Nörobilim temelli kırk kısa öykü kırk farklı olasılık sunuyor, aslında çoğu tek bir olasılığın biçimleri. Neokorteksimiz sağ olsun, hikâyeleştirilip örüntüye dönüştürülen algısal izler sayesinde yaşama dair az çok bir fikrimiz var. Bilgimiz az, fikrimiz de az. Kurzweil'a göre görselliğe dönük donanımımız elde edilen verilerin tamamını işleyemiyor, gördüğümüz şeyler on üç görü çerçevesinin birleştirilmesinden oluşuyor, bu çerçevelere giremeyen veri ne oluyor, kayboluyor. Dünyanın tamamını deneyimleyemiyoruz kısacası, üstelik tek bir duyudan kaynaklanan bir kayıp bu, diğer duyuları da katarsak deneyimlediğimiz yaşamın güdükleştiğini söyleyebiliriz. Var olduğumuz dünyada yaşamıyoruz aslında. Bunlar bir yana, neokorteksimizde kronolojik sıraya dizilip anlam örüntüsü yaratan anılarımız aslında bir bütün olarak gelmeye yatkın, tek bir anı parçası işleme girerken bağlandığı diğer parçaları da peşinde sürüklüyor, bilinç bütün anları yumak haline getirip gözlerimizin önünde yuvarlıyor. Eksik ve modüler yaşamımız sona ererse ne olur? Mesela bütün anılar toptan hatırlanacağı için gözlerimizi hiç açmadan otuz yıl uyuruz, yedi ay boyunca aralıksız seks yaparız, on gün hiç durmadan televizyon açarız, her şey bir araya gelmiştir. İlk öykü bu, Eagleman öykülerinde beynimizin çalışma prensiplerini ele alarak ölüm sonrasını kurguluyor. Sadece nöroloji yok bu öykülerde, The Simpsons'ın açılış sekanslarından birinde Homer'ın gözüne girip evrenin en uzak köşelerine varan yolculuğa benzer yolculuklar var, birtakım varlıkların kurduğu evrenin bir parçasına dönüşmeye dair uydurukluklar var, Tanrı'nın evrenle ne yapmak istediğine dair çıkarımlar var, çeşit çeşit. Tanrı'nın insafa gelmesi örneğin, insanlar daha fazla acı çekmesin diye Şeytan'ı işten çıkarıyor ve herkesi cennetine topluyor. Gerçek eşitlik ilk defa hakikate dönüşüyor, komünistler inanmadıkları bir varlığın inandıkları değerleri hayata geçirmesiyle şaşkınlığa düşüyorlar, muhafazakarlar hor görebilecekleri çulsuzlar olmadan mutlu olamıyorlar, liberaller, anarşistler, herkes mutsuz, nihayetinde herkes cehennemde olduğuna dair fikir birliğine varıyor. Karşı kutbun, ötekinin olmadığı bir dünya yaşanabilir olmaktan çıkıyor, Matrix'in ilk versiyonu da benzer bir sebeple çöküyordu. Amigdalanın korku üretmesi lazım, bunun için yeterli ölçüde korkunun/kaygının olmadığı bir dünyada beynin atıl duruma geçmektense yer aldığı organizmanın yaşamını sonlandırması olasılık dahilinde, dolayısıyla beynimiz ne yapmaya muktedirse onu yapsın, beyne onu yaptıralım, yoksa içeriden havaya uçarız ve pek de bir olayı olmayan dünyaya veda ederiz. Etmeden başka bir mevzuya geçelim, yine anılarla ilgili. Ölünce belli belirsiz bir değişiklik hissediyoruz, güne başlar gibi yaşıyoruz, dişlerimizi fırçalıyoruz, işe gitmek üzere evden çıkıyoruz, bu tür şeyler. Her günkü gibi bir gün, tek fark yeni uyarıcıların olmaması. Aynı insanlarla aynı yollarda gidiyoruz, her gün aynı anıları canlandırarak yaşıyoruz, aslında minicik bir dünyamız var yani. Yaşarken de böyle. Ben dünya diye bir şey olduğunu ilk olarak askere gidince anlamıştım mesela, askerlikten öncesi her şeyin yavan bir çeşitlemesi olarak giderken o facia bana yaşamın boyutlarını gösterip beynimi yakmıştı. Neyse, yalnızlık duygusunu hiç o kadar derinden hissetmemiştik, her şey aynıydı, üstelik kendi seçimlerimizin sonucuydu her şey. Otobüs durağında bekleyen insanlardan biriyle konuşsaydık yaşamı genişletecektik, yapmadık. Gökyüzü hep aynı renkte, kartondanmış gibi kaldı, bir an olsun durup göğü izlemedik. Bir nevi cehennem bu, aynılık. Başka bir cehennem, türler basamağında iniş. Öldük, bir at olmak istedik. Özgürce koşmak, çayırlarda hoplayıp zıplamak istiyoruz. Bedenimiz şekilleniyor, at formuna giriyoruz ama beynimizi geride bırakmak zorunda kalıyoruz, at beyni insan beyninin ürettiklerini üretemediği için düşüncelerimiz yavaş yavaş kayboluyor, at olmak istediğimizi hatırlayamıyoruz, daha da kötüsü bir daha insan olamayacağımızı hatırlamak insan olarak yaptığımız son şey oluyor ama at olduktan sonra bunun pek de bir önemi yok sanırım, ölümün olduğu yerde biz yokuz yani, Antik Yunan vecizesi.
Ölmeye devam ediyoruz, başka bir düzlemde başka varlıklarla karşılaşıyoruz. Lütfedip bizimle konuşuyorlar, normalde sallamazlar. Neil deGrasse Tyson'ın seminerlerinden birinde söylediği bir söz var, insanlara en son ne zaman yolda yürürken durup da bir kuşla, bir solucanla konuştuklarını soruyor. Belki öyle varlıklar var ki bizi sallamayacaklar, bir parça sümükmüşüz gibi yanımızdan geçip gidecekler de farkına bile varmayacağız bunun. Neyse, öyküdeki varlıklar başka bir varlığın farkına varıyorlar. Evren aslında, bütün parçalarıyla evren, yaşamın sebebini de içeren. Ne ki konuşmuyor, kendisiyle iletişime geçilip geçilmediğinin farkında bile olmayabilir. "Anlam, uzamsal boyuta göre değişiklik gösterir." (s. 24) Tanrı'nın gözdesinin Shelley olduğunu düşünelim örneğin, O'nun anlamını bir yazar taşıyor. Öbür tarafta Shelley'nin etrafında melekler var, kadına hizmet ediyorlar, kadın başının az üzerinde duran bir haleyle etrafına bakıyor. Olay Frankenstein'ın Canavarı'nda bitiyor tabii, tanrılar yarattıkları varlıkları sevebilirler mi, özellikle yanlış yaptıkları veya birbirlerini yok ettikleri zaman? Tanrı'nın yalnızlığını kusursuz bir şekilde anlattığı için Shelley baş köşeye alınıyor, makul. Başkalarının yaşamlarında rol almakla birlikte anlamı oluşturanlara da bakalım, bazılarının rüyaları bazılarının gerçekliği haline gelince dünyadaki herkes birbiriyle etkileşim kuruyor, böylece gecenin yaşandığı yerlerdekiler gündüzdekilerin yaşamlarını deneyimliyor, rüya boyutunda. Ölümü kardeşi rüya, insanları birbirlerine bağlayarak onları öte tarafa hazırlıyor. Bunun da bir sonu var, başka bir öyküye bağlıyorum: "Üç ölüm vardır. Birincisi bedenin işlevini yerine getirmeyi bıraktığı zamandır. İkincisi bedenin mezara sevk edildiği zamandır. Üçüncüsü ise gelecekte, isminizin son defa telaffuz edildiği o andır." (s. 31) İsmin telaffuzunun yeterli olacağını sanmıyorum gerçi, aile ağacını çıkaran bir torunumuzun sayesinde sonsuza kadar yaşayabilecek miyiz? Sanmam, hatıralarla bir ilgisi olmalı bunun. Başka bir yaşamı etkilediğimiz ölçüde canlı kalacağız. İki yolu var bunun, biri insanların yaşamlarında bıraktığımız anılar ortadan kaybolmadan yaşamaya bir güzel devam ederiz, bu iyi. İkincisi de moleküler değişim, belki bir parçamız yıldıza dönüşebilir, gezegene de dönüşebilir, her şeye dönüşebilir. Böylece atomlarımız bilinç kırıntılarını taşıyarak masif gök biçimlerini oluşturabilir. Bir zamanlar neye ait olduklarını hatırlayamazlar ama sezerler, tıpkı bizim de zamanında çok büyük bir şeyin parçası olduğumuzu hissedip o şeyi hatırlayamamamız gibi. Bunu hisseden vardır diye umuyorum, diyelim ki deniz kenarındasınız, denize ve gökyüzüne bakıyorsunuz. İlahi, kutsal bir şeyden bahsetmiyorum, bilinçlilikten veya bilinçsizlikten de bahsetmiyorum, sadece bir durumun yarattığı histen bahsediyorum. Hatırlamamızın imkansız olduğu bir durum, önümüzden geçen vapurlar gibi orada duruyor, dile gelmeyecek bir şey. Garip.
Kırk öykü, kırkı da birbirinden ilginç öykü. Son zamanlarda okuduğum en kafa açıcı şey bu, ihtimallerin varlığı sevindirdi açıkçası, ne diyeyim, daha az kıstırılmış hissettim.
Korkumu dindirmek için okurken derinleri gördükçe daha fazla korkuyorum, kırılmaz bir döngü. Dikkatimi başka yere veriyorum, bu kez davranışlarımı incelemeye başlıyorum ve farkına varıp varamadığım onca etkenin içinden çıkamıyorum. Herkesin cevabını alamayacağını bilerek sorduğu soru: '"Ben", kimsin veya kimsiniz?' Bir noktaya kadar aydınlık, sonra teorilerin yarım yamalak ışığı, sonrası karanlık. Korkutan bu, Laplace'ın Şeytanı'nı aramıyorum ama bir örüntü, bir anlam, bir şey. Yeni değil, çağlar boyunca kuyruğunun peşinden koşulan, sorulmazsa bilinen anlam için düşüncelerden başka çatılan bir şey olmamıştı, geçtiğimiz yüzyıla kadar. Anlam nörolojide gizli demek de istemem ama en somut verileri nöroloji sağlıyor, ben de Eagleman'ı ve beyinle, düşünceyle, soyut tasarımın somut karşılığıyla ilgili her şeyi takip ediyorum. Aklımın almadığı bir sonsuzluğun kıyısında durduğumu seziyorum bu adamın metinlerini okudukça, yanı başımda giz bütün ihtişamıyla duruyor ama göremiyorum. Çıldıracağım. Sakinim. Kafamın içinde bir şey var, ne olduğunu bilmiyorum. Yabancı el sendromunu yabancı zihin sendromu olarak hayatımız boyunca taşıyoruz ve bunun farkına varmıyoruz, benlikler arasında el yordamıyla aranıp duruyoruz ama hepsi toza dönüşüp kayboluyor. Her şey uzun vadede toza dönüşüyor, bunu ben hariç bütün benler biliyor. Gizliyorlar, varlıklarını böyle sürdürüyorlar. Kendi savunma mekanizmaları. Bilincin oluşturulma sebebi ardındaki onca uğultunun sesini kısmak mı? "İnanılmaz bir hikâyedir bizimkisi. Bildiğimiz kadarıyla, gezegende kendi programlama dilini çözme oyununa bodoslama dalacak kadar karmaşık tek sistemi oluşturuyoruz. Farz edin ki bilgisayarınız kendi donanımını denetlemeye başladı, kasasını söktü ve kamerasını kendi devrelerine yönlendirdi. İşte biz buyuz." (s. 2) Şu da var, gördüğümüzü anlayacak seviyede değiliz. Belki de "Her Şeyin Teorisi" karşımızda apaçık duruyor ama verileri işleyebilecek teknolojiye, bilime ve görüye sahip olamadığımız için bilinmeyenler öylece duruyor. Batı Afrika yerlilerinden örnek veriyor Eagleman, kendi sesini hoparlörden duyan bir yerli, mikrofonla sesini kaydeden adamı "sesini çaldığı için" dövmeye kalkmış. Müzik dinletildiği zaman da "müthiş bir sihir" demişler. Biz sihri görebiliyoruz nihayet, fotoğraflanan kara delik gösterdi ki teorilerden ulaşılabilecek somut veriler var, süper. Adım adım olacak, onca bilimsel verinin önünde sonunda ulaşacağı noktada anlamı yakalayabiliriz. Bunun umuduyla dinginleşiyorum, huzursuzluğu başka türlü zapt edemiyorum. "Ben" olarak gördüğüm şeyin -"bildiğim" diyemiyorum, ben hakkı(n/m)da hemen hemen hiçbir şey bilmiyorum- ötesinde bilmediğim milyon tane sistem çalışıyor, bunlar hormonlarla veya benzeri zamazingolarla çalışıyor, bilincimin ötesinde uzanan dünya öylece duruyor. "Beyin gösterisini kılık değiştirerek -"incognito"- icra eder." (s. 7) Incognito'yu Ultima Online'dan biliyorum, hiç oynadınız mı Ultima Online? 2000'li yılların başından 2005'e kadar hayatımı ele geçirmişti lanet oyun. Neyse, sizi anonimleştiren bir büyü Incognito, adınızı silip yerine saçma sapan bir isim koyuyor, tanınamıyorsunuz böylece. Guild, isim, her şey siliniyor. Burada benzer bir olgu var, arkada sistemler çalışıyor, biz de yaşıyoruz. Eagleman bu sistemleri incelemeye başlamadan önce bilincin ötesini görmeye çalışan bilim insanlarının bulgularını kronolojik bir sıraya koyarak anlatıyor. James Clerk Maxwell, William Blake, Goethe ve Coleridge gibi isimler Incognito'yu sezmiş, verileriyle ve sözcükleriyle kıyısından geçmişler. Galileo'yla başlıyor aslında, her şeyin merkezinde olmadığımız fikri ortaya çıkınca benlik algısı da değişiyor ve içe bakış deneyimleri başlıyor. Daha da geriye gidebiliyoruz, Thomas Aquinas bilince ek bir kategori getirerek kontrolünde olmayan davranışlar için karanlık bir bölgenin varlığından bahsediyor. Leibniz bilincinde olmadığımız arzularımızdan ve isteklerimizden bahsediyor ama düşünceleri Aydınlanma'nın "kendini bilme" anlayışıyla ters düştüğü için görmezden geliniyor, buluşun ortaya çıkış zamanını beklemesi gerekiyor. Montaigne'in de "ben"den bahislerinde derinliğe bakma çabası görülüyor. Mevzuyu bilimsel bir konsepte oturtma çabası Charles Bell ile başlıyor, sonrasında Ernst Heinrich Weber ile sürüyor, Peter Müller çeşitli deneyler yoluyla sinyallerin uyardığı bilinci irdeleyen çalışmalarıyla nörolojinin çerçevesini çizenlerden biri oluyor. Sonrasında Freud, hikâye bir zemine oturuyor böylece. Sonraki adımda Eagleman algı oyunları, zombi beynin işlevleri gibi meselelere girerek günümüzün bilimsel verileri ışığında bilinmeyenin sınırlarını belirliyor.
Kötü bir gözlemci olmamıza dair örnekler görme ediminin ardındaki boşluklara odaklanıyor. Doğduğumuz zaman verili bir dünya ve edinilmiş algılarımız ne yapabileceğimizin kabaca bir şemasını verir. Belli bir tayftaki renkleri görürüz, biçimleri algılarız, her şey beyinde olup biter. Gözler nasıl iş göreceğini kısa sürede öğrenir, beyin bilişsel olarak gelişir ve bakış açımızdan kaybolan nesnelerin tamamen yok olmadığını öğreniriz, doğal bir süreç. Elli yıl boyunca hiç görememiş bir insanın gözleri açılınca normal bir şekilde yaşamını sürdürebileceğini düşünürüz, sonuçta beynin gelişimi tamamlanmıştır ve göz de işini yapmaya hazırdır ama öyle değil, Mike May ameliyat olup görebilmeye başladığı zaman kendisini tam bir kaosun içinde buluyor. Elli yıl boyunca eksik duyunun yerini mevcut duyular doldurmuştu, seslerin yankılarından yola çıkarak üç boyutlu şekiller çizebilirdi ama görmeye başladıktan sonra beynin işleyemediği pek çok geometrik şekil, "anlamını bilmediği" pek çok yüz, saldırgan bir dünya çıktı karşısına, beyni onca veriyi işlemeyi öğrenene kadar yaşamı işkenceye döndü. Biz duyularımızı kullanarak bu kaostan veri ve anlam çıkarabiliyoruz, fizyolojimizden ötürü normalde görmemiz gereken kapkara iki noktayı görmüyoruz, çünkü beyin o noktaları yok ediyor ama oradalar aslında, farkında olmadığımız pek çok gedikle doluyuz. "Zombi beyin" işte bu noktaları kapatan bir şey, bilinçaltıyla ilişkili bir parçamız. Özümüzü oluşturan şey belki de, Eagleman düşünce tarihini eşeleyerek ruh olgusuyla bu zombi beyni birlikte ele alarak birtakım çıkarımlara ulaşıyor ama oraya girmeyeceğim ben. Sonuçta duyu organlarımız veri toplamaya yarar, verileri işleyen beyindeki en ufak bir karmaşa dünyayı cehenneme çevirebilir. Animatrix'in bir bölümünde beynin belirli noktalarına verilen elektrik sinyalleri insanı güldürüp ağlatabiliyordu, bunu akılda tutmalıyız. Tamamını henüz bilmediğimiz ve anlamadığımız bir program çalışıyor geride, umalım ki hiç bozulmadan sürdürsün işini. Tümörlerle ve yaralanmalarla ilgili bölümlerde nasıl bir dehşetin içine düşebileceğimiz anlatılıyor, korkulu rüya gibi. "Şu anda bile masanızın üzerinde bir gümüş kalem sanrısı görüyor ve gerçekliğinden kuşkulanmıyor olabilirsiniz; varlığı, ne de olsa akla aykırı değil." (s. 46) Beynin sağ ve sol bölümünün bağlantılarının kesilmesiyle ilgili bozukluklar da oldukça ilginç; "yabancı el sendromu" gibi pek çok arıza çıkıyor ortaya. Eagleman'a elden gel diyesim geldi, bir yerde Evil Dead'den örnek veriyor. Bruce'un elinin yabancılaştığı sahne, konağının gözlerini çıkarmaya çalışan bir el. Düşünün, siz uykudayken eliniz komodinin üzerindeki bardağı alıyor, parçalıyor ve kırık bardağı boğazınıza saplıyor. Mümkün bu.
Beyin bir açıdan tamamen eğitilebilen parçalardan oluşur, bazı bölümleriyse sezgisel bir şekilde çalışır. Tavuk seksörleri ve uçak gözcüleri örneğini veriyor Eagleman, Japonya'daki bir okulda civcivlerin neye dönüşeceklerinin bilinmesi için dünyanın her yerinden gelen insanlara eğitim veriliyor. Şöyle bir şey, civcivin kıçına bakıyorsunuz, horoza veya tavuğa dönüşeceğini anlıyorsunuz. Bunun sistematik bir eğitimi yok, uzman seksörler öğrencileri toplayıp seçim yaptırıyorlar, onaylıyorlar veya reddediyorlar. Bu kadar. Öğrencilerin içgörü kazanmaları gerekiyor, tamamen sezgisel bir olay. Uzmanlar seçimleri onaylıyor veya reddediyorlar, eğitim de bu. Binlerce defa tekrarlanan bir uygulama. Uçak gözcülerinin eğitimi de aynı şekilde işliyor, II. Dünya Savaşı sırasında İngilizler kendi uçaklarını vurmamak için gözlemci yetiştiriyorlar. Ufukta beliren uçağın hangi ülkeye ait olduğunun hemen belirlenmesi çok önemli olduğu için iyi gören insanlar bir alana toplanıyor, görü kazanana kadar uçakları dikizliyorlar. Eagleman bu iki örneği henüz farkına varamadığımız bir işlemin en önemli parçası olarak yorumluyor. Normalde görebiliyoruz ama bilinçle, algıladığımız biçimde değil. Bir örneği görme yetisini kısmen veya tamamen kaybetmiş insanların edimleriyle açıklanıyor, göremediğini ısrarla söyleyen bir insanın karşısında parmaklarımızın kaçı gösterdiğini sorduğumuz zaman -şartlara göre- doğru cevabı vermesi olası, duyunun farkına varmadığımız işlemleri aslında görebildiğimizi gösteriyor, sadece bunu bilmiyoruz. Bu da mümkün.
Beynimiz yaşamamızı sürdürecek bir gerçeklik inşa etmemizi sağlar. Aslında bunu kendi varlığını sürdürmek için yapıyor olabilir, bunu beyine sormak lazım. İçgüdülere dokunamıyoruz, onları değiştiremiyoruz, sistemin kapalı kaynak kodları onlar. "Sonuçta, kendi içgüdülerimizden oluşan bir umwelt içinde yaşar ama onlarla ilgili pek az şey algılarız; bir balık, içinde yüzdüğü suyu ne kadar algılayabiliyorsa o kadar." (s. 91) Sayısız arzumuz, eğilimimiz, bize ait olduğunu düşündüğümüz parçamız bu biçimde oluşur. Çok sayıda örnek var, birkaçını alacağım. Sarışın kadınlara duyulan ilgi örneğin, açık tenli kadınların hastalık belirtilerini tenlerinden okumak kolaydır. Esmerler bu açıdan bir tür perdeye sahip oldukları için şüphe doğururlar. Bu bir görüş. Kadınların adet dönemlerinde daha fazla bahşiş aldıkları kanıtlanmış. Doğurganlık. Feromonlar, en basitinden teri itici olmayan insanlarla birlikte oluruz, genetik olarak birbirimizle uyumluyuzdur çünkü. İlginç bir bilgi daha: Sadakat geni bulunmuş. Bir gün evlenmeye karar verildiği zaman bu genin ölçülmesi istenebilir, iş biyolojide bitiyorsa çürük aile kurumunun sürdürülmesi garanti altına alınabilir.
Bir de "rakipler takımı olarak beyin" olayı var, Mel Gibson örneğini veriyor Eagleman. Mel Gibson bir gün alkollü bir şekilde araba kullanırken yakalanıyor ve Yahudilere giydirmeye başlıyor. Olay oluyor tabii, Mel Gibson özür diliyor ve normalde o tür düşüncelere sahip olmadığından bahsediyor, Yahudilikle ilgili kurumlardan yardım istiyor falan. Samimi olduğu anlaşılınca affediliyor, bilmem ne. Olay şu, hepimiz ırkçıyız ve ırkçı değiliz. Bastırabiliriz ama yok edemeyiz, çünkü içimizde yaklaşık sekiz milyon dört tane insan yaşıyor ve birinin sesi zaman zaman diğerlerini bastırabiliyor. İnsanın olduğu yerde her şey mümkün kısacası. Yine birkaç örnek alacağım ve bitireceğim. Zeki, işini seven ve yaşam dolu bir insanın çıktığı kuleden etrafına ölüm saçması ne kadar olası? Sıfırdan bire kadar puanlarsak bir diyeceğiz, olmuş bir şey. Teksas'ta adamın teki kuleye çıkıyor, elindeki uzun namlulu silahla sağa sola sıkıyor. Ondan önce eşini ve çocuğunu, annesiyle babasını öldürüyor. Geride bıraktığı mektupta bir süredir iyi olmadığını, korkunç bir öfkeyle dolup taştığını, beyninin incelenmesi gerektiğini söylüyor. İnceliyorlar, tümör bulunuyor. Tümör insanın öfkesini, sinirini, artık her neyse onu ayarlayan bölgeye baskı yapıyor ve adamın kişiliği değişiyor resmen. Tarihte pek çok örneği var bunun, dileyen kitabı alıp okusun. Walt Whitman'dan alıntılar eşliğinde kaç kişiden oluştuğumuzu görmek biraz korkutucu, kabullenmenin tesellisini de taşıyor ama.
Eagleman insanların gizli bölmelerini kurcalıyor, yaşamda neyle karşılaşabileceğimize dair uyarılarda bulunuyor ve daha da önemlisi, aslında ne olduğumuzu anlatıyor. Çok az bir bölümü çözümlenmiş muazzam bir kaosuz. Bu.
Renkleri biliyoruz, inançlarımız var, iyi kötü bir vücut algımız var, nesneleri görüp anlamlandırabiliyoruz. Bunları bilincimize ne ölçüde borçluyuz? Arkada neler oluyor, beyinde kurulan bağlar dünyayı biçimlendirmemizde ne kadar etkili ya da şöyle sorayım, özgür irade diye bir şey var mı? Lehrer her şeyimizi beyindeki akışa borçlu olduğumuzu ve bunun delilik olduğunu söylüyor, aslında var bile değiliz. Var olmak nöral bağlantılardan ötesine uzanmıyor, uzanan kısım yorumlarımızdan ibaret. Düşünüyorsak varız, varsak varız, var değilsek yoktan başka bir noktada bulunmuyoruz ama nasıl ki biyolojik yapımızdan ötürü görüş açımızın tam ortasında kapkara bir boşlukla karşılaşmıyorsak beyin de var olduğumuz sanrısını yaratıp işlerliğimizi sürdürüyor. Beyin tek başına hiçliği yokmuş gibi gösterebiliyor, o halde içinde olduğumuz durum tam olarak nedir? Eagleman bu soruların cevaplarını arıyor, simülasyonda yaşıyor olabileceğimizden vücut algımızın hassas ayarlarına kadar pek çok noktaya değinerek yapıyor bunu. İnsan beyninin oluşum aşamalarından başlıyor, hayvanlardan farklı olarak biz belli bir ölçüde programlanmış olarak doğuyoruz ama potansiyelin kullanılmasında çevresel faktörler giriyor devreye. Hayvanlar -kendi ölçülerinde- şahane bir gelişim gösteriyor ve kısa sürede yaşamlarını sürdürebilir hale geliyor ama sadece bulundukları çevrede, başka bir mekanda hayatta kalmaları mümkün değil. İnsan kendini çevreye hemen uyarlayabiliyor veya zaman içinde bilişsel yetilerin ve bilimin gelişmesiyle birlikte çevreyi kendine uydurabiliyor. Beyindeki nöronların budanma işleminden öncesine döndüğümüzde bu iki olasılığın nasıl mümkün olduğunu görüyoruz. İki yaşındaki bir bebekte bir yetişkinin sinaps sayısının iki katı kadar sinaps oluşuyor. Muazzam bir oluşum, beyindeki aktivitelerin kat kat daha fazla ve daha hızlı yapıldığını düşünün. Belki de çoğu kültürdeki -ben Kelt inanışını hatırlıyorum- çocukların her şeyi bildiği inancının bilimsel temelidir bu. Neyse, zaman içinde kullanılmayan bağlantıları buduyoruz ve yaş yirmi beş olunca budama işlemi büyük ölçüde sonlanıyor. Yirmi beş yaşındayken benliğimiz oturuyor, tam bir kişilik algımız oluşuyor. "Sizi siz yapan, beyninizde gelişen değil, beyninizde yok edilen şeylerdir aslında." (s. 11) Heykeltıraş veya müzisyen olabilme ihtimalimiz iki yaşındayken hemen hemen eşit düzeyde, sonrasında birini eliyoruz. Tabii yeterli bağlantıları koruyabilirsek ikisi birden olabiliriz ama on bin saatlik uzmanlaşma süresinden feragat etmemiz gerekiyor bu sefer, eğitim ve iş gibi şeylere zaman harcamayacak kadar paramız varsa oturup çalışabiliriz ve usta bir gitarist, usta bir heykeltıraş olabiliriz. Japon bebekleri örnek veriyor Eagleman, R ve L harfleri Japonca'da birbirinden ayrılmadığı için İngilizce eğitimi sırasında ayırmayı öğrenecekler, budadıkları bağları tekrar oluşturacaklar kısaca. Buradan sosyal gereksinimlere bağlanıyoruz, beynin gelişimini sadece bilişsel eylemler belirlemiyor. "İnsan beyni, duygusal ilgi ve bilişsel uyaranlardan yoksun bir ortamda normal biçimde gelişemez." (s. 16) Birtakım testler yapılmış ve bu sonuca varılmış, sağlıklı ilişkiler beynimizi geliştiriyor. Aslında dünyayla algısal olarak kurduğumuz ilişki de geliştiriyor, tecrit cezası verilen mahkumların delirmelerine dair çok sayıda örnek var. Belli bir ölçüde uyarılmamız gerekiyor, yoksa duyu organlarımız törpüleniyor. Sonlara doğru bununla ilgili bir örnek vardı, adamın biri kırk yıl sonra görme duyusuna tekrar kavuştuğu zaman etrafındaki nesneleri "işleyemez" bir haldeymiş. Göz işini gayet iyi yapıyor ama beyindeki veri işlem bölümü yıllar boyunca kullanılmadığı, başka duyular eksik olanı tamamladığı için adam dehşete düşmüş. Şeye benziyor bu, diyelim ki foşurtma diye bir his var, yedinci his. Bir anda bu hisse kavuştuğumuzu düşünün. Kafayı yerdik, aşina olduğumuzdan bambaşka bir dünyayı deneyimlemeye başlardık, o dünyaya maruz kalırdık hatta. Korkunç. Lovecraft'in ve Cthulhu Mitosu dahilindeki bazı öykülerin konusu. Tindalos'un Tazıları mesela. Zamanın etkisini de düşünüyor Eagleman, anıları sürekli inşa ediyoruz, oluşturuyoruz ve hiçbir şeyi olduğu gibi hatırlamıyoruz. Bu mümkün değil, zira anı dediğimiz şey zaten işlenmiş bir zamanın ürünüdür. Şimdiyi bile işlemeden değerlendiremiyoruz, algıladığımız ve düşündüğümüz kadarız, ötesi elden kaçıyor. Bunların toplamıyız yani, fazlası değil. Bir araştırmanın sonuçları veriliyor mesela, insanlarda sahte anılar yaratılmış. Geçmişte gerçekleşmemiş, hiç olmamış olayların detaylarını bile verir hale gelmişler. Beyin işlenebilen bir parçamızdır, gözbağcılığın ötesinde telkin yoluyla dahi gerçekliği biçimleyebilir. Yaşamımız beynimizdeki kıvılcımların, havai fişek patlamalarının parıltılarından ibaret. Yine Lehrer'a dönüyorum, Descartes'ın ruh-beden ikiliğinin son bulgularla çökertilmesini Eagleman da ele alıyor. Gerçi beyindeki değişimleri ruhla ilişkilendiriyor, bu nokta da tartışmaya açık gibi.
Gerçekliğin neliğinin sorgulandığı ikinci bölüm pek hoş. Gözlerin bir kamera gibi çalışmadığına dair bir iki araştırmaya yer verilmiş. Kısacası etkileşimde bulunmamız gerekiyor, duyu organlarını tam kapasite çalıştırıp çevremizle sıkı bir bağ kurmalıyız. İnsanlarla da kurmalıyız bunu. İnsanlarla -en azından- benzer gerçeklikleri paylaşmamız gerekiyor. İki insanın yaşadıkları olaylar hakkında konuştuklarını düşünelim. Biri olayların yaşanmadığını söylüyor, diğeri yaşandığını söylüyor. Burada üç ihtimal ve tek bir sonuç var. Birinci ihtimal, olayların yaşandığını söyleyen adam sahte anı yaratılması için laboratuvar ortamına girmiş olmalı veya yalan söylüyor. İki, olayların yaşanmadığını söyleyen insan gerçekten unutmuş veya hatırlamadığına dair yalan söylüyor. Üçüncü ihtimal, her ikisi de yalancı. Sonuç, bir tarafın gerçekliğe bağlı kaldığını düşünürsek bu taraf kafayı yiyecektir. Namussuz Namuslu'da çıldıran karakter gibi. Çıldırmamak için kendi gerçekliğimizi sabitleriz. Başkalarına anlatırız, yazarız veya çizeriz, bir şey yaparız. Yaşamımızı sürdürebilmek için gerçekliğimizi, gerçekliği doğuran duyularımızı kullanırız. "Hiçbir canlı, nesnel gerçekliğin kendisini deneyimlemez; deneyimleyebildiği tek şey, geçirdiği evrim sürecinin izin verdikleriyle sınırlıdır." (s. 71) Gerçekliği parçalayan şey kendi bedenimizin bir parçasıysa örneğin, o parçadan kurtulmaya çalışırız. Buraya yazmıştım ama hangi metin olduğunu hatırlamıyorum şimdi, o metinde "bacağını kendisine ait hissetmediği için" dünyanın öbür ucuna gidip kestiren bir adam vardı. Adam bacağından kurtulunca benliğine kavuşmuştu, sanki kanseri atlatmış gibi. İlginç. Çok hassas bir ipin üzerinde yürüyoruz aslında, zamanında ve yerinde patlaması gereken havai fişek patlamazsa veya büyük bir patlama olursa bilincimiz tepetaklak oluyor, bir buçuk kiloluk bir parçamız yaşamımızı zindana çevirebiliyor. Beyin çok önemli bir şey. Beynin ürünü olan gerçeklik de. "Öyleyse nedir gerçeklik? Gerçeklik, yalnızca sizin seyredebildiğiniz ve kapatamadığınız bir televizyon programı gibidir. Ancak ne büyük bir şans ki, izlemeyi umabileceğiniz en önemli programdır bu: kurgudan geçmiş ve kişiselleştirilmiş bir halde, yalnızca sizin için sunulan bir program." (s. 82)
Kontrolün kimde olduğuna dair, bir de verdiğimiz kararlara dair olan bölümlerdeki deneyler oldukça ilginç, özeti vereyim ben. Bilincimizin yaşamımızı biçimlendiren yegane parça olduğunu düşünürüz ama arkada sayısız işlem yapılır ve zaten verilmiş bir kararı mantığa bürümekten başka bir şey yapmayız. Anlık olaylarda bile böyle bu, diyelim ki hızlıca bir karar alıp yaşamları kurtarmamız gerekiyor, kurtarıcıyız biz. Harekete geçmeden birkaç milisaniye önce alınan kararı davranışa dönüştürdüğümüz zaman bunu bilinçli bir şekilde yaptığımızı düşünürüz, oysa böyle bir şey yok. Çok karmaşık durumlarda dumura uğrayınca donup kalabiliyoruz ama bu başka bir şey. Beynin farklı bölgeleri çalışıyor, ahlaki normlar devreye girip biyolojik yapımızın güdümünü söndürebiliyor, birçok etken karışıyor işe kısaca. Öğrenme sürecinin bu mevzuya bağlanması ilgimi çekti, öngörü hatası denen bir nane gerçekleştiği zaman öğreniyormuşuz. Bir seçimin beklenen sonucu ortaya çıkmayınca -zihnin dumura uğrama anı- sonucun farkı hafızaya atılıyor, beyin bedava. Mizahın temelinde de bu var, beklenmeyen bir davranış muhtemelen güldürür. Bir bağlama sahip olması lazım tabii, yoksa önemli bir toplantı sırasında, "Yaprak sarması!" diye bağırmak pek hoş olmayan durumlara yol açabilir ya da patronlarla yaprak sarması yiyip muhabbet edebileceğiniz bir durumu ortaya çıkarabilir, bilemiyorum artık. Sosyallik belirleyici.
Son olarak "şimdinin gücü" hakkında birkaç şey geveleyip bitireceğim ama bu kadar değil, daha bir dünya mevzu var metinde. Neyse, geleceği ve şimdiyi düşünüyoruz. Şimdi çok çekici, bir sürü ihtimale açık. Geleceği düşünmüyoruz ve şimdiyi onurlandırıp iş arkadaşımızla sevişiyoruz mesela, eşimizin bir şeyden haberi yok. Çok pahalı bir kıyafeti çat diye alıyoruz ve ay sonuna kadar aç geziyoruz. Bunlar gibi işler ahlak problemi olarak Martin Cohen'ın bir metninde inceleniyor bu arada, 101 Ahlak Problemi olabilir. Evet, bunları yapıyoruz ve geleceği çöpe atmış oluyoruz, bilinmeyenin içine doğru yolculuğumuz sürüyor. Ahlaki olarak çürüyoruz Eagleman'a göre, eğer böyle işlere girersek. "Odysseus anlaşması" diye bir şey ortaya koyuyor Eagleman. Odysseus Siren seslerinden kurtulabilmek için kendisini direğe bağlatıyor, tayfasının da kulaklarını balmumu ile tıkatıyor ve batmaktan kurtuluyorlar. Eh, kendimizi bir yere bağlatıp yeterli ölçüde oksitosin alırsak eşimize duyduğumuz aşk sürüyormuş, süper. Kısacası anlaşma yapıyoruz, bir başkasıyla yapsak daha etkili. Mesela bir kadın sigarayı bırakmak için arkadaşına bütün birikimi tutarınca bir çek vermiş ve eğer sigara içerse arkadaşından çeki nefret ettiği Ku Klux Klan'a bağışlamasını istemiş. Süper, bu tür şeyler işe yarar. "Odysseus anlaşmasının anahtarı, farklı koşullarda farklı insanlar olduğumuzu kabul etmektir. Daha iyi kararlar vermek için, yalnızca kendinizi değil, sahip olduğunuz bütün kimlikleri tanımanız önemlidir." (s. 146)
Neyiz, neciyiz, beynimiz neci olduğumuzu nasıl belirliyor ve belirlemiyor, bunlar var. Eagleman gayet açık, bol örnekli bir anlatı oluşturarak nörolojiyi benim gibi bilgisiz ve meraklı okurun anlayabileceği bir biçime sokmuş. Süper.
NASA'yla Picasso'nun ortak yönlerini belirlemeye çalışıyor Eagleman, ortalık birazdan yaratıcılık kokacak. NASA'ya bakalım. Apollo 13'ün oksiijen tankı patlamış ve uzay enkaz püskürmüş, araç ciddi ölçüde hasar almış. Jack Swigert meşhur sözlerini söylüyor: "Houston, bir sorunumuz var." Astronotları sağ salim Dünya'ya geri getirmeye çalışan bir oda dolusu insan canlanıyor gözümün önünde; herkes önündeki ekranlara eğilmiş, çözüm yolu bulmaya çalışıyor. Dünya'ya dönüş rotası planlanacak, aracın havaya uçmaması için sistemler denetlenecek, karbondioksit düzeyinin yükselmemesi için çıkış yolu bulunacak, bir dünya iş. Doğaçlama yöntemiyle birçok problem çözülüyor ve ekip gezegene dönüyor, kurtarılıyor. Marslı'da gördüğümüz yöntemlerin benzeriyle. İşlevselliğe, genel geçer yargılara takılmamanın sonucu olarak. Yaratıcılıkla. Picasso'ysa Les Demoiselles d'Avignon üzerinde çalışıyor, yenilik peşinde koşarak. Amorf bedenler, garip renkler, bütün kural dışılıklar bir araya gelerek resim tarihinin en özgün eserlerinden birini meydana getiriyorlar, Picasso'nun arayışının ürünü. Eagleman bu özgünlüğün arka planda var olduğunu, sadece onu oradan çıkarmak gerektiğini söylüyor. Jonah Lehrer'ın da benzer bir iddiası var, evreka anını yakalamak için yürüyüşlere çıkan, hobileriyle ilgilenen veya hiçbir şey yapmadan bir manzarayı izleyen insanlardan bahsediyor metinlerinde. Bilincin arkasında olup bitenleri bilemiyoruz ama çatlaklardan sızanları yakalayabiliyoruz, bilişsel işlemleri bir süreliğine asgariye indirip parlama ânını yaşayabilirsek su yüzüne çıkan şeyleri görebiliyoruz. Böyle anlar için denizi izliyorum ben, bir metin üzerinde çalışırken durakaldığım noktada sahile gidip kayalara oturuyorum, denizi izliyorum veya uyuyorum, sağlam uyuyorum ve sabahki parlak bilincimin gece topladıklarını elde ediyorum. Herkesin kendince bir yöntemi var, parlak zekaların saçtığı aydınlık bu an yakalamanın rutinleştiği veya sıklaştığı zamanların ürünü. Eagleman'a göre "şöyle olsa ne olur" fikri üzerine kurulmuş bir uygarlığımız var, soyut düşünme yeteneği çağlardır insanların en önemli niteliği olmayı sürdürüyor ve her şeyi -uygarlığı, bilimi vs.- bu niteliğe borçluyuz. Giriş bölümünde Eagleman niyetini açıklıyor, geleceğin ve geçmişin biçimlendirilmesinde aydınlanma anlarının işlevi ve bu anların ortaya çıkma süreci konusunda birtakım saptamalarda bulunacağını söylüyor. Bir dünya örnek üzerinden.
Değişim Rüzgârı ilk bölüm, insanın sürekli değişen bir varlık olduğu malum. Modalar, istekler, düşünce biçimleri, her şey akışa kapılıp geleceğe fırlatıyor bizi. Yeniliğe çok çabuk uyum sağlamamız ilk madde olarak karşımıza çıkıyor, Louis C.K.'den bir örnek; kablosuz bağlantının ilk kez uygulandığı bir uçakta seyahat ederken teknolojinin yeniliği başını döndürmüş. Kablo yok, internete girilebiliyor. Müthiş bir şey. Bağlantı gittiği zaman yandaki kadın şikayet ediyor hemen: "Olacak şey değil!" Evet, olacak şey olmayan şey bağlantının kablosu olmasıyken bir anda bağlantının gitmesine dönüşüyor. Gerçekten çok çabuk tüketiyoruz, daha da çabuk tüketmeye doğru hızla yol alıyoruz. Sıkılıyor insanlar; sevgiden sıkılıyor, emekten sıkılıyor, insandan sıkılıyor. Akıl almaz bir şey. "Öncü, yeni normale dönüşür, en yeniyse en yeniliğini kaybeder." (s. 17) Bir şeye maruz kalmakla ilgili olduğunu söylüyor Eagleman, günümüzde maruz kalacak çok fazla şey olduğu için yeterlilik oranı giderek düşüyor ve hemen bir sonrakine zıplanıyor. Bir sonraki icat, bir sonraki telefon, bir sonraki sevgili. Bauman "akışkanlık" diyor buna, yaşamlar çok hızlı akıyor, hayat da hızlı akıyor, o zaman her şeyi değiştirmeliyiz. Süper. Hızlandırılmış yaşama hoş geldiniz. Bu adam diğerinden daha iyi, diğerini bırakıp bu adama atlayınız. Aracınızı hemen değiştiriniz, daha yenisi var, dahası var, daha da var, daha daha daha. Evet. Beynin dengeyi aramasından bahsediliyor bir yerde, eh, elde edilen yeninin bir müddet elde tutulmasını sabitlik ihtiyacına bağlayabiliyoruz, sonra eldekiler paketlenip rafa kaldırılıyor ve yenileri geliyor zaten. Kaku'nun "Mağara Adamı Etkisi" dediği olgu bu şartlar altında ortaya çıkıyor, yeniyi ne kadar kovalasak da kodlarımıza işlemiş eskiyi yakında bir yerde tutmak istiyoruz. iPad'in ilk tanıtımında ahşap bir kitaplıkta duran matbu kitaplar buna bir örnek. Alışkanlıkları bir ölçüde yıkmak istiyoruz, bir ölçüde de korumak. İkisi arasında kararsızca gidip gelmelerimizin toplamına yaşam diyoruz.
Sanatın ve teknolojinin önemi bu noktada ortaya çıkıyor, süreğen arayışımızda şaşırma gereksinimini gideriyoruz bunlarla. Beyin, sahip olduğu bilgiyi, veriyi başkalaştırıyor ve şaşırtıcı bir forma dönüştürebiliyor. Eagleman mevzuyu teknoloji açısından ele aldığı noktada yine Apple'a dönüyor, iPhone güzel bir çıkış noktası. iPhone'un sahip olduğu teknolojik yenilikler aslında çok da yeni değil, önceden uygulanmış ve pek çok elektronik aletin ortaya çıkmasını sağlamış ama bu aletler ya çok pahalıymış ya da yeterince ergonomik değilmiş, sonuçta tutulmamışlar. Mesela bir mağazanın elektronik ürünlerinin bulunduğu broşürün görseli var metinde, bütün aygıtların toplam fiyatı 3000 papel. Şimdi iPhone o aletlerin yaptığı her işi tek başına yapabiliyor, üstelik çok daha uygun bir fiyata. Dolayısıyla yeniliklerden yenilik üretiyoruz, Eagleman'a göre radikal yeniliklerin uygarlığımızdaki yeri çok küçük. Steve Jobs demiş şunu: "Yaratıcılık, birtakım şeyleri birbirine bağlamaktan ibarettir." Ford örneği verilmiş bir de, seri üretim fikri 1800'lerin başlarında ABD ordusu için parçaları değiştirilebilir silahların üretiminde uygulanmış. Ford ne yapmış, bunu araba üretiminde uygulamış ve seri üretime geçerek bir dünya araba üretmiş. İşin sanatsal boyutuna uzanırsak Picasso'nun bahsettiğim resmini ele alıyor Eagleman, Cézanne'ın görsel düzlemi geometrik biçimlere bölmesi fikrini alan Picasso tekniğini de belirlemiş oluyor. Sonrasında kendisini takip eden ressamlar aynı tekniği farklı biçimlerde uyguluyorlar. Her basamakta bir sanatçı, yukarılara doğru giden sonsuz bir yol. Üstelik geçmiştekinden daha hızlı bir şekilde inşa ediliyor. Kurzweil'ın üstel ilerleyiş fikrine Eagleman da şöyle bir değiniyor ve Kurzweil'a katılıyor; hızımız korkunç bir biçimde katlanarak artıyor. Bükme, parçalama ve harmanlama tekniklerinin bu hıza etkisinin büyük olduğunu söylüyor Eagleman ve bu üç teknik için de sayısız örnek veriyor. Birkaçını sıralayacağım.
Bükmede olgunun orijinal halinin değişime uğradığı veya biçimini kaybedecek ölçüde büküldüğü durumlar var. Monet'nin Rouen Katedrali çeşitlemeleri. Hokusai'nin Fuji Dağı çeşitlemeleri. Giacometti'nin II. Dünya Savaşı sırasında mahsur kaldığı otel odasında küçültülmüş insan figürleri yapması. Alpha Centauri'ye yollanacak nanobotlar. Tersine mühendislik yöntemiyle Neandertaller'in genetik kodlarına ulaşmak. Eski Roma'da borçlarını ödeyemeyip alacaklılara kendini köle olarak sunan kişiler için söylenen "addict" teriminin zamanla kazandığı yeni anlamlar.
Parçalama, Guernica. Cep telefonlarında sinyalleri bölerek farklı hatları ortaya çıkarmak. e. e. cummings'in parçalı sözcükleri, görüntünün parçalanarak piksellere bölünmesi ve günümüzün ekran teknolojilerini doğurması, sözcüklerin kısaltılması, Bach'ın bir fügünde yer alan mikro-tekrarlar yoluyla elde ettiği örüntü, MP3 teknolojisi.
Harmanlama. Sfenks. Örümcek çiftliklerinde onca örümcekle uğraşmaktansa örümceğin ipek üretiminden sorumlu DNA parçasını bir keçinin DNA'sına ekleyerek keçi sütüne karışmış ipeği ayrıştırmak. Kemik mobilyalar. Kuş burunlu trenlerin hava akımından daha az etkilenmesi. Dijital fotoğraflar. MÖ 2500'lü yıllarda bakır ve kalayla yapılan işler, bu işlerin sonrası.
Hepsi beynin işleyiş biçimlerinin sonsuz ihtimallere yol açmasıyla ortaya çıkan icatlar, buluşlar, eserler. Einstein'ın ABD'ye kaçması Almanları pek de rahatsız etmişe benzemiyordu, zira "Yahudi bilimi"nin pek de matah bir şey olmadığı inancı yaygındı. İnanç bir formuyla yaratıcılık için şart ama ketleme özelliği de var, hiçbir şeyden o kadar emin olmamak, sadece emekten ve uğraştan emin olmak buluşların ardındaki itici güç olarak ortaya çıkıyor. Kültürel koşullar, insani duygular ve dışsal pek çok etken yaratıcılığı öldürebiliyor, metinde pek çok çarpıcı örnekle anlatılıyor bu. BlackBerry'den Beethoven'a kadar pek çok örnek bize işin iki boyutunun olduğunu gösteriyor; toplum yeniliklere hazır olmayabiliyor ya da bir yeniliğe fazlasıyla bağlanmak daha yeni yeniliklerin karşısında yok olup gitmeye yol açabiliyor. Denge unsuru olarak bitmeyen bir merak, sonsuz bir arayış gerekiyor. Ölü yatırımlar her zaman ölü olmayabiliyor bu açıdan, başarısızlığa uğramış bir projeden en kötü tecrübe edinmiş olarak çıkarız ve yeni projelerde daha başarılı olabiliriz. Hiçbir şeyi mutlak bir kayıp olarak görmemek lazım, Eagleman meselenin özeti olarak bu kanıya varıyor.
Sırf batan ve çıkan şirketlerin hikâyeleri yetecekken bir de sanat dünyasından örneklerle metnini iyice zenginleştiriyor Eagleman, şahane bir metin çıkarmış ortaya. Şunu söyleyip gideyim, Kaku'nun bahsettiği bir kıyafet vardı. Bu kıyafeti giyince kan basıncımız, şuyumuz buyumuz sürekli kontrol altında olacak, tehlikeli durumlarda sağlık birimlerine hemen haber gidecek, vücudumuzdaki su oranı azalmışsa önümüze bir bardak su gelecek, bir sürü kolaylık. Tek bir kıyafet ve kıyafetin bağlı olduğu sistem her şeyi düzenleyecek kısaca. Heh, Eagleman ve bir öğrencisi bu elbisenin prototipini üretmişler, tanıtmışlar hatta. Fikri Kaku'dan mı aldılar yoksa Kaku zaten ortaya konmuş bir yenilik üzerinden mi kurdu düşüncesini, bilmiyorum ama bu basamak olayı hoşuma gidiyor. Teker teker. Yukarıya. Sonsuz bir yol.