Belge Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belge Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2019 Çarşamba

Ahmet Sefa - Lavrion Öyküleri

Twitter'da birkaç anonim hesabı takip ediyorum, onlardan birinin yazdıklarına bakarken Belge'nin bastığı öykülerin iyi olduğuna dair bir şeyler okudum. Denk geldiklerimi alıyordum ama okumamıştım, nihayet birini okudum. 1980'lerin kabusundan kaçmak zorunda kalan insanların Lavrion'daki mülteci kampında yaşadıkları zorluklar, yaşama tutunma çabaları, özlemleri, dokunaklı hikâyeleri var bu öykülerde. Ahmet Sefa'yla ilgili tek bir kaynak bulabildim, yaşamını Hollanda'da sürdürdüğünü ve Felemenkçe yayınlarda birçok öyküsünün çıktığını biliyoruz, elimizde başka bir bilgi yok. Kendisi 1954'te Adana'da doğmuş, Ankara Üniversitesinde öğrenciyken 1980'den sonra aranmaya başladığı için son sınıfta okulu bırakmak zorunda kalıp yurt dışına çıkmış. Öyküleri Varlık, Eylül gibi dergilerde basılmış, yurt dışında da pek çok dergide öyküleriyle yer almış. Gözlem gücü yüksek, doğrudan sonuca varmaya çalışan, ele aldığı karakterlerin yaşamlarının belirli bir kesitini yansıtan bir öykücü olduğunu söyleyebiliriz. Öykülerinde herhangi bir oyun yok, anlatmak istediğini doğrudan anlatıyor. Konular ilgi çekici; Lavrion'un etrafında dönen öykülerde gurbetin, kapitalizmin, dostluğun ve düşmanlığın izdüşümlerini görebiliriz. Mekan hakkında biraz araştırma yaptım, Lavrion özellikle seksenli yıllarda siyasi görüşleri yüzünden Türkiye'den kaçmak zorunda kalan insanları ağırlamış. PKK'nın Avrupa'ya açılan kapısı olarak görüldüğüne dair bir şeyler okudum, Sefa doğrudan isimlere girmeden farklı örgütlere mensup insanların yaşamlarına da değiniyor arada bir. Apolitik olanların özlemleri ağır basıyor, politik karakterlerin mücadeleleri. Öyküler kısa, çok sayıda karakterle ve çok çeşitli acılarla karşılaşıyoruz.

Kaçış, Lavrion'a ulaşmaya çalışan insanların küçük bir yatta yaşadıkları kısa bir zaman dilimine odaklanıyor. Umutla geride kalanların üzüntüsü birbirine karışıyor, çocuklar can yeleklerini giymişler, yetişkinler yaşamlarını kurtardıkları için memnun olsalar da yolculuğun tehlikeleri akılları meşgul ediyor. Yunan sularına girdikleri zaman kucaklaşıyorlar, el sıkışıyorlar, yolculardan biri gözlüklerini atıyor, aydınlık günlerin geldiğini anlatan sembolik bir eylem. Ölüm Çığlığı'nda kamptaki illegal işler anlatılıyor, daha çok uyuşturucu bağımlılığı. Aşırı doz yüzünden krize giren Ahmet'in ve arkadaşlarının karanlık geleceği kamptakileri huzursuz ediyor, onları çekip çıkarmak isteyen insanlar varsa da kendileri için istiyorlar bunu, Yunan topraklarından atılmamak için. İnsanlık namına uğraşan, gençleri kurtarmaya çalışanlar da var ama sayıları çok az. Bu mesele üzerinden birtakım çekişmeler, gerginlikler gırla gidiyor. Çocuk Özlemi, adı üstünde. Çocuklarını özleyen bir babanın ülkesinden kopuş süreci anlatılıyor. Evlerin basıldığı ve insanların "ortadan kaybolduğu" zamanlarda, son anda kirişi kıran adam çocuklarına neler olup bittiğini fark ettirmemek için yüzünü şekilden şekle sokuşunu hatırlıyor. Çocukları komiklik yapan babalarına gülüyorlar ama adamın içinde bir sıkıntı büyüyor. Nihayetinde kaçmak zorunda kalıyor, bir yaşam geride kalıyor. Bazı öykülerde karakterlerin ailelerini yanlarına aldırmaya çalıştıklarını, en azından bunu istediklerini görüyoruz ama bazıları da kampın kalabalıklaşmaması için istemiyorlar böyle bir şeyi, kimsenin köylüsünü, akrabasını getirmesini istemiyorlar. Kendi çıkarına düşkün insanlar yapıyorlar bunu genelde, son öyküdeki karakter gibiler dağıtılan kumanyaları toplayıp satmanın, kampın olanaklarını kullanarak başkalarının zararına para kazanmak derdindeler. Mülteciliğin zorluğuna bir de böyle insanlarla uğraşmanın yorgunluğu ekleniyor.

Halkların kardeşliği konusu da birkaç öyküde yer buluyor, bir öyküde tarlaya çalışmaya giden üç Türkün yaşlı bir çifte yardım etmeleri işleniyor. Yunan çift yaşlı, adam eğilip doğrulamayacak noktaya geldiği zaman kendisine ayrılmış bölümü de Türkler hallediveriyor, aralarında bir dostluk doğuyor böylece. Hiç de anlatıldığı gibi olmadığını görüyorlar; ne Türkler canavar, ne Yunanlar katil. İnsani boyutta hiçbir şey dikte edilen biçime sahip değil, bir arada yaşayabilen, birbirlerinin sıkıntılarını giderebilen insanlar kendilerine anlatılanları sorgulamaya başlıyorlar böylece. Daha da hoş bir şey var, Türklerin Yunan çifte yardım ettiğini gören genç Yunanlar da bizimkilere yanaşıyorlar ve yaşlı adamı hastaneye götürmek istemeyen patrona kafa tutuyorlar, hep birlikte. Patronlara karşı hak savunmak, savunmayı öğrenmek bir olma duygusundan doğuyor. Mültecilerin çalışmaları yasak ama bulaşıkçılık, çöpçülük, temizlikçilik gibi işlerde yasa dışı yollardan çalışan insanlar var, düşük maaş alıyorlar ve her türlü kahrı çekiyorlar. Bir restoranda çalışan Türklerle Yunanlar birlik oluyorlar yine, birbirlerinin işlerini kolaylaştırıyorlar. İçlerinden biri asıl düşmanlarının tepelerindeki insanlar olduğunu söylüyorlar. Sömürü düzeninin kolaylıkla sürdürülebilmesi için halklar kullanılıyor, birbirine düşman ediliyor ve hikâyelerle nefretleri körükleniyor. Bunun eleştirisi de yapılıyor çoğu öyküde.

Çocuklarla ilgili öykülerde genellikle mutluluk anları ele alınmış, oyuncak silahlarını alan veya yapan çocuklar, "Cuntaya ölüm!" diye bağırarak hayali askerlere ateş etmeye başlıyorlar. Çok acı. Türklerin işlerini ellerinden aldıklarını söyleyen birkaç Yunana cevap yine Yunanlardan geliyor, yine patronların sömürücülüğü eleştiriliyor ve maaşların düşüklüğü, işsizlik gibi sorunların para babaları yüzünden ortaya çıktığı görüşü ağırlık kazanıyor. Cuntayla savaş konusunda da söylenenler var, 1980'lerden kısa bir süre önce Yunanistan cuntadan kurtulmuştu, üstelik bu cunta yönetimi bizimkine göre nispeten uzun sürmüştü. Aynı mücadeleyi Türklerin sürdürdüğünden bahsediyor bir Yunan, kendi babalarının, amcalarının çatışmalarının bir benzerinin Türkiye'de başlamasından ötürü mültecilere yardım edilmesi gerektiği söyleniyor. Kader ortağıyız, coğrafya ortağıyız, tarih ortağıyız. Kuru bir söylem değil bu, kardeşiz. Öyle veya böyle.

Genel olarak öyküler başarılı, Ahmet Sefa okumak lazım. Diğer metinlerini de en kısa zamanda edineceğim, hatta önümüzdeki ay tamamen Belge'ye çalışabilirim. Yayınevine ve Ahmet Sefa'ya bir göz atılmalı.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Vedat Günyol - Uzak Yakın Anılar

Vedat Günyol iyi bir çevirmen, sıkı bir hümanist ve en önemlisi yaşadığı dönemin bütün sıkıntılarını göğüsleyip insanlara umut aşılamış bir entelektüel. Anılarını okurken yaşama gücüne hayran olmamak mümkün değil. Mahkemelerden tutukluluk sürecine kadar pek çok olayı anlatırken kendisi de o an fark etmemiştir belki ama etrafındaki insanlara umut aşılayacak kadar iyimser, dostlarının çektiği ıstırapları kendi çekmiş gibi anlatabilen bir gözlemci. Aydın gibi aydın bir insan Vedat Günyol, Allah rahmet eylesin.

1970'te Vedat Günyol'un Kafka karakterlerini kıskandıracak bekleyişiyle başlıyoruz. Günyol tutuklanıyor, Sansaryan Han'da bulunan Birinci Şube'de günlerce bekletiliyor. Suçunu bilmediği için başına ne geleceği hakkında da hiçbir fikri yok. Sorularına cevap verilmiyor, toplumdan yalıtılmış bir halde. Yapayalnız. "Bir yazarcıktım ben, demokrasi adına, yurt adına işlenen (ve bugün hâlâ işlenmekte olan) yolsuzluklara arada bir dokunan, adı sanı bilinmez bir kimseydim. Tutuklanabilirdim, bal gibi tutuklanabilir, sorgusuz sualsiz hapislere atılabilirdim hem de. Nitekim tutuklanıp hapislere atıldım." (s. 19) Bir tek Azra Erhat ve Yaşar Kemal'le görüşebilir, o da çok kısa sürelerle. Yaşar Kemal'e gönülden bağlıdır, tutukluluğu süresince rahat etmesi için en çok Yaşar Kemal uğraşır. "Nereden alır, nereden bulur şu Yaşar Kemal, o kendine güveni, girilmez kapılardan girme, yanaşılmaz insanlara yanaşma, en asık suratları tılsımlı bir değnekle yumuşatma yeteneğini, gücünü?" (s. 20)

Önceki tutuklanma anılarıyla birlikte ailesini anlatır Günyol, Osmanlı'nın son zamanlarında ailesiyle birlikte kapatıldıkları odalar aklına gelir. Hepsi kötü bir anı olarak kalmıştır, insanın anılarla yaşadığını söyleyen Günyol geçmiş günleri anımsar ve anıların yeniden yaratımından güç toplamaya çalışır. Kolay değildir bu; anıların geçmişte kalması kötü yönlerini görece silse de o anki tutukluluğu gerçek, atlatılamamış bir travmadır.

Maltepe'ye naklederler Günyol'u. Mafya babası, "son kabadayı" olarak kabul edilen Dündar Kılıç'ın yatak komşusu olur, Masis Kürkçügil, Harun Karadeniz gibi 68 Kuşağı'nın önemli isimleriyle aynı koğuşta kalır. Yıllar sonra tanışacağı Berna Moran'ı "cafcaflı robdöşambr" giymiş haliyle anar, Hilmi Ziya Ülken'le araştırma alanları ortak olduğundan dolayı doğal bir yakınlık kurar. Tatar Çölü'nün başına iş açacağından korkar, okuduğu kitaplar yüzünden zaman zaman sorgulanır. Bütün bunlara rağmen bir çağa tanıklık etmenin coşkusuyla yaşar, onca sıkıntıya katlanır Günyol. Şahit olduğu haksızlıkları, tanıştığı insanları unutmaz, her şeyi en işlenmemiş haliyle anlatır. Cezaevinden çıktıktan bir süre sonra Cihan Alptekin ve Mahir Çayan kirişi kırarlar. Tam zamanında çıkmıştır Günyol, belki firar olayından sonraki zamanlara dayanamayacaktı.

Sabahattin Eyüboğlu dayanamaz, öncesine de. Günyol, dostunun yaşama şevkinin kırılışını büyük bir acıyla anlatır.

Sonrası lise anıları, Paris anıları, çeviriye başladığı zamanların anıları. Günyol'un berrak bir zihni, açık bir anlatımı var. Dönemin mevzularına, edebiyat çevrelerine ilgisi olanlar okusun derim. Günyol'un Tanpınar, Sait Faik, Nazım Hikmet vs. ile çektirdiği fotoğraflar da cabası.