Alef Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alef Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2019 Çarşamba

Steven Hall - Köpekbalığı Metinleri

Biçimsel oyunlara boğulmak için birebir. Yapraklar Evi kadar uçuk değil ama yine de uçuk. Kağıt İnsanlar kadar karakter odaklı değil ama karakterler gizemi sürdürebilecek kadar aklı başında, yazarın dokunuşlarına gerek kalmayacak kadar otonom, bu açıdan çok başarılı bir kurulum gerçekleşmiş, hikâye de tipik bir postmodern belirsizlik taşıdığından bir sonraki adımı tahmin etmeye cüret edebiliyor okur, yazarın kesin çizgilerle kurmadığı bir anlatının parçalarından biri olabiliyor. Kapakta Rorschach testindeki desenlerden var, belki de bunu imliyordur, okur ne görmek istiyorsa onu görsün, gizemi çözdüğünü düşünsün ama çözemesin, aslında her şeyin rüya olup olmadığını düşünsün, belli bir doğrultu tutturulmasın, ne şiş yansın ne kebap, aşk arayan aşk bulsun, macera arayan köpekbalığından kaçmaca sırasında keyif alsın, herkese ve her keseye bir anlatı olsun. İyi valla. Deli bir metin kısaca, her şey yüzüyor, karakterlerin kimlikleri konusunda kuşkuya düşüyoruz, ölümün ne olduğu konusunda da kuşkuya düşüyoruz, üzerine düşünmemiz lazım. Her şey ölümün bir metaforu olabilir, olmayabilir, iç içe geçmiş anlatılardan çıkarabileceğimiz çok şey var. Sakatlık Eric Sanderson'ın, anlatıcının ta kendisinden başlıyor. Kendine geldiği odayı bilmiyor, sadece nefes almaya odaklanıyor ve duyularına yavaş yavaş kavuştuktan sonra aynanın karşısına geçiyor ve yirmilerinin sonunda, yorgun, solgun bir adam görüyor. Dudakları istemsizce hareket ediyor, kendi adının harflerini oluşturuyor. Hiçbir şey hatırlamıyor, kim olduğuna dair hiçbir şey bilmiyor. Bir profesyonelden yardım almaya karar veriyor, psikoloğa gidiyor ve bir yabancıdan kişiliğinin parçalarını bir araya getirmesini umuyor. "Füg" diyor psikolog, travmaya bağlı ani çözülme. Fiziksel olarak bir problem yok ama ölümün yol açtığı bir kayıp var, psikolog Eric'e kız arkadaşının hayatını kaybettiğini, o zamandan sonra yavaştan kafayı sıyırdığını söylüyor. Clio Aames, hukuk fakültesinde okuyan bir kız, Eric'le birbirlerini gerçekten çok seviyorlar, anlatı açıldıkça ortaya çıkacak bu. Hatta sevgilerinin derecesini de anlayacağız, sevgide bir son noktanın olmadığını göreceğiz. Neyse, psikolog Eric'e bir anma gecesi düzenlediğini, cenazede yer aldığını söylüyor. Üç yıl önce olmuş bunlar, psikolog her şeyden haberdar, Eric'le ilk kez görüşmediklerini anlıyoruz. Eric kendine gelir gelmez yakınlarında kendisine bırakılmış bir zarf buluyor. Mektup, telefon ve kroki. Mektup, Eric'e ne yapacağını söylüyor. Araba anahtarı tamam, Doktor -psikolog- Randle tamam. Mektup İlk Eric Sanderson'dan. İlk füg değil bu yaşanan, öncesinde Eric yine kendisini sıfırlanmış bir halde bulmuş. İlkinin direktiflerine uymak zorunda, kendisi on birinci Eric. On bir. Hatırlamadığı tek bir olay, Clio'yla çıktıkları Yunanistan tatili varken bu karanlık nokta bütün yaşama yayılıyor ve Eric'i amnezi tedavisi görürken yakalıyor, böylece her şeyi baştan anımsamak zorunda kalıyor Eric. Psikologdan bir uyarı da alıyor, daha önceki gibi kendi kendine, sonraki kendi için yazdığı mektupları umursamayacak, hatta okumayacak. Tedavisi için bu çok önemli, kendisini dinlememesi gerek. Tam bir teslimiyet isteniyor kendisinden, oysa "kendisi" diye bir şey olmadığı için umursamaya meyilli değil pek.

Metin pek çok bölümden oluşuyor ve bazı bölümler tamamen grafik/görsel(?) parçalardan oluşurken bazıları bu şekilde başlıyor. Örneğin ikinci bölümün başında sayfaya rastgele dağıtılmış harfler var, bazıları anlamlı bütünler oluşturuyor. Rüya imi. Güzel fikir. Eric uyanıyor ve kendi evinde olmadığını fark ediyor, Eric'in evinde. Henüz Eric'in kişiliğine kavuşmuş değil, belki de kavuşamayacak. Başkasının yaşamını sürdürmeye çalışıyormuş gibi, depersonalizasyonun dibine vurmuş durumda. Tek bir Eric olduğunu düşünüyor, geride bıraktığı bisküvilere baktığında bir başkası tarafından yenmediklerini düşünüyor. Çabalıyor kısacası. İkinci mektubu bulduğunda aklı iyice karışıyor, İlk Eric Doktor Randle'a güvenmemesi ve inanmaması gerektiğini söylüyor, geri gelmeyeceğini ve her şeyin ebediyen uçup gittiğini söylüyor. Direktiflerine devam ediyor, ikinci bir zarf var, üzerinde Ryan Mitchell yazıyor ve İlk Eric bu zarftaki bilgilerin hayat kurtarıcı olabileceğini söylüyor. Bizim Eric yazılanlara inanıp inanmayacağını bilemiyor, kimliği üzerine düşünmeye devam ediyor ve felsefeye kayıyor mevzu, Zenon paradokslarından Herakleitos'a zaman, mekan ve kişilik meseleleri inceleniyor. Örneğin kendi bedenini düşünüyor Eric, yedi yılda bir vücudun bütün hücreleri yenileniyorsa kişilik aynı kalabilir mi, aynı mıdır? Her şey buharlaşıyor ve katılaşıyor, Eric kendinden nasıl emin olabilir? Kedisi Ian dışında bildiği ve güvendiği pek bir şey yok, psikoloğa mektupları okuduğundan bahsetmiyor ve seansları sürdürüyor. Bir yandan Clio'yu ve Eric'i düşünüyor, Eric'in varlığını düşünüyor, sonra ampul kolisi geliyor, halının üzerinde gözlerini açtıktan yaklaşık on altı hafta sonra. Bir ara bölüm, köpekbalığıyla ilk karşılaşma. Sözcük uğultuları, dünyanın sözcüklerden ibaret bir görünümü, masa yerine masa formunda "MASA" yazısını görmek, Eric yavaş yavaş bu noktaya doğru geliyor ve köpekbalığının düşünsel temelleriyle karşılaşıyor. "Suyun altındaki gölge, insan ağındaki dördüncü dereceden kokuyu alır. Giderek yüzeye yükselen, kavisli bir imleyen; hızlı ve kararlı kara bir yüzgeç ideası, nesilden nesle aktarılabilir kültürel bilgi fışkırmasıyla birlikte aramızdaki mesafeyi bir hamlede aşar." (s. 47) Bildiğimiz köpekbalığı ama metafizik bir boyutun varlığı, zihinsel bir parçalanmaya yol açabilecek kadar tehlikeli. Koliden sadece köpekbalığının bilgisi değil, bir sürü defter ve video kaydı da çıkıyor. Ampul Fragmanı adlı bölümlerde Clio ve Eric var, tatildeler, kendilerine özgüler ve çok tatlı bir ilişkileri var. Her ilişkinin kendine has gariplikleri onların ilişkisinde de var. Bu bölümlere pek bulaşmayacağım, Eric'in nasıl bir sarsıntı geçirdiğini anladığımızı söyleyip geçeyim.

İşler iyice garipleşiyor, evden gelen sesler artıyor ve televizyon ekranında birtakım biçimler, sözcükler beliriyor. Koca bir O harfi, harfin etrafına dizilmiş bir sürü "göz" sözcüğü. Dikizleniyor Eric, köpekbalığı çok yakınında. Koliden çıkan mektupları okumaya başlayıp hayvan hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyor. Bir Ludovician, tamamen kavramsal bir balık cinsi. İnsan etkileşiminin akıntılarında ve sebep-sonuç ilişkilerinde dolanan bir varlık. Benlik algısıyla besleniyor, anılardan besleniyor, koliden çıkan diktafon ve besleme kablolarının yaratacağı kavramsal döngünün Ludovician'ı kendisinden uzak tutacağını söylüyor İlk Eric, balıktan kurtulmak için birtakım efsanelerin varlığından bahsediyor ama orijinal bir yol bulmak zorunda Bizim Eric. İş doksan sayfada çok ilginç bir yere geldi, kim olduğunu hatırlamayan bir adamdan anılarla beslenen bir köpekbalığına bu kadar sayfada geldik, metin 520 sayfa. Her şeyi anlatamayacağım, elektromanyetizmle metafiziği bağlayan bölümlerden entrikalı ilişkilere kadar pek çok şey var ama çok özet geçip bırakayım. Ampul metninin bir şifreyle yazıldığını söylüyor İlk Eric, metnin okunabilmesi için şifrenin ne olduğunu anlatıyor, grafikler verilmiş ki okur olarak gözümüzde canlandırmakla uğraşmayalım, direkt görüp köfteyi çakalım. İlk Eric -İE- devam ediyor, Ludovician'ı tebelleş edenin İE olduğunu öğreniyoruz, Clio'yu geri getirebilmek için Doktor Trey Fidorous adında bir adamı aramaya başlıyor. Adamın Clio'yu nasıl geri getireceğini bilmediğini söylüyor İE, burası biraz muallakta kalmış gibi gözükse de mesele sonradan anlaşılıyor. Neyse, adamın peşinde Hull'a, Manchester'a, Blackpool'a gidiyor, kütüphaneden altgeçitlere pek çok noktada dolanıyor ve Na-Mekân Keşif Heyeti'nden yardım istiyor. Aslında orada olmayan bir noktada Ludovician'ı bulup serbest bırakıyor. Mektupta bu bölümleri anlatırken anılarından parçalar geliyor aklına, balıktan bahsetmek bile bilincinin her köşesini aydınlatıyor, belki de sonsuza kadar yitirmeden önce son bir uyanış. Na-mekân hoş bir kavram, insanın biçimlediği alanların dışında kalan ve ya hiç umursanmayan ya da farkına bile varmadığımız karanlık bölgelerden oluşuyor. Bilinçle fiziksel dünya arasında bir bağlantı noktası oluşturuyor Hall, bunun üzerinden yok edici bir balıkla her şeyi temizlemeye çalışıyor ama fark etmek isteyen, umursayan insanlar balığa karşı koymak için uğraşıyor sonunda. Bizim Eric'in farklı bir gerçeklik boyutunda yaşadığını -yaşıyorsa- düşünmemiz için sebeplerimiz var, karşısına çıkan kadın Clio'yu oldukça andırsa da Clio değil, dünya bildiği dünyaya benzese de tam bir aynılık yok, zaten bilinen dünyada kavramlardan ve sözcüklerden oluşan bir köpekbalığının saldırısına uğramayız. Umarım.

Bir gazete kupürüyle bitiyor metin, Eric Sanderson'ın cesedinin bulunduğuna dair. Şaşırtmaca veya gerçek, artık emin değildim sona ulaştığım zaman. Kısacası, evet, oyun budur, kurmaca budur, ders gibi bir metindir bu. Sıkı okurlar ve bir şeyler yazanlar kaçırmamalı.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Elvis Peeters - Herhangi Bir Gün

Bir günü ve bir ömrü içeren metinlerden biri. Epiraf Alıklar Birliği'nden, günün salı veya çarşamba olmasına dair bir şey. Fark etmiyor, cuma da olabilirdi. Uyanma anının ayrıntısı da güzel, çatlaktan giren ışık huzmesinin düştüğü nokta sabahın hangi zamanı olduğunu söylüyor. Evse burası, çatlaklarla dolu eski bir ev. Yıkıntıysa zaten yıkıntı, herhangi bir yer olabilir ama hemen sonrasında çatı katında kiremitlerin altında uyuduğunu söylüyor anlatıcı, her taraf küf kokuyor ve çatıdan samanlar sarkıyor, yıllar önce konmuş samanlar. Bir süredir çürüyen adamın biri var elimizde, anlatıcı rolünü bazen üstleniyor, bazen üstlenmiyor. Belki bir fügün içinde, depersonalizasyondan mustarip, kendini bir başkası olarak görüyor olabilir, bilemiyoruz. Adım adım ilerliyoruz, dünya kendini açıyor. Güvercin geliyor her zamanki gibi, saati kesinleştiriyor. Adam kalkıyor, koltuğunun yanında annesinden kalan emaye bir lazımlık var. İçinde çamaşır suyu, lazımlığın kapağı açıldığında odayı dezenfekte ediyor. Günün geri kalanında rutinlerini gerçekleştirecek, taze çimen toplayacak ve ayaklarını yıkayacak, çok işi var. Yaşlı bir adamın hatırlamaktan başka işi yok aslında, geçmişini her gün baştan kuruyor ve bu kez, bu gün kişisel tarihe biz de şahidiz. Pek bir şey bildiğimiz yok; bir abinin lafı geçiyor, Kongo'da konuşulan lehçelerden haberdar oluyoruz falan, hikâyenin kurulmasını sabırsızlıkla bekler hale geliyoruz. En azından neyle karşılaşacağımızı sezmemiz için gerekli bilgi veriliyor: "Kafasının içinde düşünceler, hayaller, tereddütler, küçük planlar bir değirmen gibi dönüp duruyordu, yetmiş altı yıllık düzensiz, darmadağınık, kontrol edilemeyen bir arşiv gibiydi, düşüncelerini sonlandırmadan yerinden kalktı." (s. 12) Parçalı bir geçmiş var, kronolojik sırayla anlatılmayacağından dikkatle takip etmeliyiz. Günlük işler devam ediyor bu sırada, terlikler ayağa geçirilince güven duygusu geliyor, takma dişler takılıyor, çoraplar giyiliyor, Simone hatırlanıyor. Simone huzurevine gittikten altı ay sonrasına kadar uyuduğu çift kişilik yatağın bulunduğu odaya giriyor ve yaşamının bir bölümünü daha açıyor adam, Simone günün birinde ölene kadar adamı yavaş yavaş unutuyor, sevgi hafızanın büyüyen boşluğunda yitip gidiyor ve kabuk işte, kabuk ölüyor en sonunda. Zamanında yaşanmış onca tutkudan geriye çift kişilik bir yatak kalıyor, oda havalandırıldığı için küf kokmuyor. Adamın mutlulukla hatırladığı nadir zamanlardan birini oda olarak görebiliyoruz. Sonrasında adam donunu giyiyor ve sosyal hizmetlerden gelen kızı beklemeye başlıyor. Kızın neden geldiğini söyleyemiyoruz, yaşlı bakımı için olduğunu düşünebiliriz. Muhtemelen yanlış bir kanıya vardığımız için. Yanıltmaca aslında, Peeters anı parçalarını vererek okuru her anlama gelebilecek eylemlerle karşılaştırıyor ve kurmacanın sürpriz unsurunu güçlendiriyor. Örneğin Kongo'dan dönüş anına zıplıyoruz hemen, adamı karşılayanlar arasında annesi, abisi, teyzesi ve eniştesi karşılıyor. Baba öldüğü zaman annesi adama haber vermiş ama adam cenaze için dönmemiş, bu iş için senelerce geç kaldığını söylüyor. İyi bir oğul değil, adam hakkındaki olumsuz izlenimimiz yavaş yavaş kuvvetleniyor.

Kahve, sigara. Her eylem detaylı bir şekilde anlatılıyor, adam törensel davranışlarla yaşıyor. Elinde bir tek bu kaldığı için. Daha fazla geçmiş: Simone ve ondan önce Erna ile Afrika Müzesi gezisi. Afrika'daki yaşamının neye benzediğini görmeleri için. Kongo dönemi kapanalı yıllar geçtiyse de sancısı olduğu gibi duruyor. "Brüksel'in bulunduğum bu noktasında güzel havalarda dışarıda gezinerek, yağmurlu havada içerde oturup yağmuru seyredip ciğerlerimi dumanla doldurarak Kongo'da yaptıklarımı herhangi bir şekilde değiştiremem." (s. 24) Kolonyal meselelerin başlangıç noktası. Belçika'nın kıtaya saldığı vahşeti biliyoruz, adamlar iyice sömürdükten sonra içini iyice karıştırdıkları ülkeleri kendi kaderlerine terk ediyor, hatta "insan bahçesi" oluşturuyorlar 1960'larda, tam bir insanlık suçu. Afrika'dan getirdikleri siyahileri kafeslerde sergiliyorlar falan, rezillik. Neyse, adam özel olan her şeyi yaşadığını, o gün özel bir şey olmadığını düşünüyor. Yetmiş altı yaşının getireceği herhangi bir sürpriz, heyecan verici bir olay yok. Market alışverişi sırasında tır şoförlüğü yaptığını da öğreniyoruz, aslında yaşamı Kongo'dan önce ve sonra diye ikiye ayrılabilir. Gündelik gizemleri sona bırakacağım ve geçmişini anlatacağım ama bu ikisi iç içe geçmiş bir şekilde kurgulanmış, başlarda verilen bir detayın açıklamasını metnin sonunda bulabiliyoruz mesela. Öncelikle şu itiraf önemli: "Her defasında yeniden başlamak için huzur ve enerji topladım, gerçekten hiçbir şey için cezalandırılmadım." (s. 27) Adamımız gençliğinde arkadaşlarıyla bir kıza tecavüz ediyor ve Afrika'ya, teyzesiyle eniştesinin kahve plantasyonuna gönderiliyor. Yerlilerle sıradan ilişkiler kuruyor ve yediği haltlardan sonra akrabalarının yanından ayrılıp başka şehirlere, başka maceralara sürükleniyor. Araba yarışçısı bir adamın arabasının bakımını yapıyor, abisinin çiftliğinde öğrendiği bir şey bu bakım olayı. Adamı tokatlıyor bir güzel, aslında tokatlayabileceği herkesi tokatlayıp arazi olmakta üstüne yok. Yanında çalıştığı bir adamdan uçak kullanmayı öğreniyor, pilotluk da cepte. Tabii iç savaşlar gırla, topraklar bölünüyor ve birleşiyor, adam "yeni" bir ülkenin hava ordusunu kurmak için görevlendiriliyor ve yanındaki Avrupalılarla yerleşimleri havaya uçuruyor, insanları öldürüyor. Bir kiliseyi basıyorlar, yaşananlar yine insanlık dışı şeyler, detaylara girmiyorum. Bir rahibin penisinin kesilmesi ve rahibelere tecavüz edilmesi falan, bir sürü leş iş. BM'ye karşı da savaşıyorlar ama en sonunda adam yakalanıyor, hapse atılıyor, hapisten çıkınca yallah memlekete. Metnin başındaki aileyle karşılaşma sahnesine ulaşıyoruz, sonrasında tır şoförlüğü günleri geliyor. Abisi mülayim bir insan, kardeşinin dolandırıcılık işlerine ses çıkarmıyor, sabun tozu dalaveresinde az daha yakalansa da belki korkusundan, belki her şeye rağmen kardeş sevgisinin sürmesinden adamı ele vermiyor falan, adam ailesini de yakacaktı az kalsın. Bu arada yaşamına iki kadın giriyor adamın, Erna ve Simone. Erna fahişe ama fahişeliği bırakıyor, kanserden ölüyor. Adam Erna'nın soğuyan bedenine saatlerce sarılıp kalıyor, ortalığı bok kokusu kaplayana kadar. Koku ve kadın hatıralara dönüşüyor, Simone da alzheimer yüzünden huzurevine kapatılıyor, orada ölüyor. Bu kadınları sevdiğini ve her şey gibi sevginin de geçici olduğunu düşünüyor adam, herhangi bir şeye bağlanmıyor, günün doğal akışı gibi etrafında insanlar, mekanlar, yaşam akıp gidiyor.

Gündelik yaşamın ayrıntılarında geçmişin parçalarını buluyoruz; bir lazımlık, bir sigara, pencereden görülen manzara, her şey geçmişle yüklü. Ağırlık duyumsanıyor, adamın omuzları çökmüşse de yaşamak için gücü var, gücü bitene kadar mücadeleye devam ediyor. Sosyal hizmetlerden gelen kadının adamı evden çıkarmak için uğraştığını öğreniyoruz, civardaki evler yıkılacak ve yeni yapılar inşa edilecek, ev sahipleri onay vermiş ama bir tek bizimki diretmiş, hâlâ diretiyor. Kadın adamı bir türlü ikna edemiyor, durmadan gelip gidiyor ama başarılı olacak gibi gözükmüyor. Adam "biraz" sorumsuz, kendini düşünmekten başka ciddi bir işi yok. Geçmişten bir olay mesela; tır şoförlüğüne başladığı zamanlarda bir tünele giriyor ve arabaların kendisine neden korna çaldığını bir türlü anlamıyor. En sonunda polislerce durdurulduğunda aracın yüksekliğini pek umursamadığından ötürü tırın tünel lambalarını bir bir patlattığını, arkasındaki yolun kapkaranlık olduğunu görüyor. Gazetelere çıkmasının heyecanı dışında bu olayın bir etkisi yok. Sıçramalar sırasında öğreniyoruz bunları, kendisi de zamanın sadece oradan oraya yolculuk edilecek bir araç olduğunu söylüyor bir yerde. Bu kadar. Gün geçiyor, gece oluyor, uykunun önünde hiçbir engel kalmıyor ve adam uykuya dalıyor. Son.

Alef'in bastığı metinler şimdiye kadar çok hoşuma gitti, bir süre sadece Alef okuyacağım sanırım. Tavsiye ederim. Yüz Kitap da yeni bir metin bastı, onu da kaçırmayın. Böyle yayınevlerini destekleyelim, bastıkları şeyleri okuyalım. İyi işler.

14 Nisan 2019 Pazar

Pierre Michon - Yağmur Durmadı

Bu novella ortalama bir metin olarak değerlendirilmiş, insanlar bunaltıcı ve "amaçsız" olduğunu söylemişler, Michon'un kendini sürekli tekrar ettiğinden yakınmışlar falan, son iddiaya bir şey diyemem ama geri kalanı, bence tam öyle değil. İki sebepten değil, ilki kasabaların doğasından ötürü, ikincisi de birincisiyle ilgili. Kasabalar, az nüfuslu ve merkezden uzak yerleşim yerleri çok ilginç yerlerdir. Buralarda sosyal ilişkiler bir gariptir, ahlaki düşünce ve davranışlar popülasyonla doğru orantılıymış gibi sergilenir. Neden, çünkü insan yok. Kahvede ana avrat küfürleşip birbirine giren insanlar ertesi gün tekrar aynı masaya oturacaklardır, çünkü başka masa da yok. İnsanlar birbirlerini tutarlar, ne kadar yamuk yaparlarsa yapsınlar. Gerçekten garip bir ortam, iki yıl böyle bir ortamda yaşadım ve öylesine garipseyip tırstım ki gecenin bir vakti bilinmeyen bir numaradan aranınca, arayan kadın, "Seni almaya geliyorum, evde misin?" deyince ışıkları söndürüp arka odaya çekilmiştim. Kimin aradığını hâlâ merak ederim ama bilmek istemezdim, başıma nasıl bir bela açabileceğimi kestirebiliyorum, öfkeli bir sevgilinin bağırsaklarımı elime verdiği an gözümde canlanıyor. Bu örneklem beni bağlar tabii, kişisel deneyimlerimin sonucudur, her yer böyle olmayabilir ama duyduklarımdan hareketle söyleyebilirim; çoğu kasabada çok acayip işler döner. Acayiplikler demografik ve coğrafi yapıya göre farklılık gösterebilir, o da zamanın, mekanın ve insanın ruhuyla alakalı bir şey. Artık nasıl rast gelirse. Bağırsaklardan ibaret değil olay, hafta sonları köpeğiyle birlikte ava gittiğini gördüğüm komşum bir gün av tüfeğiyle beynini dağıtmıştı. Neden intihar ettiğini bilen yoktu. Sıkıntıdan muhtemelen. Zonguldak'ın bir beldesi, günlerce aralıksız yağmur yağıyor, kömür dumanı havayı iyice karartıyor derken beyaz ışık çekici hale geliyor tabii. Yağmur noktasında bir yakalandım, metin beni tuttu çünkü küçük bir kasaba ve yağmur var, çok tanıdık. İkinci neden, yaşamın sürüp gitmesi isteği. İnsan bir noktadan sonra yaşadığı yere uyum sağlıyor, insanlarla geçinmeye çalışıyor, güzel ama evine kapanıp kalamıyor sonuçta. Yaşadığını hissetmesi lazım insanın, cinsellik kendini şöyle bir gösteriyor o an. Heyecan verici başka bir şey yok çünkü, sevişilecek. Eh, sıkıntı öteleniyor ve bağırsaklar...

Michon'un dünyası bu sıkıntıyı taşıyor. Taşrada bir öğretmen, 60'lı yıllar, kadınlar derken kapalı bir faunanın tutkuyla dolup taşmasına şahit oluyoruz. Epigraf Platonov'dan, toprağın çıplak ve sıkıntılı bir halde uyumasına dair. En sonda herkes uykuya dalıyor zaten, gözler kapanınca metin de sona eriyor. Başa döneyim, Castelnau kasabası. "Henüz büsbütün düşmüş değildim, ilk görev yerimdi, yirmi yaşındaydım. Castelnau, garı olmayan, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdir; sabahları Brive'den ya da Périgeux'den kalkan otobüsler sizi ancak çok geç saatte, yolun en sonunda oraya bırakır." (s. 9) Irmak kenarı, yağmur kapkara ve son durağın saatler süren yolculuğun verdiği sıkıntıya kendi sıkıntısını da eklemesi, kasaba bu kadar. Civarda tek bir otel var, Chez Hélène'e yerleşiyor adamımız. Mekanı anlatıyor biraz. Ortaçağ esintili, biraz dökük. Dışarıdan mobilet sesleri geliyor. Böyle yerlerde ulaşım sıkıntılı olduğu için patpatlarla, bisikletlerle, motosikletlerle falan sağlanıyor ulaşım. Eylülün serinliği ruhu hep dinç tutuyor, bir de bol ve temiz hava, tamam, yaylar gevşedi. Balıkçı Jean'le tanışıyor eleman, bölgenin hayta adamlarından biri. Otelin sahibi Hélène'le arası iyi, yeni gelen genç öğretmenle de iyi nispeten. Birbirlerini tanıyorlar, vakit geçiriyorlar falan. Öğrenciler iyi, okul iyi. Okulla alakalı pek bir şey görmeyeceğiz, elemanın çocuklardan birinin annesiyle sevişmesi hariç. Çocukların dünyasına eğiliyor biraz, defterler ve sözcükler arasından neler hissettiklerini anlamaya çalışıyor ama yirmi yaşında olduğunu hatırlıyor sonra, onları anlayacağı zamandan biraz uzaklaştığını düşünüyor ama sonra öğretmenliğini hatırlıyor, empati kurmak zorunda. Gerçi zaman içinde bu empatinin yerini kadınlarla yaşadıkları alıyor, birkaç mesele daha.

Geride bırakılan çağlardan gelen bir yaşam biçiminin izini buluyor anlatıcı, Eflak topraklarında olduğunu düşünüyor ve bölgenin tarihini gözlerinin önüne getiriyor. Attila'nın akınları sırasında dökülen kan, kesici taşlardan kılıçlara doğru evrilen bir şiddet eğilimi, Memphis'ten Antik Yunan'a vahşet gösterileriyle karşılaşmış her coğrafyanın varlığını dünyanın herhangi bir yerinde sürdürüyor olması, özellikle o bölgede. Civarda Lascaux var, şu meşhur resimlerin bulunduğu mağaraların bölgesi. Duvarlarda avcılar, toplayıcılar, kadınlar, erkekler, av hayvanları, bir sürü şey. Sadece kılıçların şakıdığı savaşlar yok, kadınla erkek arasındaki üstünlük mücadeleleri de o zamanlardan 60'lı yıllara kadar gelmiş, pek biçim değiştirmeden. Tütün dükkanında Yvonne'la tanışıyor ve onunla sevişmek istediğini düşünüyor hemen, tutkuyu sürdürmek için uzaklardaki sevgilisine gerek yok, bulunduğu yerdeki kadınlar da gerilimli ilişkileri sunabilir. Hélène kolay, otelde her gün görüşüyorlar ama Yvonne yeni bir cephe, işlenmeye değer bir güzellik. Zaman ilerliyor bu arada, kasım geliyor ve balıklar değişiyor, toprak değişiyor, her şey durmaz bir akışta yenileniyor. Doğaya uyum sağlıyor anlatıcı, isteklerini yeniliyor. "Turnalar geçiyor, öğrencilerim fiil çekmeyi öğreniyorlardı." (s. 29) Bu cümleyi özellikle aldım, sosyal yaşamla mevsimlerin metindeki ilişkisini gösterebilmek için. Günler de bu döngüye uyuyor ve hızla akıyor, Yvonne'la sürdürülen ilişki dedikoducu kadınların şerrinden uzak tutulmaya çalışılıyor, başlar eğiliyor, yanaklar gizleniyor, bu sırada sular donmaya başlıyor, kış geliyor.

Tilki avlarından elde edilen derileri Yvonne'la kurduğu ilişkiye benzetiyor anlatıcı; yüzülmüş ve kurutulmuş. Bitmeye yakın bir şevk bütün parıltısını kaybediyor ama alışkanlıklar kolay kolay yıkılmıyor, anlatıcının sevgilisi Mado'nun gelişi de pek bir şey değiştirmiyor, paylaşılan bir erkeğin duyduğu sıkıntı dışında. Durağanlığın ardından Mado yeni bir renk getiriyor ama eskiye bulanma tehlikesi var, Balıkçı Jean Mado'yla pek ilgilenmese de kız adamdan etkileniyor. Michon çok ince bir şekilde anlatıyor burayı; tutkunun doğuşu ve kadınların yavaş yavaş "ısınması" bahsi hoş. Neyse, Yvonne ve Mado da bir ara yalnız kalıyorlar, anlatıcı ardından konuşulanları merak ediyor ve erkeksi bir gururla doluyor. Seviştiği iki kadın kendisi hakkında konuşuyor olabilirler, anlatıcı arkadan bıçaklanıyor olabilir, bunun gıcıklayıcı bir mutluluğu var. 

Novella işte, kısalığını hatırlatmayacak kadar meselesi var, dil bu yoğunluğu derinleştiriyor, bilmem ne. Güzel, Michon çevrilirse daha okurum ben.

8 Haziran 2018 Cuma

Johan Daisne - Bir Gece... Bir Tren

Haken bizi uzun süre keser derken bir de Earthside çıktı başımıza. Tamam, kafa şişmesi eşiğini aşalı çok oldu ama deli gönül eski günleri arıyor bazen, hatta normal arayışın ötesine geçip iki kafa sallatarak boyuna ağrılar sokturuyor. İşte Earthside böyle bir mevzu. Gönüllerine sağlık?


Bunu dinliyordum, yazılacak şeyler var deyip yerimden kalktım. Uyumam gerekiyor ama uykum varsa da yok.

Stephen Graham Jones'un Melezler'i dün gece bitti, hastanede iki büklüm kıvrıldığım ikili koltukta, sabahın dördünde sanırım. Anneanneme kan veriliyordu, annem koltukta uyukluyordu, abimi uyusun diye eve göndermiştik, ben de hava almak için dışarı çıktığımda oralarda dolanıp Kartal'a yeni dikilen gökdelenlerin arasından Kayışdağı'nı görmeye çalışıyordum. Saat ilerledi, kitap bitti, çantama bir göz attım. O da nesi, Bir Gece... Bir Tren derinlerden bana bakıyor. "Gel bakayım sen şöyle," dedim, bir saate yakın bir sürede onu da iyi ettim. Sonrasında hava aydınlandı, metroya bindim, Küçükyalı'da indim, eve yürüdüm, abimi uyandırıp duş aldım, yallah çocuklara karne vermeye. Şimdi sıfır uykuyla bir şeyler anlatmaya çalışacağım ama olmayacak muhtemelen. Neyse, bu da böyle bir şey olsun.

Daisne 1912 yılında Belçika'da doğmuş, 1978'de ölmüş. Büyülü Gerçekçilik türünün öncülerinden biri olduğu kabul ediliyor. Kütüphane müdürlüğü, Almanca öğretmenliği gibi işlerde çalışırken eserlerini kaleme almış. Bu anlatı 1968'de sinemaya uyarlanmış, izlemek şart oldu. Alef de umarım gerisini getirir, Daisne'nin girift olmayan, sihirli bir anlatımı var. "Kara karnaval" diyeceğim, gecenin tüm olanaklarına açık. En azından karakterler açık. Okur da açıksa bu iyi bir novelladır kanımca, etkileşim anlatıyı derinleştirir. Ben çok derinlerde bir yerde bulunması gereken kurmaca-gerçeklik farkının kodlarını taşıyan akli melekeyi zamanın birinde yitirdiğim için her anlatıyı kurmaca kabul etmemin yanında yaşamı da kurmacaya dahil ediyorum. Adım gibi biliyorum ki tam arkamda Kaku'nun dediği gibi "kuantum çorbası" yüzüyor, biçim kazanmak için algılanmayı bekliyor. Her neyse, gecenin gerçekliğini baykuşlara sorabilirsiniz. Onlar bilir.

Gözlerini açtığında kompartımandaki bütün yolcuların uyuduğunu fark ediyor anlatıcı. Daha en baştan bir çeviri hatasına kurban gidiyoruz ya da nelerin döndüğünü, biraz çakallıkla anlıyoruz. Tığ işine gömülmüş bir kadın var ortamda, herkes uyumuyor yani. Anlatıcının gözlerini açması, kendisinin de uykuda olduğunu belirtiyor olabilir, uyanık haldeyken göz kırptığı anlamına geliyor olabilir, uyarılara açık olacağız. Kompartımandaki nesnelerin ve insanların aktarımından mekân oluşturma çabasına girildiğini anlıyoruz, ayağın sağlam basılacağı bir zemin olmalı. Tığ kız, yanında gençten bir adam, ahşap oturaklar, biraz irice anlatıcımız ve yanına oturan bir diğer irice adam. Bahsi geçen her şeyin özellikleri kısaca anlatılır; huzursuzluğun izini taşıyan yüzler, loş ışık, uyuyan insanlar. O yana uğursuz bir şeyin geldiğini düşünebiliriz. Pencereden görülen manzarayla yer isimlerini bir araya getiremiyor anlatıcı, hayalperest bir doğa hayranı olmasına bağlıyor bunu. Bir müphem nokta daha. Kasıtlı olarak yaratılır; anlatıcı orta yaşlarda bir yazardır ve gergin ruh halini bir aydınlık olarak görür. Kahve, masa, kağıt, kalem ve tedirginlik, yazarın ihtiyaç duyduğu şeyler. Bahar mevsimini bu yüzden sevmez, yeniden doğuşun yükü ağır gelir. Onun mevsimi sonbahardır.

Öğrencilerinin edebiyat dersine ilgi göstermediklerini düşünerek sıkıntı derecesini artırır. Nesil farkı devreye girer; anlatıcı için edebiyat romantik dışavurum demektir, "günümüz gençleri" için sıkıcı bir şey. "Belki de modern hayat hakikaten hayatın kendisinden daha zengin bir tedarikçidir." (s. 15) Bu savın doğru olmadığını ilerleyen bölümlerde göreceğiz, hayatın kendisi -olaylardan yola çıkarak söylersek- heyecan tedarikçiliğinde hâlâ bir dünya markasıdır. Atalet yasası da bununla alakalı olarak anlatıda yer alır; söz ağızdan çıkmadan hareket etme çabası gösterdiği için sözcüklerle daha baştan kurulmuş dünyaların uyum gösterip göstermemesine göre iletişim kurabildiğimizi düşünebiliriz. Yüz sekiz kez andım burada, bir kez daha anayım; Pirandello ve Ionesco bu iletişmeyi ve iletişememeyi müthiş işlerler. Herkes sözcüklerine kendi anlamlarını katar ve sonuçta kimse anlaşamaz, kimse birbirini tam olarak tanıyamaz. Sözcükler aynı anda, aynı biçimde çıkarak aynı davranışlara ve düşüncelere yol açarsa, belki. O kadar zor bir şey ki bu.

Denklik. Mucizedir aslında. Şu yaşıma kadar herhangi birine denk geldiğimi bilmiyorum, farklılığın acısı hep çekiliyor. Denk gelenler? Onlar için büyülü bir dünyanın kapıları aralanır. Küçük bir mutluluk büyür, ortak bir kurgunun keyfi çıkarılır. Bu duyguyu yaşamak isteyen adamımız, sigarasını yakmak için ateş aramaya başlar ve yanındaki beyefendiden ateş ister. Beyefendi -adı Hernhutter- profesördür, anlatıcının denk gelebileceği bir insan. Saatlerinin altı buçukta durduğunu görürler, uyumaya başladıkları zaman. Baştaki şüpheciliğimizin bir yerlere vardığını seziyoruz. İkisi de olağanüstü bir anı yaşadıklarını düşünmeye başlar. Bir üçüncü eklenince kadro tamamlanır: Val. Genç bir öğrenci, tren arıza yapınca diğerleriyle birlikte iner ve hareket zamanı geldiğinde trene binmez, diğer ikisiyle birlikte uzaklardaki ışıklara, köye doğru yürümeye başlar. Gece yolculuğu, bilinmeyene doğru. Bulmak için kaybolmak gerekiyor, artık neyi arıyorlarsa. Biliyorlar gerçi; saatlerin neden durduğunu, üçünün de uyumadan önceki son düşüncelerinin neden benzer şeyler olduğunu, onları bir araya getirenin ne olduğunu arıyorlar. Hayatı kucaklayışlarında buluyorlar cevabı, başlarına ne gelirse gelsin yaşamayı seviyorlar ve daha ilerisini görmek istiyorlar. Yürüyüşleri, karanlığın kalbine atılışları bu yüzden.

Girdikleri ilk evde bir ziyafete denk gelirler. Çeşit çeşit insan, bin bir türlü eğlence, curcuna. İnsanların konuştukları dilleri bilmezler, Babil dili. Hiçbir şekilde mantıklı bir iletişim yok. Val'in konuşmaya çalıştığı kadın sadece gülümser. Herkes birbirine benzer, halktan olanlar ve zengin olanlar arasında pek bir fark yoktur. Zaman akmaz, zamanın uğramadığı bir evde sonsuza kadar sürecek bir şenliğin orta yerinde kalırlar, yüzler eğretilir ve melek yüzlerine benzer. Aslında son derece tanıdık bir yerdedirler ama düşüncelerinin denkliğinden duydukları heyecan, gerçeği görmelerini engeller. Val, gitmesi gereken yeri hatırlar hatırlamaz oradakilerden birinin yakınlardaki tramvaydan bahsetmeye çalıştığını anlar, iki arkadaşını gitmeye ikna edemese de kendisi oradan ayrılır. Gerçeklik yırtılmaya başlar, garip görüntüler dalgalanır ve anlatıcı "uyanır", yanındaki hemşireye neler olduğunu sorar. Kaza. Profesör yanında yatmaktadır, yaralıdır ama yaşıyordur. Val'in ölmesi kendi tercihi gibi gelebilir, belki gizemin bir adım ötesini öğrenmek istediği için aslında ölüm kararını kendisi vermiş olabilir. "Aklımdan belli belirsiz, 'Bu ölü bizi ayırıyor mu yoksa birleştiriyor mu?' diye geçirdim." (s. 77)

"Büyülü gerçekçilik klasiği" olarak geçiyor, karar okurun. Okunmalı, diyebileceğim tek şey bu. Bir de Snarky Puppy dinlenmeli. Böyle bir şey yok. İstanbul'a tekrar gelmeliler. Uykum kaçtı yemin ederim.