Delidolu Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Delidolu Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2019 Pazartesi

Habib Bektaş - Dedemin Cenneti

Habib Bektaş 1951'de Salihli'de doğuyor, 1973'te Almanya'ya gidip işçi olarak çalışmaya başlıyor, bir yandan yazıyor. Öyküleri, şiirleri ve romanları çeşitli yayınevleri tarafından basılıyor, Almanca yazdığı metinler Türkçeye çevriliyor derken 2005'te Yüksel Pazarkaya'yla birlikte Almanya'da Sardes Yayınevi'ni kurup Necati Tosuner, Gülten Akın, Haldun Taner gibi yazarların metinlerini Almancaya çevir(t)ip yayımlıyor. Yayınevi 2009'da kapanmış, güzel bir dört yıl olmuştur diye tahmin ediyorum. Erlangen ve Salihli arasında gidip geliyor Bektaş, öykülerinde Almanya'dan ve Türkiye'den çıkan benzer sesleri duyabiliyoruz. Karakterler gurbeti kendi vatanlarında yaşadıkları gibi Almanya'yı ev olarak da belleyebiliyorlar, rengârenk bir atmosfer yaratmış Bektaş, bolca kara mizahla birlikte. Öykülerinin iğneleyici yanları var ama komedinin bastırdığı bir iğneleyicilik bu, doğrudan eleştirel değil. İnsanın yabancılık çekerken ne yapacağını bilemediği durumlardan doğan yedi komik öykü var bu kitapta, hepsi çok başarılı, birbirinden güzel. Bektaş'ın yalın bir dili var, mahallede geçen olayları izlerken yaşananların açıklığını, yalınlığını andırıyor.

İlk öykü Sık Dişini Hanım. Karakol, üstü başı yırtık iki adam. Biri sağlam dayak yemiş, hikâyeyi diğerinin ağzından dinliyoruz. Resûl Efendi karakolda bile anlatıcımızın üzerine yürüyor ama durduruyorlar, sağlam mevzu döndüğünü düşünsek de yaşanan saçmalıkları öğrenince anlatıcı adına üzüleceğiz, gerçi daha çok Resûl Efendi adına üzüleceğiz. Bu Resûl ellilerinde bir adam, takkesi kafasında, Müslüman. İlk eşini boşayıp onlu yaşlarının sonunda bir kızla evleniyor, kız hamile kalıyor. Bizim anlatıcıyla eşinin çocukları yok, kırklı yaşlarındalar, mutlular. Bir gün komşularından sesler geliyor, kadın haykırıyor, Resûl de haykırıyor. Anlatıcının eşi bir bakmaya gidiyor ve telaşla geri dönüp bir sürü havlu, bez alıp dönüyor. Resûl'ün sesi duyuluyor: "Sık dişini hanııım!" Anlatıcının eşi birkaç defa gidip geliyor, her gelişinde daha sinirli olduğunu görüyoruz. Resûl eşini hastaneye götürmeye yanaşmıyor, kapının önünde Kur'an okuyor durmadan, eşine dişini sıkmasını söylüyor derken sinirler iyice geriliyor, anlatıcı da dayanamayıp Resûl'le konuşmaya gidiyor. O sırada kadın bir kız doğuruyor ama dişini yeterince sıkamıyor, çocuğun doğumu Mevlit Kandili'ne denk gelemiyor, Resûl eşine hakaret ediyor. Anlatıcı dayanamayıp girişiyor, Resûl, "Sizin yüzünüzden oldu kâfirler!" diye bağırıyor, bizimki kafa göz dalıyor. Acı bir öyküyü trajikomik hale getirmiş Bektaş, güzel bir öykü bu. İkinci öyküyü bir çocuk anlatıyor. Dedesi çok zengin, tarlalarından başka evleri ve manifatura dükkanı var, iyi para kazanıyor. Bir gün ölüveriyor, anneye göre elli ikisine kadar mal mülk konuşulmamalı, ardından mallar paylaşılmalı. Tabii yine anneye göre babasının vefatından sonra yapılması gereken her şey yapılmalı, masraftan kaçınılmamalı. Eşine göre yapılacakların çoğu boşa masraf, örneğin din görevlilerine Kur'an okutulacak, pazarlığa girişiyorlar. Anne yedi görevli diyor, baba bir diyor, üçte anlaşıyorlar. Anneye göre iyi bir miras kalacak, babaya göre hava alacaklar. Gerçekten de hava alıyorlar, dükkan dayılardan birine bırakılmış, tarlalar da erkek çocuklara gidiyor. Dedenin cennete gitmesi sakata biniyor böylece, baba yirmi yıl sonra bile olayı hatırlayıp kendine eğlence çıkartıyor. Aslında her bir öyküde toplumsal bir problemin yer aldığı söylenebilir, burada miras olayı, öncekinde yobazlık, bu tür şeyler.

Üç numara, Derin Hocanın Suyu. Hacı hoca öyküsüdür. Yoksul bir mahallede mümkün olduğunca mutlu yaşayan insanlar civarın en zengin ailesinin gölgesinde kalırlar ama bir şikayetleri yoktur, sonuçta bizim ata sporumuzdur tepemizdeki tarafından ezilmek. Neyse, zengin ailenin kız çocuğu bizim mahallenin çocuklarıyla oynar ama gizli gizli, üstelik her fırsatta laf sokar. Murat kıza simit tablasında kalan susamları verince Murat'a bile laf sokar, taneleri yerken üstelik. Neyse, bir gün bu aile bir yolculuğa çıkar, döndüklerinde evlerindeki paranın çalındığını söyleyerek polis çağırırlar, polisler Murat'ı alırlar, bir temiz benzetirler, suçsuz olduğu anlaşılınca biraz daha benzetip bırakırlar. Ahmet Abi bununla yetinmez, parasını çalanın Murat olduğunu ispatlamak için namlı bir hocayı çağırır. Hocamız anlatıcı evladımızı seçer, bir tas suya baktırır ve dayıları görüp görmediğini sorar. Çocuğun şaklabanlığa basmaz kafası, hiçbir şey görmediğini söyler. Hoca çocuğu kovar, bir başka çocuğu alır ve Murat'ın hırsızlığını çocuğa "gösterir". Bizim evlat göremediği için forsunu kaybeder, annesinden azar yer üstelik. İki mutsuzluk, biri suçsuz yere rencide edilen Murat ki diğer mutsuzluğu da Murat'ın hesabına yazabiliriz. Murat her türlü kaybeden. Simitçi Murat, yoksul Murat, canım Murat. Dört numara, Çıplak Münir. Kasabanın biri, kim bilir hangi hiçliğin ortasında, Anadolu'nun bir yerinde. Almanya'dan mektup geliyor, bir şehir bu kasabayı kardeş kasaba ilan etmiş, belediye başkanını çağırıyor. Almancayı yarım yamalak bilen bir adamın aklına uyuyorlar biraz, civardaki Almanca öğretmeni de yarım yamalak el atıyor olaya. Vize almaya gidiyorlar, yedi kez. Alamıyorlar, üstelik kapıdaki Türk güvenlikçi bunları itip kakıyor durmadan, vize "vermeyeceklerini" söylüyor. Hadi bakalım, Alman'dan daha Alman bir Türk. Neyse, bunlar vize almadan gidiyorlar, paketleniyorlar tabii. Hapse atılıyorlar, kasabayı başkanın yardımcısı yönetmeye başlıyor, hayat devam ediyor. Tam mizah, en karasından.

Alman Ali, Camgöz, Yorgun Ölü aynı minvalde öyküler, bürokratik çıkmazlardan yolunu bulmaya çalışan insanlara kadar çeşit çeşit mesele işleniyor bu öykülerde. Her öykünün başında Semih Poroy'dan bir çizim var, çok iyi bir şekilde görselleştiriyor öyküleri, başarılı bence. Çok sevdim Bektaş'ın öykülerini, seveceğimi tahmin edip birkaç kitap birden almıştım. Nereden, Bostancı'dan. Hatay Meyhanesi'ni Suadiye'ye doğru az geçin, solda köşede bir antikacı göreceksiniz, önünde tezgah var kocaman, tezgahta bir dünya kitap. Oradan aldım ama siz çok almayın, sırf oradan bir şeyler düşüreceğim diye trenden bir durak önce inip Küçükyalı'ya kadar yürüyorum. Gerçi alın ya, ucuz ucuz kitaplar, 5 TL tanesi. Bir bakın yani. Bektaş'ın kitapları orada var, ikişer üçer tane görmüştüm ben. İyi öykü. Valla.

4 Temmuz 2019 Perşembe

John Wyndham - Midwich'in Guguk Kuşları

John Wyndham'ı ilk kez okudum, diğer metinlerini hemen edindim. Kendisi İngiliz, 1950'lerden itibaren bilimkurgunun altın çağında at koşturmuş, "mantıklı fantezi" adını koyduğu türde eserler vermiş. Bu metni 1960'ta ve 1995'te sinemaya uyarlanmış, Village of the Damned adıyla. Adı görür görmez on yıl öncesine döndüm, parlak gözlü ve beyaz saçlı çocukları hemen hatırladım. Ödümü koparmışlardı. Amorf veya tekinsiz bir olayla/canlıyla karşılaşınca kıstırılmışlık hissinin doğması ilginç geliyor bana. Yalıtılmış bir alandan kurtulamama olayının izini antik devirlerdeki savaşlara kadar sürebilir, kahramanlıklarla ihanetler arasından korkuyu hemen seçebiliriz ama bu korkunun kaynağı yine insandır. In the Walls of Eryx'i düşünüyorum, daha yoğun bir korku var orada. Şeffaf duvarlardan ibaret bir labirent, her taraf özgürce yürünüp gidilecek bir açıklığa sahip. Gidemiyoruz, çünkü labirentin içindeyiz. Görünmez duvarların arasında çıkış yolunu arıyoruz, saatler ve hatta günler geçiyor, acıkıyoruz, susuyoruz, etrafta amorf varlıklar kahkahaya benzeyen sesler çıkarıyorlar. En sonunda çıkışa bir adım kala ölüyoruz, bir adım daha atsak az ilerideki çantamıza ulaşacağız, yaşayacağız. Olmuyor. Azrail Koşuyor'da da benzer bir durum var, filmle metnin arasında pek bir ilişki olmadığı için metnin Türkçesini kullanmak daha uygun, neyse, koşulacak bir yol var ve o yolun dışına çıkarsak askerler tarafından vurulacağız. Durursak vurulacağız. Düşersek vurulacağız. Bayılırsak askerler gelecek, bileklerimizi kolonyayla ovup selamet dileyecekler. Kapana kısılmışız. Yine King'den bir örnek, Kubbenin Altında var. Var bayağı bir örnek ama hepsinde hapishanenin bir hikâyesi var, nasıl ve neden yaratıldığına dair. Bu metinde o hikâye yok, laboratuvardaki deney farelerini izler gibiyiz, üstelik sekiz yıl boyunca. Richard Gayford nam anlatıcı, hikâyeyi bir araya getirebilmek için zamanda birtakım oynamalar yaptığını, mevzuyu kronolojik bir sıraya koyabilmek için kurmacaya başvurduğunu söylüyor, böylece şahit olmadığı olayları ve diyalogları kurguyu sakatlamayacak şekilde aktarmasının önünü de açmış oluyor. En başta ayın yirmi altısının doğum günü olması sebebiyle evde, Midwich'te olmamalarını karısı için mutlu bir tesadüfe bağlıyor. Evde olsalardı hayat onlar için çok zor bir hale gelecekti, tabii daha neler olduğunu bilmiyoruz ve meraklanıyoruz. Hikâye yavaş yavaş açılıyor. O gece otelde kalıyorlar, ayın yirmi yedisinde yola koyuluyorlar ve köylerine alınmıyorlar. Polisler girişlerin ve çıkışların ikinci bir emre kadar yasaklandığını söylüyor. Richard ve eşi Janet, tarlalardan geçerek köye girmeye çalıştıkları sırada köyün içinden birinin koşarak ve bağırarak kendilerine doğru geldiğini görüyorlar. Janet birkaç adım önde, dolayısıyla kendinden geçip bayılan Janet oluyor ilk. Richard ne olduğunu anlamıyor, bu sırada anlatıda Midwich'in tarihinden bahsediyor. Böyle bir iki atlama var başta, anlatıyı kesip bambaşka bir meseleden bahsediyor Richard ama hemen mevzuya dönüyor. Neyse, eşinin düştüğünü gören ve bağıran adamı duymadığı için ne dediğini anlamayan Richard eşine doğru koşuyor ve ne olduğunu anlamadan yerleri öpüyor.

Yeni bölüm, ikinci atlama. Gordon Zellaby kasabanın bilgesi. Eşi Angela kendisinden biraz daha genç, ikinci eş. Gordon'ın ilk eşinden olan kızı Ferrelyn, teğmen olan Alan Hughes'la evlenmek istiyor, Gordon oğlana kendisinden icazet almaya gerek olmadığını söylüyor falan, bu arada bir dünya bilgi sayıp döküyor, geveze bir bilge, tatlı bir moruk. Zararsız. Anlatının odaklandığı nokta, Alan'ın ve Gordon'ın konuşmaları gibi gündelik olaylar, saati de öğreniyoruz bunlardan. Onu çeyrek geçe Midwich'te bir problem yok. Köyün üzerinde alçak uçuşa geçip yer yer karşımıza çıkacak karakterlerin günlük rutinlerini görürüz, sonra bir telefon görüşmesinin kesildiğine şahit oluruz. Saat 22.17'dir. Bu saatten sonra köy saçı başı dağıtır. Telefonlar çalışmaz, tanımlanamayan bir uçan cisim görülür, yangınlar çıkar, bölgeye itfaiye ve polis gönderilir ama gidenler geri gelmezler, geri gelmeyenlere bakmaya gidenler de geri gelmezler, böyle bir silsile. Köyün başına bir hal geliyor kısaca. Sabah oluyor, köyde kuşlar ötmüyor. Organik ne varsa kendinden geçiyor sanki. Bizim iki baygın yerde yatarlarken bir kanca yardımıyla "alanın" dışına çekiliyorlar, kendilerine geliyorlar hemen. Alan Hughes iş başında, askeriye olaya el atmış. Kanarya istiyor yanındakilerden, sınırları çizmek için. Boyayla sınırlar çiziliyor, düşüp kafayı yarmasınlar diye insanlar uyarılıyor. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yok. Bizimkiler neler olduğunu anlamak için aranırlarken Bernard'la karşılaşıyorlar, Richard'ın II. Dünya Savaşı'ndan arkadaşıyla. Albay Bernard, çiftin bir yıldır Midwich'te yaşadığını öğreniyor ve bu bilgiyi cebe atıyor, ileride işine yarayacak. Richard'la Bernard neler döndüğünü anlamak için bilgi alışverişi yapıyorlar. Alan görünmez, kokusuz ve durağan. Radarlar algılamıyor, ses dalgalarını yansıtmıyor ve memeliler, kuşlar, sürüngenler ve böcekler üzerinde ani bir etkisi var. Bir de basından gizlenmeli tabii, Bernard bu konuda elinden geleni yapıp yanlış istihbarat sunuyor basın mensuplarına falan. Havadan yaklaşma çabaları var, üç kilometre yukarıda herhangi bir sıkıntının olmadığı söyleniyor, bir de "Ivanlar'ın neyin peşinde olduğunun bilinmediği". Arka plana bakalım, Soğuk Savaş'ın yeni palazlandığı zamanlar olduğu için paranoyak bir toplum var elde, köyde işlerin kötü gitmesinde paranoyanın da rolü olacak. Bernard, bu anormal durumu yaratan zamazingoyu ele geçirmeye niyetli, böylece düşmanlara karşı kullanılabilecek etkili bir silaha sahip olacaklar. Bunlar bir yana, keşif uçaklarından birindeki pilotlar köydeki manastırın yanında beliren bir nesnenin fotoğrafını çekmek için ortama yaklaşırlarken nesnenin ortadan kaybolduğunu görüyorlar. Sonradan "Boş Gün" olarak adlandırılacak o gün de sona eriyor böylece, insanlar uyanıyor, ölüleri varsa gömüyorlar. Ansızın bayılan insanlar başlarına gelen kazalar yüzünden ölüyorlar, bu da basına duyurulmuyor. Hemen her şey normale dönerken Bernard'ın bir ricası oluyor Richard'dan, köyde olup bitenleri kayıt etmeye dair. Devlet işin peşini bırakmayacak çünkü, İngiltere ikinci bir bombalanma vakası yaşamak istemiyor.

Köyde olaylar gerçekten başlıyor bir süre sonra. Ferrelyn ve Angela hamile olduklarını söylüyorlar birbirlerine, Angela çocuğu olmadığı için yıllar boyunca üzüldükten sonra mutluluktan ağlıyor. Ferrelyn korkudan ağlıyor, Alan'la sevişmemiş çünkü. Hiç kimseyle sevişmemiş. Yani, ta ta, Meryemler beliriyor köyde. Altmış beş Meryem. Doğurgan kadınlar hamile kalmış ama Angela'nınki Gordon'dan. Bu durumda da şu düşünülebilir, ikinci bir bebeğe yer olduğuna göre neden sarı fırtınalardan biri de Angela'ya yerleştirilmedi? Bilmiyoruz. Sonuçta konaklıktan yırtıyor Angela, geri kalan kadınların tamamı konak. Karınlarındaki bebekler yüzünden yaşadıkları travmalara değinmiyorum, anlamam da mümkün değil ama korkunç bir çöküntü yaşıyor bazıları, kendilerinin olmayan bir çocuğu taşımanın ve büyütmenin verdiği psikolojik hasar yıkıcı. Bazıları durumu kanıksıyor ve ne olacağını görmek istiyor, bazıları felaket tellallığı yapıyor, Sodom ve Gomore'yi anımsatarak. Curcuna resmen. Devlet olayları takip ediyor, köy evindeki küçük kurul odasını tam teşekküllü bir doğumhaneye çevirip ebeler ordusu gönderiyor köye. Doğumlar gerçekleşiyor, bebeklerin gözleri altın renginde. Garipler. Daha da garip şeylere yol açıyorlar, iradeleriyle insanlara istediklerini yaptırmaya başlıyorlar. Ferrelyn kasabadan çıkacakken direksiyonu çeviriyor, köye dönüyor ve babasına geri dönmek istemediğini, bebeğin onu zorlayarak geri döndürdüğünü söylüyor. Burada başka türlü bir travma çıkıyor ortaya, köyden ayrılamayan insanlar polisi vs. arıyorlar ama ortada bir suç yok, polislerin düşüncesine göre sayıklayan birçok deli var. Köyden çıkamamak, bebeklerin tasallutu altında kalmak falan, mümkün değil. Dışarıdan hiç kimse yaşananların gerçekliğine, köylülere inanmıyor. Bundan daha çıldırtıcı bir hapishane olamaz. Bebekler insanlara zarar vermeye başlıyorlar bu arada, bir kadın kendine defalarca iğne batırıyor ve batırmaya devam ederken bulunuyor, ona benzer başkaları da var. Bebekler sanki yeteneklerini sınayarak geliştiriyorlarmış gibi. Bir arada olmak istedikleri için birazcık uzaklaşan insanları geri döndürüyorlar. Bir koloni gibi düşünebiliriz, Yıldızgemisi Askerleri'ndeki uzaylı böcekleri hatırlayalım, kolektif bir bilincin parçalarını oluşturuyorlardı. Burada da mevzu aynı. Bir bilgiye sahip olan bebeklerin tamamı o bilgiye sahip oluyor. Kızlarla erkekler farklı, yani iki kolektif bilinç var ortada. Bunları Gordon çözüyor, "konak anne" ve "guguk kuşlarının doğası" hakkındaki bilgileri de köylülere kendisi anlatıyor, özellikle Richard'a. Bu kuşlar yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakıyorlar, biliyorsunuz. Bizim anneler başkalarının -ne oldukları belli değil- döllenmiş yumurtalarını taşıdılar, doğurdular. Bir süre sonra bu bebeklerden kurtulmak istedikleri zaman bebklerin Çiftlik denen bir bölgede toplanmalarını sağlayan da onlar.

Teorik tartışmalar dönüyor bir yandan, Gordon Çocukları -bir süre sonra normal çocuklardan ayırmak için "Çocuklar" adı takılıyor bunlara, "the" işi muhtemelen- işgal için hazırlanan bir orduya benzetiyor, Truva Atı mantığı. Hayatta kalmak için her şeyi yapabilecek bir tür. Sekiz yıl boyunca köyde kalıyorlar, Richard ve Janet sekiz yıldan sonra köye döndüklerinde olayların arifesine denk geliyorlar. Çocuklar sekiz yaşlarında olmalarına rağmen on altı, on yedi yaşında gösteriyorlar. İnanılmaz zekiler, Gordon'dan ders alıyorlar, barınma ve beslenme ihtiyaçları karşılanıyor, hâlâ anlaşılamamış mevzu. Aslında anlaşılamayacak, Wyndham nedenler konusunda zerre ipucu vermiyor, sadece olayları ve olaylar karşısında insanın tutumunu inceliyor, o kadar. Neyse, çiftin köye döndükleri gün asıl olaylar patlak veriyor. Trafik kazası oluyor bir tane, Çocuklardan biri yaralanıyor ve arkadaşları sürücüyü öldürüyor, son hızla duvara çarpmasını sağlayarak. Bazı köylüler bunu çocukların yaptığına inanmıyorlar, ölen şoförün kardeşi çocuklara ateş ettikten sonra -katil olduklarını düşünüyor- kendi silahıyla beynini dağıtınca da inanmıyorlar. Köylülerin bir kısmı öfkeden kuduruyor, diğer kısmı kuduranları sakinleştirmeye çalışıyor ama pek etkili olamıyorlar. En sonunda Çiftlik basılıyor, insanlar ellerinde meşalelerle, Orta Çağ'daki gibi yakmak istiyorlar çocukları. Birkaç köylü de bunu engellemek için harekete geçiyor ve ortalık karışıyor, herkes birbirine giriyor. Çocukların işi bu da. Daha ilginci, çocuklardan birini sorguya çeken şüpheci bir polis müdürü, çocuğu korkutmaya çalışırken iki büklüm olup kusuyor, çocuk ona "korkuyu gösterdiği için".

Toparlıyorum, dünyanın başka yerlerinde de Boş Gün'ü yaşayan yerleşim yerleri olmuş. Kimi yerde Çocukların hepsi ölü doğmuş, kimi yerde köylülerin tamamı ölmüş. Ruslar patlatmışlar bombayı, gerçek anlamda. Yerleşim yerini bombalayıp Çocukları öldürmüşler, yüzlerce insanla birlikte. Bu bombalamadan haberi olan Midwich'in Çocukları sert tepkiler vermeye başlamışlar tabii, onca ölümün sebebi SSCB'deki bombalama olayı. Gordon Çocuklarla konuştuğu zaman öğreniyor bunları, Bernard da bombalama olayını teyit ediyor. Mantık şu ki makul bir tepkinin gerçek bir etkisinin olmayacağını düşünüyor Çocuklar, insan psikolojisini öğrendikleri için -Gordon sağ olsun- vurucu eylemlerde bulunuyorlar, türlerini korumak için. İnsanın doğasını biliyorlar, ne kadar yıkıcı olduğunu da biliyorlar, dolayısıyla daha da yıkıcı olmak zorundalar, hayatta kalabilmeleri için. İşin politik yanı, İngiltere'de SSCB'deki gibi radikal bir çözüm uygulanamaz, partiler böyle bir taşın altına ellerini sokmak istemezler, dolayısıyla bu Çocuklar gelişimlerini tamamlayıp asıl planlarına geçecekler. Asıl planı da bilmiyoruz tabii. İstiladır, başka ne olacak. Radikal tehlikeler radikal çözümler gerektirir, dolayısıyla tüm öngörüleri doğru çıkan Gordon için yapılacak son bir iş kalıyor, insanlığı kurtarmak adına. Arabasına ağır ağır çantalar yüklüyor ve ders vermek üzere Çiftlik'e gidiyor. Burada bırakayım.

Yaşama güdüsünün yıkıcılığına şahit oluyoruz bu metinde, faunada başka bir türün tehlike yaratmasını istemeyen canlı için tek ve basit bir çözüm vardır, ahlakla engellenemeyecek bir yok etme eylemi. Çocukların nereden geldikleri muamma, amaçları da öyle ama yaşayabilmek için insanları teker teker öldürebilirler, eylemleri istilacı olduklarını gösteriyor. Ne ki fedakar değiller, insanlar onlara göre çok daha büyük bedeller ödemeye hazırlar. Politika, kitlesel davranış biçimlerinin incelenmesi gibi pek çok meselenin arasında en dikkat çeken nokta bu. Şahane bir roman.

16 Mayıs 2019 Perşembe

Kolektif - Okuma Üzerine Yakın Okumalar

Bazen durup ne yaptığımı düşünüyorum. Hava güneşli, dışarısı cıvıl cıvıl, başka bir yerde olma isteğinin ağırlığı çökmüş, ben bir şey okuyorum. Arkadaşlarla buluşup sohbet ederim, sahile inerim, Kadıköy'de dolanırım, yapacak onca şey var ama ben odamdayım, neden? Neden olduğunu okuduğum şey ellerimi terlettiği zaman anlarım, yapılan araştırmalara göre metindeki olaylar beynin belli başlı bölgelerinde havai fişekler patlatıyormuş, örneğin karakter uçurumun kenarında yürüyor, ellerim terliyor. Karakter kapıyı açıyor, dokunma duyumun ateşlendiği bölgede hareketlenme gözleniyor. Başka bir yaşamı sürdürüyoruz, gerçeklik algımız -eğer biyolojik ve fizyolojik şartlar sağlandıysa- başka bir yaşama yol açabiliyor. Karakterle özdeşleşiyorum, yaşantımda bir zenginlik seziyorum, değişiyorum. Gözümden yaş geliyor, insanlığımı hatırlıyorum. Böyle şeyler neden odamda olduğumu, aslında yaşamaya ara vermediğimi, belki de hiç öylesi yaşamadığımı hatırlatıyor, okumaya devam ediyorum o zaman, bu kez tedirgin değilim. Anlamı yakalıyorum ve devam ediyorum. Anlamı hep yakalıyorum, ıskaladığım hiç olmadı. Büyüklük karşısında hayranlık duyuyorum, seçimlerimi kabulleniyorum, sonraki metni, sonraki günü merak ediyorum. Okumak merakımı diri tutuyor, her şeyin şimdisinden ve sonrasından keyif alıyorum, yaşam hafifliyor ve kendini gösteriyor. Fazlası veya eksiği nasıl olurdu bilmiyorum, bundan ibaretim. İyiyim, hayat süper. Çoğu zaman. The Paris Review röportajlarını okurken yazarların aşağı yukarı benzer şeyler hissettiklerini sevinerek görmüştüm, bu derlemeyle birlikte inancım iyice pekişti; bundan başkasını yapamayacağım. Okuduğum şeyi bitirmek için rapor alıp eve gitmeyi dileyeceğim, metroda en ideal okuma bölgesini kapmaya çalışacağım, yaşamımı okumaya göre biçimleyeceğim. Biçimledim. İyi böyle. Başkaları için iyinin ne olduğunu merak etmeyi sürdürürken bu metne denk geldim, biraz daha anlam aldım, başka tutkunların olduğunu görmek daha iyi hissettirdi. Metnin orijinal adı Stop What You're Doing and Read This! hem bir davet hem de diğer işlerin yanında okumanın önceliğine dikkat çeken bir isim. Her şeyi bırakıp okumalıyız, okursak her şey daha farklı bir şeye dönüşeceği için. Daha derin, daha parlak, daha görünür. O yüzden gerçekten de işi gücü bırakıp okuyun bunu. Ben bisikletle sahile inecektim, yağmur başlayınca vazgeçip okumaya başladım. Keşke bir seri haline gelse bu iş, başka yazarlar, akademisyenler de okuma deneyimlerini yazsalar.

Önsöz. Birleşik Krallık'ta her üç gençten birinin yılda sadece iki ya da daha az kitap okuduğu, her altı çocuktan birinin okul dışında eline nadiren kitap aldığından bahsediliyor ve bu durumun şiddetli bir utanca ve başarısızlık duygusuna yol açtığı söyleniyor. Oturup ağlayasım geldi, bizde yedi kişiye yılda bir kitap düşüyordu galiba, okumayanların utanç veya başarısızlık hissettiklerini de hiç sanmıyorum, hele o kadar kitap düşmanlığı varken. Dijital çağda kitap okumaya lüzum olmadığına dair sağda solda yazılanlara bakıyorum, sonra yalnız olduğumu hissediyorum. Beyinde çok çılgın şeyler oluyor ve hiçbirinden haberdar olmayan milyonlarca insan var, bu insanlarla iletişim kurmak çok zor. Söz gelişi, öne sürdükleri fikirler ahmaklığımı hissettiriyor, uzaklaşmaktan başka bir çare göremiyorum. Neyse, kitabın bir manifesto olduğu ve amacın okumanın gündelik yaşamın bir parçası olduğuna inandırmak olduğu söyleniyor. Buna inanan veya inanacak olan insanlar elden gelsinler, ben böylelerini pek göremiyorum. Bir bölümde akademisyenlerden bahsediliyor, edebiyatın gösterdiği güzel uçurumlardan bahsetmeyenler, bahsetmeye korkanlar, kalıpların dışına çıkmayanlardan. Çok sayıdalar, edebi coşkuyu araştırmalarına katmaktan imtina ediyorlar, ironik bir şekilde duygusuz, kuru bilgi taşıyan metinler çıkıyor ortaya böylece. Bir avuçtur coşkulu olanlar, ben uyduruk akademik serüvenimde bir tanesine bile rastlamamış olsam da, mesela şimdi Onat Kutlar'ın ve metinlerinin etrafında dönen incelemelerin, anıların olduğu bir derlemeyi okuyorum, Ayşe Özata Dirlikyapan'ın yazısı ne hoş bir yazı, heyecanı sürdürenlerin olduğunu görüp seviniyorum. Hocaya çok saygı. Okuma Üzerine Yakın Okumalar'da yer alanlar heyecanlarını okuma üzerinde yoğunlaştırmışlar, özellikle Tim Parks'ın, Jeanette Winterson'ın ve Blake Morrison'ın yazılarını okuduktan sonra ne yaptığıma dair sorgulamalara daha az kapılacağımı düşünüyorum. Sanırım ne yaptığımı biliyorum artık.

Zadie Smith'le başlıyoruz, Kütüphane Hayatı. Smith, evindeki ve evinin yakınındaki küçük kütüphanelerdeki okuma edimi üzerinde yoğunlaşıyor. Penguin'in karton kapak devrimi 50'lerin ve 60'ların kültürel yaşamını çok etkilemiş, böylece -en fazla bir paket sigara fiyatına- Camus, D. H. Lawrence gibi yazarlar okunur hale gelmiş. Smith'in babası kitaplarla doldurmuş evi, iyice bir okuduktan sonra da hiçbir şey okumamış. Annesi de çok okurmuş, böylece evdeki kitapların sayısı artmış. Müthiş bir ortam; ev kitap dolu ve anneyle baba sağlam birer okur. Ben başlarda ilgiyle, sonrasında başka okunacak bir şey olmadığı için çaresizlikle ansiklopedileri karıştırıp dururdum. Abim yan dairedeki şirketin siyah bir torba içinde çöpe attığı dosyaları falan zaman zaman eve getirirdi, mesela kaza yapmış bir araç için tutulan sigorta kayıtlarını okuyarak aracın fotoğraflarına bakardım. Hikâye üfür dur. Gökdemir İhsan da benzer bir şey anlatmıştı, çocukluk yıllarında evde sadece Yasin ve sürücü kursu kitabı varmış. Üzülüyorum, insanlar nasıl ortamlarda büyüyorlar ya. Neyse, Smith kütüphanede bir şeyleri nasıl öğreneceğini öğrenmiş, tabii evdeki araştırma şevkinden yola çıkarak. Milton'ın Şeytan'ın tarafında olduğunu, Malcolm X'i, V. Henry'yi, dünyayı öğrenmiş orada. Yerel kütüphanelerin başka hayatlara açılan geçitler olduğunu keşfetmiş, okudukça okumuş. Ne güzel.

Blake Morrison, Okumayla İlgili On İki Düşünce. Kendime yonttuğum çok şey çıktı buradan. Birkaç düşünceyi alayım, örneğin "kaçış". Morrison, bir arkadaşının çocukken yatağının etrafına kitaptan duvarlar ördüğünü söylüyor, böylece ailesinin yarattığı terör ortamından kurtulmaya çalışıyormuş. David Copperfield'ın da buna benzer bir hadise geçiyor başından, alıntı yapılıyor ve gerçekle kurmaca arasındaki fark ortadan kalkıyor. En iyi kitaplar en iyi geçitler haline geliyor, yaşamda aşılması güç engeller var ve yıkılmıyor, öyleyse kurmacayla başka bir şeye dönüşecekler. "Sahiplenme" fikrine bakalım, yazarlar metinlerini bir noktadan sonra bırakmak zorundalar. Çok örneği var da birini hatırladım şimdi; Asimov bir metniyle ilgili yapılan yoruma katılmıyor ve konuşmacıya bu durumu anlattığı zaman konuşmacı Asimov'un ne düşündüğünün kendisi için pek bir önem taşımadığını, yorumunun pek de yanlış olmadığını söylüyor. Eh, bir metnin veya eylemin kaynağını bulabileceğimizi iddia etmek çok iyimser bir davranış olur, kendimiz bulamasak da bir başkasının bakışıyla ortaya çıkabileceğini kabul etmemiz gerekir. Farklı okuma biçimleri farklı sonuçlar verir, öyleyse gözden kaçırdığımız bir şeylerin varlığı çok da şaşırtmamalı. Sahiplenmede aşırıya kaçmakla ilgili bir hikâye anlatılmış, ilginç. Tobias Wolff otobiyografisinde lise zamanlarının son iki yılını anlatıyor. Okul dergisi için yazma denemelerini sürdürürken okulun bitişiğindeki kız okulunun dergisinde bir öykü okuyor. Öykü tamamıyla kendisinin, kendisini anlatıyor. Alt üst oluyor Wolff, öyküyü istemsizce baştan yazıp altına imzasını atıyor ve Hemingway'in jüri üyesi olduğu bir yarışmaya gönderiyor. Öykü birinci geliyor ama katakulli ortaya çıkınca Wolff'un ödülü elinden alınıyor, okulundan şutlanıyor falan. Kısacası başkaları tarafından yazılabiliriz ve bu iyi bir şeydir, kendimizle karşılaşmak da yalnız hissetmemeye dahil. Bir de "ben" deme cesaretiyle ilgili bir bölüm var. Etik giriyor işin içine. Ne kadar dürüst ve açık olabiliriz, kendimizi ne ölçüde anlatacağız? Knausgaard ailesinin açtığı davalarla uğraşırken yazdıklarından ötürü pişman olmadığını söylüyor, edebiyatın kişisel alengirlere meydan okutacak cesareti verdiği malum. Morrison, öğrencilerinin sık sık bu tür problemlerle geldiklerini söylüyor, cevabı hep aynı. Başkalarının metinlerinde kendinizi buluyorsanız başkaları da sizin açıklığınızda kendilerini bulabilirler. Söylenemeyenin açığa çıkması, dipte gömülü olanın kendini özgür bırakması deli rahatlatıcı bir şey, yüklerden kurtulma hissi. Edebiyat kanonuyla ilgili bölümde Bloom'u buldum; yazarın ve okurun coşkusunun birleştiği noktalarda kanonlar oluşuyor. Makul. Öznel kanonları oluşturana kadar başka kanonlardan metin çarpabiliriz, bunda çekinecek bir şey yok. Çarpacağız.

Tim Parks, Etkin Okuma. Dikkatimiz korkunç dağınık, telefonuma bakmadan on beş dakikanın geçmek bilmediği bir durum hiç olmadı, hatta eve gelince telefonu başka bir odada bırakıp üç saatte bir bakarım, benim için sorun yok ama diğerleri? Ferit Burak Aydar bugün tweet atıp bahsetti bu durumdan; okumak için zaman yokken büyük eserleri nasıl okuyacağız? Friends izleyebiliriz okumak yerine, Anna Karenina'nın çok daha fazlasını dizilerde bulamaz mıyız? Okumaya zamanımız yoksa tesellidir bu, çağımız dandik teselliler çağıdır ve akademisyenler klasikleri okumamalarından garip bir övünçle bahsedebilmektedirler, o zaman okumanın niteliğini parlatmak mı gerekir, Sokrates'in argümanlarına yeni ataklar mı bulunmalı? Parks, okumanın hallerinden bahsediyor biraz. Haz alıyoruz, farkındalık ve uyanıklık kazanıyoruz, anlatıcının/yazarın ne yapmaya çalıştığını anlamak için kafa patlatıyoruz, okur olarak kendimizi metin ve dünya karşısında yeniden konumlandırıyoruz. Sırf bu sonuncusu için okumaya devam edebilirim. Tek sözcük yazmam bundan sonra, yeter ki yüz yaşıma kadar şimdiki gibi okuyabileceğimi bileyim. Zamanı gelmemiş metinleri bile.

Diğer makaleler de sıkı, bu nihayetsiz ihtirasa bulaşanlar zaten okusun da biraz olsun sözcük kovalayan, kovalamış herkes için bu derleme, ıska geçilmemeli.

18 Ekim 2018 Perşembe

George Saunders - Arafta

Çadırın ipeği kutsal bir ışıkla parlıyor, idea ipeği, gizlediği alanda geçişin son aşaması için birtakım ölçüm işlemleri yapılıyor. İsa-prens bizzat gözlemliyor, kalbi tartılacakların başında Osiris misali bekliyor, ki İsa'yla Osiris arasındaki benzerlikleri inceleyen müstakil bir eser mutlaka vardır, neyse, tek bir soru. "Nasıl yaşadın?" Bu, cevabı soranlar tarafından bilinen bir soru, önemli olan muhatabın kendiyle ilgili bir sorunun cevabını bilip bilmediği. Kitabın son bölümünde Saunders'la yapılmış bir röportaj var, Saunders orada İsa'nın bir sözünden etkilenip bu dürüstlük meselesini değerlendirdiğini söylüyor. İçimizdekini açığa vurunca kurtuluruz, açığa vurmadığımız müddetçe onun verdiği acıya mahkum olacağız, kısacası insan kendi cehennemini kendi yaratacak. Bir cevabında da Tibet metinlerinde insanın ölümden sonrasıyla ilgili ne düşünüyorsa onunla karşılaşacağına dair yazılanları irdeliyor Saunders, uzun süredir düşündüğüm ve biraz olsun inandığım bir şeydi bu, dengini bulmak güzel oldu. İyice dağıldı mevzu, soruya dürüstçe cevap verenler için ışıktan kapılar açılıyor ve Krallık'a bir yol açılıyor, kendini kurtaran ruhlar yolculuklarını mutlulukla tamamlıyorlar. Dürüst olmayanlar ipek çadırın bir anda insan etine dönüştüğünü, İsa-prens'in biçim değiştirerek Şeytan'a benzediğini görüyorlar ve acı çekecekleri mekâna doğru sürükleniyorlar, korkuları tarafından. "Dürüstçe söyle!" sözü yankılanıyor, Rahip Everly Thomas nefret ettiği dayısının sesiyle söylenmiş bu sözü işitir işitmez, kalbi tartılırken İsa-prens'in ve yardımcılarının aşırı karamsar tepkilerini görünce dönüp kaçıyor, kimse onu kovalamıyor. Herhangi bir kötülük yapmadığını söylüyor önce, Tanrı'nın Kelâmı'nı yaydığını, hayırsever biri olduğunu söylüyor ama kendinden emin değil, ara sıra şüpheye düştüğünü itiraf ediyor, lanetlendiğini düşünüyor. Gerçeği söyleyememek gibi bir laneti var, uzun süredir birlikte yaşadığı arkadaşlarına öldüklerini, arada bir yerde kaldıklarını söylemek istiyor ama emredildiği gibi sessiz kalıyor, gerçeği bir tek kendisi biliyor. Aslında öldükten sonra, bilinmeyen bir diyarda bile Tanrı'nın buyruklarını yerine getirmeye devam ediyor, insanların/ruhların düşüncelerini toparlamalarına yardımcı oluyor, çizgiyi aşmadan. Çoktan gidebilirdi, bir süre sonra gitmek zorunda ama görevinin onu orada tuttuğunu düşünüyor, en azından gidişini böylece geciktiriyor, kendisiyle yüzleşmeye henüz hazır değil.

Hayaletlerin başka bir düzlemde var olan bilinç kalıntıları olduklarını düşünüyorum. Hayaletler var. Bana göre Uçan Spagetti Canavarı da var. Evimdeki eşyaların ben yokken etrafı panayır yerine çevirip ben anahtarı kilide soktuğum an yerlerine döndüklerine inanıyorum, hatta şu anda tam arkamda bir boşluk var, kapkara, bakış açımın dışındaki her şey bir kuantum çorbası içinde yüzüyor. Biçimlenmeyi bekliyor, özneliğimi bu karmaşanın orta yerine, biçimlenmeyi bekleyenin önüne koyuyorum. Çorbanın süreğenliğinde varım, bilincimce en iyi eseriyim, en azından ağzımla gözümün yerini tutturabildiği için minnettarım. Burnum biraz daha küçük olabilirmiş, dişlerim de daha biçimli olsaymış ama onun da elinden gelen bu. Sonuçta hayaletler de buradan doğduğuna göre hiç olmayacak bir şey yapıp çorbanın -varsa- niyetini sorgulamadan hayaletlerinkini sorguluyorum, bunu Saunders'tan yola çıkarak yapıyorum. Harry Potter da sorguluyordu bir yerde, yarım kalmış işleri olduğu söyleniyordu. Gitmemeyi tercih ediyorlar, sorgulama bölümünde başlarına gelebilecekleri gördükleri zaman korkuyorlar, ne yaşadıklarından emin olmadıkları, ıstırap diyarında cinsel organından alevler saçan bir boğa-iblis tarafından fiili livataya maruz kalmak istemedikleri için -ekstrem bir örnek, hedefine ulaşıyor-  ortada bir yerde kalıyorlar, defnedildikleri yerde, mezarlığın göbeğinde dolanıp duruyorlar. Kendi jargonlarını geliştirmişler, anlatıcı sözcüklerin anlamlarını açıklamıyor, yeri geldiği zaman söz gelişi bir diyalogdan çıkarıyoruz ki "maddeışıkçiçeklenme" denen nane, gitmeye karar veren hayaletlerin artlarında bir parıltı bırakarak çadıra yönelmeleri/ışınlanmaları anlamına geliyor, tabut için "uyku-kutusu" gibi bir kavramları var, metinde bulamadığım için salladım şu an. "Hasta-kutusu"ymuş, buldum şimdi. Neyse, öldüklerini hatırlamamak için üfürülmüş sözcükler kullanıyorlar, söz birliği etmişçesine. Bir tek rahip biliyor neler döndüğünü, belki de bu yüzden en çok karşılaştığımız üç hayaletten biri kendisi. Diğerleri Hans Vollman ve Roger Bevins III. Bu üçünün dışında pek çok hayalet var, anlatının geçtiği zaman 1862, Abraham Lincoln'ın oğlu Willie'nin öldüğü sıralar. İç Savaş'ta mevta olmuş askerler, siyahiler, cinayet kurbanları, her kesimden insan var mezarlıkta, çoğunun hikâyelerini öğreniyoruz, alt katmanları oluşturuyor bu hikâyeler. Asıl mesele, Willie'nin ölümü ve Abe Lincoln'ın ölümle yüzleşmesi. Saunders, röportajda fikrin aklına nasıl geldiğini ve gerçeklik yanılsamasını bozmamak için kurmacaya ne gibi somutlaştırıcı etkenler kattığını anlatıyor.

İlginç bir teknik kullanmış Saunders, Willie'nin öldüğü gecenin ve sonrasının tanıklıklarını derlemiş, farklı kaynakları kullanarak olayları kronolojik olarak sıralamış. Bakış açıları değişince güzel bir karma-gerçeklik çıkmış ortaya; Abe'in gözlerinin gri, mavi-gri, gri-mavi ve mavi olduğu söyleniyor, hepsini denklemek bir sonuç çıkarmaya yetiyor. Saunders, bu iş için günlerini harcayıp sayısız kaynağı incelemiş, "romancı" kavramını "küratör"ü de içerecek şekilde genişletmiş, mevzu bahis pastiche aslında. Bu bölümler metnin büyük bir kısmını oluşturmasa da genişçe bir yer kaplıyor. Hayaletlerin yaşamlarının olduğu bölümlerde yine değişik bir iş var; diyaloglar ve monologlar halinde kurulan bir anlatı var, hayaletlerin sözlerinin altında isimleri yazıyor. Tiyatro metnine benzer bir metin, isimlerin altta olması dışında.

Abe'in kaybı. Tanıklara bakarsak Willie'nin hastalanıp öldüğü gece evde bir toplantı yapılmış, herkes eğlenirken hayatını kaybetmiş çocuk. Abe'in ve eşinin çocuklarını tamamen özgür bıraktıklarından bahsediyor insanlar, aşırı bir özgürlükmüş bu o zaman için, aslında bugün için de. Willie'nin ölümünün Abe'in suçu olduğu söyleniyor, adam da belki biraz böyle düşündüğü için, oğlunu çok sevdiği ve ölümünü bir türlü kabullenemediği için çocuğun mezarına gidiyor, düşüncelere dalarak bekliyor. Çocuğun hayaleti bir süredir orada, monologlarında babasına duyduğu özlemi dile getiriyor, hayaletler babayı mezarlıkta tutmaya çalışıyorlar, çocuğun orada olması bir hata, ilahi kurallar motamot uygulanmamalı, çocuğun günahı yok, zihinsel melekeleri yeterince gelişmediği için gitmekle kalmak arasında bir karar veremiyor, konseptten haberi yok çünkü. Herkes olanları izliyor, adamın bedeninin bulunduğu alana girip hep beraber düşünüyorlar, adam gitmemeli, çocuğun yanında kalmalı, herkes kendi tanıklığını anlatıyor, herkes susuyor, babayla oğulun derinleşmek için geç kalmış ilişkisini sessizlik içinde izliyorlar. Kayıpla yüzleşme gücüne aynı anda kavuşuyorlar; Abe oğlunun öldüğünü kabulleniyor ve oğlunun bedeni başında konuşurken ölümden bahsediyor, oğlanın zihinsel engeli ortadan kalkıyor ve öldüğünü öğreniyor. Aydınlanma anı, herkes için. Herkes uykusundan uyanıyor, hayaletler birer birer gitmeye başlıyorlar, kalanların bir bölümü gitmeleri için kendilerine işkence yapmaya gelen varlıklardan kaçmaktan bıktıkları için gitmeye başlıyorlar, çok çok azı kalıyor. Sonuçta esas karakterler nihayetinde yolculuklarına çıkıyorlar, tekamüllerini tamamlamak için.

Ölüm sebepleri geride bırakmak istemediklerinden doğuyor bir anlamda; gay bir hayaletin toplumsal baskı yüzünden çektiği acıyla sevdiği adamı bir başkasıyla görmesinin acısı birleşiyor ve adam bileklerini kesiyor. Bir başkası yaşlılıktan, biraz da genç eşine duyduğu aşkın kalbini zorlaması yüzünden ölüyor ve kadını bir türlü bırakamadığı için gidemiyor, kadın hayatının aşkıyla karşılaşıp gerçekten mutlu olana kadar. Her yaştan hayalet var, maddeışıkçiçeklenme sırasında -muhtemelen travmalarını yaşadıkları sıradaki görünümleri- yaşamlarının çeşitli dönemlerindeki formlarını sergileyip öyle gidiyorlar. Konuşmaları bu çeşitlemeye uygun, Willie küçük bir çocuk için düşük cümleler kuruyor, sözcükleri doğru ayırmıyor, nokta ya kullanmıyor ya da çok az kullanıyor. Tecavüze uğrayıp öldürülen bir kadının sözcükleri yaşadığı korkunç olay yüzünden çarpık, bazen anlamsız. Detaylar ilgi çekici, Saunders şahane bir dünya kurmuş. Bir hayaletin yanında kendisine benzer bir başka hayalet var ve bu ikincisi, birincisine zihinsel olarak bağlı, hayaletin bir bedene sahip olduğu zamanlarda şizofren olabileceğini düşündürüyor bu durum.

Sayısız hüzünler metni bu, kaybetmekle ve kabullenmekle ilgili. Daha çok kabullenmenin acısıyla ilgili. "Ah, çok hoştu, dedi hüzünle. Orada olmak çok hoştu. Ama geri dönemeyiz. Eskiden olduğumuz halimize. Tek yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey." (s. 382)

Kitabı nasıl edindiğimi anlatmazsam ayıp etmiş olurum, anlatacağım. Yazın Twitter'dan bir mesaj geldi, "Bir arkadaş grubumuz var, kitabınla ilgili seninle bir oturup konuşalım" diye. Geçen ay buluştuk, Ömer Arslan'la da tanıştım o vesileyle. İletişim basmış öykülerini, edinip bakacağım ona da. Neyse, mesajı atan Özcan Abi'nin sohbeti iyi, saatler geçmiş öyle. Kalkmaya yakın çantasından iki kitap çıkardı Özcan Abi, "Ben hediye vermeyi severim, al, hediye," dedi. Teşekkür ettim, aldım, yoksa okuyacağım yoktu. Çok sağ olsun. Durmayan elimle, kolumla cümle kurma çabalarımı da mazur görsün, bende arası yok. Ya susup dinliyorum ya da heyecanlı heyecanlı anlatmaya çalışıp kepaze oluyorum. Bir örneği aşağıda mevcut. "Kesinlikle," dediğim her sefer için bir tane aşkedebilirsiniz.

Öyle işte. Metin iyi. Çok iyi. Tez okuna.