Uçluklarından çoktan sıyrılmış öyküler aslında, herhangi bir yarımlıkları yok, kısa olmaları öykünün alt dallarından birine yollar mı bunları, bilemiyorum. Mikro öykü değil, öykücük değil, basbayağı öykü, bir sürü. Tanıma yönelik bir sıkıntı yaşıyorum aslında, minimal öykü okura geniş bir alan sağlayan öyküyse minimal olmayan öykünün niteliği konusunda kararsız kalıyorum. Anlatım tekniği bir şey, sözcüklerin sonsuz çağrışımları başka bir şey, o halde nicelikten kaynaklanan bir isimlendirme eğiliminin sonucu olarak mı "mikro öykü" olarak adlandırılıyorlar? Ayamadım bir türlü, yüz sayfalık öykülerden hiçbir şekilde ayıramıyorum Ali Teoman'ın küçürek öykülerini. Diyorum ve bakıyorum, "küçürek öykü" de tanımlanmış ama ben tanım bağlamında kullanmadığım için beni bağlamıyor sanırım. Aman.
Ali Teoman'ın romanlarına bilerek girişmiyorum, öykülerindeki kodları benimsedikten sonra bir bir okuyacağım hepsini. Okumadığım çok bir öyküsü de kalmadı sanıyorum, sıra romanlara geliyor ama zaman var daha, zaman her şeye biraz var. Öykülere her zaman var zaman. Bu öyküler tekrar tekrar okunabilir, o ölçüde çoklar, anlamlarını her daim yenileyecek kadar. Bazılarında sözcüklerin geldikleri anlamlardan başka anlamlara geçişleri üzerinden kurulan bir çatı var, örneğin Adım, adımları adlarına muhalif olan bir anlatıcının kısa metni. Yürüdükçe adı silen adımlar öyküyü de silmeye başlıyor ve en sonda adın, adımın ne olduğu sorgulanıyor, sona varılıyor, adımlarla birlikte öykü de bitiyor. Bu bir teknik, bir diğeri durum betimlemeleri. Gümüş'te böyle bir teknik var; yer ve zaman belirtilmiş, muhtemelen ânın büyüsü yakalanmış ve silinmemesi için kayıtlara geçirilmiş. Gümüşün bulunduğu yerde yenmesi gerektiğini söyleyen bir adam, iri gözleri bulanıyor ve rakısından derin bir yudum alıyor. Bu. Bakışı yetebilen diyeceğim, bir öznenin nesneyle yer değiştirme ânı olduğunu düşünüyorum bunun. Bazen öyle bir noktadan yakalıyorlar ki özne-nesne dengesi bozuluyor, yer değiştiriliyor. İki varlık birbirine hiç bu kadar yakın olmamıştır, özdeşleşme kusursuzdur ve bu nadiren gerçekleşir. Tarafların insan olması gerekmiyor, doğa karşısındaki insan da kendisini doğanın bir parçası gibi, hatta doğanın kendisi gibi hissederse, işte büyülü bir an. Günce için ölü zamanlar defterinden bir sayfa olduğunu söyleyebiliriz, bugün hayatının geri kalan bölümünün ilk günü ve dün geçmiş hayatının son günüydü, artık ölü bir gün, ölü bir sayfa, ölü bir insan. Ölmek, geçmişin bir daha tekrarlanmayacak olmasını mühürleyen en önemli iş, bir günü öldürmek ve geride bırakmakla yaşamak aynı şey.
Buhur gibi belirsiz bir dünyayı anlatan öyküler bir başka kanal. Belirsiz, sözcük tercihleri ve anlatımın hızı sağlıyor bu belirsizliği. "Sidiğin sararttığı umumî hela taşları" ve "yeşil sineklerin uçuştuğu ciğerci vitrinleri" birleştiriliyor, sonrasında mermer tezgahta yatacak olan herkese çıkıyor anlatı. "Aynı habis iştahayla izale edilmeyecek mi bikrimiz?" (s. 14) Çukur gibi tekinsiz olanlarında vurucu sonlar nakavt ediyor; arabasını ve evini satıp ortadan kaybolan adam, iş yerindekiler tarafından aranıyor ama bulunamıyor bir türlü. Ormanda oysa, bir çukur kazıyor ve çukurun içine giriyor, dudaklarında belli belirsiz bir şarkı. Elsinor günümüzden bir Hamlet manzarası, karakterler huylarına uygun bir biçimde internette dolanıyorlar, apartman dairelerinde çürüyorlar, altın günlerinde entrikalar kuruyorlar, bir şeyler yolunda gitmiyor sarayda, toplumda ve zamanımızda. Eşya ve Zaman bir betim yükü kadar ağır. "Oturmak gecenin bir saatinde eski eşyalarla dolu bir odada, başında bir masanın, dinleyerek yorgun bir saatin ağır aksak tıkırtısını." (s. 23) Perecvari bir eşyadöküm odanın orta yerinde durmaktadır ama her şey kötücül bir ışıkla aydınlanır gibidir. Eşyalar arttıkça zamanı bükmekte, yavaşlatmaktadır. Bu yüzden çok eşyalı evlerin ağır rayihasını durmadan içe doldurur insan ki ağırlaşsın her şey, yavaşlasın, hatta dursun. Zaman için eşya neyse insan da o olsun, maksat budur.
Pek çok öykü, pek çok güzel öykü. Her birini geceler boyu okumak gerek, bittikleri gibi başlıyorlar aslında, anti-öykü diye bir şey uydurasım var, anlatının çok az bir parçası, asıl hikâye anti-öykü bittikten sonra başlıyor. Ali Teoman'a saygı, rahmet. Günümü sonsuza derinledi.
Amor omnia corrumpit
Tersten başlıyorum. Aşk her şeyi mahveder. Bunu bir izlek olarak elde tutalım ve aşkın basitliği nasıl darmaduman ettiğini, dünyaya fırtınalı bir sudan baktırıp her şeyi kırdığını görelim ama öncesinde Ali Teoman'ın bünyemde yarattığı karmaşadan konuşmak isterim. Öyküleri berraktır, sözcükleri parçaladığını pek görmeyiz ama yazına dair hiçbir koda acımaz. Yazar, okur, zaman, mekân, bunları eğip büker, katmanlı metinler ve karakterler oluşturur, okuru sürüklemez de elinden tutup istediği yere götürür. Zorbalık hiç yoktur, usul usul yürünür. Zaman parçalıdır, oradan oraya atlanır. Zaman düzdür, bu kez karakterlerin dünyası parçalıdır. Farklı teknikleri müthiş kullanır Teoman, anlatısını zenginleştirir. Kurmacada ne yapılabiliyorsa yapar. Son öykü, Yitik Bir Yazar İçin Pentimento mesela, Şimşek'in Leopold'un Sabunu adlı uzun metninin kaynağı gibidir ve hoşuma gitmeyen bir biçimde kıyaslama yapmam gerekirse çok daha iyidir. Oyunlar tezgaha konmaz, Cem Akaş'ın sergileyiciliği Teoman'da yoktur. Teoman'da çok özel bir şey vardır; gerçeğe yaklaştığı ölçüde bilincin her şeyi parçalayıcı yapısına bürünen yazın.
Yitik Bir Yazar İçin Pentimento. Gerçekle inancı rahatlıkla birleştirebiliyorumdur ki şu oldukça hoşuma gitmiştir: "İnsan birşeye yeterince güçlü bir inanç besleyebiliyorsa eğer, diye düşündü Cevdet, onun için hakikat de budur." (s. 135) Cevdet birkaç yıl öncesinin iş adamı, şimdinin dümenden müflisi, gençlik ateşini tekrar yakıp yazarlığa soyunmuş bir ruhu yazar. Biraz Selçuk Altun tadında biri sanırım. "Düşlediği ve gördüğü aynı" biri olarak sadece kendi zihninde yaşayabiliyor, dolayısıyla dünyayı da aynı açıdan görüyor. Elinden kitapları düşürmediği yıllardan sonra uzun soluklu bir roman yazmak istiyor, Zerefşan'la tanıştıktan sonra masaya oturuyor nihayet. Zerefşan saraylı bir aileden geliyor, yetmişlerinde. Cevdet de ellilerinde, aralarında tanımlanması zor bir şey doğuyor ve "aralarındaki şey" romanda kendini buluyor ama Cevdet personalarını durduramamaya başlayınca her şey sarpa sarıyor. Romandaki ana karakter Behçet ve Behçet'in yarattığı Ahmet, Cevdet'e musallat oluyorlar ve planlanan çizgiden çok uzağa götürüyorlar romanı. Üçünün arasında bir mücadele başlıyor, yazılan metnin yazarı belirsiz bir hale geliyor, Zerefşan'ın kişiliği değişiyor, Cevdet olanlara inanamıyor, katmanlı metinlerden gerçeğe bir akış başlıyor ve kurmacayla gerçeğin sınırı belirsizleşiyor. Şahane bir öykü.
Yazarın Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi. Ses alıcısının düğmesine basıldı, röportaj tekrar dinlendi ve aradan incecik bir cümle çekildi: "Her yinelemeyle birlikte, yetkinliğe biraz daha yaklaşır yorumun." (s. 121) Farktan tekrarlar doğar, küllükte görülen on dokuz adet sigara izmariti yazarın sigaraya abandığını ve anlatıcının ikinci tekil şahıs kipiyle hitap ettiği kişinin on dokuz tekrarda kendisine sigara teklif edilmediğine şaşırır. Senkişi -diyeceğim- sigarayı bırakmıştır ama teklifsizlik kabadır. Yazarın pırıltısını yitirdiği yıllar, kötü bir metinle tekrar ortaya çıktığı son zamanlar, konuşma biçimi, başarısız evliliği, vasat yaşamı ve vasat kurmacaları farklı tekrarlara yol açacaktır, bütün bunlar bir kırılma noktasıdır. Senkişi, içkisini bitirdikten sonra son bir sigara daha yakar ve son günlerde çok sigara içmeye başladığını düşünür. Güzel bir dönüş; farktan tekrarın doğmadığı tek bir an.
Mandalinalı Natürmort. Daktilonun silindirine takılan kâğıt, bir şeyler yazmaya çalışan karakter ve karakterin metne düşen personası. Biri kahve içtiğinde diğerinin dilinde kurmacaya has bir başkalıkla beliren aynı tat. Dünya kurmanın incelikleri anlatıyı böler, zaten anlatının bölünmesi gereklidir ki iki dünya arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ortaya dökülsün. Üç katman vardır; yazarın günceli, yazılan metindeki karakterin günceli ve anlatıyı bölümleyen taktikler, kurmacanın incelikleri. Giderek gerçeklikten sapan ve gerçeğin bükülmesi ölçüsünde ona yaklaşan anlatı, başladığı gibi biter. "Kimi öyküler başladıkları yerde biter." (s. 113) İlk cümle bu, belki son.
Teoman, her üç öyküsü için farklı başlıklar oluşturmuş, öyküler bu başlığın altında. Bu bölümün adı Yitik Bir Yazar İçin Pentimento'ydu.
Aşk Yaşama Çok Uçuk dışında bir üçleme ve bir tekli var, onlara girmeyeceğim.
Sevginin Sancılı Süreci. Kesik, kısa cümleler. Telaş, arayış, heyecan. Bir hikâye anlatılıyor, dinleyen Ayşe hakkında daha çok şey istiyor ve durmaz akış başlıyor. Ayşe aşkı arıyor ve her ihtimale açık. Başarılı bir öğrenci, hocalarının gözdesi. Dekoltesi ve vajinasıyla. Çok derin paylaşımların ardında cinsel doyum mutlaka beliriyor ve Ayşe aramaya devam ediyor. Kaybedecek zamanı yok, orgazm özgürlüğü doludizgin yaşanmalı, bütün erkeklerin tadına bakılmalı, hepsi denek olarak emre amade, hele bizimki gibi bir toplumda statüsü, medeni durumu -medeni durum. durumsallık olarak medenilik. medeniyette durmalık yer. barbarlık, durmamak. medenileşmek, duruşmak- önemli değil. Bu ülkede özgürlük vardır arkadaş, erkeklerin hayvanlığı kadınların özgürlüğünü nasıl da kısıtlarmış, Allah belalarını versin. Sevişilecek, seviş! Hocanla seviş, kamyoncuyla seviş, beş dakikalık seviş, yarım saatlik -adam dayanırsa- seviş, durmadan seviş, liberalce seviş, deneyimli veya deneyimsiz olanlarla seviş. "Kadınlığın gururu Ayşe. Dişiliğin yüz akı Ayşe!" (s. 69) Seviştiğini sebepli veya sebepsiz postala, yenisi gelsin. Grupla, unutma. Hepsi hatırlansın, hepsini yenilere taşı, yenileri eskit. Teslimiyeti öğret, güçsüzlüğü öğret. Onların güçlü olmalarını iste ki ele geçirilmeleri zor olsun, ele geçirdiğini at gitsin, kendisine duyduğu saygıyı yitirsin, neye uğradığını şaşırsın, dengesizliğinle şaşırt.
"Aslında böyle biri değildi, neden böyle yaptığını anlamıyorum."
"Onu çok yanlış tanımışım. Belki de doğru tanıdım. Belki de yanlış. Doğru?"
Bacakları ayır, seni ele geçirsinler. Seni parçalasınlar, uysal olmasınlar, uysallık güçsüzlüktür. Zorbalığı özle, tat, sonra yık, silinip gitsin ve yenisini ara.
Ayşe, sen kuşatılacak, ele geçirilecek bir şeysin. Nesnelikten öteye geçemiyorsun, bu yüzden ilişkilerin doyurucu değil, uzun soluklu hiç değil, nicelik olarak belki ama nitelik sallanmakta, herkesi kendi dünyanda boğuyorsun ve buna rağmen özgürlük istiyorsun, istediğin şey veriliyor ama istediğin özgürlük değil, yine de istiyorsun ve, "Erkek bu kanlı meydan muharebesinden ya yenilmiş ve başı önüne eğik, başarısız bir komutan olarak çıkıyor, ya da başarılı, ama Ayşe'nin uşağı olmayı kabul etmiş bir zorba olarak. Erkeği umarsız bir açmaza düşürüyor Ayşe. Erkek cinsinin soysuzluğunun tescil edilmesini sağlıyor. Bütün ipler onun elinde. İnanın ki, onun elinde. Onun o ufacık, bembeyaz ellerinde. Herşey onun tasarladığı gibi yürüyor. Hiçbirşey gözünden kaçmıyor. Çevresindeki herkesi buyruğu altına alıyor. Hiç yorulmuyor. Hiç yenilmiyor. Hiç teslim olmuyor. Hep kazanıyor. Hep üstün geliyor. Bir adım bile geri gitmek yok. Bir adım bile! Aydınlık yarınlara koşuyor. Hüzün yükünü atıyor. Zamanla yarışıyor. Özgürlük savaşçısı. Geleceğin umudu. Gözükara bir kâşif. Ayşe aşkı arıyor." (s. 76)
Tahsin Yücel de kadın dergilerinin pompaladığı özgürlük istenci altındaki tutsaklığı anlattığı güzel bir yazısı vardı, mevzu Teoman'da bu durumda.
Aşk Yaşama Çok Uçuk: Murat, Yunus, Ayla, Yonca, Ferit. Aralarındaki çatışmalar aşkın yaşam karşısında sağ kalıp kalamayacağını irdeliyor ve zamanla katılaşan dünyanın, seksin ve sevginin birbirini nasıl hapsetmeye çalıştığını anlatıyor. Yunus üzerinden anlatacağım. Yonca'ya aşıktır ve Yonca'nın siyahi bir adamla seks yapmasını büyülenmiş gibi izler. En ince ayrıntılarına kadar görürüz; siyahi arkadaş kayganlaştırıcı olarak mayonez kullanır ve vajinadan çıkan "şampanya şişesinden fırlayan mantarın patlamasını" duyarız. Pornografik bir sahne, ardından gelen hayal kırıklığıyla Ayla'yla sevişir Yunus, Ayla'nın, "Sik beni!" haykırışlarını Yonca'nın, "Fuck me!"lerine karıştırır ve buruk bir teselliye kavuşur. Ayla'nın nişanlısı vardır, eli yüzü düzgün bir gençtir, hatta birlikte zaman geçirirler ama o hayal kırıklığı her şeyi yıkar. Yunus'un bütün olup biteni arkadaşına "erkek muhabbeti"nin bayağılığıyla anlatması, aşk acısıyla baş edemeyen insanların genel anlatısıdır. "'Aşk iyidir, hoştur, eyvallah, ama maalesef yaşam çok kirli, çok somut, çok gerçek... Bu boğucu ortamda soluk alamaz, yaşayamaz, varolamaz aşk. Uzun lafın kısası, aşk yaşama çok uçuk.'" (s. 100) Cinsellik üzerine çektiği nutuklara cevap olarak hayatın bu kadar siyah ve beyaz olmadığını söyleyen arkadaşıyla alttan alta dalga geçer Yunus, arkadaşının çok naif olduğunu ve bu yüzden acı çekeceğini söyler. Acı çekmemek için "takıp geçmek" gerekir, çok derinleşmemek, yüzeyde kalmak gerekir. Seks skordan ibaret hale gelir, üzerinde düşünülecek bir şey değildir. Yüzey iyidir.
Diğer öyküler de sıkı. Teoman'ın duyarlılıkla ele aldığı kalas konular günümüzün dünyasında -akarlığında diyeyim- aslında derinleşmeden içinden çıkılamayacak şeyler ama derinleşmek zahmetli iş. Yüzeydeki karakterlerin meseleleri, bu.
Demin cama kuş çarptı. Yuva yapmışlar, yumurta düşmesin diye etrafına birkaç dal yerleştirmiştim. Sanırım beğenmediler, gittiler. Yuva duruyor. Kuşlar durmuyor, ara ara cama çarpıp yapmam gereken şeyleri hatırlatıyor. Mesela bu; Ali Teoman'ın güzel öykülerini anlatmak. Sonra bisiklet. Sonra tez. Sonra yarın.
Ali Teoman'ı yıllar önce kaybettik, erliği veya geçliği hakkında bir şey diyemiyorum ama daha fazla yazmasını isterdim. Sayım dökümden nesnelerin rahatça yerleştiğini ve aynı rahatlıkla atılabildiğini gördüğümüz bir dünyanın olanca doğallığıyla kuruluşu çok etkileyici. Üç bölümden ilki, Gizemli Öyküler'den Bahar Temizliği. İkinci tekil şahıs kipiyle yazılan bu öyküde güzel bir bahar sabahı, evini temizlemeye karar veren bir "sen" var. Mutfak, odalar, eşyalar. Bir sandık. Sandığın içi kurcalanıyor ve kağıtlar, defterler beliriyor. Yazı okunamıyor, sandık hatırlanamıyor. Kimin bunlar? Sen mi bıraktın, bir başkası mı? "Nasıl oldu da şimdiye dek bütün bunların farkına varmadın? Çalışma odanda bir başkasının (kimin?) cesedini saklıyordun; iyice gizlenmiş, kilit altına alınmış, bütün meraklı gözlerden uzak... Nasıl oldu da şu âna dek bunu anlayamadın?" (s. 12) Yıllardır bir köşede duran sandık, alınan nefesten farksızlaşınca sandıklığını yitiriyor, bakışlara çarpılmıyor, varlığı her şey gibi bir şeye dönüşüyor, kısacası unutuluyor. Unutulan'ın sandık hali.
İnerken'de yine bir dünya kuran ilk cümle: "Sokak karanlık." (s. 13) Karanlık sokağın çeşitlemeleri arasından tekinsiz olanlarını seçmiş Teoman; dolunayın ışığı donuk, apartman karanlık, asansörün köhneliği sonsuz bir homurtu ve uğultu olarak derinlerden duyuluyor. Kabin karanlık, daha da önemlisi kabinin ineceği derinliklerin bir sınırı yok. Anlatıcı bütün düğmeleri deniyor ama kabin durmuyor, indikçe iniyor. Binaların bilinmeyen boşluklarından Perec de bahsediyordu, ikinci katta oturuyorsanız ve üçüncü kata hiç çıkmadıysanız üçüncü katın yerinde kara bir hiçlik olmadığını nereden biliyorsunuz? Dışarıdan görüldüğü gibi olmayabileceğini düşünüyor musunuz? Bilinmeyenin böylesi yayılmacı dünyasında hiç var oldunuz mu?
Gitme Biçimleri: Devinimlerin ve duyguların yaşama mikroskopik parçalar halinde dağıtımı.
Yine "sen". Hareketler, imler, salon penceresindeki perdenin aralanması, bir adamın yürüyüşü ve anlatılandan ayrılan yönleri, insanın kendi evinde, kendi imgesini köşelerine kadar sıkıştırdığı mekânda yabancılık çekmesine yol açar. Kişisel yabancılık kurulduktan sonra kapının altından atılan mektup ortaya çıkar, bu da dış bir yabancılık kaynağı. Kapının öbür tarafında biri, bu tarafında kişi, sessiz bir bekleyiş. Kim, ne? Mektup? "Tini gizlice kemiren işlek bir yenircedir kuşku. İkircim sanrının anasıdır." (s. 17) Gerisi anın, kuşkunun çözümlemeleridir, gergin atmosferin çöreklenmesidir. Sonunda yolculuk vardır, mekân değişimi, mektubu okuduktan sonra, telefon çalarken.
Banyo Penceresi, gizemli öykülerin şahı. Sadece belirli bir açıdan görülen manzara: Pencerenin belirli bir açıda duruşuyla karşı dairenin derinliklerinde bir karaltı görülür, fotoğrafta karaltının neliği hakkında pek az şey bellidir. Karaltı olması. Daha iyi odak, daha çok uğraş, orada kımıldayan bir şeyi ortaya çıkarıyor. Yine kımıldıyor, bakışın vücuttan ayrıldığı her an bir başkasına dönüşüyor ama o bir yansı, ama insanın kendini hiç bilinmeyen bir uzamda tanıyamayacağı doğru mudur, ama insan kendini zaten tanıyamayacağı için o karaltının oluşturduğu kendilik aslında bir karaltı, biçimlenmesine, insana dönüşmesine lüzum yok.
Romanesk Öyküler bölümünün Gecenin Atları ile aynı kurmaca dünyada geçtiği söyleniyor, bir fikrim yok. Olunca inceleyeceğim, şimdilik birkaç öyküyü ele alayım. Mesela Panayırda. Sadece bu öyküde değil, Ali Teoman'ın anlatılarında düşüncenin kara uçları, son derece şahsi ve biricik, belki önceden okurun da düşündüğü -kendi ölümümden başka bir şey olmadığımı çok düşünmüşümdür- imgeler vardır, beni Ali Teoman'a bağlayan şey bu imgelerin muhteşem dünyaların zemininde parıldamaları oldu. Bunu ikinci kez yazdım sanırım, birkaç kez daha yazabilirim. Neyse, bu öyküde üniversitenin kapısından çıkıp gözü kararan, sersemleyen bir anlatıcının peşindeyiz. Kimsenin umursamadığı, yollarda karşılaşılabilecek ölümleri düşünür, çünkü en amansız düşmanın içeriden, ölümün kendisinden geldiğini sezer. "Her şey apaçık ortada: Siz ölümünüzsünüz, ölümünüz de siz." (s. 53) Her insanın kendi ölümünü ölmesi gibi bir şey. Üzerine, anlatıcı "ölüm" ve "yaşam" kelimeleriyle oynadıktan sonra "ölü am" kalıbına ulaşır, yaşamı anlatmak için güzel bir metafor. Sonrası daha iyi; Beyazıt Meydanı'ndaki hengâmenin tasviri, çocukluğa açılan bir kapı haline gelir ve anlatıcının babası, anlatıcının/çocuğun elinden tutar, diğer elde de olmayan horozşeker ve pamukhelvanın özlemi vardır. Bu kadar kısa anlatılmamalı ama okunması lazım; o kaotik ortamda, satıcıların arasında, mahşeri bir gürültünün kalbinde uzamın nasıl yok olup tekrar belirdiğini, haliyle zamanın ve mekânın nasıl tekrardan yaratılabildiğini görmek heyecan verici, Ali Teoman gerçekten, gerçekten dünya kurgulamayı biliyor.
Kuş kadar öykü anlattım, katlarcası içeride bir yerde okurunu bekliyor. Lütfen okuyun.