Arkadi & Boris Strugatski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arkadi & Boris Strugatski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2019 Cuma

Arkadi & Boris Strugatski - Kıyamete Bir Milyar Yıl

Kaku'da görmüştüm ama fikir onun değilmiş, yine meşhur başka bir bilim adamına göre üç tip uygarlık var. I. Tip deneni bulunduğu gezegenin bütün kaynaklarını kullanır hale gelen, başka gezegenlere zıplamaya hazır uygarlık. II. Tip sanırım bulundukları sisteme yayılan, koloni faaliyetlerine girişeni, III. Tip kara deliklere bodoslamadan dalar hale gelen türden bir şey, evreni istediği gibi eğip bükebiliyor falan. Entropiyi etkileyebiliyor muydu hatırlamıyorum ama kontrol altına alabiliyordu sanırım. Aslında kilit nokta bu, zira Strugatski Biraderler bu mesele üzerine kurmuşlar anlatıyı. Romanda I. Tip'e geçebilmek bile mümkün gözükmüyor. Kaku'ya göre biz 0,8'de falanız, yüz yıla kadar eşik atlayacağımızı söylüyor Kaku. Atlayabilecek miyiz? Biraderler öyle bir olay örgüsü kurmuşlar ki bu atlayış mümkün olmuyor. Araştırmaları engelleyen bir dünya saçmalık çıkıyor ortaya, evrenin kendini gizleme çabası ve bilimsel gnostisizmin önüne çekilmiş koca duvar düşündürüyor, fantastik olayların fantastik sebepleri olmalı. Bilim insanları için kabul edilemeyecek bir şey, düştükleri ikilemde can çekişmeleri bundan. Meşhur usturaya göre birçok cevaptan akla en yatkın olanı kabul edilir ama o cevap doğaüstünden başka bir sonuç sunmuyorsa rasyonel düşüncenin neferleri bu durumda ne yapabilir? Bir: Daha fazla veri toplayıp analize girişir ve daha derin bir bataklıkta debelenmeye başlar, işin içinden bir türlü çıkamaz, sayısız varyant başka varyantlara yol açar, sonsuz bir zincirin halkaları teker teker çözülür ama sonu gelmez bu işin, deliliğe kadar yolu var. Bir sonuca vardı diyelim, matematiğin son noktası. Ted Chiang'ın bir öyküsünde geçiyordu, matematiğin "son noktası" ulaşılabilir bir yerde, matematikle kafayı bozmuş bir kadın bu noktaya ulaşıyor ve hayatının anlamı bir anda ortadan kayboluyor. Eşiyle arası bozuluyor, aile dağılma noktasına geliyor, yaşamın anlamı ortadan kalkıyor, kişisel bir felaket. Varlık sayılara sıkıştırılmış durumda ve sayıların ulaşabileceği son nokta hiçlik, o halde ortadan kalkılacak. Muazzam bir öykü. Monokl ikinci bir Chiang kitabını basacakmış yakınlarda, duyunca çok sevindim. Neyse, iki: Bütün inançlar ve olgular bir kenara bırakılarak fantastiğe yeni baştan yaklaşılacak, belki de formüle edilebilir bir fantazya düşüncesi bilimsel paradigmayı ele geçirecek, farklı disiplinlere kapı aralanacak. Bu gerçekten fantastik ama anlatının temelinde bu var zaten, karşı karşıya gelinen fantastik bir olgu için mevcut bilim bir çözüm üretemiyorsa elde iki seçenek kalıyor, ilki uyum sağlamak ve ikincisi deliliğe doğru koşmak, kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibi.

Bilimkurgu demek zor, bilim felsefesiyle şahane bir şekilde oynanan felsefi bir roman denebilir. Mesele "homeostatik evren" denen nanenin entropik ayarlarla oynanmasını engellemesinden doğuyor, en azından bazı karakterlerin görüşleri bu yönde. Bilim adamlarının paranoyadan paranoyaya koşmalarını izlemek oldukça sinir bozucu, bir o kadar da eğlenceli. Ted Chiang bunu okuyup esinlenmiş midir acaba, araştırmam lazım. Neyse, bölüm bölüm ilerliyoruz ve her bölümün başlığından ayrı olarak "Parça I", "Parça II" şeklinde ayrılmış bölümün içeriği. Sanki yıllar sonra ele geçirilmiş kayıtlar tasnif edilmiş gibi. Evet, o gün son iki yüzyılın en şiddetli(?) temmuz sıcağı kimseye nefes aldırmazken, Malyanov biraderimiz bilimsel araştırmalarını rahatlıkla sürdürmek için eşini ve çocuğunu uzaklara yollamışken Kalyam adlı kedisinin miyavlamasına şaşırıyor, daha o sabah mama verdiğini düşünüyor ama önceki günün sabahıymış aslında, günleri karıştıracak kadar kafası karışık bir adam Malyanov, ilk çatlağı bu noktada görüyoruz. Malyanov tamirciye telefon ediyor, kendisini sürekli yanlış numaraların aramasından yakınıyor. Defalarca aramış ama bir tamirat, düzenleme yapılmamış. İkinci çatlak. Kapı çalıyor, yiyecek ve içeceklerle dolu bir kutu teslim ediliyor kendisine. Eşi göndermiş, zorlukla geçinmelerine rağmen böyle lüks bir harcama Malyanov'un canını sıkıyor, üçüncü çatlak. Bu aslında şey, Ömer Seyfettin'in bir öyküsü vardı, mermer yontan bir adama dair. Adam çekici indirirken hiç şaşırmadığını, kırk yıldır tek bir hata bile yapmadığını söylediği anlatıcının gazabına uğruyordu, benzer bir şekilde. Anlatıcı, adamın evine hindi mi ne gönderiyordu, mermerciyle eşi kavga ediyordu bu yüzden, ertesi gün de mermerci o sinir bozukluğuyla çaat diye kırıveriyordu mermeri, aynı dalga. Tek fark, adamın kafasını karıştıran tek etken anlatıcıyken burada koca evrenin musallatlığı. Neyse, Malyanov çalışmayı sürdürmeye çalışıyor, formüllerine gömülüyor, telefon çalıyor. Vayngarten, kendisi gibi bilimsel işlerle uğraşan arkadaşı. Uğrayacağını söylüyor, Malyanov'un ne üzerinde çalıştığını öğreniyor, kapıyor telefonu. Malyanov delirdi delirecek, iki dakika oturup çalışamıyor. Telefon konuşması bitmek üzereyken Malyanov'un kapısı kırılırcasına çalıyor, Lida geliyor. Malyanov'un eşinin kuzeni olduğunu söylüyor ve sözde eşinden gelmiş bir mektubu kanıt olarak gösteriyor. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hale geliyor, parodi gibi. Aklı gidiyor Malyanov'un, eşini aldatmayacağını düşünüyor ama Lida çok güzel bir kadın, çalışma yalan oldu tabii. Bunlar olurken Lida'yla veya Vayngarten'le konuşmaları sırasında birtakım toplumsal meselelere değiniliyor hafiften, örneğin Küba'daki devrim hakkında birtakım gevezelikler, kendi ülkelerindeki bilimsel hiyerarşi, devlet kurumlarının müdürleri, müdür adayları, bilimsel çalışmaların önem sıralamaları, bu tür meseleler üzerinde birtakım gevezelikler yapılıyor ve yine kapı, bu sefer karşı komşu Snegovoy. Bilim insanı o da, söylemeye gerek yok. İki horozla ilgili bir fıkra var, birkaç karakter tarafından anlatılıyor, rahatsız edilmenin izleği olarak görebiliriz bunu.

Petroviç çıkıyor ortaya, Malyanov'un üzerinde çalıştığı projenin grafiklerinden birini eline alıp grafiğin aslında bölgedeki suç oranının yükselişini yansıttığını söylüyor. Bilimsel verilerin birbirinin yerini tutarak temelsizliğe, en azından şüpheciliğe yol açmaya çalıştıklarını görüyoruz, işler bu noktadan sonra tesadüfle açıklanamayacak ölçüde karışmaya başlıyor, arka arkaya çalan kapılar, telefonlar, bitmek bilmeyen ziyaretçiler eşzamanlılık açısından makul ama bu veri olayı ipi koparıyor. Malyanov bir açıklama bekliyor Petroviç'ten, adam bir şeyler biliyor ama söylemek istemiyor başlarda. Yeterince sıkıştırıldığı zaman dili çözülüyor: Uzaylılar. Zeki bir yaşam formu insanlığın ilerlemesini istemediği için işlerimizi sabote ediyor. Vayngarten kendi başından geçen çalışamama hikâyesini anlatıyor sonra, birtakım adamların ortaya çıkıp durumu anlattığını, çalışmalarını yok etmesi gerektiğine dair ısrar ettiklerini söylüyor. Kayboluyor kızıl kafalı adam, bir anda ortaya çıkıp Vayngarten'in kafasını karıştırıyor ve pencereden uçup gitmiş gibi yok oluyor. Mantıkla açıklanamayacak olaylar herkesin başına geldiği için neler döndüğüne dair beyin fırtınasına girişiyorlar. Dokuzlar Birliği denen gizemli bir örgüt olduğunu söylüyor biri, gizemli bilgeler gezegendeki bütün bilimsel başarıları kopyalayıp öğreniyorlar. İnsanların kendilerini yok etmemeleri için uğraşmaları da ikinci görevleri, böylece karakterlerin başlarına gelen garip olayların sebeplerini de öğrenmiş oluyoruz ama bu da mitik bir hikâye, ortada çok fazla bilinmeyen olduğu için fantastik bir durumun ortasında kalıyorlar ama Veçerovski nam bilim insanı, yaşadıklarının aslında hiç de ilginç olmadığını söylüyor. Analiz edilecek bir şey yok, üzerine düşünülecek bir şey de yok, yaşamın kendi olağanlığı içinde yaşadıkları son derece doğal. Bir alıntıyla bitireyim, kurmacaya da yaslanan bir bakış açısıyla:

"'İnsani bu, fazla insani,' dedi Veçerovski. 'İnsanlığın, kâinatı çözmenin eşiğinde olduğunu gözlemlediler, rekabetten korkarak onu durdurmaya karar verdiler. Böyle mi?'
'Neden olmasın?'
'Çünkü bu bir kurgu. Parlak ve basit kapaklı, ucuzcularda satılan bir kurgu. Bir ahtapota smokin giydirmeye çalışmak gibi. Ve öylesine bir ahtapota da değil, aslında hiç olmayan bir ahtapota...'" (s. 104)

Son bir şey: Malyanov'u izlerken bir anda Malyanov'un gözünden görmeye başlıyoruz her şeyi, anlatım değişiveriyor. Bunu meselenin çözümlenmesi sırasında entropik-bombastik bir değişimin gerçekleştiği şeklinde yorumlamak, ne bileyim, biraz zorlama gibi gözüküyor. Zaten Strugatski Biraderler pek bulaşmıyorlar böyle oyunlara, düşük ihtimal bu. Metnin orijinaline de bakamıyorum, Rusça bilseydim bakardım. Böyle de bir şey var, ilginç. Çeviride bir haller olmuş galiba.

Evet, bilim-evren-insan üçgeninin ele alındığı iyi bir metin bu, Biraderler on numara beş yıldız.

Ek: Sonda Boris'in sansürle mücadelelerini anlattığı bir bölüm var, bilim insanlarından ikisinin kendilerinden mülhem olduğunu söylüyor üstüne, güzel bir sonsöz olmuş.

Ek 2: Yeşim beni Florence + The Machine'e sardırdı, çok sevdim, deli gibi dinliyorum. Alalım:

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Arkadi & Boris Strugatski - Tanrı Olmak Zor İş

Scheler, Hınç. Platon'a göre insan Tanrı olsaydı sevmezdi. Varlığın en mükemmel biçiminin böyle şeylere "ihtiyacı" olmaz. Aristoteles'e göre de Tanrı "seveni harekete geçiren sevilen" olarak görülür. Nesneler harekete geçer, sevilene ulaşmak için çaba gösterip yarışırlar, olimpiyatların ve her türlü politik mücadelenin temelinde bu ulaşma çabası, arzulama vardır. Hristiyanlık bu durumu tersine çevirir, daha aşağı olana duyulan sevgiyi ortaya çıkarır. Düşkünler, pespayeler, kendini feda etme yoluyla sevilirler. Her şey sevgiye layıktır. "Bu yüzden yalnızca pozitif yanlış hareket değil sevme başarısızlığı da bir 'suç'tur. Bu aslında bütün suçluluğun temelinde yatan suçtur." (s. 47) Ressentiment denen nane bu noktada ortaya çıkar; daha iyinin daha kötüye yardımı eksiltici değildir, özgeciliğin fenalığından bahsedebilmek için benliğin kendi değerini bilmemesi gerekir. Yardımlaşmanın zenginlere karşı duyulan hasede dönüşmesi bu bağlamda gerçekleşir. Bireyin kendilik bilgisine sahip olması durumunda bile engellenebileceği birçok yol vardır; toplum, devlet, bir dünya şey.

Anton/Don Rumata'nın Tanrıcılık bunalımlarını incelerken daha iyinin ulaşılabilir konumda olmasını unutmamak gerekiyor ama öncesinde gözlemcilerin rollerinden bahsetmem lazım. Bizimkine benzer şartlarda, insanların yaşadığı başka bir gezegene gözlemci olarak yollanan görevlilerin amacı tarihin kaydını tutmaktır, bu sırada olaylara müdahale etmeleri yasak. Gözlemlenen gezegende Orta Çağ karanlığı hüküm sürüyor, bilim insanları paranoyak yöneticiler yüzünden öldürülüyor. Yanlış anlamadıysam üç bölge var ve bunlar birbiriyle savaş halinde, aralarındaki husumet Dünya tarihindeki olaylarla örtüşen sebeplere sahip. Aziz Mika'nın öldürülmesiyle ortaya çıkan düşmanlık, Akınlar, suikast girişimleri derken bizdeki din savaşlarının, çıkar çatışmalarının yansımalarını görüyoruz. Kaotik, düzeni henüz anlaşılamamış bir yapı. Bizde gelinen son durumda bilgi kayıt altına alınıyor, saklanıyor veya satılıyor, paylaşım yasak. Böyle iş mi olur diyerek bilgiyi bütün insanlığın kullanımına sunmak isteyen genç idealistler devlet tarafından tehdit ediliyor, sindiriliyor veya yok ediliyor. Yanlış bilmiyorsam sosyal bilimlerde böyle bir durum pek yok ama iş teknolojiye doğru kaydıkça denetim mekanizmaları sıkı çalışmaya başlıyor. Denetleme sistemi gezegende mevcut ama bilginin tamamen ortadan kaldırılması yoluyla çalışıyor. Okumayı bilenlerin bile kellesi gidebiliyor, böyle bir despotizm var.

Anton, Pavel ve Anka, bu üçüyle başlıyoruz ve Anton'un Don Rumata kimliğiyle devam ediyoruz. Bu arkadaşların emrinde helikopterler ve çeşitli silahlar var ama acil durumlar haricinde bunları kullanmak yasak. Ne yapıyorlar, soyluların kimliğine bürünerek gözlemliyorlar, bütün olayları bu. Sarayla Boz Milisler arasındaki mücadele ve ittifak, arada ezilen bilginler ve yoksullar, her an ölebilecek olmanın yıldırıcılığı, yakılan kitaplar, kaçak okur yazar avları... Arkanar Krallığı'nın dışındakilerle pek muhatap olmuyoruz, burada gerçekten bir kıyım var. Dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyenler darağacına, çarpım tablosunu bilenler darağacına, bilgiye sahip olan herkes darağacına. Tanrıcılık oyunu burada devreye giriyor.

Anton'un hıncının bir hedefi yok. İsrailoğullarının tanrısı felaket saçmada son derece eli açıktı, dedikleri yapılmadığı zaman kafalara taşlar yağdırırdı ve kendince bir adalet anlayışı vardı ama Anton için müdahale etme arzusunun belirli bir hedefi yok. İyiliğin gücünü yıkım yoluyla insanların gözüne sokabilir ama içlerine sokamaz, insanlar o şekilde kurgulanmamıştır. Anton'un sevgisi de bu insanlar için değil, daha iyi bir düzen ve uygarlaşma içindir. Sevgi duyabilme gücüne sahip olsa da görevi ve "kendisinden daha tanrı olanlar" tarafından engellenir, belki de kendi kendini engeller çünkü bir anlamda kendi tarihinin ve atalarının çirkinliğine maruz kalmaktadır. Bir noktadan sonra sadece en iyileri kurtarmaya bakar, nüfuzunu kullanarak bilim adamlarını görevlendirir ve onları tehlike bölgesinden uzaklaştırmaya çalışır. Yahudi bilim adamlarının Almanya'dan kaçırılmalarına benziyor. Bir yandan diğer gözlemciler/tanrılar da kendisini rahatlatmaz, hatta baştaki üç gözlemcinin üç büyük dinin tanrısı olarak sembolize edildiğini düşünüyorum. Anton gördüklerinden son derece rahatsız ve tarihin akışını değiştirmek istiyor, bir diğeri kurbanlar üzerinden oluşan bir sosyal düzene müdahale edilmemesi gerektiğini söylüyor. Aralarındaki çatışmalar da tanrı olmanın zorluğunu gösteriyor, hiçbiri aslında tanrı olmasa da. Kendilerinden önce gelenler daha işlevsel; Dünya'daki koşulları ortaya çıkarmak için aktif olarak görev alıyorlar ve çatışmaları körüklüyorlar. Anton zaten işleyen bir sistemin çarkı olarak kendinde olmayan dişleri de kullanmak istiyor ama böyle bir şansı yok. Başlarda hıncı hedefsizdi ama sonradan insanlara dönüyor, insanlıklarını sorguluyor falan. Şahit olduğu onca barbarlığa karşı akıl sağlığını koruması gerek. En sonunda kendi yaratıcılarını eleştirip deneyi bu insanların üzerinde değil, gözlemciler üzerinde yaptıklarını söylüyor. Gözlemcileri gözlemleyenler... Sevgisi yavaş yavaş yok olduğu zaman suçluluk duygusu artıyor ve görev tanımının dışına çıkarak risk alıyor, çatışmalara katılıp yakalanıyor ama kendisinde görülenden çok daha fazlasının olduğunu sezenler tarafından serbest bırakılıyor. Sevgisi yok oluyor dedim ama doğru değil; küçülttüğü duygularını tek bir insana, tek bir kadına yönelterek insanlığını/tanrılığını unutmamaya çalışıyor. Sevgi varsa suçluluk katlanılabilir hale gelir.

Anlatıya çok girmedim, dünyamızla kurulan bir iki bağlantıyı yazıp bitiriyorum. Anton'un Shakespeare'den dizeler sıkıştırması güzel. Bunun yanında tarih yazıcılığının sadece güçlülerin tekelinde olduğunun Arkanar'da gerçekleşen olaylar çerçevesinde anlatılması da güzel. Budah nam bir bilginin insanoğlu hakkındaki tespitleri de başarılı. "İnsanlar bir birlik olmak istediklerinde kaçınılmaz olarak bir piramit formunda birbirlerine sarılmalıdırlar." (s. 199) Sınıfsal yapıların çıkış noktası. Asıl dikkatimi çeken nokta şu oldu; Budah'la Anton arasında tanrının insanlar için ideal düzen yaratıp yaratamayacağıyla ilgili bir diyalog vardır, konuşmalarda insanın üretim/tüketim bilinci yüzünden tanrının belirgin olmayan dokunuşlarının pek bir işe yaramayacağı anlatılır. Her bir dokunuşun insan tarafından nötralize edileceği, hatta negatif bir sonuca varacağı çıkar, bunun engellenmesi için belki de Tarım Devrimi'ne kadar geri gidilmesi, bir şeylerin farklı yapılması gerekir ama Anton eğer tanrı olsaydı bile bunu yapamayacağını söyler. Hah, kitabın sonunda kardeşlerden biri, kitabın yazıldığı dönemde Kruşçev'in sanatçılar üzerinde kurduğu insanlık dışı baskıyı anlatıyor ve yine de Sovyet Rusya'dan umudunu kesmediğini sezdiriyor. Neden? Kendi kurgularında Anton başarısızlığa -kendi açısından- uğramış ve görevi bırakmışken Sovyet Rusya'dan nasıl bir ilerleme bekleniyordu, kurguyla gerçek arasında bu ölçüde bir benzerlik varken? Belki de gerçeğin kurgudan daha güçlü olduğunu ve her şeyin iyiye gideceğini umdu kardeşler, bilemiyorum.

Başka... Hikâyenin başta eğlenceli bir macera olması amaçlanırken dönemin politik çalkantılarında hedefinden şaştığını öğreniyoruz, daha iyi olmuş bence. Adamlar kitabın basılacağını da hiç sanmıyorlarmış, alttan alta ağır bir şekilde eleştirilen iktidardan sille beklemişler ama kitap basılmış. Galip Tekin'i anacağım, 1980'lerde paşaların oluruyla çıkan dergilerde cuntayı topa tutmak için bilim kurguyu kullandığını söylemiş bir röportajında. Benzer bir durum sanırım.

Tanrı olmak zor, olamamak daha zor. Biraderlerden büyük bir roman.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Arkadi & Boris Strugatski - Pazartesi Cumartesiden Başlar

Daha önceden basılmış olabilir, benim bildiğim ilk Sarmal bastı bu ikiliyi. İthaki'nin iyi işlerinden biri bu ikilinin diğer kitaplarını basmaya başlamak oldu. Umarım BK serisinin çıkacak diğer kitapları arasında Strugatski Biraderler'inkiler de vardır, zira şöyle sıkı giydirmelere açız bence, üstü olabildiğince kapalı olsa da.

Adamlardan bahsedeyim biraz. İkisi de bilim adamı; Boris 1933 doğumlu. Astronom, bilgisayar mühendisi. Arkadi 1925 doğumlu, İngilizce ve Japonca eğitimi alıp öğretmenlik yapıyor. 1950'lerden itibaren yazmaya başlıyorlar, 60'larda işlerini bırakıp bütün zamanlarını yazmaya ayırıyorlar. Tarkovski, adamların bir eserinden Stalker'ı yaratıyor derken kopup gidiyorlar.

Bulgakov'la aynı çizgideler, aralarında bir kuşaklık fark var ve bayrağı devralmış gibiler. Bulgakov Sovyet sanat ortamını yerin dibine sokarken toplumsal değerlerin yozlaşmasını adım adım takip ediyordu, biraderler aynı şeyi Sovyet bilim dünyası için yapıyor. Kader Yumurtaları'nın çok daha geniş bir kadroyla yazılmış parodisi gibi bu kitap. Adamların ucundan kıyısından dokundurmadıkları şey yok gibi; Wells'ten Sovyet bürokrasisine, o güne kadar iz bırakmış doğru veya yanlış ne varsa derleyip toparlanmış, bazılarına çuvaldızla girişilmiş, bazıları tiye alınmış, sonuçta keyifli bir BK çıkmış ortaya. Tam olarak BK demek doğru da değil sanki, fantazyayla karışık bir BK parodisi.

Önsözler konusunda Oğuz Atay'a uyuyorum, ben atladım ama neyle karşılaşacağını bilmeyen okur, işin heyecanını kaybetmek uğruna bilgi sahibi olup okumaya başlar başlamaz tokat yemekten kurtulabilir. Ben biraz anlatayım Adam Roberts'ın söylediklerini. Evet... Gerçi pek anlatacak bir şey de yok; olayı kısaca özetliyor ve YOKHİÇ (Yüksek Okültasyon Kurulu Hususî İcat Çalışmaları) adlı kurumu Hogwarts'la kıyaslıyor. Demeden edemem; bu da moda oldu, Rowling'in dünyasıyla kıyaslanmamak çok kötü bir şey herhalde. Neyse, bu büyü hadiselerinin kurgulanması meselesi gerçekten önemli. The Kingkiller Chronicle, Belgariad gibi süper sagalar kendi sistemlerini içeren dehşet iyi büyücülük anlayışına sahiptir. Eh, Potter ve arkadaşlarının sopa sallayıp büyü yapmalarını da yiyelim ama bu eserden aynı şeyi beklemeyelim, zira adamların böyle bir kaygısı yok zaten. Roberts kıyaslamış ama böyle bir şeye lüzum yok. Bunun yanında insanların fantazyalarda büyüden çok büyü sistemlerini sevdiğini söylüyor, doğruluk payı var diyorum. Belli sistemlere oturtulmuş dünyaların gerçeklik sanrısını daha başarılı yaratabilmelerinden kaynaklanıyor olabilir bu. Sonuçta uçan bir salyangozun, "İtfaiye itfaiye şiş bomba, Maske Maske çok yaşa!" diye bağırıp büyü yapmasını istemem. Bunu bir sisteme oturtma çabası başarılı olabilmişse, işte o zaman isterim.

PKD demiş adam, PKD'nin bilinçli kaos diyebileceğim karmaşası yok ama tekinsizlik... Bir parça diyebilirim. Bir de Pratchett demiş, evet, Pratchett'in dünyaları biraderlerin yarattığı dünyayla karşılaştırılabilir. Aslında diyalogların kurulumundan iğnelemelere kadar pek çok benzerlik var.

Metne geçelim. Yukarıda bahsedilen bir kuruluş var, olayını Roberts çok güzel anlatmış: "Hikâyedeki sihirli unsurlar ne kadar renkli ve yaratıcı olursa olsun bu romanı en canlı kılan özelliği, bu tarz örgütlerin işleyişine tuttuğu aynadır. Aslına bakarsanız 'işleyiş' tam olarak doğru bir kelime olmadı zira bu fevkalade ve rengârenk Enstitü son derece inanılır bir biçimde işlevsiz. Araştırmaya çalıştıkları evren sonsuz; böylesine bir şeyi araştırmak da sonsuz zaman gerektirir. Bu durumda çalışıp çalışmamaları hiçbir şey değiştirmez ama eğer çalışırlarsa bunun kozmosta düzensizlik gibi bir yan etkisi olabilir. Bu nedenle üretken bir iş yapmamaktadırlar. Günümüzde de çoğu üniversite buna benzer, muhtemelen resmiyete dökülmemiş bir mantıkla işliyor." (s. 8) Ba-dum tıss!

Orijinal metinde nothing anlamına gelen YOKHİÇ adlı mekana geçmeden önce Saşa'nın bu enstitüyle tanışmasını anlatmalıyım. Roman üç bölümden oluşuyor, ilki Divanın Çevresindeki Patırtı. Karelia civarında arkadaşlarıyla buluşmak için arabasıyla yolculuk eden Saşa, yolda iki garip tipi arabasına alır ve kalacak yer problemi de böylece çözülür; herifler Saşa'ya kalacak yer ayarlar. Über teknolojik bir divanın, garip bir kadının ve daha garip olayların mekanı, enstitü. Adamımız garip hadiselerle haşır neşir olur ve bunların hiçbirinin yabancısı olmadığını söyler, bir yerlerde okumuştur bunları. Olaylara balıklama dalar. "Hepimiz de naif materyalistleriz, diye düşünüyordum. Ve de akılcıyız. Her şeyin hızla, akılcı bir şekilde açıklanmasını bekliyoruz; yani bir avuç dolusu bilinen olguya indirgenmesini. Ve hiçbirimiz de diyalektiğe bir kuruş değer vermiyoruz." (s. 58) Evrenin sonsuzluğu, her an sayılara, formüllere dönüşebilecek mucizelerin varlığı aslında anlamlandırma çabalarının sona ermeyeceğini, böyle bir dünyada bütün mucizelere, tuhaflıklara açık olunması gerektiğini söylüyor. Kaostan düzen çıkarmaya çalışıyoruz, öyleyse mitolojiyi en kaba düzenlerden biri olarak kabul edebilir miyiz? Metne göre edebiliriz; aniden ortadan kaybolan divan, konuşan hayvanlar ve harpiler, tepegözler falan, başka ne anlatıyor olabilir? Bu roman, insanın rasyonalize etme çabasının aslında ne kadar zavallıca olduğunu da söylüyor. Saşa'nın cebinde bulunan ve her harcandığında tekrar cebe dönen bozuk parası, uçan motosiklet ve daha pek çok nesne, göremediğimiz özün insanın anlayamayacağı kadar uzak bir dünyada gizlendiğini kanıtlıyor.

Patırtının Daniskası adlı ikinci bölümde Saşa'yı bilgisayar mühendisliği pozisyonundaki iş teklifini kabul etmiş olarak laboratuvarda görürüz. Başka bölümlerdeki bilim adamları, üstlerine düşen gariplikleri son derece yetkin bir şekilde yerine getiriyorlar. A-Janus ve U-Janus adlı tek kişi, iki kişinin vücudunda yaşıyor. Gizemi son bölümde çözülecek, yazarlar araya bir bulmaca sıkıştırmışlar. Hopgeldio nam bilim adamı olumsuz bir rol sunuyor okura; baskıcı, kontrolsüz. Yaptığı bir deney başarısız oluyor ve tüketim toplumu katanayla deşiliyor adeta. Adamımızın deneyi bir süper-benmerkezci boşluk yaratıyor, civardaki tüm lüks sayılabilecek tüketim eşyalarını tek bir noktaya topluyor. Bu bir, ikincisinde hayatın anlamı üzerine yapılan bir araştırmada ölümün hayatın kaçınılmaz niteliği olmadığını dair bulgular elde ediliyor ve felsefeciler çok öfkeleniyor. Jankélévitch'in sinirden kudurduğunu canlandırdım gözümde. Çok eğlenceli. Jankélévitch için ölüm, yaşamı bütünleyen bir parça olarak görülüyor. Bunun doğru olmadığı bir zaman da gelecek elbet, bilimin ölümsüzlüğe giderek yaklaştığını düşünüyorum, rejenerasyon bir gün bulunacak ve bilimin bulguları incelenmek üzere felsefenin önüne atılacak. Geleceğin felsefesinin problemlerini çok merak ediyorum ve göremeyeceğim için üzülüyorum.

"Mutluluk bilinmezin ara vermeksizin kavranması sürecidir, hayatın anlamı da budur." (s. 149)

Saygı duyulası kitaptan saygı duyulası cümleler. Devam eden iki sayfada bu süreç ve enstitü muhteşem bir şekilde özetlenmiş, okuyacaklar ve okuyanlar bu sayfaları tekrar tekrar okusun isterim.

Çeşit Çeşit Patırtı adlı bölümde Janusların problemi çözülüyor, çok orijinal bir mevzu var burada. Anlamak için iki kez okudum, burada anlatmaya kalkıp olayı rezil etmeyeceğim, sadece çok yaratıcı olduğunu söyleyip geçeceğim. PKD'nin zaman paradokslarına benzer bir hadise var, oldukça keyif verici. Bir de Wells'inkine benzer bir zaman yolculuğu var, burada kurulan dünyalar da yine oldukça yaratıcı.

Problemi çözülen Janus Polievtoviç'in Saşa'ya yaptığı açıklamayı alıp bitiriyorum, sonrasında alt metin gelecek ve ikinci katmanla anlatıyı daha hassas bir terazide ölçebileceğiz.

"'Anlamaya çalışın, Aleksandr İvanoviç, herkes için tek bir gelecek yoktur. Bir sürüdür bunlar ve her bir davranışınız onlardan birini yaratır. Bunu anlayacaksınız,' dedi inandırıcı bir tavırlar. 'Mutlaka anlayacaksınız bunu.'"

Bu, Boris Strugatski için eserin son derece basit olmakla birlikte en temel fikri.
.
Dr. Emmett Brown tarafından söylendi, The Matrix'te söylendi fakat en derli toplusu Terminator'da: "...the future is not written. It lies in the choices you make. Our future is ours to decide. Always."

Notlar adlı son bölümde bilgisayar laboratuvarı yöneticisi Privalov'un metinle ilgili düşünceleri var. Mantıklı bir okurun terminolojilere, enstitüdeki bilimsel çabaların varlığına inanmayacağını düşünüyor ve öne sürdüğü fikirlerin yazarlar tarafından önemsenmediğini belirtiyor. Yazarlar, adamın metni çok ciddiye aldığını düşünüyor. Hadi bakalım, neresinden tutmak lazım?

Boris Strugatski'nin sonsözü oldukça güzel. Bu kitabı 50'lerin sonlarında düşünmeye başlamışlar ve ilk bölümü yazmak üç yıl sürmüş, sonrasında kaptırıp gitmişler. Kitabın adının hikâyesi de güzel; o yıllarda herkes deli gibi Hemingway okurmuş. Hemingway'in son kitabının adı Cumarrtesi Pazartesi'den Başlar'mış, adamlar bunu ters çevirmişler.

En önemlisi, Boris onca mit, buluş ve kafayı kırmış adamla ne yapmaya çalıştıklarını anlatıyor. Özgürlüğün dolaylı bir güzellemesi, kabaca bu. "Sözle anlatılmaz bir ÖZGÜRLÜĞÜN hüküm sürdüğü bir dünya - bizim gerçek hayatlarımızda yetmeyen ÖZGÜRLÜĞÜN. Bizzat masalların içinden çıkmadığını er ya da geç anlamaya başladığımız özgürlük. Kazanmak için Taşyerovlarla, Hopgeldiolarla hem de sertçe mücadele etmemiz gereken özgürlük - çünkü kavga alanında kolayca kabul etmeyecekler yenilgiyi." (s. 286)

Kült bir kitap, şiddetle tavsiye ederim.