaşayan çocuklar, medeniyetle kendi fikir dünyaları içinde çarpık ilişkiler kurar. Birbirleri haricinde kendilerine yol gösterecek kimse yoktur, Törless irrasyonalizm üzerine matematik öğretmeniyle konuşmak istediğinde öğretmen kısaca, "Bunları düşünme, bu sonsuzluğu anlayacak değilsin," der. İki kere ikinin dörtten başka bir şey etme ihtimali ve determinizm arasındaki ikilik Törless'te ortaya çıkar, adamımız Kant'ı okumaya çalışıp hiçbir şey anlayamaz ve özündeki eksikliği ruhunun bir parçası olarak duyumsar. Sanki kendisinden iki tane vardır, ikincisi derinlere gömülmüştür ve temel yaşantılarla karşılaşıldığında kendini şöyle bir gösterir. Cinsellik, arkadaşlık, ahlak vs. ufuğun ötesinde sezilebilen bayraklar gibidir, Törless için anlamlandırılamadıklarından iki kişiliğin birleşmesi mümkün değildir ve bu durum Törless'in bunalımlarına temel teşkil eder. İlk kimlik, medeniyete eklemlenen bir parçadır. Ortaya çıkması için gereken laboratuvar ortamı, sadece öğrencilerin bildiği, tavan arasındaki boş bir odada sağlanır. Törless ve arkadaşları, kimliklerini bu odada arayıp bulmaya çalışırlar.

Musil'in ilk romanı. Tezli romandır. Meseleli romandır; dünyanın algılanması ve anlamlandırılmasında karakterlerin psikolojileri incelenir, yaşadıkları dönüşümler adım adım takip edilir. Her şeyin matematiksel bir düzenle yaşandığı aile hayatından sürprizlere açık, nereye gideceği bilinmeyen yaşamın olasılıklarına yolculuk yapan Törless'in dünya algısıyla dış dünyanın gerçeklerinin bir türlü uyum sağlayamaması, gencimizi bunalımlardan bunalımlara sürükleyecektir. Bu roman aslında Törless'in yaşamla uyumsuzluğunun romanıdır denebilir; cinselliğin keşfi sırasında karşılaştığı kadınla kendi içinde kopan fırtınalar arasında hiçbir yakınlık yoktur. Bu ilişki, çocuğumuz her şey siyaha giderken okuldan ayrılıp annesinin kokusunu almasıyla kurulur. Hayat kadını, zamanında soyluların evinde çalışmıştır ve Törless'in annesinin biraz fingirdek olduğundan bahseder. Törless kadının anlattıkları karşısında hayrete düşer, aklındaki şablonlar içinde annesiyle cinsellik hiçbir koşulda bir araya gelmemektedir ama roman biterken Törless için taşların yerine oturmaya başladığını söyleyebiliriz, annesinin kokusunu içine çeker. İki kişilik nihayet bir araya gelir, iki dünya birleşmiştir.

Sanal sayılar, doğal sayılar, akılla bilimin kesiştirilme çabaları Törless'in bunaltılarına bir noktada ışık tutar. Büyük anlatıların, yazarların insanlığa dair büyük sözlerinin olduğu dönemde Musil, bilimin tuttuğu ışığın yaşamı muğlaklaştırmasını irdeler. Doğal sayıların birbiriyle olan ilişkisi mutlaktır, oysa sanal sayılar sezginin egemenliği altındadır. Yaşanan dünyayla sezgisel dünya arasındaki çatlak giderek büyür ve Törless'in içinden çıkamadığı bir dilemmaya dönüşür.

Hikâyeyi açıyorum: Törless'in okulda fazla arkadaşı yoktur, Reiting ve Beideberg'le takılır. Onların yaşamlarına dahil olduğu noktada yardımcı aktör gibi davranır, her şeyin gerisindeki büyük zeka odur ama olayların yönlenmesine pek az katkı sağlar. Bir gün Basini adlı bir öğrencinin hırsızlık yaptığını keşfederler ve bu arkadaşa işkence yapmaya başlarlar. Tavan arasındaki odada kemerle dövme, cinsel taciz gibi pek çok hadise gerçekleşir. Törless başlarda ses çıkarmaz, sadece şahitlik yapar. Üç arkadaşın da kendine göre sebepleri vardır; Reiting insanları manipüle eder, geleceğin faşistlerinden biridir. Kaos yaratmayı ve gözlemlemeyi pek sevdiğinden aralarındaki en acımasız çocuktur. Funny Games'i hatırlayın, bir de şu meşhur deneyi: ABD'de gardiyan-mahkum rollerine büründürülen insanların kullanıldığı deneyde rollere iyice bürünüldüğünde zalimlik ve mazlumluk tavan yapar. Tahakküm, insan doğasında pek yeni bir ek değildir, çok uzun zamandır varlığını sürdürmektedir ve Reiting kardeşimiz tam bir faşodur.

Beideberg. Bu arkadaşımız, insanın kırılma noktasını merak eder ve ne kadar ileri gidebileceğini müşahede eder. Törless'in bunalımlarını küçümser, olasılıklar dünyasında neyin doğru, neyin yanlış sayılabileceğinin sadece tarihsel bir mesele olduğunu düşünür.

Törless. Ruhundaki dalgalanmalara karşı koyamaz ve öğrencilerin evlerine dağıldığı bir tatil zamanında Basini'yle yakınlaşır. Basini feminen bir erkektir, Törless'in biçimlenmemiş cinselliği, ruhunun çift cinsiyetliliği Basini'yle yakınlaşmasını sağlar. Basini'nin mazoşist bir tarafı da vardır, Törless tarafından aşağılanmayı ister ve bundan keyif alır. Törless yaşananlara daha fazla dayanamaz, son işkence seansında Beideberg'in silah çekmesiyle birlikte Basini'ye bütün olanları müdüre anlatması için tavsiyede bulunur.

Her şey ortaya çıkar, Törless yaşananları kaldıramaz ve okuldan kaçar, civardaki bir evde bulunup disiplin duruşması için okula getirilir. Karşısında büyükler vardır, kendi dünyasını anlayamayacak insanlar. Bir anlık esinle bütün hikâye boyunca aklından geçenleri özetler, ardından salondan çıkıp gider. Anlaşılamaz tabii. Ailesi onu okuldan almaya gelir, annesinin kokusunu içine çeker. Son.

Kitap iyidir; kokuşmuş burjuvaziye, pozitivizmin egemenlik sunduğu akılcılığa çuvaldızları, iğneleri duhul eder. Büyük savaşların öncesinde var olmanın psikolojik çözümlemesini yapar. Sevdiklerinizi özenle saklar. Kâmuran Şipal çevirisi, kendine özgü gudikliklere haizdir ama iyidir.

30 Aralık 2016 Cuma

Joyce Carol Oates - Kapılarımı Kapatıyorum

Kurtlarla koşan kadınlardan birinin hikâyesi.

Yazarın kitap üzerine son deyişinde iki nokta mühim; sıradan görünen ailelerde dahi bilinmeyenin üzerine kurulabilecek gerçekler var ve novella şiire belki de en yakın tür. İkisi bir araya gelince enfes bir anlatı çıkmış ortaya. 20. yüzyılın başlarında, ırk ayrımının en alengirli günlerinde yaşayan özgür bir ruhun, erkek egemenliğinin çatlaklarında yaşamını istediği şekilde biçimlendirmeye çalışan Calla'nın hayatını, kadın kahramanın yolculuğunu, dönemin oldukça sıkıntılı ortamında olabildiğince şiirsel bir hikâye üzerinden okuyoruz.

Anlatıcının büyükannesi olan Calla, Oates'in aile bağları açısından kolaylıkla benimseyebileceği bir karakter, bu sebeple son deyişte kurgunun nerede bitip gerçeğin nerede başladığını söyleyen yazarın yönlendirmesi olmaksızın düşünüldüğünde doğanın yalın bir parçası olarak görülebilir. Sosyal engeller kendisi için pek bir şey ifade etmiyor, sadece yaşıyor. Chautauqua Nehri'nin kenarında gülümseyen bir kadın, vaftiz adı Edith Margaret ama Calla olarak bilinecek; cenaze çiçekleri... Zor bir çocuk, kendi kendisine yeten, aykırı. Kızıl saçlarıyla ailesinin bile en başta kabullenemediği. "Kişi kimdir?" sorusunu hayatının sonuna kadar düşünmesine yol açan bir kocası, ailesi ve tanıdıkları olacak, diğer yanda balta girmemiş ruhunu dinleyerek cevabı bulmaya çalışacak ve bu yolda lirik bir coşkuyu yaşamı boyunca boynunda taşıyacak. Ölüm, ayrılık, aşk, hepsi koşulsuz yaşanacak. Bu da hayatın bize sunduklarından fazla bir şey değil açıkçası, sadece Calla kadar saf, kristal berraklığında yaşamak için terazinin öbür kefesini düşünmemek gerekiyor. Mutluluk paradoksu: Ne ölçüde başkaları için, ne ölçüde kendimiz için yaşarız?

Annesi dışında hayatta kalan kimse olmayınca Calla yakın akrabalarının evine taşınır, orada da kirişi kırar ve George Freilicht'le evlendirilir. Bu biraz da baskı yoluyla olur, kocasına karşı -hayata karşı olduğu gibi- pek bir şey hissetmez. Yalnızlık gibi bir duygudur bu da, gelir ve etrafın şeklini alıp var olmayı sürdürür. George, Calla'nın gerçek adını bilmez, başlarda sevişemezler bile, Calla için bu çok kısa boylu, şişman ve kıllı adamın iticiliği kabul edilemez olsa da bir süre sonra çocuk yaparlar. Calla'da annelik güdüsü diğer birçok şeyde olduğu gibi dumura uğramıştır, çocuğuna bir anne gibi yaklaşamaz ve nihayetinde aşık olur; dev bir zenciye. Bu noktadan sonra toplumu karşısına alan Calla için yaşadığı tutku haricinde hiçbir şeyin önemi yoktur, sevgilisinin öldürülmesi hariç.

Elalem ne der mi kazandı? Sanmıyorum, Calla yıllar boyunca manastıra kapanmış bir rahibe gibi yaşayıp yaşlanmasına, ruhu törpülenmesine rağmen her şeyini yitirmiş gibi gelmiyor bana. On yıllar boyunca değişen kendisi değil, başkalarıydı ve etrafındakiler onun hayatına saygı duydu, her şey unutulması gereken bir aile sırrına dönüştü. Anlatıcı, büyükannesinin sırlarını bir ölçüde öğrenip geriye kalanı güzelce uydurdu. Tanıdığınız biri öldüğünde dünyanızın bir parçası da onunla birlikte ölür, anlatıcının bu bakışından yola çıkarak Calla ölmeden önce ona sorulacak tek bir soru var: Yaşadın mı?

Calla yaşadı.

16 Aralık 2016 Cuma

Susan Archer Weiss - Edgar Allan Poe'nun Ev Yaşamı

Poe hakkında yazılan kitaplardan biraz farklı bu. Weiss, akraba ilişkileri sayesinde Poe'nun yaşamını olabildiğince yakından izleyebilmiş ve yazarı tanıdığı kadarıyla anlatmış. Objektiflikten pek nasibini almamış ne yazık ki. Spekülasyonlar, aşırı yorumlar almış başını gitmiş ama kitabı ilginç kılan da bu; büyük yazarın etrafına örülmüş mitsel perdeyi gördüğümüz gibi perdeyi aralayabildiğimiz anlarda gerçek Poe'yu da sezebiliyoruz.

Arka kapakta yazarın Poe'yu bir komşu sıcaklığıyla anlattığı yazıyor. Poe'nun etkileyiciliği yazarı da etkilemiş diyebiliriz, okura notunda olabildiğince tarafsız bir yaklaşımı benimsediğini söylese de gerçek tam olarak böyle değil, yorumu okura kalsın. Evler üzerinden gidiyor Weiss, Poe'nun yaşadığı evleri, mahalleyi anlatıyor ve taşınma/yerleşme vasıtasıyla kurulan ilişkilerle anlatıyı derinleştiriyor.

Bildiğimiz kısımları hızlı geçeceğim, yazarın annesi ve babası tiyatro oyuncusu. Avrupa'yı da kapsayan turnelere çıkıyorlar, hızlı bir hayatları var. Baba veremden ölüyor, anne de oldukça hasta, bu yüzden çoğu oyuna çıkamıyor. Çocukların kaldıkları yerler son derece sağlıksız, anneyi ölüme götüren bataklık hummasına, sıtmaya bu odalarda yakalanıyor.

Annenin üyesi olduğu tiyatro topluluğu, aileye yardım amacıyla bir oyun düzenliyor ve oyunun reklamını yapıyor. John Allan ve Bay Mackenzie, ikisi de Poe ailesinin geleceğinde mühim işler yapacaktır, oyunlar oynandığı sırada Edgar'a ve kardeşlerine bakma görevini üstleniyor. Kaderin oyunu; Edgar, Allan ailesine düşüyor, kız kardeşi Mackenzie'ye. Mackenzie ailesi bu durumdan ötürü sonradan çok hayıflanıyor, keşke Edgar'ı da alsaydık diyorlar ama artık çok geç, Edgar Allan familyasının bir üyesi haline çoktan gelmiştir.

Kıyısından dönülen bir facia da var; annenin ölümünden altı hafta sonra Richmond Tiyatrosu yüksek sosyeteden seksen kişiyle birlikte yanıyor. Bayan Allan o gün oyunu izlemek için çok ısrar etmiş ama Bay Allan itiraz edip aileyi yılbaşı ziyareti için şehir dışına çıkarmış. Küçük Poe'nun hayatı kurtuluyor, eserlerinin de.

Bay Allan o zamanlar otuzlarının başında, maddi durumu oldukça iyi bir iş adamı, İskoç. Evleri gayet güzel. Yardımsever insanlar. Her şey güzel görünüyor ama aşırı duygusal, sevgi açlığı çeken bir çocuk, ruhundaki boşlukları korkularıyla dolduruyor. O yıllarda edindiği mezarlık, umacı, hayalet korkusu hayatı boyunca peşini bırakmayacak. Sevdiği kadınların -başta annesinin- ölümünün ardından duyduğu özlem, ölüm korkusu, çürüme fikri yazarı zıt kutuplara ayırıyor. Sevdiği ve nefret ettiği şeylerin bir noktada birleşmesinin üstesinden gelmesi ancak yazdığı müddetçe mümkün oluyor. Alkolle tanışmasının da çocukluğuna denk gelmesi etkiyi artırıyor, anne ölmeden önce çocuğa tatlandırılmış cinli suya batırdığı ekmekleri yediriyormuş. Bravo, süper taktik.

Edgar gençliğinde iyi bir eğitim alıyor, yazarın takip edemediği beş yıllık kayıp zamanı Ackroyd'un kitabından izlediğimiz kadarıyla İngiltere ve İskoçya'da Poe çok iyi bir öğrenci, derslerinin çok iyi olmasının yanında sporla ilgileniyor. Çok iyi bir yüzücü, iyi bir atlet. Bunun yanında ABD'ye döndükten sonra özel ders de alıyor. Bay Allan'ın her hatasında çocuğu yalnız bırakmakla tehdit etmesi bütün bu çabayı yerle bir ediyor; Weiss'a göre bu tehditlerden sonra Poe babasından bağımsız bir yaşam düşünemedi ve bu yüzden çok acı çekti. Sonraki dönemlerde eve yolladığı mektuplar son derece kasvetli. Babanın koruyuculuğu olmadan Poe'nun işi çok zor ve babanın yardım etmeye pek niyeti yok. Çocuk kendi ayakları üzerinde dursun istiyor ama gereken özgüven çocuğa kazandırılmamış. Bir örnek: Poe iyi bir tiyatro oyuncusu ve gittiği okulda oynadığı oyunlarda son derece başarılı ama Bay Allan, mevzudan haberdar olunca Poe'ya tiyatroyu yasaklıyor. Neden böyle bir şey yaptığını düşününce çocuğun anne ve babasının makus talihini düşünebiliriz, bir de Bay Allan'ın otoriter karakterini. Edgar'ı yönlendirmeye çalışıyor ama son derece sert bir dille, bu da bir noktada geri tepiyor.

Korkular bitmek bilmiyor. "John Mackenzie Edgar'dan bahsederken okulda oldukça cesur biri olduğuna ama doğaüstü varlıklar yüzünden geceleri evde yalnız kalmaktan korktuğuna şahitlik ettiğini sıkılarak anlattı. Poe'nun çocukken en çok korktuğu şeylerin gece kapkaranlık bir odada yalnızken yüzünde buz gibi bir el hissetmek veya alacakaranlıkta uyandırılıp gözlerini kendisine dikmiş bir canavar görmek olduğunu söylermiş. Kendi hayal gücünün ürünlerinden o kadar çok etkilenmiş ki neredeyse boğulacak gibi olana kadar kafasını yastığın altında tutarmış." (s. 31) Poe'nun inancı son derece zayıf, korkularının üzerine gitmekte ilahi bir yardıma el uzatmıyor. Episkopal olduğunu söylemesine rağmen okul arkadaşlarının dediğine göre ulu bir gücün varlığına inanmasına rağmen İsa'yı ilah kabul eden doktrine olan inancını yitirmiş. Deist olabilir mi?

İlk aşk acısı yine bu dönemlerde. Arkadaşı Robert'ın annesi Bayan Stanard'a tutuluyor ve kadının ölmesiyle birlikte Lenore'ı yazıyor. Biyografi yazarlarının iddiasına göre Helen'a da aynı kişi için yazılmış. Poe için yazmanın büyüsü bu ergenlik dönemlerinde ortaya çıkıyor, acısını dindirmek için yazmaya başlıyor.

West Point'ten ayrılma sebebi, o zamanlar aristokratik okul yapısının Poe için hiç de uygun olmaması. Söylentilere göre komutanların hakaretleri Poe'yu askerlikten soğutmuş ve evlatlık olduğu için bu ayıbın askerlik hayatı boyunca yüzüne vurulmasından korkmuş. Sonuçta kendini okuldan attırması babasıyla arasındaki sallantılı ilişkiyi de bitiriyor. Yine söylentilere göre Bayan Allan'ın ölümünden sonra tekrar evlenen Bay Allan, ikinci eşinin Poe'yu istememesi yüzünden yapıcı davranmamış. Oğlunu bastonla kovalayıp evden attığı söyleniyor, bunun gerçek olup olmadığını bilmiyoruz ama Weiss'a göre tartışılır bir olay, zira Bay Allan baston kullanmazmış.

Evden temelli ayrıldıktan sonra hayatının en sefil döneminden geçiyor Poe; yersiz, yurtsuz, aç ve öyküleri beğenilmeyen bir yazar. Bir müddet böyle yaşadıktan sonra halasının kızıyla evleniyor. Virginia, Poe'dan oldukça küçük ve çocuksu. Aralarındaki ilişki hiçbir zaman anlaşılabilmiş değil, Poe'nun başka kadınlara aşık olmaya devam etmesinden eşiyle aralarında bir tür sevgi ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz, fazlası değil. Hala, kızının 14 yaşında evlenmesiyle karşılaştığı kötü muameleye göğüs geriyor ve yeğeniyle kızının mutlu olmasından başka bir şey istemiyor. Yaptığı fedakarlıklar herkesin yapabileceği türden değil. "Aile her şeydir" anlayışı mühim.

The Raven... 1845'te yazılıyor ve Poe'nun da beklemediği büyük bir başarı kazanıyor. Tekrar tekrar gözden geçirilen bölümler, kelimeler, cümleler, kararsızlıklar ve diğer her şey, şiirin yaratılma aşaması için oldukça kilit bilgiler ve Weiss sağ olsun, bu şiire özel bir önem göstermiş.

Editörlük işleri, alkol, çöküntüler ve yükselişler Poe'nun geri kalan hayatını oluşturuyor. Eşi ölene kadar aşık olduğu kadınlarla ilişkileri daha çok dedikodulara dayalı bilgilerle ortaya çıkıyor. Bir noktaya kadar sadık Poe ama o nokta nerede yok oluyor, bilemiyoruz.

Ölümü şaibeli, bildiğim kadarıyla hala kesinlik kazanmış değil. Seçim zamanı gittiği bir bardan arkadaşlarıyla birlikte toplanıyor. O zamanlar seçim olayları dalavereli, tekrar tekrar oy kullandırılan, hiç oy kullandırılmayan, öldürülen, kaçırılan, hapsedilen seçmenler oluyor ve söylentilere göre Poe da onlardan biri.

Weiss, Poe'yu arkadaşları ve akrabaları üzerinden anlatmış, iyi etmiş bana göre. Bu kült yazarın hayatını merak edenler için birebir.

6 Eylül 2016 Salı

Herman Melville - Veranda Öyküleri

Bu öykülerde Thoreau'nun doğaya dair sezgisini bulmak mümkün. Biraz macera da var işin içinde; Melville yolculuklarını öyküleştirirken yaşamı olabildiğince bozmadan işler, tayfaların haykırışları, rüzgarlar falan olabildiğince gerçektir. Mevzuyla alakalı olarak In the Heart of the Sea'yi izlemenizi tavsiye ederim, kısmen Melville hakkında bir filmdir. Hikâye peşinde bir yazar olarak görürüz kendisini ama hayatının önemli bir bölümünü yolculuklara ayırmıştır, sonrasında Jack London'ın da yapacağı gibi. Esin verici bir adamdır Melville, öykülerinden yazım dersi çıkarılabilir.

Veranda: Anlatıcımız Thoreau'nun yolundan gider, kendine bir kulübe ayarlar ve bütün zamanını gözleme ayırır. Verandasını inşa ettikten sonra müthiş bir manzaraya kapı açar, periler vadisini izler. "Gerçek bir yolculuk; ama kabul etmek gerekir ki uydurulmuş kadar ilginç..." (s. 11) Yürümeye başlar ve bireysel özgürlüğünün sınırlarında gezinir, her adımıyla birlikte periler ülkesine bir adım daha yaklaşır ve uzaklarda zorlukla seçebildiği eve yaklaşır, Marianna'yla tanışır. Marianna da anlatıcı gibidir, sihrin içinde yaşarken uzaklardaki evde oturan kişinin ne kadar şanslı olduğundan bahseder. Perileri en iyi gören yer o evin bulunduğu alandır, yaşamın en keyifli olduğu yerdir orası. Anlatıcı o evde yaşadığını söyleyerek sürpriz yapar ve uzun zamandır birbirlerinin cennette yaşadıklarını düşündükleri ortaya çıkar. Doğanın içinde, insanın kendiyle kalabildiği ve kendinden daha yüce bir şeyin varlığını hissettiği zamanlar... "Zaten büyülenmiş olanlar yemekten içmekten kesilirmiş. En azından, bilgelerin bilgesi Don Kişot böyle demiş." (s. 15)

Bartleby: Bu ayrı bir başlıkta incelenmeli. Burada şunu söyleyeyim; Everyday Rebellion'ı izledikten sonra katibin hareketlerinin kasıtlı olduğunu düşünüp büyük keyif aldım.

Benito Cereno: Hah, bu müthiş bir öykü işte. Güvenilmez anlatıcı denen nane, üçüncü tekil anlatıcı kılığındadır, hatta denebilir ki anlatıcı öylesine tarafsız bir anlatıcıdır ki olayların arka yüzünü sezdirse de gerçeği bildiği halde hiçbir ipucu vermemektedir.

Kaptan Delano, San Dominick'e rastladığında bir şeylerin ters gittiğini anlar ama olayı tam olarak çözemez. Geminin yan tarafında "liderini takip et" yazmaktadır, olayın ironisini artıran bir mevzu. Ancak öykünün sonunda çözülebilen bir bulmaca. Delano, Kaptan Benito Cereno'yla tanışır, gemisine çıkmak için izin ister ama Cereno bu konuda isteksizdir, bir an önce yoluna gitmek ister gibidir. İlginç bir şekilde oldukça yorgun ve pespaye bir haldedir, Delano neler döndüğünü anlamaya çalışır ama kaptanın konuşmaktaki isteksizliği, tayfaların suskunluğu içinden çıkılmaz bir hale gelir. Anlatıcı daha çok Delano'nun huzursuzluğuna, çıkarımlarına ve bu çıkarımların yıkılmasına dayalı bir yol izler, gerilimi adım adım yükseltir. Bir bölümde tayfalardan birinin elindeki pala, Delano'yu neredeyse sinir hastası yapar. Deli gerildim burada, pala inecek miydi? İnmedi.

Çok başarılı bir öykü, şahsen Melville'e saygılarımı sunuyorum.

Paratoner Satıcısı: Fırtınalı havalarda insanların korkularını kullanarak onlara paratoner satan adamı hacamat eden akıllı anlatıcının kısa öyküsü. Anlatıcı, satıcı tarafından kafir ilan edilir ve sonuçta paratoner almaz. Oysa satıcı hala oralardadır, insanların korkuları onları mükemmel bir alıcıya çevirir. Korkulara karşı kendini paratonere çeviren bir satıcı fikri de pazarlama açısından son derece başarılı.

Efsunlu Adalar: 10 kısa öyküden oluşan bir derleme. Çok kabaca; deniz ve insanlık halleri. Sevdiklerini kendi eliyle gömmek zorunda kalanlar, fırtınadan sağ kurtulan gemiler, bir sürü olay. Dünyayı kavramlara sığdırmaya çalışan beyaz adamın gerçekle dolu yolculuğu, ilkel dediği insanların yaşamlarına şaşkınlık dolu bir bakış.

Çan KulesiBurada iddia edildiğine göre edebiyat tarihinin ilk robotu bu öyküdeymiş. Aşırı bir yorum olduğunu düşünüyorum, Robottan kasıt yapay zekaya sahip makineyse hayır, böyle bir şey yok. Yorumlama sonucu kısmen bilinçli olduğundan bahsedilebilecek bir otomatın belli belirsiz gölgesinden bahsediliyorsa, evet; böyle bir durum var. Metafizikle pek ilgisi olmayan mimar Bannadonna, inşa ettiği kulenin çanını çalması için kendi tabiriyle bir bey üretiyor, adı Hamas. Kendisini robot konseptinden -haliyle- haberi olmayan anlatıcının güvenilmez bilgisine dayanarak yorumlamak zorundayız, kimyasal bilgi ve mekaniğin yardımıyla ortaya çıkarılan bir varlık var ama ne olduğu hakkında tam olarak bir şey söylemek mümkün değil. Yoruma son derece açık bir mevzu. Makine, Talus gibi olarak geçiyor öyküde, bu makine Frankenstein'ın canavarına konsept olarak daha yakın diye düşünüyorum.

Özü şudur ki tanrıyı oynamaya çalışan insanların başına bir musibet gelir. Evet.

Moby Dick'i yazmaya nefesim yetmiyor, en azından bu güzel öyküleri yazmış olayım. Alın bence, pişman olmazsınız.