Bowles yine bir güzel geriyor. Esirgeyen Gökyüzü'yle bu metninin arasında yirmi yıla yakın bir süre var, anlatım tekniği olarak değişen bir şey yok. Uyumsuzmuş gibi görünen bir çift, bir an önce geride bırakılması gereken ama bir türlü uzaklaşılamayan bir mekân, bir anda ortaya çıkan, ne idüğü belirsiz, okura anlatının gidişiyle ilgili pek bir şey sezdirmeseler de son bölüme kadar anlaşılamayan bir amaç doğrultusunda hareket eden karakterler, anlatıyı esas karakterleri odağa alarak onların bir şekilde çarpı(tı)lmış bakış açıları üzerinden kuran anlatıcı, bunlar yine var. Çoğunlukla Sladeler üzerinden izleyeceğiz hikâyeyi, arada odak değişecek ve çiftin hayatına giren diğer insanların bakış açıları da kullanılacak, ortaya karmakarışık bir durum çıkacak. Esirgeyen Gökyüzü'nden sonra Bowles okurken en küçük ayrıntılara bile dikkat etmek gerektiğini düşünmüştüm, bu düşünceyi ilginç bir şekilde hatırlayıp -genelde unuturum- oraya buraya notlar çiziktirdim. Benzer bir okuma biçimini tavsiye ederim, böylece anlatının başındaki bir ayrıntının finalde çok önemli bir olayın sebebi olduğu hatırlanabilir. Ya da bir adet Yeşim'iniz olacak, kitabı önceden okuduğu için, "Burada ne oldu şimdi ya?" diye sorduğunuzda mevzuyu anlatacak. Ben Yeşim'e sordum bazı yerleri, anlattı. Süper olay. Romana dönüyorum, yukarıdaki izlekler üzerinden gideceğim. Sladeler kahvaltıya oturduklarında uykulular, binecekleri gemi limana girmiş, biraz beklemeleri gerek. "Bizi hayatta olduğumuza inandıracak olan kahveyi yapan biri var herhalde diye düşündüler." (s. 11) Masanın üzerinde bir gece öncesinin yemek artıkları duruyor, kadın gemiyi kaçırırlarsa kendini öldüreceğini söylüyor, anlatı başlar başlamaz huzursuzluğa boğuluyor. Birbirlerinin sorularına cevap vermiyorlar bazen, bıkkın gibi gözüküyorlar. Mrs. Slade belgelerini unutan bir kadına on dolar verdiğini söylüyor, Dr. Slade çok yakın olan iki insanın yeri gelince tamamen kopabileceklerini düşünüyor. Slade Yıldönümü Seferi'nin yıpranan evliliği iyileştirmesi gerekiyor ama böyle bir şey pek mümkün gözükmüyor açıkçası, aralarındaki yaş farkının bununla bir ilgisinin olmadığını söyleyebiliriz, yine de aralarındaki mesafeyi göz önünde bulundurmamızı sağlıyor bu. Mrs. Slade'in on dolar borç verdiği kadının -Mrs. Rainmantle'ın- ortaya çıkmasıyla birlikte Dr. Slade'in sıkıntısı artıyor, kendisini yapayalnız hissediyor, eşinin kadınla ilgilendiğini görünce aralarında kısa bir tartışma yaşanıyor. Birbirlerinin arkadaşlarına ne ölçüde katlandıklarına dair kısa bir münakaşa, ardından Dr. Slade'in suda köpekbalığı olup olmadığını soran küçük bir kıza düşüp kendisinin görmesini söylemesi, bu tür şeyler ve üzerine Mrs. Rainmantle. Üstelik kadın İngiliz başkonsolosuyla da görüşemiyor bir türlü, üçü birlikte takılmak zorunda kalıyorlar. Dr. Slade surat asmamaya çalışıyor, keyfi kaçıyor yine de. Bu noktada kilit bir şey söylüyor Mrs. Rainmantle, Grover'ı görmeye geldiği zaman görmeye değer bir şeyler bulmaya çalıştığını söylüyor. Grover bir kenarda dursun şimdilik, Taylor ve Day'le birlikte. İsimleri yavaş yavaş öğreniyoruz, bundan böyle Dr. Slade'e Taylor, Mrs. Slade'e Day diyeceğim, isimlerinin söylenmesiyle birlikte derinlik kazanan karakterlere dönüşüyorlar, sadece bunaltılarıyla var olmaktan çıkıp mekânın darlığını, tanıklıkların aslında gerçeğin sadece bir yüzü olduğunu imliyorlar. Tatilin ikinci ayağını Puerto Farol'da geçirirlerken Taylor düşünüyor, insanların orada yapacakları hiçbir şey yok. Bekâr bir erkeğe birkaç hastalıklı orospu düşüyor, kimse kitap okumuyor, kimse hiçbir şey yapmıyor, çorak bir yaşamı sürdürüyorlar. İyice kuşatıldık böylece, sıkıntı çemberi tamamlandı.
Otel odası olayı kırılma noktasını oluşturuyor. Mrs. Rainmantle'ın kalacağı oda çok küçük, bavullarla birlikte daha da küçülüyor, kadın için oldukça rahatsız edici bir ortam. Day, kadının Taylor'la yer değiştirebileceğini söylüyor, Taylor küçük odaya geçiyor, öfkesini belli etmeden rahatsız bir uykuya dalıyor. Day ve Mrs. Rainmantle bir müddet muhabbet ediyorlar, Mrs. Rainmantle çok büyük bir ev istediğini, bunun için Hawaii'den arsa aldığını söylüyor. Zengin yani. Bu da cebe. Balkonlarının önünden birilerinin konuşma sesleri geliyor, cebe. Gecenin ilerleyen saatlerinde Day uyanıyor, odada üçüncü bir kişinin varlığını hissediyor bir anlığına, cebe. Sabah erkenden yola çıkacaklar, Day ve Taylor uyanıyor, ortalık hâlâ karanlık. El fenerini alıyor Day, eşinin kapıyı tıklatmasından sonra kalkıp hazırlanıyor, fenerin ışığını odanın içinde şöyle bir gezdiriyor, elbise askılıklarına tutuyor ve odadan çıkıyor. Ardından Mrs. Rainmantle'ın gözlerinin açık olup olmadığından emin olamıyor, sanki açık gibiydi ama kapalı da olabilir. En sonunda gözler ansızın açılıyor, karşıya dikiliyor. Cebe. Birkaç dakikalık süreçte garip olaylarla karşılaşıyoruz ve yeni bölüm başlıyor hemen, gariplik sürüyor. Day'in içinde bir sıkıntı var, eşine Mrs. Rainmantle'ın bedenine ters bir açıda duran başını, boynunun çevresine sıkıştırdığı çarşafı ve boş boş bakan gözlerini anlatmıyor, kadınla bir daha karşılaşmayacaklarını düşünüp yolculuklarına devam ediyorlar. Ertesi gün gazetede bir haber: Gran Hotel de la Independencia'da çıkan ve otelin bir bölümünü yok eden bir yangın. Agnes Rainmantle için üzüntülerin dile getirildiği gazeteyi eşinden saklıyor Taylor, kadının üzülmesini istemiyor. O sırada Day genç bir adamla tanışıyor, kötü biri olduğunu düşündürecek kadar yakışıklı, alımlı biriyle. Gazete bayiinde aradığı dergiyi bulamayan Day'i başka bir bayiiye götürmeyi teklif ediyor. Birlikte arabaya biner binmez Day'in adamın çekimine kapılacağına dair öngörüler oluşmaya başlıyor ama adamın Day'i etkileme niyetiyle hareket ettiğine dair bir emare yok, Day'i kendi yaşadığı eve götürmek için, biraz da zorla ikna ettiğinde dahi. Eve gidiyorlar, Day genç bir erkeğin aşırı lüks bir evde oturmasını mantıksız ve tuhaf bulduğunu düşünüyor, bir iki şey içiyorlar ve kısa süre sonra adam Day'i geri götürüyor, Taylor'la birlikte yemeğe davet ediyor bir de. Otel çalışanlarından biriyle konuşan Day, gencin zengin bir aileden, Sotolar'dan olduğunu söylüyor. İlk bölümün sonu.
İkinci bölümde Vero, Luchita ve Pepito'yla karşılaşıyoruz. Vero on yedi yaşındaki Luchita'yı haftalık elli dolara yanında tutuyor, haftada üç kez sevişmenin ve arkadaşlığın bedeli elli papel. Gündelik yaşamlarına şahit oluyoruz daha çok, zenginliklerle dolu bir evde uçarı yaşamlar sürüyor, Luchita Paris'teki ailesinin yanına dönmek istese de beş parasız olduğu için Vero'nun eline bakıyor, Pepito da öyle. Thorny ve Paloma da yarı arkadaş, yarı çalışan olarak ara sıra görünüyorlar. Vero bir ara ortalıktan kayboluyor, eve telefon edip Luchita'yla konuşuyor ve nerede olduğuna dair yalan söylüyor, arkadan gelen çan sesinden anlıyor Luchita, Vero'nun gittiğini söylediği yerde kilise yok çünkü. Cebe. Vero geri dönüyor, morali bozuk. Annesinin Puerto Farol'da öldüğünü, aslında onunla buluşmaya gittiğini söylüyor. Şimdi ceptekilerden ikisini çıkaralım, cebe ilk attığımız şey Mrs. Rainmantle'ın Grove'dan bahsettiği tek cümle. Diğerini demin attık, Vero'nun ölen annesiyle görüşmesi. Grover=Vero olduğuna göre, Day'la Taylor'ı da yemeğe çağırdığına göre bir işler döndüğünü anlıyoruz ama Grover'ın amacı hakkında hiçbir fikrimiz yok tabii. Aslında var, odadaki garip olaylardan ve yangından sonra kafamda birkaç ışık yanmıştı ama derinlemesine planlan psikolojik bir işkenceyle karşılaşmak sarsıyor açıkçası, anlatının geri kalanında Vero'nun annesi ve babasıyla kurduğu çıkar ilişkilerini ve Sladeler'le oyuncak gibi oynadığını görüyoruz. Anneyle baba ayrılıyor, Grover babasından ve annesinden bir şeyler koparmaya çalışıyor, hatta annesinin dileğini yerine getirip üniversiteye bile kaydoluyor ama gerisini getirmiyor bir türlü, kestirmeden gitmeye karar veriyor ama önce bizim çiftin malikâneye gelişini anlatsam daha iyi. Yemeğe oturuyorlar, sohbet ediliyor ama havada nedenini anlamadığımız bir gerginlik var. Taylor rahatsızlanıyor, yatırılıyor, Day de orada kalıyor ve uykusunda cehenneme çekildiğini görüyor, rahatsız bir uyku uyanıklıktan daha kötü geliyor, gerçeklik algısı yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Ertesi gün kocasını görmek istediğini, doktor çağrılması gerektiğini söylüyor ama Grover kadını oyalıyor, dikkatini dağıtıyor, kadın da pek kendinde olmadığı için bir türlü odaklanıp da istediklerini yaptıramıyor. Bir nevi hapisler, sadece farkında değiller. Henüz.
Anlatının sonunda ceptekilerin tamamı dökülüyor. Otel odasında gerçekten biri var, Mrs. Rainmantle'ın boynunu gerçekten kırıyor ve gizleniyor, ardından oteli yakıyor bir güzel. Vero'yu korku basıyor, Day'in kendisini görüp görmediğinden emin olamıyor bir türlü. Bir plan yapıp Day'le tanışıyor, çifti evine davet ediyor ve LSD, bali, ne bulursa yemeklerine atıyor, içeceklerine koyuyor, yavaş yavaş delirtiyor bizimkileri, üstelik Newbold virüsü diye bir virüs kaptıklarına, bu virüsün kısa süreli hafıza kaybına sebep olduğuna inandırıyor, böylece Day'in o evde geçirdiği zamanları tam olarak hatırlayamamasını açıklamak için bir yalan da burada üfürmüş oluyor. Sonunda Taylor'ı bir kamyona bindirip uçurumdan aşağı atıyorlar, Day de benzer bir sonla öldürülüyor. Bu.
Özellikle malikâne bölümü oldukça rahatsız edici, Day karşısındaki insanların uzaylı olduğunu düşünürken bir an Taylor'ın iyi olup olmadığını merak ediyor ama kabuslar geri dönüyor, gündüz vakti korkunç sanrılara kapılıyor, yardım istedikçe yalnız bırakılıyor, kendisinin de virüs kaptığı ve iyileşme sürecinde olduğu söyleniyor, böyle bir süreç, içinden çıkılamayan bir durum. Üstelik hiçbir şey bilmiyor Day, sezgilerinin yardımıyla bir başkasının varlığını hissetse de hiçbir şey görmüş değil, en azından Vero'yu ateşe atacak hiçbir şeye şahit olmadı ama Vero işi garantiye almak istediği için tayfayı toplayıp kendisini işin içinden çıkardı. Nihilist olduğu söyleniyor, doğrudur herhalde. Yaşamında pek bir şeyi umursadığı söylenemez. Çıkarları için yapamayacağı bir şey yok. Geçtiğimiz yüzyılın en nihil karakterlerinden biri olduğu da söyleniyor, bu da doğrudur herhalde.
Bowles'un en iyi romanı olmadığına dair görüş birliğine varılmış gibi duruyor, ben böyle düşünmüyorum. Hepi topu iki romanını okuduğum için bu düşüncemin de pek bir önemi yok ama en az Esirgeyen Gökyüzü kadar iyi bir roman bu. Zorlu bir okuma deneyimi sunuyor, dikkatli bir okura ihtiyaç duyuyor, daha da nasıl iyi olsun, olmasın.
Can'ın "Kısa Modern" serisinin ilk kitabı, Ergin Altay çevirisi. Bu uzun öykü ilk kez 1927'de yayımlanmış, Bulgakov kesik yemeden üç yıl önce. Sovyet toplumunun eleştirisinden ziyade morfin bağımlılığının ve tayga sendromunun birleşiminden oluşan bunaltının ölümcüllüğünü anlatıyor Bulgakov, ucu bucağı olmayan bir coğrafyadaki küçücük bir yerleşim yerine sıkışan Sergey Polyakov'un günden güne eriyip gitmesinin anlatısını kuruyor, iki tekniği birleştirerek. Anlatıcımız Doktor Bomgard'ın taşra kasabasından kente tayininden boşalan yeri dolduran Polyakov, tıp fakültesinden arkadaşı olan Bomgard'ın yanında iyileşmek için çabalayana kadar iş işten geçmiş oluyor, geldiği gibi ölüyor Polyakov, geride günlüğü kalıyor. Metnin neredeyse tamamını bu günlük oluşturuyor, Polyakov'un aşk acısından ve kardan başka pek bir şeyin görünmediği topraklardan kurtulma biçimi yavaş yavaş beliren bir yıkımdan ibaret. Birilerine faydalı olacağını düşündüğü için günlüğü olduğu gibi yayımlıyor Bomgard, kısa süren vicdan muhasebesinden sonra kendi sıkıntılarının yanı başına koyuveriyor günlüğü. Artırılan etki. Bomgard da bir şeylere bağımlı olabilirmiş sanki, taşrada yaşayan insanların bağımlılıktan başka bir eğlencesi, ne bileyim, uğraşacak bir şeyleri yokmuş gibi. Oysa mutlu olduğunu söylüyor Bomgard, 1917 kışının kar fırtınalı, coşkulu günlerinde olabildiğince mutlu. Taşradaki gibi görev yükü bütünüyle üzerine binmiş değil, iltihaplar için bir doktor, kırıklar için başka bir doktor, ayrıca her şey için feldscher nam, resmi tıp eğitimi almamış sağlık görevlileri var. "Ah, ne harikadır büyük hastaneler, tıkır tıkır işeyen bir makine gibi! Ölçüsü önceden belirlenmiş yeni bir vida olarak girmiştim makineye ve çocuk bölümünü devralmıştım." (s. 11) Sistem güzel işliyor, hoş. Adamımız kitap okumaya başladığını da söylüyor, tıpla ilgili akademik kitaplardan James Fenimore Cooper adlı ABD'li yazarın romanlarına zıplıyor, ilginç bir detay bu da. Zaman çabuk geçiyor sonuçta, 1918'in Şubat ayı geliyor, Bomgard taşrada kendisinin yerine kimin geldiğini merak ediyor bu sırada, hiçliğin orta yerinde çalışmanın kendisine iyi geldiğini, zorluklara katlanarak daha da güçlendiğini düşünüyor, günlüklerden anladığımıza göre o sıralarda Polyakov büyük acılar çekerken Bomgard mutlu bir şekilde yaşamını sürdürüyor. Aslında Polyakov'un görev yaptığı yer her açıdan daha zengin olsaydı morfine sarmayacaktı diye düşünebiliriz, Bomgard'ın sıkıntılarının gölgesinden başka bir şeyle karşılaşmasak da taşranın dışarlıklı bir insanda yarattığı tahribatı seçebiliyoruz. Gelen mektup da bunu gösteriyor, 11 Şubat'ta Bomgard'a mektup geliyor, Polyakov bir günlüğüne çağırıyor Bomgard'ı, yardım istiyor. Probleme değinmese de kendisine Bomgard'dan başka yardım edecek kimse olmadığını, zaten kimseden yardım isteyecek hali de olmadığını söylüyor. Bir günlük mesafe, Bomgard başhekimden izin alıyor, ertesi sabah yola çıkmadan önce uykuya dalıyor ama sabahın köründe kapı vuruluyor, Polyakov'u getiriyorlar. Bekleyemeyip getirmişler, az sonra son nefesini veriyor, defteriyle birlikte. İntihar mektubunda ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını ve insanların morfine karşı dikkatli olması gerektiğini söylüyor.
Gerisi günlük. 1917'nin Ocak ayında başlıyor mevzu. 21 Ocak'ta kar fırtınasından hiçbir şeyin görülmediği yazıyor bir tek. 25 Ocak, çok parlak bir günbatımı, migren nöbeti ve 1 gramlık morfin, ilk doz. Bir şey olmayacağını düşünüyor Polyakov, her şey böyle başlıyor. 3 Şubat'ta gazetedeki bir haber var, opera sanatçısı konserlerini sürdürüyor, Polyakov kadının adi ruhlu olduğunu düşünüyor, aşık olduğu genç doktoru -Polyakov yirmi beş yaşında, Bomgard da yirmi yedi- bir yılın ardından terk edip giden bir kadına sayıp döktüğü bölümleri yırtıp atmış, iki-üç sayfa. "Yaşadığım aşk faciasından önce hayat dolu biriydim." (s. 27) Anna Kirillovna, Polyakov'un yardımcısı olan hemşire giderek artan dozlar karşısında önce şaşırıyor, sonra dehşete düşüyor ve solüsyonları hazırlamayı reddediyor, Polyakov iyileştiği zaman Kirillovna'yla evlenebileceğini söylüyor ama her şey kötüye gidiyor. Kendi kendine dikkatli olması gerektiğini söylüyor Polyakov, sonra saçmaladığını düşünüyor. Ruh hali giderek bozuluyor, tutarsızlaşıyor falan, işini sadece morfin aldıktan sonra yapabildiğini görüyor. Hırsızlığa başlıyor, algıladığı dünya giderek çarpılıyor, sanrılar görüyor. Kirillovna adamı iyileştirmek için elinden geleni yapıyor, tehdit bile ediyor ama olmuyor bir türlü, Polyakov kokaine geçiyor bu kez. Aşk acısı, sendromlar, her şey kayboluyor, morfinmanlık anlatının odağına oturuyor. Moskova'ya gidip bir doktorun müşahedesi altında tedavi görmeyi kabul etse de kıyafetleriyle ve hastaneden çaldığı maddelerle geri dönüyor. Göründüğü başka bir profesörün tavrı ilginç, Polyakov'un yalvarmaları karşısında durumu üstlerine raporlamayacağına söz veriyor, bu biraz zorlama ama gayet de olası. Bunların hepsi Bomgard'ın yeri boşalmadan önce gerçekleşiyor, Bomgard kente gittikten sonra yerine gelen Polyakov'un paçayı çoktan kaptırdığını anlıyoruz.
"Ey insanlar! Kimse yardım etmeyecek mi bana? Kendime acımaya başlıyorum. Biri bu satırları okuyacak olursa beni cıvık ve samimiyetsiz bulacaktır. Neyse ki kimse okumayacak." (s. 50)
Kısa bir süre sonra Bomgard'ın gözünden gördüğümüz olaylar yaşanacak ve Polyakov ölecek, Bomgard arkadaşının defterini yayımlayacak, son.
Elli sayfalık bir uzun öykü. İyi bir anlatı. Dönemin tıbbi ortamları ilgi çekici, Sovyet taşrasının ölümcül sıkıcılığı bunaltıcı, Polyakov'un yaşadıkları tedirgin edici. Arka kapakta Bulgakov'un bu metni savaş sonrasındaki morfinmanlık deneyiminden yola çıkarak yazdığı söyleniyor, bu da dikkat çekici. Bulgakov'un diğer metinlerini düşününce klasman daha düşük ama yine güzel. Evet.
Béla Tarr'la ilginç işlere imza attı Krasznahorkai, Man Booker'ı kazandı, karanlık işlerin döndüğü anlatılar kurdu, anlatıları için ideal üslupları ve dili buldu, böyle gidiyor. Günümüzün en önemli yazarlarından biri, Can diğer metinlerini de vakit geçirmeden basmalı, nesi varsa basmalı hatta, zorla yazdırmalı gerekirse, böyle şeyler olmalı. Kan istiyorum, ter istiyorum, iyi edebiyat istiyorum, ey! Neyse, György Korin'in hep bir sonraki adımdan anlatılan "geçmiş" yaşamına göz atalım bu seferlik, başka bir zamanda yazarın diğer metinlerine de geleceğim. Sonraki adım bir üslup izleği olarak beliriyor, zira Korin'in yaşadığı çoğu şey başkalarının şahitlikleri üzerinden kuruluyor. En başta ölümden korkmayan, ölümü umursamayan bir Korin'le karşılaşıyoruz, tren yolu civarında yedi çocuk tarafından kıstırılıyor, parasını çaldırmaktan korkmaması bir yana, durmadan, durmadan, hiç durmadan anlattığı şeyler çocukların bu deli adamı dinlemelerine yol açıyor. Kaçığın tekiymiş bu adam, saçma sapan şeylerden bahsetmeye başlar başlamaz oldukları yerde kalmışlar, kıpırdayamamışlar, adamın zihni taşkın bir ırmak gibi akmış aralarından, her bir sözcük dizginlenemeyen atlar gibi fırlıyormuş oradan oraya, kaçığın içine yıllar boyunca sinen ıssızlık, kara atmos hezeyan biçiminde belirmiş, dünyanın belirgin olmayan bir noktası söylemin süreğenliğinde parlamaya başlamış, kırk dört yıllık bir anlamlandırma çabasının sonuymuş bu, ellisindeki adam dünyanın karmaşasına daha fazla katlanamamış ve dünyanın bir karmaşa olduğunu anlar anlamaz bütün yaşamı kartondan bir yapıya dönüşmüş, evliliği "Hermes" adını verdiği bir olay yüzünden bozulmuş, çalıştığı arşivde herkes yanından uzaklaşır hale gelmiş, kendisiyle birlikte her şeyin çöktüğü duygusundan hiçbir şekilde kurtulamayacak hale gelmiş, hallere gelmiş, varoluşun halleri birbirine karşı, yeryüzü gökyüzüne karşı körmüş, bel kemiğiyle kafatası körleşiyormuş giderek, bir süre sonra düşünemeyecek, belki hareket edemeyecek duruma gelecekmiş, bunu Bölge Ruh ve Sinir Hastalıkları Dispanseri'nde söylemişler, düşüncelerinin karışacağı, iki lafı bir araya getiremeyeceği söylenmiş, yaşamının sonlarına yaklaşmakta olduğu anlatılmış, doktorlar bir sürü şey söylemişler, Korin o sırada dünyanın mevcut olmasa da dünyaya ilişkin düşünce süreçlerinin mevcut olduğunu düşünmüş, binlerce süreç varmış ve hepsi aynı boşluğa düşecekmiş önünde sonunda, düşünceleri kaybolmaya başlamış çoktan, Lethe'den bir yudum, tamam bu iş, tarihin kurmacalığına dair düşünceleri kaybolmadan önce çalıştığı işin anlamsızlığını görebilmiş üstelik, onca tarihi belgenin aslında rastlantısal bütünlerden ibaret olduğunu fark etmiş, Macar Hava Yolları'nda karşılaştığı adam anlatıyor bunu, "sonraki adım" çocuklardan adama aktarıyor bizi, anlatıcının sesi aynı olmasına rağmen anlatanlar farklı, anlatıcı bir aracı, belki de Korin'in dağılmaması için uğraştığı, yabancılaştırdığı, depersonalizasyona uğramasının ürünü bir diğer benlik, persona, artık her neyse o anlatıyor şimdi, "tarihi muhafaza ediyormuş ama gerçeği hep ıskalıyormuş", o halde başına bir silah dayayabilirmiş, dayamış ama tetiği çekememiş, ne olursa olsun hepsi birmiş, başka bir ölüm bulması gerekiyormuş, en azından ölümde bir anlam bulmalıymış, çocukluğunda içine çöken, bir daha kurtulamadığı hüzne yakışacak bir anlam olmalıymış bu, neredeyse elli yıllık bir bunaltının hak ettiği çok daha girift bir biçimmiş, Roma'ya gitmeliymiş o halde, başka yerlere gitmeliymiş, geri döndüğümüz çocuklar anlatıyor bu sefer, Korin çocuklara sigara vermiş ve hiç tereddüt etmeden evine gitmiş, malını mülkünü satıp parayı ceketinin cebine dikmiş, arşivden aşırdığı bir elyazmasını da cebine dikmiş, içini kemiren kaygıdan kurtulmak, yıllar boyunca yaşadığı dörtgenin dışına çıkmak ve insanlık için anlamlı bir şey yapmak istemiş artık, bunu uçaktaki arkadaşlarına anlatıyor olabilir, uçak bileti için girdiği sıradaki hostese anlatıyor olabilir, Korin'in kimi neye anlattığına dair bir fikri yok, şeyleri bir araya getirip anlatma yeteneği giderek azaldığı için durmadan konuşuyor, zira zamanı gelince daha fazla konuşamayacak, pek olmayan zamanı gelince, o zaman New York'a gitmeli, vizesi yoksa kısa sürede vize sağlayan bir aracıdan dünya kadar paraya hemen vize çıkartmalı, çıkartsın ve gitsin, Hermes karanlığından uzaklaşsın, kendisini Yunan tanrılarının yaşadıklarıyla özdeşleştirsin ki yitenin boşluğunu mitle doldursun, İkarus gibi uçarken kanatlarını yakmamak şartıyla tabii, sonuçta New York'a indikten ve aktarıcı yine değiştikten sonra göçmenlik bürosunda sorguya çekilmesi kanatlarını tehlikeye atsa da Büyük Plan'ını hayata geçirmek için doğru yerde, şansı da yaver gidiyor, o halde "çatlak bir bilim insanı" olarak damgalanıp koca ülkeye salınmasında bir problem yok, tercümanına telefon edip durmadan konuşması yüzünden adamı işinden etmese, koca şehirde bir başına yaşamaya çalışmasa, zaten azıcık olan parasını otellerde harcamasa ve daha da önemlisi kaygılanmasa, korkmasa, hiç bilmediği bir dili öğrense çok daha iyi olacaktı ama elyazmasından başka, planından başka bir şey düşünemiyor ne yazık ki, adamın da kovulmasına yol açıyor, kişisel ilişkiler kurulmaması gerekiyor sonuçta, Korin için bunun bir önemi yoksa da adama yardımcı olmak istediği, bir yandan da anlatmayı sürdürmek ve elyazması üzerinde çalışmak için tercümanın sevgilisiyle birlikte yaşadığı eve yerleşiyor, küçücük bir mekanda yaşamaya başlıyor, kendisine verilen aylık paranın büyük bir kısmı tercümana gitse de görece rahat bir yaşama kavuşuyor, öncekinden daha iyi durumda en azından, artık elyazmasına geçebiliriz.
Elyazmasını war and war olarak kaydediyor Korin, tercümanın yardımıyla satın aldığı bilgisayar ve internet bağlantısı dünyayı bu metinden haberdar edecek, Korin'in başka bir isteği yok. Kasser, Falke, Bengazza ve Toot nam dört yoldaşın anlatısı var bu yazmada, zamanın ve mekanın sınırlarını umursamadan dolanıp duruyorlar, Girit'te başlayan yolculuklarında Babil dilinde konuşurlarken Korin de İngilizceyi öğrenmeye başlıyor bir yandan, aralara İngilizce sözcükler serpiliyor, anlatıda hoş bir yenilik. Korin'in sürekli anlatımının sürekli anlatımı da Korin'in durumuyla bağlantılı olduğu için bu da hoş bir teknik. Neyse, dört karakter savaştan kaçıyorlar ve Almanya'ya, Venedik'e, pek çok yere geliyorlar, yol boyunca pek çok badire atlatıyorlar, bu sırada Korin metni bilgisayara geçiriyor ve en sonunda internet yoluyla paylaşmak istiyor, kendi gerçekliğinin en doğal yansıması olarak bu metni görüyor, kocaman bir kayıp olarak gördüğü yaşamını bu dünyaya sabitleyemese bile sanal dünyanın bir yerine çakmak, dikmek istiyor. İki düzlemin olaylarını birbirlerine bağlayabiliriz, örneğin dört kafadarın gittikleri her yerde farklı isimlerle ortaya çıkan Mastemann'ın anlatıcı olduğunu düşünebiliriz. Aşırı yorumdur belki ama Maste bir adam var ortada, her yere ulaşabilir ve her hikâyeyi anlatabilir, belki de karakterlerin yolculuk yapmalarını sağlayan adam da bu, her ne kadar tehditkar biri olarak görülse de devinimin bitmemesini istiyor, adamları huzursuz etme pahasına. Gerçi pek bir şeyin farkında değiller gibi gözüküyor, yaşanan ve engellenen felaketleri görüyorlar, Venedik'in bir ticaret kenti olduğunu ve paraya boğulduğunu, başka coğrafyaların kanla yıkandığını görüyorlar, kaçar gibi yolculuk etmeleri gerektiğini biliyorlar, hareketleri bitmiyor, Kasser ortadan kaybolsa da geri kalanlar ilerliyorlar, neyin neden yapıldığı, neyin ne olduğu pek belli değilse de görev tamamlanıyor, Korin'in New York'ta işi kalmıyor. Tabii bunda evi basıp tercümanla kız arkadaşını öldüren adamların da etkisi var, görünüşe göre tercüman uyuşturucu işine bulaşmış, kazandığı onca parayı yiyemeden vurulmuş, o halde zuladan haberi olan Korin eve gelip paraları cukkalasın ve Babil Kulesi'ni oluşturan onca binadan uzaklaşsın, camlardan oluşan bir eskimo kulübesini, bir sanat eserini görsün ve içine girmek istesin, her şeyden sonra. Zürih Gölü kıyısında bir adama anlatsın ne yaşadıysa, sanat eseri çok yakınında ve onu gördükten sonra yaşamaya değin bir şey kalmasın geride, dört adam da içindeyken, onu Amerika'dan İsviçre'ye getirmişlerken böyle olsun, müzeyi gece gece açtırsın Korin, bir dünya para bayılsın insanlara, eserin bulunduğu odanın duvarına kendi adının olduğu bir plaket çaktırsın, müzeye gelmeden önce de serserilerden bir silah edinsin, bir dünya para da oraya versin ama her şeye rağmen ve her şeyin sonunda var olsun, "son" gelsin. Kaçınılmaz savaşların ardından son bir savaş.
Nihayet.
Zor bir metin, zorluğunca değerli bir metin, iyi bir metin. Krasznahorkai çok sağlam bir yazar. Bu kadar.
"Meksika'da Kaybolan Meksikalılar" ilk bölüm, günlük biçiminde. Yıl 1975. Roma'daki CIA destekli isyanları hatırlarsak, biraz araştırma yapıp şehri de bir parça gözümüzde canlandırırsak Bolaño'nun aralara sıkıştırdığı detayları rahatlıkla anlayabilir, metnin anlatım biçimini gerçeğin atmosferine çpos diye oturtabiliriz.
Her şey Juan García Madero'nun damardan gerçekçilere katılmasıyla başlamıyor, çok daha öncesi var ama günlüğe düşülen ilk bilgi bu olduğu için bunun üzerinden gidelim. Günler ilerledikçe detayları öğreniyoruz, Madero on yedi yaşında, hukuk fakültesinin birinci sömestrine kayıtlı, öksüz, amcasının yanında kalan, Julio César Álamo'nun şiir atölyesine kayıtlı bir arkadaşımız. Birkaç defa katıldığı atölyede umduğunu bulamıyor, Álamo'nun havasından boğulmak üzereyken nazım biçimlerine dair derin bilgisiyle adamı birkaç defa morartıyor ama gerek Álamo gerekse çömezleri arıza çıkarıyorlar. Biraz da Ulises Lima'nın etkisinde kalıyor Madero, damardan gerçekçiliğin iki liderinden biri. Aslında liderlik diye bir şey yok, herkes eşit konumda. Herkes Octavio Paz'ı eşit ölçüde öldürmek istiyor ki kaçırma planları bile yapıyorlar, bir de herkes eşit ölçüde Meksikalı, yani Meksika'nın bir yerinde kaybolmaya, daha doğrusu dünyanın bir yerinde kaybolmaya hazır. Yaşam bütün bilinmezliğiyle onları bekliyor, biz de bekliyoruz. Biz okuruz, Bolaño'nun Ulises Lima'yı ve Arturo Belano'yu onca insana -ileride, uzunca bir süre- takip ettirdiğine göre lider olarak bu ikisini görebiliriz. Bu ikisi atölyeye geliyorlar bir gün, Álamo'yu madara etmeye çalışıyorlar, Madero da onlara katılıyor. Meydanlar okunuyor, Lima kendi şiiriyle silahını çekiyor ve Madero'nun o güne kadar duyduğu en güzel şiiri okuyor. Hüküm verilmiştir, Madero artık damardan gerçekçi, gerçekçi damarcı veya gerçekaltıcı olacaktır. Bu damardan gerçekçilerin son dalgasını görüyoruz biz, asıl tayfa 1920'lerde veya 1930'larda yazıp çizmişler, sonra Sonora çöllerinde kaybolmuşlar. Cesárea Tinajero adı öne çıkıyor, Lautréamont'un şiirlerinde izi olan biri, tersi de geçerli olabilir. Lima ileri bakarak geri geri yürüdüklerini söylüyor, "bilinmeze doğru düz bir çizgi üzerinde". Arayışın ilk adımları bunlar, Latin Amerika şiirini değiştireceklerine inanan bir grup insandan ikisinin bir amacı var, Tinajero'nun izini bulabilmek. Bunun yanında şiir yazmak ve yaşamak da bütün ağırlığıyla bekliyor. Onca karakterin olaylı yaşamında şiire mutlaka yer ayrıldığını görmenin şiirle doğrudan bir bağı var, yaşamı hiç bilinmeyen bir noktasından kavramak şiirle mümkün olabildiği gibi coşkun bir bakışla izlenen, takip edilen ve sürüklenilen yaşamın kendisine eklenerek de mümkün. Kaynayan bir coğrafyanın hareketli insanlarının yaşamları da şiir gibi olacak kısaca. Neyse, Madero tayfaya resmi olarak katılıyor ve durmadan şiir yazıp okulu asmaya başlıyor. Günler geçiyor. Madero atölyeye bir daha gitmiyor, damardan Belano ve Lima'yla gittiği bara gidip adamları bulmaya çalışıyor ama kimse yok, garson kızlarla haşır neşir olup cinselliği tatmaya çalışıyor ve şairleri bulmak için kendi çapında soruşturmaya girişiyor. Şiir yazıyor, şiir üzerine düşünmeye başlıyor, yeni şairler keşfediyor, durmadan okuyor. Günler geçiyor. Damardan gerçekçileri tekrar buluyor Madero, hepsinin adresini alıp kendi adresini veriyor onlara, böylece bağlantı bir daha kopmamacasına kurulmuş oluyor, Madero'nun hayatının kayması garantiye alınıyor. Sonradan karşımıza çıkacak şairlerle de yavaş yavaş tanışıyoruz, Ernesto San Epifano'nun yanındaki kitapları, Lima'nın ve Belano'nun yanındaki kitapları, kendi okuduğu kitabı, her şeyi günlüğüne not ediyor Madero, sonradan okunacaklar listesine ekliyor ve çok az zamanının olduğunu biliyor, okunacak çok kitap ve okumak için çok az zaman var, bir de şiirle uğraşınca zaman mefhumunun ortadan yavaş yavaş kalktığını seziyor. Bunu biz -ben- mi seziyoruz -seziyorum- acaba, kendisinin şiirden başka düşündüğü bir şey yok zaten, amcasının bütün tehditlerini kulak ardı etmesi, okulu asması, kadınlarla yaşadıkları, erkeklerle yaşadıkları derken zaten kendisi lirik bir şiirmiş gibi geliyor insana. Günler geçiyor, Lee Harvey Oswald adlı dergi hakkında konuşuluyor. Bolaño hikmeti: Bir dergiden Lima'nın şiir için her şeyi yapabileceğini öğreniyoruz, kendisi ve Belano ot satarak para kazanıyorlar ve Lima bütün parasını sadece iki sayı çıkan bu dergiye yatırabilecek kadar şiire düşkün biri. Annesinden başka kimsesi yok, Şili göçmeni bir adam. Tek bir bahisten onca bilgi, sonra onca bilgiye bağlanan başka onca bilgi, olay, mekan, karakter, müthiş bir genişlik. Bolaño anlatıyı genişlettikçe genişletiyor ama bağlantısız bir nokta bırakmıyor sonunda, süper olay. Metin 785 sayfa, genellikle anlatıdan kopulmuyor ama bazı bölümlerde nadiren de olsa anlatı uç veriyor diyeyim, Bolaño'nun mizahına göz atma şansımız oluyor. Bir araba yolculuğu sırasında Madero kağıtlara birkaç şekil çizip şekillerin ne olduklarını soruyor yanındakilere, komik cevaplar veriliyor, hoş. Günler geçiyor, Font kardeşleri tanıyoruz. Angélica on altı yaşında, ödüllü bir şair. Laura Damián adına verilen ödülü aldıktan sonra ünü artmışsa da işin çok başında, şiir üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Ablası María da şiir yazıyor, damardan gerçekçilerin arkadaşı olsa da tayfaya katılmayı tercih etmediği için daha bağımsız, belki de Madero bu durumdan ötürü María'ya vuruluyor biraz. Babaları batık bir mimar, anneleri Lee Harvey Oswald'ın kapaklarını tasarlamış zamanında, o da mimar. Hemen araya bir bilgi: Madero Fontların evinde takılmaya başladıktan sonra anlatı daha da genişliyor, Laura Damián ölmeden önce Ulises Lima'yla yakın arkadaşmış ve o zamanlar adı Alfredo Martínez gibi bir şey olan Lima'ya bildiğimiz adı vermiş. Belki de çıkacağı uzun yolculuğu çok önceden sezdiği veya bildiği içindir, Tinajero'yu aramaya çıkacakları en başından belliyse de uzun yolculuğa biraz daha var. Günler geçiyor, Lupe'yle tanışıyoruz. María'nın arkadaşı, dans okulunda birlikte dans ediyorlar. Lupe fahişelik yapıyor, serseri sevgilisi Alberto'dan pek çekiniyor ve Madero'yu uyarıyor, büyük bıçak bağırsakları yola dökebilir. Ara bilgi: Tayfada gerçekten okuyan Lima ve Belano var, okuduklarını diğerlerine anlatıyorlar ve diğerleri de kendileri okumuş gibi başkalarına anlatıyor. Aslında bir hiyerarşi mevcut, en çok okuyanlar tepede yer alıyorlar. Başka bir ara bilgi: Çıplak bir çiftin sevişirken çektirdikleri fotoğraflara bakıyor Madero, yanında Angélica var, fotoğrafı kimin çektiğini söylemiyorlar Madero'ya. Biz öğreneceğiz, pek çok şeyi öğreneceğiz, bu ilk bölümde anlatılan ve açıklanmayan pek çok gizemi metnin ikinci bölümünde farklı hikâyelerin birleşmesiyle ortaya çıkan resimde görebileceğiz. Oraya doğru geliyorum ve hızlanıyorum: María bizim çocuğun kalbini kırıyor ve çocuk aşk acısından kafayı yiyecek gibi oluyor, neyse ki barda tanıştığı garson kızlardan biriyle eve çıktıktan sonra biraz toparlanıyor ve şiir yazmayı sürdürüyor. Tayfadan bazılarının Troçkist olduğu, bazılarının feminist hareketlere katıldığı, bazılarının daha radikal oluşumlarda yer aldıkları söyleniyor, böylece dönemin sanatçılarının politik duruşları da anlatılıyor. Aslında çok kaotik bir ortamın daha da kaotik sanatçıları bunlar, kolaylıkla dağılabilirler, birlikte dünyayı yakabilirler veya dünyayla birlikte yanabilirler, her şey korkunç derecede belirsiz. Belano birtakım temizlik işlerine girişiyor örneğin, gruptan bazılarını atıyor, bazılarına dokunmuyor hiç. Atılanlardan bazılarının hiçbir şeyden haberi yok, zaten Lima ve Belano sık sık ortadan kayboldukları için diğerlerinin hiçbir şeyden haberleri olmuyor bazen. Zaten görmezden geliniyorlar, sonradan öğrendiğimize göre antolojilere alınmıyorlar, şiirleri hiçbir yerde basılmıyor, hayaletten farksızlar. Ciddiye alınmıyorlar, hiçbir sanat olayına davet edilmiyorlar, sanki oradaymışlar ama orada değilmişler gibi. Günler geçiyor, yeni yıla pek bir şey kalmıyor. Fontların evinde bir parti yapılıyor, Alberto uzunca bir süredir arkadaşlarıyla birlikte evin önünde Lupe'yi bekliyor ama Lupe Alberto'yla birlikte olmak istemiyor artık. Özetleyeyim, María, Belano, Lima, Lupe ve Madero ablukayı yarıyorlar, Baba Quim Font'un arabasına doluşup basıyorlar gaza, doğruca Tinajero'yu aramaya. Böylece Meksika'da kaybolan Meksikalılar haline geliyorlar.
Şimdi en karışık kısma geldik, "Vahşi Hafiyeler". Boğulmaktan korkuyorum, okurken hiçbir not alma gereksinimi hissetmeden her şeyi birbirine bağlayabilmiştim ama aradan bir hafta geçti, bağlantıları bulup çıkarmam gerekiyor, 500 sayfayı karıştıracak gücü bulamıyorum kendimde, o yüzden sadece yüzeye bakıp sona zıplayacağım. 1975'te kayboldular, bu bölümdeki röportaja benzer kısımlar 1976-1996 aralığında yapılan konuşmaları ve gerçekleşen olayları içeriyor. Lima'nın ve Belano'nun yollarının ayrıldığını öğreniyoruz, ikisi de farklı ülkelerde sürdürdükleri yaşamları boyunca bambaşka hayatlar yaşıyorlar, sayısız insanla karşılaşıyorlar ve çok acayip işlere girip çıkıyorlar. Mekan olarak Avrupa'dan Afrika'ya kadar geniş bir alan kullanılıyor, bir ara Conrad ve Celiné tadı alındığı bile oluyor açıkçası. Serüvenli yıllar geçiyor, düellolara giriyorlar, kaçıyorlar, kovalıyorlar, bu sırada tayfadan geriye kalan insanların şahitliklerine de başvuruluyor ve bazılarının öldüğünü, bazılarının şiiri bıraktığını ve sadece yaşamaya odaklandığını görüyoruz, yollar çoktan ayrılmış olsa da zaman zaman birbirlerine rastlıyorlar veya birbirlerini anımsıyorlar. Her şeyi görüyoruz, konuşan onca insan diğerleri ve kendi ülkeleri hakkında durmadan bilgi veriyorlar. Vahşi Hafiyeler hoş bir isim, röportaj yapılanların hemen hemen hiçbirinin normal denebilecek bir hayatları olmamış, Meksika'da, ABD'de, pek çok yerde zorluklar içinde yaşamışlar. Her bir hikâye başlı başına bir öykü olarak ortaya çıkabilir, öylesi bir derinlik var. Anlatıcı değiştikçe anlatının sesinin değişmesi olması gerektiği gibi. Yılları takip etmek önemli, kronolojik bir düzende seyretmeyen röportaj tarihlerine dikkat etmek lazım. Bunun yanında Bolaño'nun yeteneğine hayran kalmamak elde değil, insanlar ve insanların anlattıkları biriktikçe onca detayın kurduğu köprüler, anlatı parçalarının birleşmeleri büyülüyor resmen. Bu bölümü Paz'la Lima'nın birbirlerinin etrafında dönüp selamlaştıkları kısmı anlatarak bitireyim. Paz'ın yardımcısı büyük şairi her gün bir parka götürüyor. Paz bir gün parkta dolanırken bir adama takılıyor gözü, adamın etrafında dönmeye başlıyor, adam da aynı şekilde Paz'ın etrafında dönmeye başlıyor, garip bir dans. Başka bir gün yine aynı şey, daha da başka bir gün konuşuyorlar ve ayrılıyorlar, bir daha karşılaşmıyorlar. Paz yardımcısına adamı tanıdığını, bir zamanlar kendisini kaçırmak isteyen tayfanın başlarından biri olduğunu söylüyor. Damardan gerçeküstücülerin hiçbir metni dergilere girmiyor, hiçbir yerde yoklar, hatırlanmıyorlar ama coğrafyalarının en büyük sanatçılarından biri, üstelik en büyük düşmanları hatırlıyor onları, özellikle Lima'yı ve Belano'yu.
Son bölüm, "Sonora Çölleri". 1976. Şöyle söyleyeyim, yüzlerce sayfalık röportaj-soruşturma bittiği için biraz üzgün olsak da günlüğe kaldığımız yerden devam ettiğimiz için sevinmeliyiz. 1996'ya kadar insanların başına onca iş geldi, onca hüzünlü hikâye okuduk, ölenlere üzüldük, kalanların sefilliklerine üzüldük, üzülecek bir şey bulamasak başka bir soruşturmaya geçtiğimiz için üzüldük, sonra bir anda yirmi yıl geriye gidip çöllerde neler olduğunu, Tinajero'yu bulup bulamadıklarını anlamak amacıyla hızlı hızlı, bir yandan da metnin sonuna geldiğimiz için yavaş yavaş okuduk. Aslında var bile olmadığı söylenen, varlığı tartışmalı olan Tinajero'nun varlığı hakkında gerekli malumatı aldıktan sonra yine oyuncul bir bölümle final yapan metni okuduk, bitti, sonra bir kenara koyduk ve derin bir nefes aldık, çok nitelikli bir eser karşısındaki derin huşuyu hissettik. Artık yaşamımıza devam edebiliriz, Lima'nın ve Belano'nun bir ömürlük serüvenlerini ve yirmi yıllık dense de aslında yüz yıllık bir geçmişin, tarihi çalkantılarla dolu bir ülkenin, bir kıtanın akıbetini şiirin gözünden görerek, aslında roman okumuş olsak da şiirin ışığının düşürdüğü gölgenin roman olduğunu bilerek, iyi bir metnin kıymetini anlayarak.
2006 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nün sahibi Ayvaz 1956 Antakya doğumlu. 1987'de Bütün Oteller İstanbul Palas ile Akademi Kitabevi öykü başarı ödülünü kazanmış, 1988'de bir metni daha yayımlanmış, sonra 2000'e kadar sessizlik. Bu dördüncü öykü kitabı sanırım, olgunluk dönemi öykülerini içeriyor. Tamiris'in Gecesuçları'nı edebiyatımıza yaptığı katkı açısından değerlendiriyorum şu an, çok değerli bir ilk öykü var: Raylarda Makas. Ne katmıştır, gözlemciliğini öykünün tamamında farklı başlıklarla biçimleyen anlatıcı tipi örneğin. Uzaklardan gelen trenlerin izini sürerken bir anda ikinci tekil şahsa sesleniyor, karakteri kendi sözcükleriyle biçimliyor ve anlatıcılıktan yaratıcılığa geçiş yapıyor. "Görüyorum seni!" (s. 10) Anlatıcı görür görmez trenlerin "bir suçu öteye taşımaları" bahsinden görülenin inşasına yöneliyor. Bu iki öge birbirinin içine geçerek anlatıyı oluşturan iki ana parça haline geliyor. İstenmeyen bir yolculuk gerçekleşmiş, bir ihanetin gölgesi düşmüş, İstanbul'dan uzaklara giden "sen"in aşkı ayrılığa, sürgüne dönüşmüş. Anlatıcı kendi konumunu da belirtiyor arada bir yerde: "Yitirdiğin sevinçlerin bıraktığı boşluktayım..." (s. 12) Karakterin kendi boşluğunda doğurduğu bir anlatıcıyı dinliyoruz, karakter kendisini bir öteki vasıtasıyla anlatılabilir hale getiriyor, bir nevi hikâyeleşiyor. On numara teknik. Mevsimler gelip geçiyor, gidiş gelişler arasındaki duygusal boşluklar büyüyor. Yaz yaklaşınca geri dönüş zamanı küçücük bir umuda yol açıyor, kitaplar ve giysiler toplanıyor, trenle İstanbul'a dönülecek. Bu duyguyu Zonguldak'ta çalıştığım zamandan biliyorum, seminer dönemi biter bitmez otobüse atlayıp Çaycuma'ya, Devrek'e, Mengen'e, Yeniçağ'a, oradan otobana çıkıp Bolu derken İstanbul. Umutla dönersiniz İstanbul'a ama yolculuk biter bitmez dönüş için geri sayımın başladığı duygusu, bu duygunun yarattığı sıkıntı, paha biçilemez. Karakterin sevgilisi ayrılmak istediği için bu sefer uğul uğul bir dönüş var, dönülecek bir şey kalmadığı için. Makasların yolu dağıtma biçimleri kalp için de isteniyor en sonunda, başka bir zamana ve yere, belki başka bir insana çıkan yol bulunabilir. İlk öyküden tutuluyoruz, Ayvaz'ın sesi özgün, güzel, iyi.
Çıngıraklı Kapı adlı ikinci öyküde Işıl Özgentürk'ün ödünç alabileceği -tersi de geçerli- bir anlatım biçimi var. Baudrillard'a ait, maskeler ve gerçek kişilerle ilgili epigraf biraz lüzumsuz gibi görünüyor ama Ayvaz bu bölümden esinlenip de yazmışsa öyküyü... Bir kadınla bir adam uzun zamandan sonra birlikte oturuyorlar, masanın iki tarafından doğan iki farklı hikâye birbiriyle bütünleşecek ama zaman zaman sadece birine odaklanacağız. Çaylar, pastalar, kekler yeniyor, bir şey yapmak ve zaman zaman doğan suskunluğu unutmak için. Karakterlerin belli belirsiz hareketlerini de göreceğiz, birbirlerini inceleyecekler. "Hâlâ güzel... Ama yüzünde eskiden hüzün diye gördüğü şey yorgunluk şimdi." (s. 19) "Gözlerini garson kızda unutan" adam, rüzgarda bin bir renkle uçuşan oyuncaklar, ite kaka sürdürülmeye çalışılan diyalogdan uzaklaşmak için araç olarak kullanılıyor bazen, kadın oyuncakların güzelliğinden bahsediyor ansızın, adamın beklediği cevabı öteliyor. Birbirlerini gitmekle suçluyorlar ama kimin gittiğini ikisi de unutmuş, ilişkilerini darmadağın eden anlaşmazlığı sürdürmeye çalışarak bir alışkanlığı yaşatıyorlar. Erkek biraz pişman, kadınsa içine düştüğü bunaltıdan kurtulmak için gitmek istiyor ama erkeğe duyduğu özlem kalkmasını engelliyor. Erkeğin kadının istencinden ötürü zincire vurulduğunu söylemesi kadını tuzağa düşmüş gibi hissettiriyor, belki istediği şeylerin ilişkilerini baltaladığını görmediği için erkeğin incinmişliğini anlayamıyor ve tuzağa bu yüzden düşüyor, kendi kör noktasını göremediği için. Hangisinin haklı olduğuna dair bir ağırlık konmuyor masanın uçlarından birine, sadece takip ediyoruz, bir durumun üzerine çöken dünyanın izlerini görüyoruz sadece. Serin hava, kafeye gelen mutlu çiftler, her şeyi ele geçirme çabasının eleştirisi, erkeğin uzaktaki genç bir kızı görüp hesabı istemesi ve son. Erkek zaten orada değil, kadın da öyle. Biz bir sıkıntının, kadınla erkeğin ortalarına koyup etrafında dönüp dolaşarak içine tam olarak girmedikleri "dikey ve yatay" sıkıntının durmadan genişleyen yüzeyini görüyoruz sadece.
Su İle Her Şeye Hayat. Sıraselviler'de anneyle kızın buluşması. Kopuk bir ilişkinin kırk yıllık geçmişine üstünkörü değiniliyor, Parisli anne kızları büyüyünce İstanbul'dan memleketine dönmek istediğini söylüyor, arkada bıraktıklarını yılda iki kez görüyor sadece. Kışın İstanbul, yazın Paris. Madam Suzan, annesi Madam Anie'nin hikâyesini öğrenmek istiyor, çok fazla zamanları kalmamış. Yıllar geçmiş ve söylenemeyenler derinlere gömülmüş ama çıkarılmaları için çok geç değil. Patlama olmasaydı. Muhtemelen Onat Kutlar'ı ve pek çok insanı aramızdan alan patlama bu, ya da HSBC'nin önündeki patlama, bilemiyoruz ama anlıyoruz ki Madam Anie artık sadece oturacak, kahvesini içecek. Sepya bir fotoğrafta. Açık Pembe Üçgen'e bakalım, başka bir tür kırıklık var burada. Nisan'ın sağ ayağıyla başlayıp sol ayağıyla bitirdiği bir gecenin kalıntıları. Ölmüş olsa da varlığı süren, alkol ve sigara kokan baba ve babanın kişiliğini ortadan kaldırdığı bir annenin arasında Nisan'ın yaptığı tek şey, çoraplarını ve kıyafetlerini giyip sokağa çıkmak, tekinsiz sokaklarda dolanmak ve durup beklediği bir noktada hayat kadınlarının, torbacıların ve pezevenklerin arasında oturmak. Kendisini arabasına alan kibar adamla yaşadıklarıyla da bitiriyoruz, ince tedirginlikler ve geçmişten kurtulma çabası kara bir geleceği yaratıyor burada da.
Aldatılanların hikâyeleri, babanın gölgesi altında büyümeye çalışan kızlar, babanın ortada olmadığı anne-kız öykülerinin ışıltıları gibi pek çok konuya değiniyor Ayvaz, öykülerini kurduğu dil, kullandığı imgeler özgün. İyi yani, Türk öykücülüğüne sıkı bir katkı.
Füruzan'ın Sözünü Sakınmadan'da 19. yüzyıl Rus edebiyatından bahsettiği bölümde Dostoyevski'yi ve Turgenyev'i anmasının ardından Lermontov'a ayrı bir bahis açmak istermiş gibi heyecanlandığını gördüm, Peçorin'in etkisi zamanın ölçülerine sığmayacak kadar geniş, gerçek ve güçlü. Lermontov giriş yazısında Peçorin üzerinden kendisini eleştirenlere giydirirken kendi zamanında artan kötülüklerin bir yansıması olarak karakterini yarattığını söylüyor. Erken bir modernist görüş olarak ele alınabilir bu. Toplum, toplumsal kurumlar miadını doldurmuş ve Peçorin -tıpkı Lermontov gibi- cepheden cepheye koşturuyor, hemen her gün ölümle yüzleştiği topraklarda gezinip duruyor. Yaban diyarlardaki yabancı. Rusya'nın engin toprakları, dağları, ırmakları etrafında Tatarların at koşturduğu çoraklığın da bir yansıması Peçorin, bilinmeyenin içine fırlatılıp atılmış gibi duruyor, kentte edindiği kodlar steplerde anlamını yitirdiği için anlam yoksunluğundan mustarip olduğunu söyleyebiliriz, nihil nihil dolanıp durması ve medeniyetten kopup gelen insanlar üzerinden çevirdiği katakulliler bu yokluğun ürünü. Mektuplarından ve güncelerinden yola çıkarak pek çok yorum yapabiliriz ama anlatının ilginç seyrini izleyelim önce. Tiflis'ten gelen bir yolcu, küçük yaysız arabasında ilerliyor. Bavullarında Gürcistan yolculuğu sırasında tuttuğu notlar var, büyükçe bir kısmı kaybolduğu için talihli olduğumuz söyleniyor, nedenini bilmiyoruz, belki de notların Peçorin'in hikâyesine yer bırakmama tehlikesinden ötürü. Neyse, birtakım dağlar, kilometreler aşılıyor ama verst değil miydi bu ölçü ya, metnin orijinaline bakmaya üşendim, çevirmen Ülkü Tamer'in tercihidir belki. Sonuçta o coğrafyanın biraz masalsı, çokça ürkütücü insanları ve doğası tasvir ediliyor, sıklıkla. Sonra asıl hikâyemizle bağlantımızı sağlayan bir adam çıkıyor karşımıza, anlatıcımızla tanışıyor. Maksim Maksimiç, orta yaşlarını geçmiş bir asker, Çerkezlerle ve Çeçenlerle yer yer anlaşma sağlayan, yer yer çatışan bir adam. Anlatıcımıza maceralarından birini anlatmaya başlıyor, Peçorin'in adı ilk kez geçiyor böylece. Beş yıl öncesinin hikâyesi bu, anlatının zamanında sıklıkla atlama-zıplama olaylarıyla karşılaşacağımız için bu tür detaylara dikkat etmemiz gerekiyor. Beş yıl öncesinde Maksimiç bir kalede görevliyken yirmi beş yaşlarında bir subay geliyor, Peçorin. Bir yıl kadar kalede kalıyor ve o durgun yeri bir anda olay mahalline çeviriveriyor. Yakınlardaki bir Çerkez prensinin düğününe gidiyorlar, düğünün anlatımı sırasında Çerkezlerle ve gelenekleriyle ilgili derinlemesine detaylar veriliyor. Ne kadar çabuk alevlenebilecekleri, bıçaklarını çekip bir anda insanın üstüne atılabilecekleri falan, mitik figürler gibi gözüküyorlar biraz. Bunlardan Kazbiç olanının muazzam bir atı var, düğün sahibinin oğlu olan Azamet bu atı almak istiyor ve karşılığında kız kardeşi Bela'yı vermeyi teklif ediyor. Kazbiç'in Bela'da gözü var, Peçorin de kızı görür görmez etkileniyor. Kazbiç'in ne tepki vereceğini düşünmeden Azamet'le bir anlaşma yapıyor Peçorin, at karşılığında Bela. Azamet kabul ediyor, Peçorin atı bir şekilde elde ediyor ve Kazbiç'in öfkesini kazanıyor, Bela'yı da Azamet'in yardımıyla kaleye getirip tutsağı olarak barındırıyor. Peçorin gönül kazanmaya çalışıyor ama Bela'nın direncini kıramıyor başlarda, çabalaya çabalaya bir noktaya kadar getirebiliyor ancak.
Maksimiç ve anlatıcı dinlendikleri evden çıkıp yola düşüyorlar yine, hikâyeye ara veriliyor ve tekrar gezi notlarına dönüşüyor anlatı. Gud Dağı, Çertovo Vadisi, bir dünya sarp yer. Neyse, Maksimiç anlatmayı sürdürüyor. Bela da Peçorin'e gönül vermiş durumda biraz, adam ava çıktığı zaman üzülüyor, yanına uğramadığı zaman kızıyor, bu tür şeyler. Maksimiç de kızıyor komutanına, Kazbiç'in umacı gibi etrafta dolanıp durduğu ve intikam aradığı zamanlarda çok pervasız davrandığını, Bela'yı da üzdüğünü söylüyor. Peçorin'in iç dünyasını açtığı ilk an. En az mutsuz ettiği insanlar kadar mutsuz olduğunu söylüyor, anlamsız dünyanın ruhunu kemirdiğini, acıya alıştığını, sadece yolculuk ederek acısını unuttuğunu ve en kısa zamanda Amerika'ya veya Arabistan'a gideceğini söylüyor. Yolculuk hem uzamda hem de insanlığın zemininde sürüyor, Peçorin bu durağında Bela'yla birlikte olmak ve Kazbiç'le güç yarıştırmak istiyor ama yüce bir amacı yok, sadece doğurduğu koşullarla yüzleşmek, bir nevi kendini sınamak için yapıyor bunları. Maksimiç çok şaşırıyor ve anlatıcımıza kentli gençlerin hepsinin böyle olup olmadığını soruyor. Burası ilginç, Maksimiç bunaltı modasını Fransızların çıkardığını, anlatıcımız da İngilizlerin çıkardığını söylüyor. Lord Byron'ın adı metinde birkaç kez geçiyor, şiirlerinden bir bölümü de ben alayım şuraya: "Society is now one polish’d horde, / Form’d of two mighty tribes, the Bores and Bored." Bunaltının kökenlerini çok daha eskide de arayabiliriz ama Peçorin'in deneyimlediği 19. yüzyıla özgü bir tür, kendini anlattığı bölümlere gelince daha ayrıntılı bir şekilde inceleyebiliriz. Kaleye dönüyorum, Kazbiç en sonunda yapacağını yapıyor ve Bela'yı kaçırıyor ama yakalanacağını anlayınca kızı vurup öldürüyor ne yazık ki. Aslında Maksimiç'in içi rahatlıyor bir açıdan, zira Peçorin gibi "vurdumduymaz" bir adam kızı dert sahibi yapardı bir güzel. Yakınlık göstermek için Bela'dan bahsetmeye başladığında Peçorin'in gülüşünü görüyor mesela, hastalıklı bir ifade. Hikâye burada sonlanıyor, Maksimiç'le anlatıcının yolları ayrılıyor ve kader onları tekrar görüştürene kadar bu anıları kaleme alıyor anlatıcı, sonra Maksimiç'le bir araya geliyorlar tekrar ve ilginç bir tesadüf, Peçorin'in arabasına rastlıyorlar. Maksimiç mutluluktan havalara uçuyor ve yavere komutanıyla görüşmek istediğini söylüyor. Peçorin pek oralı olmuyor, Maksimiç kendi çabalarıyla eski arkadaşını görebiliyor. Maksimiç'in mutluluğu sönüyor yavaş yavaş, Peçorin adamı gördüğüne pek memnun olmuyor ve başından savarcasına konuşup tekrar yola çıkıyor. Maksimiç arkadaşlığın, dostluğun hiçbir değerinin kalmadığını, çağın bozuk bir çağ olduğunu söylüyor ama içten içe biliyor, Peçorin öyle bir adam. Yollar tekrar ayrılıyor, Maksimiç bir gün karşılaşırlar da Peçorin'e geri verir diye yanında taşıdığı Peçorin'in günlüğünü anlatıcımıza verip hayal kırıklığıyla uzaklaşıyor oradan.
Sonraki bölüm birkaç olaydan ve bir kısmını gördüğümüz maceraların Peçorin için ne anlam ifade ettiğinden ibaret, aslında Peçorin'i anlamak için üç tanecik olay yeterli. Anlatıcı günlüğü yayımlatıyor bu arada, Peçorin'in İran'dan dönerken öldüğünü öğrenince bu hakkı kendisinde bulduğunu söylüyor. "İsterse en kötü insanın olsun, bir insanın ruhunun tarihi, bütün bir ulusun ruhunun tarihinden daha az meraklı daha az eğitici değildir; özellikle bu tarih, olgun bir kafanın kendi zerindeki gözlemlerinin sonucuysa ve yakınlık sağlama tutkusuyla yazılmamışsa." (s. 67) Üç olaydan ilkinde Peçorin'in konakladığı bir kıyı kasabasında kaçakçıların yaşamlarını gözlemlerken edindiği izlenimler var, bir de az daha öldürülüyor olması. Yokluğun içinde yaşamaya çalışan insanlardan kaçarcasına uzaklaşırken onların düşüncelerinin ve yaşamlarının umrunda olmadığını, zaten kendisinin de sadece yolculuk eden bir asker olduğunu söylüyor, davranışlarını kendisi için böyle meşrulaştırıyor. İkinci ve metnin en uzun bölümünü oluşturan vakada burjuvaziye kusursuz bir uyum sağlayabilen kaliteli bir manipülatörle karşılaşıyoruz. Kadınlarla ve erkeklerle oynuyor resmen, psikolojilerini bozuyor ve gidebileceği en uç noktaya kadar gidip neler olacağını görmek istiyor, bu yüzden bir düelloya girip aslında öldürmeyebileceği rakibini uçurumdan aşağı yolluyor, tek kurşunla. Peçorin'in uç noktası cinayet, makulleştirilmiş ve olmayan bir vicdan tarafından mazur görülmüş olanından.
Son bölümde Maksimiç'in anlattığı bölüm var, olayları Peçorin'in açısından görüyoruz bir de. Bu kadar. Dediğim gibi, boşluğu deneyimleyenler oldukça bu metin de güncelliğini koruyacak, zamanla farklı anlamlar kazanıp insanın karanlık yüzünü anlatmaya devam edecek.
Çok temelde sosyal ilişkileri anlatıyor bu metin. Oyuncuların ve yönetmenlerin sanatçı kişiliklerinin çatışmaları bir yana, bir insanla iletişim kurmanın yolları, anlayış, empati, bu tür şeyler var. Mesela oyuncuyuz, oynayacağız, setteyiz. Çekimin öncesinde ve sonrasında karşılaşacağımız onca sıkıntı var, örneğin rolü daha iyi oynamak için birtakım yönlendirmelere ihtiyaç duyuyoruz ama yönetmen bizi pek sallamıyor. Hitchcock yönettiği bir oyuncuya ilham olarak maaş çekini düşünebileceğini söylemiş, bunun işimize yarayacağını söyleyemeyiz. İyi bir oyuncu olsak bile işler yolunda gitmeyebilir, iyi hissetmeyiz, bir sürü aksilik olur, o halde kimi yardıma çağıracağız? Ghostbusters! Yönetmenin işidir bu. Karakterle bütünleşemedik, kostümümüz tam oturmadı, birtakım şımarıklıklar peşinde koşacağız, hepsi yönetmenin uğraşması gereken işleri oluşturuyor. Çeşit çeşit oyuncu ve yönetmen olduğu için sayısız çatışma gerçekleşiyor, yönetmenler ve oyuncular kovuluyor, stüdyo para kaybediyor ve filmi askıya alıyor. Milyon dolarlar harcanıp bir problemden ötürü yıllarca dağıtılmayan filmler var üstelik, çekimler bittikten sonra işler ters gidebilir. John Badham deneyimli bir yönetmen olarak psikolojiden ekonomiye pek çok açıdan bir filmin oluşum aşamalarını inceliyor, odağı oyuncu-yönetmen ilişkileri olsa da prodüksiyon sürecini etraflıca ele alıp merakımızı dindiriyor, süper. Kendisi Saturday Night Fever'ın ve daha pek çok filmin yönetmeni, Emmy'ye aday gösterilmiş ve filmlerinin Oscar adaylıkları var. California'da bir sanat okulunda profesör olarak çalışıyor, yönetmen ve oyuncu yetiştiriyor. Birlikte çalıştığı isimler arasında Laurence Olivier, Johnny Depp, Mel Gibson, Kevin Costner, Richard Pryor ve John Travolta gibi ünlü oyuncular var. Bir dünya hikâyesi de var, film yapım aşamalarının yer aldığı bölümlerde görüştüğü oyuncu ve yönetmen arkadaşlarından, kendi deneyimlerinden yola çıkarak sağlıklı bir çekim sürecinin nasıl olması gerektiğine dair anlattığı hikâyeler ilgi çekici. Kaprisli oyuncularla giriştiği mücadeleler, şirket yöneticilerinin durmadan sıkıştırması falan, yönetmenliğin pek de akıllı insan işi olmadığını gösteriyor. Oliver Stone'a göre sonradan öğrenilen bir iş değil bu, yönetmenin her şeyi görebilmesini sağlayan niteliklerle doğmuş olması gerekiyor. İyi bir yönetmenin tabii. "Şu soruların cevaplarını aramaya çalıştık: Bir oyuncu prova sırasında veya rolünü oynarken yönetmenden ne duymak ister? Yönetmen ne yapar da oyuncu yabancılaşır? Bir oyuncunun yönetmenden asla duymak istemediği şeyler nelerdir?" (s. 24) Craig Modderno, metnin eş yazarı gazeteci, oyuncularla ve yönetmenlerle yapılan röportajları kendisine borçluyuz sanırım. İzlenimlerini kısaca aktarıyor o da, dediğine göre piyasada insan olarak iyi veya kötüler var. Paul Newman ve Woody Allen şeker gibi insanlarmış mesela, hatta Allen benim ayıla bayıla izlediğim Take the Money and Run çekilirken Modderno'ya iş de vermiş, helal. Kötülere bir örnek, Friends'in Chandler'ı, Matthew Perry. "Onunla ilgili doğrudan edindiğim izlenim, bir ünlü olarak ilk ortaya çıktığında dosttan çok düşman edinmekten hoşlandığı yönündeydi." (s. 30) İnsanların cevabını merak ettiği sorulardan biri: "Gerçekte nasıllar?" Modderno oyuncuların yaşamları hakkında bildiklerini anlatmaktan çekinmiyor, gerçi onun sesini Badham'ın yönetmenlikle ilgili araştırmasının arasında deresinde duyuyoruz ama metni tamamlayıcı bir işlevi olduğu için duyabiliyoruz. Bir şey daha, Cary Grant'in Modderno'ya söylediğine göre şu sahnede uçak Grant'e söylenenden çok daha alçaktan geçmiş, oyuncunun korkusu daha doğal olsun diye. Hitchcock'la Grant yakın arkadaşmış, yönetmenin oyuncuya nazı geçmiştir ama günümüzde ayağı burkulduğu için yönetmenine dava açan oyuncular varken böyle bir şeye cüret etmek zor. Şunu da bırakayım, sabah sabah fişeklenelim.
Her bölümü ele almayacağım, ilginç meseleler üzerinden gidiyorum. Film çekmenin hiç kolay olmadığına dair bir örnekle başlıyor Badham, 1977'nin Mart ayında, gece yarısı, -12 derecede bütün ekip hiçbir şey yapmadan bekliyor. 22 yaşındaki John Travolta kendisini karavanına kapatmış, sahnesinin çekimi var ama çıkmıyor dışarı, herkes öylece duruyor. Badham genç bir yönetmen, ne yapacağını bilmiyor. Bir yıl öncesinde yine benzer bir durum var, Richard Pryor öylece duruyor, Badham'dan özür bekliyor. Karar anları, setin disiplini o an bozulabilir ve yönetmenin ne yapacağını bilmediği anlaşılırsa herkes kafasına göre davranmaya başlar. Badham işi öğreniyor ama işten önce insan ilişkilerini öğreniyor, hatalar yaparak. Pryor bir sahnenin çekimi sırasında can güvenliğinin tehlikeye girmesi sonucu özür dilenmeden çekime devam etmek istemiyor, John Travolta canlandırdığı karakterin yürüyüşüne taktığı için karavanından çıkmıyor, boşa geçen her an yapımcılar için maddi zarar. Yönetmen şutlanıp yerine bir başkası getirilebilir, sonuçta oyuncuyla yönetmen arasında bir seçim yapılacak olsa yönetmen uğurlanır, yeri hemen doldurulur. "Asla oyuncularınızla ölümüne mücadele etmeyin. Kazanamazsınız. Kazansanız bile bunu yanınıza bırakmayacaklardır." (s. 58) Badham geri adım atmak istemiyor, bir şekilde Pryor'la uzlaşıp çekimleri sürdürüyor ama Travolta'yla en azından o sahne için anlaşamıyor, adamın dublörünü yürütüyor ve köprüden aşağı attırıyor. Dediğine göre Saturday Night Fever'daki şu efsane sahnede iki farklı kişi yürümüş bu yüzden. "Bir mizanseni asla, asla, ama asla en başta oyuncunun katılımı olmadan sahnelemeyin." (s. 53) Travolta'nın mevzusuyla alakalı bir şey. Önce Travolta oynar, sonra dublör Travolta'ya uyum sağlar, tersi her türlü sürprize açık.
Yönetmenin nasıl davranması gerektiğine dair tavsiyeleri var Badham'ın, özgüvenli davranmayı öğrenmek bunlardan biri. "Kararsızlık yönetmenin Waterloo'sudur." (s. 65) Oyuncuları yönlendirmeyi bilmek, repliğin nasıl okunması gerektiğini söylememek gibi pek çok öneri konusunda tanınmış isimlerin deneyimleri küçük ve renkli bölümlere sıkıştırılmış. Mel Gibson, Oliver Stone, Martin Sheen, Kurtwood Smith gibi isimler sinemaya ve insana dair edimlerini paylaşıyorlar, mis. Tavsiyeler arasında bazıları var ki deneyimlemeden edinmek zor, örneğin çıplak sahneler. "Başınızı kaldırıp çatı kirişlerine bakmayı unutmayın. Şişman bir ekip elemanı aniden doksan basamak yukarıdaki asma platforma çıkıp bir elektrik bağlantısını kontrol etmesi gerektiğini söyleyebilir..." (s. 80) Bir oyuncuyla veya set elemanıyla yakın ilişkiye girmemek de başka bir tavsiye. Cinsel münasebet olur, başka bir şey olur, çekimin doğal havasını mahvedeceği için bu da her tür sürprizi doğurabilir. Bunların yanında ana başlıkların oluşturduğu bölümlerin sonlarında o bölümlerde anlatılanların özetlendiği maddelere yer verilmiş, hap bilgi. "Şöyle edin, böyle yapın" gibi.
Yönetmenin etki derecesi. Oyunculara dönüt vermek gerekiyor, mutlaka. Gevşemeleri sağlanmalı. Oyunculuk dersi alınsa çok iyi, oyuncuların psikolojisini bilmek lazım. Gary Busey, yönetmenlerin üniversitede psikoloji dersi almaları gerektiğini söylüyor bir yerde. Oliver Stone da gerçekten başarılı bir yönetmen olmak isteyenlerin oyuncunun bakış açısından bakmaları gerektiği fikri üzerinde duruyor. Yetiştirilme tarzı, eğitim, eğilimler, göz önünde tutulacak pek çok veri var, hepsi değerlendirilmeli ve oyunculara bu değerlendirmelerin sonucuyla yaklaşılmalı. Yoksa karavana kapatıyorlar kendilerini falan, bir dünya iş. Rol dağıtımı ve provalar esnasında setin genel havası ve gidişatı belirlenmiş oluyor, yönetmenin yapması gereken tek şey elindeki malzemeden en iyi sonucu çıkarmak. Çekimden önce prova yaptırıp yaptırmamak kendisine kalmış ama bazı oyuncuların provaya ihtiyaç duymamalarını da anlayışla karşılamak gerektiğini söylüyor, örneğin Robert De Niro prova yapmazmış pek, böyle büyük bir oyuncuyu prova yapmaya zorlamak akıl dışı bir iş olur. Woody Allen yetenekli oyuncuları çok az provayla bir sahnenin içine atarmış mesela, çekim başlayınca kendisi dışında bütün oyuncular panik içinde olurmuş. Anlaşılıyor, Allen'ın filmlerinde herkesin serseri mayın gibi dolandığını sezebiliriz, Allen dışındaki herkesin. Sinatra da prova yapmayı sevmezmiş, "doğuştan provalıymış" kendisi. Yönetmenler için istisnai oyuncular var ve huy keşfi yönetmenin en iyi becerdiği iş olmak zorunda, yoksa daha en başta oyuncularla çatışmanın önü alınamıyor. Steven Soderbergh şöyle demiş: "'Oyuncular bir şeyi biliyor gibi göründükleri zaman çenemi kapamayı ve yoldan çekilmeyi yaşayarak öğrendim. Rol dağıtımını doğru yapmışsanız ve sahne yapısal olarak temelde başarılıysa, onların canını fazla sıkmamalısınız. Bir şeye takılıp kalmalarına neden olmayın ve çok iyi yaptıkları bir şeye dikkatlerini çekmeyin, çünkü bir daha asla çok iyi olmayacaktır.'" (s. 180) İltifat ayarı oyuncunun ayarı demek, denge kurulmalı.
Badham'ın oyuncularından istediği üç şey var zamanında gelmek, replikleri bilmek ve karakterin geçmişiyle hedeflerini bilmek. Bunların dışında oyunculardan istedikleri konusunda detaylara iniyor, mesela oyuncuyu çekime hazır hale getirmek için "anne bakışı" dediği bir şeye başvurmayı tavsiye ediyor. Oyuncuların şamar oğlanı olmaktansa kovulmanın daha iyi olduğundan bahsediyor, öz saygıyı yitirmektense filmden şutlanmak çok daha iyi. Korkulmaması gereken bir şey aynı zamanda, kötü olduğu kadar iyi yanları da var bunun ama yine anlayış giriyor işin içine, Natalie Wood örneği mevzuyu açıyor. Wood bir filminin çekimini saatlerce durdurmuş, oynamayı reddetmiş. Neden? doğru ruh haline girebilmek için Jungle Gardenia diye bir parfüme ihtiyaç duyduğunu belirtmiş. Şoförler araçlarına atlamışlar, bu parfümü aramışlar, bulmuşlar ve getirmişler. Çekimler kaldığı yerden devam etmiş sonra. İstediği hamburger gelmeden çekime başlamayacağını söyleyen oyuncu için yapılacak pek bir şey yok, kameranın yanındaki sopanızı elinize alın.
Böyle. Sırf sinema dünyasındaki ilginç olaylar için bile okunabilir ama Sennet'ın kamusal insanını düşündüğümüzde, eh, her gün karşılaştığımız maskelerle iletişim kurmanın veya kurmamanın yollarını da gösteriyor bir açıdan.
Günümüzün yazarlarını takip edemiyorum, dergileri takip edemiyorum, hiçbir şeyi takip edemediğimi görünce uğraşmayı bıraktım bir noktadan sonra. Yetişemememin iki sebebi var, birincisi maddi olanaklar. Okulda arkadaşlarla geyiğini çeviririz, onlar sınav görevleridir, ek işlerdir derken çok güzel paralar kazanıyorlar. "Zamanımı üçe beşe satamam ben babaerenler, hafta sonlarında sınavdan sınava koşturamam, özel dersle zinhar uğraşamam," derim, onlar da yeni aldıkları kıyafetleri, elektronik aletleri falan gösterirler, kendimizce eğlence işte. Diyeceğim şu ki bu ay 2000 TL'ye yakın bir parayı kitaplara gömmüşken, evet, yine alamıyorum yeni yazarların kitaplarını, çünkü okunacak çok, çok, çok şey var ve buradan ikinci sebebe geliyoruz, okunacak çok şey var. Bir odayı okunacak kitaplara ayırmışken iş çığrından çıktı, ikinci oda da okunacaklarla doldu. Gözüme çarpan bir iki tanesini yazayım, mesela Stephenson'ın Anathem'i uzun süredir bekliyor. Doris Lessing'in, Kureishi'nin, Atxaga'nın metinleri bekliyor. Yeni öykülere odaklansam bu kez Amado, Adichie falan bekleyecek, içinden çıkılmaz bir durum. O yüzden rahat bıraktım kendimi, canım ne isterse onu okuyorum. Kurmaca dışında da her telden okuduğum için yelpaze genişliyor, iyice delleniyorum. Tatildi, Yeşim'le serserilikti derken, zamanımı olabilecek en güzel şekilde doldurunca, eh, benden bu kadar. Arada sırada, denk geldiğim zaman. Onur Akyıl'a denk geldim. Bence iyi oldu, kendi savrukluğuma yakın bir yazarı tanıdım, memnun oldum. Şiir yüzünden oluyor, hep şiir. Kuramlara bakarsak metinden başka bir şeyle ilgilenmememiz gerektiğini söyleyenlere de kulak vermemiz gerekir ama o kadar mekanik bir durum var mı sanatta, bilemiyorum. Estetiği ve eleştiriyi bir temele oturtma çabası bu kapıyı da açmıştır, bilinmesi yeterlidir. Ben her şeye bakıyorum açıkçası, Akyıl'ın öz geçmişine bakınca uçucu imgelerin izini buldum. Bir dünya şiir ödülü var kendisinin, şairin öyküleri veya öykücünün şiirleri değerleniyor, okunuyor, böylesi daha güzel oluyor, türlerin çizgileri giderek silikleşiyor. Hoş. Akyıl 1980 doğumlu ve yazıyor, bu kadar. Bir de Ankara, İstanbul ve İzmir arasında dolanıyor, öyküler de dolanıyor, karakterlerin şehirle bağları öykülerde anlatının akışkanlığını belirleyen faktörlerden biri şehirden doğuyor. Anlatıcının kendi oyunlarının baskın olduğu birden fazla öykü var, bunlar belli bir duruma, âna odaklanmış öyküler. Daha tahkiyeci öykülerde anlatıcının sesinden çok şehrin sesinin yükseldiği söylenebilir, örneğin Tarlabaşı ve Taksim civarında konuşlanan bir öykü var, bekar odalarının çok dilli topluluğundan Cadde'nin karmaşasına ulaşırsınız ve anlatıcının sözcüklerle kurduğu sesi değil, kentin uğultusu ağırdır bu öyküde. Birkaç öyküde daha böyle. Hangi öykü olduğunu bilemiyorum ama ortalarda bir yerdeki, kırılma noktasını oluşturuyor, birkaç öykü boyuna kişisel izlenimlerin şairanelikle kurulmasından ibaretken bir noktadan sonra daha, ne diyeyim, olay örgüsünden nasibini almış parçalara rastlıyoruz.
Dün Gece Çok Gençtim'e bakayım. Aklıma gelmişken, temayül bütünün parçalarının isimlerine tırnak içine almamı söylüyor, "Dün Gece Çok Gençtim" mesela ama aynı şekilde bakamıyorum, parçalar da ayrı birer metinmiş gibi değerlendiresim var. Kişisel tercih. Neyse, Meryem'le anlatıcımızın ilişkisine odaklanan bir öykü. Meryem evli, kadınlığını keşfettikten sonra, kocasını sevmediğini de keşfettikten sonra anlatıcıya sığınıyor. Kocasının da Meryem'i aldattığını söylüyor anlatıcı, eylemi adil bir noktaya çekmek için suçsuz olduklarını defalarca dile getiriyor. Kodlarımıza işlenmiş bu, yerleşik ahlak anlayışımız vicdanın sesini metinlerde yankılatacak kadar kuvvetli, oysa evliliğin saçma sapan, kesinlikle bağlayıcı olmayan akdi miadını birkaç gün sonra doldurabilir ve anlamsız hale gelebilir. Neyse, sevişen bir ikilimiz var ve adamın düşüncelerini yakalıyoruz. Sorunlar yavaş yavaş belirmeye başlıyor, biri noktalı virgül kullanımı. Vonnegut'ın, "Noktalı virgül kullanmayın gözünüzü seveyim," serzenişini pek tutmam ama bu metinlerde yerli yersiz kullanıldığı yerler var. "Birikmiş hayat; korkuya dönmüş yeniden." (s. 13) Selahattin Özpalabıyıklar'dı galiba, noktalı virgülün noktasının işlevini hatırlatıyordu bir yerde. Cümle için açıcı bir süreğenlik sunmuyor burada noktalı virgül, o yüzden nokta veya virgül kullanılabilirmiş aslında. Sanki. Bence. Buna benzer çok örnek var, birini aldım ve geçiyorum. Meryem'in hikâyesi araya sığıştırılıyor, evlilik kurumunun/kuruluşunun çürüklüğünden bahsediliyor. "Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla." (s. 15) Sohbetleri, ilişkilerinin derinliği, kaçınılmaz ayrılıklar ve buluşmalar, sayısız "dün gece", İstiklâl Marşı, kapanış.
İkinci öyküden ve devamındaki öykülerden anlarız ki anlatıcının niteliği ne olursa olsun Akyıl öncelikle atmosferi yaratıyor, anlattığı hikâyeye başlamadan önce karakterlerin içinde bulunacakları dünyayı nispeten betimleyerek, biraz da imgeleyerek kuruyor, ardından olay örgüsü oluşuyor. Güneyden'de ilk bölüm bu kurma işine ayrılıyor, ikinci bölümden itibaren Nihat'la tanışıyoruz. Nihat'ın boynu sol omzuna yaslı ve yıkık, bu yıkıklık metin boyunca çeşitli hallerde karşımıza çıkacak. Sonuçta bükük bir boynun ilişeceği anlamların ipini kim tutabilir? Akyol tutmuyor, oyunlu bir öykü var elimizde. Nihat hasta, boynunda korkunç bir ağrı. Dolaşmaya çıkıyor, parklarda kuş sayıyor, eve dönüyor. Apartmanda bir kız. Tek başına bekliyor. Nihat tanımıyor kızı, bakışıyorlar ve anlatıcı biraz gevşeklik yapıyor burada. "Nihat sertleşti; ehehe; daha sert bir tavır takındı yani, 'Bacağımı bırakınız dedim!'" (s. 21) Bunu anlatının hiçbir düzlemine oturtamıyorum, devam ediyorum. İclal geliyor Nihat'ın aklına, eski eşi. Özgürlük, kadınlık derken yoldan çıkmış bir kadın, Nihat'a göre. Bu sırada "evden bir Edip Cansever geçiyor" ki başka bir öyküden, ses çıkarmadan geçmeye çalışıyor ama yakaladım sanırım, Ağan'da var: "Dağıttığınız hayatı çekip alıyorum, çekip alıyorum bir dağınıklığı hayattan." (s. 51) Akyıl'da şiirin izini rahatlıkla sürebilirsiniz, hatta şiirle biraz uğraşmış olmanız halinde öykülerin acemi ustalıklarını anlayabilirsiniz. Evet. Sonra kızın Suzan olduğu ortaya çıkıyor, Suzan. Annesi çok bahsetmiş Nihat'tan, Suzan da annesi vefat edince çıkıp gelmiş. Temizlikçinin kızı Suzan, Nihat'ın dünyasını tepetaklak edecek. İki yönden. Şimdiyi canlandırması bir şey, geçmişi uyandırması başka bir şey. İclal'in musallatlığı Nihat'ı ketleyecek bir güzel. Bu kadar.
Akyıl'ın öykülerindeki meselelerden biri de sosyo politik ortam. Olay kişisel didinişlerden uzaklaşınca, daha doğrusu karakter bu meselenin üzerine -veya tam tersi- kurulunca farklı bir anlatı tipiyle karşılaşıyoruz. Gerçi en basit eylemler dahi imgeli dilin ucundan dökülüyor. "Çatalda yaşlanan karpuz", "çoktan evlenmiş eski sevgililerin insanın diline politika olarak vurduğu bir namussuz yaz gecesi" gibi örnekler çok. Bu dille Müsait'in yaşamına şahit oluyoruz. Bolca ahkam kesilen bir rakı masasından kalkıyor Müsait, kaldırılıyor, evine getiriliyor, Yenge'ye bırakılıyor. Geçmişi bulacağız, arada bir yerlerde söylendiği gibi. Müsait'i benzeri diğer öykülerden çekip alabiliriz veya o öykülere koyabiliriz, benzer ortamlar ve olaylar anlatılıyor. Teoriyle geçen yaşamlar, eyleme dökülemeyen kaynama noktaları, polisler, şubeler, ihbarlar, kaçış, bütün bunların arasında sürdürülmeye çalışılan seviler, bekleyişler, kırgınlıklar, hüzünlü hikâyeler. Yenge'nin ahvaline dokunup geçiyoruz, sarhoş ve yenik kocasını sevdiği gençlik zamanlarını hatırlıyor, adamı yatağına yatırıyor. Güzel günlerin çoğaldığı fikri yenik neferlerin yarattığı acıyı dindiriyor mu bilmiyoruz, serbest dolaylı anlatıcıya bakarsak ortada mutlanacak bir durum var, ertesi sabah gökyüzünün maviden açık olmasıyla nokta konuyor ama odağı ayarlarsak iki yıkıntıyla karşılaşıyoruz. Yenge, Müsait'i yatağa yatırıp sarılıyor, anlatıcıya göre Müsait, Yenge'nin solcu itlere demediğini ve yapmadığını bırakmayan babasını birlikte gömdüğü "anarşist bir pezevenk". Bu anarşist pezevenklik babanın, Yenge'nin veya anlatıcının fikri, üç anlama da gelebilir. Gökyüzünün maviliği, güzel ve güneşli günler görme umudu gibi etkenlerden ötürü anlatıcıyı silebiliriz, geriye kaldı iki. Yenge'nin görüşü buysa tam tersini de düşünebiliriz, güzel ve güneşli günler gelmeyecektir, Yenge için Müsait'e duyduğu sevgiden -bu da şüpheli gerçi- başka bir gerçeklik, elle tutulacak bir inanç yok. Müsait zaten rakı masalarında dünyayı kurtarmaktan başka bir şey bilmiyor, o zaman bu güneşli günler nasıl gelecek? Eylem önemli kısaca.
Akyıl'ın bir metni daha basıldı son zamanlarda, onu da edinmek lazım. Okunmaya değer öyküler bence. Can Yayınları'nın yaz kampanyası sürüyor, D&R mağazalarından temin edilebilir. Normalde beş kuruş para vermem D&R gibi firmalara ama bu 7 TL olayı çok iyi. Byatt'ın Sahipler'i 36,40 mesela, 7 TL'ye alabilirsiniz. Şaka gibi. Her yayınevi yapmalı bunu. Ucuza okumak istiyoruz, depoları boşaltın yayınevleri. Evet, Onur Akyıl okumak lazım.
Ek: Yazım hatalarını unuttum. Aynı sayfadan iki örnek verip çekiliyorum:
"'Şimdi gidiyoruz ama bu bir daha gelmeyeceğimizi zannetmeyin,' deyip, arkasını döndü ve yürüdü gitti."
"Zaten bütün korkuların ve heyecanlarını yerini bir anda sarı uzun saçlar almıştı."
Yalnızlık, içe çekilmek, toplumdan uzaklaşmak, insanlara katlanamamak, kahve yapmışken sigaranın bittiğini fark etmek, duşa girince su ayarını milimetrik hassaslıkta kotarmaya rağmen bir anda soğuk suya maruz kalmak gibi sebeplerden ötürü -son iki sebebi salladım ama benim köpeğim olsa bunları kesin eklerdim- Nourissier tatlı köpeğine bir dünya mektup yazıyor. Sadece köpeğine değil, kendine de yazıyor. Yoksa metin-gerçeklik-kurmaca üçlüsüyle alakalı bir köpeğe ne yazılabilir? Belki Butor'nun Roman Üzerine Denemeler'ini okuması salık verilebilir ama mahluk ileri seviyede bir okursa o zaman Mehmet Sait Toprak'ın Talmud ve Hadis nam araştırmasına yönlendirmek faydalı olabilirdi, böylece sözlü kültürle yazılı kültür arasındaki farklara kadar geriye gider, belki de Sokrates'in sözlü kültürü sürdürme çabasına karşılık patisini uzatarak elden gelebilirdi, eğer rüyasında bir insan olduğunu gören köpeklerden biri olmasaydı. Ben gördüm, gören de vardır, kimse öyle bir şey görmedim demesin. İnsan merkezci yaklaşımdan çıkıp köpeği köpek olarak görmek bu aşırı yorumun, hatta zevzekliğin çok ötesine, metnin özüne yaklaşıldığı anlamına geliyor. Hayvan Olmak'ta tam anlamıyla bir hayvan olunamayacağı söyleniyordu, doğrudur, ileride bunun mümkün olacağını düşünüyorum ama şu an için bir kamyon empati atsak üzerimize, ormanda yatıp kalkarak hayvanlaşmaya çabalasak, ne yapsak nafile. Bu yüzden Nourissier'nin izleklerini takip ederek bir köpeğe mektup nasıl yazılır, neden yazılır, her mektup bir cevabı da içinde taşır mı, böyle sorulara cevaplar arayacağız ve kuçu kuçunun kulaklarının arkasını fış fış okşayacağız. Metin 1970'li yıllarda yazılmış, Polka ve Nourissier çoktan öldü ama sevgi yaşıyor işte, elimizdeki metnin ortaya çıkışına yol açan olay kadar rastlantısal ve doğal bir sevgi. Yazar New York'ta, köpeğini gezdiren bir adamı izliyor. Sonra olan şu: "Kitapların üzerimize garip bir saldırışları vardır. Onları çok uzakta, soyut, dile gelmez sanırız. Bir olay, onları birden, amansız, baştan çıkarıcı gerçeklikleriyle ortaya çıkarır: O sırada çok zamandır içimizdedirler. Senin öykün de öyle Pola. İçimdeydi, ama nasıl bilebilirdim? Bir işaret bekliyormuş." (s. 7) Bu çok ilginç bir durum, şu anda yaptıklarımızın ve yapacaklarımızın toplamıyız ama geleceği henüz deneyimlemediğimiz için bu toplamı eksik görürüz, henüz bir araya gelmemişiz gibi hissederiz. Neyi yazacağımı veya yazmayacağımı bildiğimi iddia etme cüretini göstereceğim şimdi, tepemde dönüp duran buluta sürekli bir şeyler atıyorum. Herkes kendi bulutuna atıyor. Sanattan, yaşamdan sayısız veriyi alıyoruz, atıyoruz yukarı. Sonra bir şey oluyor, yoğunlaşma diyeyim, aşağı bir "şey" iniyor. Aslında ne olduğunu biliyorduk ama sezgisel bir düzeyde kaldığı için biçimini kestirebiliyorduk ancak, tam bir oluşa varmamıştı. Varlığından emindik bir tek. Bu şekilde bir öykü yazdım en son, bir saat içinde on Word sayfasını doldurdum. Masadan kalktım, hiçbir şey düşünmeden direkt uyudum. Kendimi tükettiğimi hissetmiştim, sıklıkla olan bir şey değildi. Sonrasında başka bir öyküye başladım, iki aydır birkaç sözcük çıkarmak için eşeleniyorum, ilerlemiyor. Başka öykülere başladım, onları yarıda bıraktım, buna dönüp duruyorum. Konu bence çok ilginç ama biçim oluşmamakta direnirse buluta geri fırlatacağım elimdekini, belki başka bir biçimin parçası olur, belki de hiçbir şey olmaz. Bu da bilmeye dahil değil mi? Orada bir şey olduğunu biliyorum, yeterli. Neyse, Nourissier bir "parlama anında" çekip çıkarıyor metni, iki yılda tamamlıyor. İki yıl tek bir zamana sıkışmış durumda, yoğunlaşmanın zamanında.
Polka'nın davranışları, huyları, insanların davranışları, huyları, genel olarak huylar ve davranışlar üzerinden gideceğiz. Örneğin köpeğin tembelliğini ve kayıtsızlığını Nourissier'nin öğrenci hareketleri zamanındaki durgunluğuna ve kayıtsızlığına bağlandığını görünce, kalıp davranışların türler arasında benzer biçimlerde ortaya çıktıklarına dair bir şeyler okuyunca anlamın kayıp gittiğini, ortak bir zeminde buluştuğumuzu göreceğiz. Köpekleşiriz, insanlaşırlar. İnsanın merkezden çıkarılmasıyla aramızdaki fark belirginleşir ama Nourissier o kaygan alana doğru ilerler ister istemez. Köpeklerin bizi tedirgin bir biçimde dinlediklerini, konuşmalarımızın onlara müzik gibi geldiğini düşünür. Sesimizin tonundan hissettiklerimizi anlarlar, bakışlarımızdan da anlarlar, yazarın hassasiyeti hayvanlarla bu yönden bir yakınlık kurduğunu gösterir. Sokak hayvanlarını, savaşta kullanılan hayvanları düşünür, onların yalnızlıklarını ve üzüntülerini hissedebildiğini söyler. Bunların yanında pis kokularını ve şaşkın bakışlarını duyumsadığını da söyler, yine de Polka iğrenilesi bir hayvan değildir, zira hayvan iğrenilesi bir varlık değildir. Hayvan hayvandır. Yaşlanır, ölür. İnsan bu duruma üzülür. Kendi sonluluğunu düşünerek üzülür, alışkanlıklarını yitirdiği için üzülür, sevgisini paylaştığı canlıyı bir daha göremeyeceği için üzülür. Polka da yaşlı bir köpektir, atlayıp zıplamaları sona erdikten ve nefesi kokmaya başladıktan sonra sevginin niteliği değişebilirdi ama Nourissier böyle bir değişimin gerçekleşmediğini düşünür, sanki kendisi hiç büyümemiş, zaman geçmemiş, bir şeyler değişmemiş gibi. Bir canlı, başka bir canlıyı zamanın bir yerine sabitler. O zamanı hatırlayıp hatırlamamak türün özelliklerine ve zihnin durumuna göre değişir. Yazar, Polka öldüğü zaman bütün bu yazdıklarını unutmuş olabileceğini düşünür ve üzülür ama sürecin doğallığından ötürü pek de isyan etmez, sadece yeterince hakkını vererek yaşayıp yaşamadığını sorgular.
Metin kısa bölümlerle biçimlendirilmiştir, her bölümün ayrı bir mevzusu vardır. Bir bölümde romanın anarşiye kapı araladığını okurken takip eden diğer bölümde yazınsal yaşamların olağanlığı üzerinden bir metni olağanın dışına çıkarma biçimleri irdelenir, hemen ardından köpeklerin osuruklarından, fütursuzca yiyip içmelerinden bahsedilir. Hızlı geçişler baş döndürür, iyidir bu. Belirli bir odak yoktur, varsa da Polka'dır ama Polka da değildir, parıltı karma bir metin ortaya çıkarır. Yirmi yaşın düşüncesinde köpeklere duyulan sevgisizliğin kırklı yaşlarda zıt kutba ulaşmasını romanın şiirle temas ettiği noktalarda aramak, kendi sanatını sorgulayan bir sanatçının en ince duyarlılıklarını göstermek için sıkı bir yöntem. Devam edeyim, yazara göre yazmanın hiçbir soyluluk sağlamaması baş döndürücü tutkuları gidermenin yanında göze alınabilir. Yazar olarak bir soyluluğunuz olduğunu düşünüyorsanız tabii. Hırpalanmayı göze almak gerekir bir şey üretmek için, tedirgin olmayı da göze almak gerekir. Aslında sürekli bir tedirginlik hali. Etkilenme endişesinden anlatının başını alıp gitme tehlikesine kadar korkulacak pek çok mesele varken ne cüret aslında. En sağlamından. Sanatın sürerliğini cüretler toplamına indirgemek istemiyorum ama öze en yakın noktalardan biri de bu. Köpeklerle ilgili yazılmış milyon tane metin varken Nourissier neden bir tane daha yazmak istesin? Cüret edebildiği, düşüncesince köpekleri kimse onun gibi yazamadığı için. Yeterli. Bir kere Polka evi yuvaya çevirmeden çok yetenekli, sırf bu yüzden bile bu metnin yazımı için bir sebep doğmuş oluyor. Yazar ve eşi -görünürde- sıkıntılı bir hayatı paylaşıyorlar, aralarına giren mesafeyi bir türlü kapatamıyorlar, ta ki Polka bir gün eve gelene kadar. Yüz papel ödüyor Naurissier, köpeği alıp evine geliyor ve o evin havası, iki insanın yaşamı değişiyor. Süper.
Ne güzel mektup, Polka'ya yollanmışsa da cevabı çoktan elde edilmiş. Paris, New York, Fransa, Avrupa, her yerden yankıları duyuluyor, Nourissier gittiği her yerde Polka'yı ve dolayısıyla yaşamını düşünüp kendilikle ilgili sezgilerini bir araya getiriyor, bu metni adım adım oluşturuyor. Çok iyi.
Yusuf biridir ve aranmaktadır. Arayan en az iki kişi vardır, konuşulan insanların "birader, kız, hanım," gibi hitaplarından anlamaktayız bunu. Arayan/dinleyen kişi belli değildir, bir kişi olduğu bile belli değildir, belki de bütün anlatıcılar aynanın karşısına geçip konuşmaktadırlar, kendi kendilerine Yusuf'u anlatıp adamı anılardan çekip çıkarmaya, bulmaya çalışmaktadırlar. Bölümler başlıksızdır, farklı anlatıcılar Yusuf'un farklı bir dönemini, duygusunu, özlemini anlatmaktadırlar. Yusuf'un girdiği ortamların ve ilişki kurduğu insanların nitelik farklılıkları gereği anlatıcıların dili farklılaşır, örneğin adamın ilişki kurduğu avukat daha düzgün bir Türkçeyle konuşurken pavyondan veya hapisten tanıdığı arkadaşları argonun dibine vururlar. Burada bir sıkıntı ortaya çıkıyor, küfürlerin havalarda uçuşup "bir"lerin "bi"ye, yazı dilinin konuşma diline döndüğü bazı bölümlerde bu dönüşün tamamlanmadığını görürüz, şimdiki zaman kipinin son harfi yerindedir, düşmesi gerekenler düşmez, kalkması gerekenler kalkmaz, argo sözlüğü baştan aşağı taranmış ve müthiş bir sözcük zenginliği sağlanmış da sözcüklerin konuşma sırasında aldıkları biçimlere pek dikkat edilmemiş gibidir. Çok rahatsız edici bir şey değil, ara ara karşımıza çıkıyor. Gerçi aşırılığa kaçan serseri muhabbetleri rahatsız edici olabiliyor, o ayar da bazı anlatıcılarda tam tutmamış ama bazılarında, örneğin Yusuf'a derin bir öfke duyan hapishane dayısının söylediklerinde cuk oturuyor. Başka ne oluyor, Yusuf soruluyor. Biri anlatmaya başlıyor ama Havva'dan başlayarak, Musa'dan ve İsa'dan bahsederek, adamın aslında bir nevi ermiş olduğunu hissettirerek. Güzel yüzlü, parlak, bir açıdan akıllı, alımlı bir çocuk. Eski hikâyelerin bir parçası, menkıbelerden fırlama bir eleman, arka sokağın dızcı piçi, her türlü yola gelen bir çıngarcı. "Kimdir Yusuf? Aynada ne görüyorsan odur." (s. 10) Köf Şefik böyle söylüyor, sonra Necdet'e geçiyoruz. Çocukluk arkadaşı. Yusuf'un lise terk olduğunu, birlikte çalıştıklarını anlatıyor. İyi para kaldırmışlar, BMW almış bu Necdet, aracın koltuğuna "Zidan gibi kurulmuş". Koltuğa Zidan gibi nasıl kurulunur, bunu da biraz anlatsaymış iyi olurmuş ama havada bıraktığı başka şeyler de var, boşa atılmış kurşun gibi gözüküyor bunlar, argonun dozuyla alakalı. Aslında her anlatıcının havada bıraktığı şeyler ve doldurduğu boşluklar var, Yusuf doldurulacak bir boşluk, herkesten bir parçayla dolar.
Yusuf babasından sopa yiyor, bunu komşusu anlatıyor. Balık tutmayı ve sabrı öğreniyor, bunu balıkçı bir baba anlatıyor. Hızır'dan el aldığı bir arif tarafından anlatılıyor, el verdiği insan kahvede onun gibi kalın kalın kitaplar okumaya başladığını anlatıyor, adam ilahi bir dokunuştan sonra hakkında konuşan herkesin yaşamını öyle veya böyle sarsıyor, ailesini ve dokunuştan öncesini bilenlerini hariç. Babası hiçbir şey söylemiyor, oğlanı silmiş. Annesi kendince çocuğunun hatalı olduğunu söylüyor, dayak yemeye alışmış bir kadının ataerkil düzene eğdiği boyun acı verecek kadar kırılgan. Her anlatıcı başka bir dünyayı, kendi dünyasını da açmış oluyor; polisler polis şiddetini, emniyetteki dalavereleri ve iktidarın gücü gaddarca kullanmasını anlatıyor, aslında doğrudan anlatmıyorlar ama dayaklar, işkenceler, hukuksuz işler kokuşmuşluğu açığa vuruyor. Kıpti ve derdini anlatış biçimi. Toplumun çürük parçaları daha ağır basıyor, bunun yanında Yusuf'u çok sevenler ve ondan sadece iyilik görüp ona iyilik yapanlar da var. Okul masrafları karşılanan kız Yusuf'a aşık olsa da adam kullanmıyor kızı, onu bir kardeş olarak görüyor. Paraya ihtiyacı olan adamın atadan kalan saatini de kurtarıyor Yusuf, Hızırlığının sonucu. Hapishanede, sokakta, pavyonda, yardıma ihtiyacı olanlara yardım ediyor ve hırsızlık faslına hemen hiç dokunulmuyor. Yusuf dayaktan bıkıp evden kaçtıktan sonra nakliye işine girip iyi para kazanıyor, ne taşıdığını hiç bilmiyor ve sorgulamıyor. Ufak tefek hırsızlıkları var, para sızdırma işleri var, baktığı falların doğru çıkması olayı da var ki etrafındaki esrarengizliği derinleştiren bir mesele. Yanında çalıştığı kadın hakkında iyi şeyler söylüyor, pek bir fenalığını görmemiş. Yusuf fena biri gibi durmuyor, sadece gelişine yaşıyor ve fenalığı da gelişine ama Hülya'ya yamuk yapmadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Seviştiği kadınlar yakışıklılığından, seks yaparken gerçek anlamda bok yemesinin çekiciliğinden bahsediyorlar, kimi arkadaşları birlikte ayıkladıkları kadınlardan bahsediyorlar, grup seks yaptıklarını anlatan adam detaylarda boğuluyor ve Yusuf'un sağlam pompacı olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor. Profesör kadınla takıldığı zamanlar, şeytan tüyünün de ortaya çıktığı zamanlar, bir nevi Ali Desidero, bir nevi incelikli hayta kendisi.
Hülya. Kendi sözcükleriyle Yusuf'u hikâyeleştirmesi büyük bir aşkın yıkıntıları arasında yankılanıyor. Hülya'yla üç yıl birlikte yaşamışlar, kadının yaşamındaki en dolu üç yılmış o. Anlatıcılar arasındaki bağlantılardan bu hikâye de yavaş yavaş beliriyor, Hülya'nın hapisteki kesiğinin söylediklerine bakarsak Yusuf'un ortaya çıkmaması kendi hayrına olacak gibi duruyor ama uzun süredir ortada yok zaten, çoğu insan onu arıyor, özlüyor veya öldürmek için ortalığı kolaçan ediyor. Çiçekleri çalınan bir anlatıcının çiçekleri başka bir anlatıcının geçmişinin bir parçası olduğunu görüyoruz, nesneler veya insanlar başka insanların hatıralarından çıkıp geliyor, böylece anlatılar birbiri arasında köprü kuruyor, bir olay birkaç bakış açısından yansıyıp değişebiliyor, öznelliklerin ortak noktaları olduğu gibi farklı Yusufları da ortaya çıkarabiliyor. Neyse, Hülya. Ressam bir kadın Yusuf'u alıp götürmeden önce, en azından götürdüğü söylenmeden önce bir pavyonda karşılaşmışlar, kadın tutulmuş, Yusuf da tutulur gözükmüş ama yaşamı her haliyle görmek istermiş gibi hareketliymiş, üç yıl kalabilmiş kadının yanında. Bir şey arar gibiymiş Yusuf, ne aradığını bilmeden arıyormuş. Kitaplarda, sokaklarda, kadınlarda aramış da bulamamış. Kaybolmuş en sonunda, ortaya çıkmıyormuş bir türlü. Arıyordur, bulamıyordur, başka mekanlarda tekrar arıyordur ve belki bu kez yeterince uzaklaşmıştır, o yüzden kimse bulamıyordur Yusuf'u. Yusuf Kenan ilinde kaybolmuş, bulana aşk olsun.
Hoş metin. Biraz fazla karnavalesk ama meseleleri çeşitlendirme yöntemiyle rahatsızlık vermiyor, birden fazla anlatım biçimiyle bambaşka bir metin haline gelebilirmiş, gelmemiş, belki de bu hali iyidir. Okunası.
Filozofların yedikleri, içtikleri üzerinden felsefe devşirme çabası ilginç sonuçlar vermiş, yürümekle ilgili bir şeyler de yazmış olan Onfray bir tema etrafında düşünce dünyasına eğilme işini iyi yapıyor. Epigraf Ecce Homo'dan, Nietzsche'ye göre insanlığın selameti için Tanrıbilimci antikalıkların hepsinden daha önemli olan şey beslenme sorunuymuş. Vücudun girdisinin çıktısının hesabı bir açıdan, bunun içinde kültürel farkların etkisi, düşünürlerin yaşadıkları coğrafyaların sunduğu besinlerin niteliksel ayrımı düşünme biçimlerini de etkiliyor, Onfray sofralarla düşünceler arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. "Diyetetik" diyor buna, yediğimiz şeyden ibaretsek o zaman sofraya gelen kanlı etlerden, masada ete yer bırakmayan çeşit çeşit yeşillikten okunabilecek bir şeyler var. Yazar bu okumayı yapıyor işte, metinlerde kafa patlatılan meselelerin beslenme alışkanlıklarıyla ilgili olduğunu gösteriyor ama pek derinleştirmeden yapıyor bunu, birkaç örnek üzerinden gidip genel bir yargıya varmadan durumu ortaya koyuyor. Yirmi sekiz yaşındayken kalp krizi geçirmesinin etkisi var bunda, hatta, "jandarma kılıklı kadın" dediği diyetisyenine hazcılık dersi vermeyi amaçladığını söylüyor bu metinle. Öncesinde maşallah bir sağlam yemiş, kalbi alkol ve tereyağı havuzunda yüzer hale gelmiş beyefendinin. Hemen House M.D.'ye gidiyor kafam, bir bölümünde aşırı kiloları yüzünden ölmek üzere olan bir adamı kurtarmaya çalışıyorlardı. Adam hazcılığını sonuna kadar yaşamak istediğini, istediği kadar yemeye devam edeceğini söylüyordu, bizimkilerin eli kolu bağlanıyordu falan. Onfray de benzer bir hikâye anlatıyor; gençliği pek de iyi şartlarda geçmemiş ve yatılı okulla birlikte içmeye başlamış, sonrasında para kazanmaya başlayınca da yemeye. İnsanın kıtlıktan çıkar gibi yediği bir dönem oluyor, ben de Zonguldak'a ilk gittiğimde hayvan gibi yemeye başlamıştım. Okuldan çıkıyordum, akşama dizilerim hazırdı, cipslerle tatlılara maaşı önemli derecede sarsacak bir meblağ ayırıp evde keyif yapıyordum. Tam hayvanlık. Evime gidene kadar beş dakika yokuş çıkmam gerekiyordu, o yokuşla yediğim fazlalıkları attığımı düşünüyordum falan, haha. Bok. 125 kiloyu gördüm öyle, 75'e düşene kadar imanım gevredi sonra. Şu an imansızım ama bu meseleyle ilgisi yok, çok daha önceden oldu bu. Neyse, "Otuzbirci, osuruklu ve yamyam Diogenes" ile başlıyoruz. Ben bu Diogenes ve şürekasını pek severim, Köpeklerin Bilgeliği nam metinde kendilerine dair pek müthiş şeylere rastlayabilirsiniz. Sokratik dünyanın kılçıkları, canlarım benim. Kinik beslenme nihilizminden gelecekçi mutfak devrimine kadar pek çok yol çıkıyor karşımıza, ilki bu kinik biraderlerin kursaklarından içeri tıktıkları besinler. Araya diğer filozofları da sıkıştırıyor Onfray, Descartes'ın yiyip içtiklerinden ve fikirlerinden yola çıkarak bol miktarda şarabın, kadının ve düellonun varlığından bahsediyor. Spinoza tereyağıyla hazırlanmış bir çorba ve bir testi bira ile geçirirmiş gününü, makineyi işler tutmak için makine gibi beslenmesi ve hatasız, makinemsi bir düşünce temeli oluşturması gerekiyormuş. Becermiş bunu. Gerçi bunu böyle söylemek doğru değil, bir bütün halinde ortaya çıkıyor bu yaşamlar, biz sadece beslenme noktasına odaklanıyoruz bir tek. Diyetetiğin paganizmin önemli bir koşulu olduğu söyleniyor. "Yiyecek, besin Tanrısız -ve tanrılarsız- bir yaşama sanatının maddeci ilkeleri haline gelir." (s. 25) Beslenme işi kendilik estetiğinin bir parçası olarak görülebilir, bunu en son Nietzsche'nin düşündüğünü söylüyor Onfray. Foucault'nun bunu bir öznellik sanatı haline getirdiğini söyleyerek de bitiriyor, şimdi kinikler. "Bizim iflah olmaz melankoli çağlarımız, olası tüm yanılsamalara kapılır oysa. Diogenes'in kinik estetiği, aydınlık istenci olarak bu karanlıkçı sapmanın panzehiridir." (s. 29) Diogenes bir fıçıda -amforaymış aslında, fıçı Galya icadıymış- yaşıyor ve pişmiş aşa işiyor açıkçası, Prometheus'u ve ateşi reddediyor, uygarlık göstergesi bunlar. Çiğ et yiyor, siyasal-dinsel koşullardan kaçabilmek için hayvanların beslenme düzeyine inmeye çalışıyor. Diogenes Laertios'un dediğine göre -güvenilirliği pek yüksek olmayan bir derleyici bu adam- insan eti yemeyi de uygun bulur Diogenes, nihilist bir toplumsal bakış açısına göre gayet makul bir istenç ama birçok anekdot onun zeytin ve yabani meyvelere insan budundan daha düşkün olduğunu gösteriyormuş. Toplayıcıymış kendisi, ne bulursa yiyor ve pınarlardan su içiyor. Hatta onun muydu şu kap hikâyesi, hiçbir şeye sahip olmamak isteyen birine su kabının ne iş olduğunu soruyor da adam kabı kırıyor falan, böyle bir şey vardı. İşin hazcı boyutuna bakarsak Diogenes yazdığı bir mektupta yediği onca şeyi bedenini eğitmek için değil, zevk aracı olarak gördüğü için yediğini söylüyor. Toplumun yerleşik kurallarına gülen bir adamın kalabalık bir yerde otuzbir çekmesini de garipsememeliyiz, ölümü için anlatılan ilginç senaryolarda da yine aşırılıklar var, namına değer bir şekilde ölmüş adam. Canım benim.
Rousseau'ya geliyoruz. "Filozofun, modernliği ve kendi çağını eleştirme saplantısına sahip olduğu, buna bağlı olarak da ancak mitik denebilecek, doğaya uygun yaşama yatkın olduğu bilinir." (s. 39) Doğanın bizi bilimden korumak istediğini düşünen Rousseau göçebelik ve yerleşiklik, doğanın doğası gibi konularda birtakım ileri geri düşünceleri üretirken yemeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Basit ve kırsal ürünler tüketmeliyiz, en azından son derece az hazırlık gerektiren besinler bulmalıyız. Voltaire mantarlı hindi diyor, güvercin palazı eti diyor, Rousseau da süt ürünleri ve sebze diyor. Bu garip yemekleri merak ediyorum ben ya, örneğin portakallı ördek kuşkonmazı. Kuchko peynirli bizon muzu küşlemesi falan var ya, bu tür şeyler. İnsanlar neler yiyor ya(v). Rousseau davetlerin nasıl olması gerektiğine kadar kafa yormuş, herkes herkese hizmet edecek, herkes kardeş olacak. İtiraflar'da söyledikleri alınmış, bir köy ekmeği kadar güzel bir ikram düşünemiyormuş falan. Bu arada filozofların metinlerinden parçalar kırpılmış ve aralara serpiştirilmiş, diyetetik böyle oluşturuluyor. Beslenme tipinin insanın bir anlamda kaderi olduğunu söylüyor Rousseau, fazlasıyla ot ve sebze yedikleri için İtalyanların kadınsı olduğunu, ete gömüldükleri için İngilizlerin sert ve barbar olduğunu, esnek ve değişken Fransızların her türlü besini tükettiğini söylüyor. Yoğurdu övüyor, karma yemeklere karşı olduğunu belirtiyor, etin tadının insanın doğasına uygun olmadığını iddia ediyor, canilerin kan içtiğinden ve çiğ et yediğinden bahsediyor falan, Rousseau'nun beslenme kuramı oldukça kapsamlı. Spartalılara özgü olduğunu söylüyor Onfray, vazgeçişin, çilenin ve manastır kurallarının kuramı bu.
Kant. "Immanuel Kant, otuzu geçtiği bir dönemde, öteden beri müdavimi olduğu kahvehanelerden birinde o kadar çok içki içti ki dönüşte Königsberg, Magistergasse'deki evinin yolunu bulamadı." (s. 53) Her akşam bilardo ve kağıt oynayıp öğlenleri şarap içer, öğle yemeklerine dostlarını çağırır ve bu yemekler akşam saatlerine kadar uzar, çağıracak birilerini bulamayınca hizmetçilerine yoldan geçen birini yakalayıp sofraya oturtmalarını söyler. Asla bira içmez, biranın etkisini ağır ağır gösteren öldürücü bir zehir olduğunu düşünür. Basurun ölümüne yol açtığı düşünülüyor, sağlam yiyor Kant, aşkınlığı sofrasında görmekten hoşlanıyor. Tat alma deneyiminin tek başınalık ve öznellik taşıdığını düşünüyor, Gerçek, Doğru ya da Güzel için evrenselleştirilebilir yargıya izin veren duyuları yeğliyor ki tat alma bunların başında geliyor. Metinlerinde sanata pek yer vermediği söyleniyor, resimlere veya müziğe pek yer yok. Müzik sadece duyguları ifade ettiği için sallamazmış pek. "Sağır filozoflardan kendimizi sakınalım," diyor Onfray, hay yaşa. Kantçı sarhoşluktan girdiği bölümde metinlerden ve Königsberg sokaklarındaki yürüyüşlerden diyetetiği ortaya koyuyor; gözlem kendi bilgilerini tamamlamasını sağlıyor, bu yüzden saf ve pratik aklın doğrularının kendiliğinden, doğal bir bireşimden doğacağını düşündürüyor. Aşırılığa karşı çıkıyor, hazdan entelektüel ölçülere uygun biçimde yararlanmak için canavar gibi yememek ve içmemek gerektiğini söylüyor. Alkol de uyuşturucu gibi kendine hakim olmayı engellediği için Kant'ın "bağışlayıcılığı elden bırakmaksızın" incelediği bir mesele haline geliyor. Sonrasında yeme alışkanlıkları geliyor, Kant'ın midesinden çok çektiğini öğreniyoruz. "Onun yaşamöyküsünü kaleme alanların sadakat ve titizliği o derecede ki Kant'ın kabızlığı hakkındaki ayrıntıları bile biliyoruz. Freudcular buna sevinirlerdi: Kantçı etiğin oluşmasında büzük ve büzüğün rolü." (s. 62)
Marinetti'nin fütürist kurguları bu incelemenin en matrak ve okunası parçası ama girmiyorum oraya, hatta burada bırakıyorum, kalanlar: Fourier, Nietzsche, Marinetti ve Sartre. Sartre'ın deniz ürünlerinden duyduğu tiksintinin izlerini romanlarında ve diğer metinlerinde aramanın sonucu da kapsamlı bir bölüm çıkarmış ortaya, Simone de Beauvoir'nın Sartre hakkında söyledikleriyle birleşince ilginç bir Sartre portresi çıkıyor ortaya. Kısacası bu metin iyi, geçen yaz D&R'larda -yanlış hatırlamıyorsam- 5 TL'ye satılıyordu. Hatta aldığım günü çok iyi hatırlıyorum, bisiklete atlayıp önce sahilden Cevizli'ye kadar gidip sonra Maltepe Park'a çıkmıştım, Can'ın kelepire düşürdüğü kitaplardan iki koca torbayı doldurup gidonun iki yanına asarak eve dönmüştüm. Çok eğlenceliydi, yorgunluktan gebermiştim ama güneşin batışını falan izlemiştim, güzeldi. Bu yazın kelepirlerini merak ediyorum, yine çıkarım sefere. Genelde aynı ama başka AVM'lerde başka kitaplar olabiliyor, tek bir yere bakmamak lazım. Bir yerde biten kitap başka bir yerde oluyor falan. Üç beş yer gezmek lazım. Evet.