Kurmaca Nasıl İşler?'den önce okunursa daha iyi bir okuma yapılmış olur.
Jahn'ın internette yer alan incelemelerinin bir bölümünün çevirisidir. Çevirmen Bahar Dervişcemaloğlu, önsözünde anlatıbilimin Batı'daki okullarda müfredatın temelini oluşturduğunu, bizdeyse pek sallanmadığını söylüyor. Doğrudur; edebiyat eğitimi bizde -istisnalar hariç- edebiyat tarihçiliği ve tasnifçilik üzerinden yürüyor. Anlatım tekniği öğreneyim, şu kuramın edebi yansımasını göreyim derseniz o iş zor. Şeye benzetiyorum, muhteşem müzisyenler doyumdan uzak müziğe yamanırlar, ev geçindirebilmek için. Arada bir iki albüm çıkartırlar, borç harç. Fusion veya caz, her neyse, bunu da yapmasalar heba olmuş deli yeteneklerden bir mezarlık oluşurdu. İşler böyle yürüyor ne yazık ki.
Jahn, hikâye anlatımının öğelerini adım adım açar, kurmacadaki zamanı, mekanı ve anlatım biçimlerini örnekleriyle açıklar. Açıkladığı gibi birçok metinden örnekler de verir, mesela Holden Caulfield'la Otomatik Portakal'ın Alex'i. Bambaşka insanlar, anlatımlar. Neden? Çünkü edebiyat. Dallanmadan önce anlatının bir noktasında buluşurlar, hikâyeleri kendi ağızlarından dinleriz ama uçlara doğru ilerledikçe çeşitli yönlerden ayrılırlar. Jahn bu ayrışmanın niteliklerini maddeleştiriyor. Aynı şeyi Cem Akaş da yapmıştı, denemelerinden birinde. Saçmanın tipolojisiyle ilgileniyordu sanırım. Çok komikti. İse'de olabilir, olmayabilir.
Giriş bölümü. Jahn bir kitapçıya soktu bizi, kitaplara bakıyoruz. Tayatora, roman, öykü, ne varsa. Hepsinin bir anlatı dünyası var. Biz roman seçiyoruz bir tane, elimize alıyoruz ve Jahn o noktadan sonra bizi yönlendiriyor. Bu bölüm genel bir derleyip toparlama, özet olarak değerlendirilebilir, incelemede yer alan kavramlar ve terimler bu bölümde açıklanır. Örneklendirme kısmı müstakil bölümlerin içinde ayrı ayrı ele alınır. Ses vardır mesela, anlatı sürerken, "Kim konuşuyor?" diye sorarız ve aldığımı cevap bize sesin sahibini, anlatıcıyı verir. Alex'in anlatısını düşünürsek orada kişisel tecrübe anlatısı denen bir nane ortaya çıkıyor. Anlatıcı belli, dinleyen de belli ama tam da belli değil. Barthes'ın "kağıttan bir varlık" sözü alıntılanmış, Alex kağıttan bir anlatıcıysa okur da kağıttan bir okurdur, yani gerçek yaşamdaki halimizi değil, metnin içindeki okurluğumuzu da düşünmemiz gerekir. Bu şuna benziyor, bir metni okumaya başladığımızda oyuna dahil olduğumuzu baştan kabul ediyoruz. Kurmacanın karşısında/içinde kendi personamızla bulunuyoruz ve hikâyeyi bu şekilde izliyoruz.
Homodiegetik ve heterodiegetik anlatılardan ilki bize hikâyedeki karakterlerden birinin anlatıcı olduğunu, diğeri de anlatıcının hikâyede karakter olarak yer almadığını söyler. Temel açıklamalar bunlar, yoksa aralarında sayısız geçiş yaşanabilir, şamatalar yaratılır ve Holst'un Hayaletler nam öyküsünde olduğu gibi mevzunun içinde değilmiş gibi yapan anlatıcı, metnin son cümlesinde her şeyin tam ortasında yer aldığını, belirli bir şey olduğunu söyleyebilir. Tolstoy, Dickens, Hardy gibi yazarların metinlerinde genellikle yetkili yazar anlatı durumu olduğu söyleniyor. Bu adamlar kendi çağlarının panoramasını sunarken sarsılmaz, derin bir sesle anlatılarını kurarlar. İşin içine Hemingway, Woolf, Kafka gibileri girdiğinde, hele hele Oulipo ve Yeni Roman gibi uçarı akımlarda anlatıcı mevzusu iyice karışıyor. Özellikle James ve Hemingway'in pek sevdiği iç odaklanma tekniği üzerinde duruluyor ki "başkasının -figürün- gözleri, okurun bilinci" gibi bir şekilde açıklanabilir. Son olarak serbest dolaylı söylem gelsin. Arada "Tanrıya şükür" olsun, "İyi ki böyle oldu" olsun, pek çok öznel ifadeye rastlarız. Üçüncü şahıs söyler bunu. Üçüncü şahıs bunu kendi mi düşünür, karakterine mi düşündürtür, neydir olay? James Wood, Kurmaca Nasıl İşler?'de bu konunun üzerinde özellikle durup başarılı ve başarısız örneklerini verir, Jahn ise sadece ne olduğunu anlatıp geçer.
İkinci bölümde anlatıbilimin kaynaklarını görürüz. Eh, sanatın kavramlaştırılma çabalarının başladığı Antik Yunan'a kadar yolu var. Platon ve Aristo'nun mimesis-diegesis ayrımından bahsedilir ve kurgusal veya kurgusal olmayan anlatı biçimleri incelenir. Anlatısal bildirişim konusunda metalepsis önemli bir kavramdır, kabaca homodiegetik anlatıcının hikâye içinde olduğunun farkına varmaması esasına dayanır. Stranger Than Fiction gibi filmlerde, pek çok metinde ve dahi tiyatroda düzeyler ihlal edilir, karakterler bir kurmacanın içinde olduklarını anlarlar, kurmacanın içindeki yazarı öldürmeye çalışarak özgürlüklerine kavuşmaya çalışırlar falan, bir dünya curcuna.
Gerisini ortaya karışık yapıyorum. Odaklanma konusu. Çeşitleri var. Birkaç karakterin gözünden bir olayı görürüz, birkaç karakterin gözünden birkaç olayı görürüz, neler neler. Mrs. Dalloway misal. Faulkner ikinci misal. Başlama noktası da önemli bir hal alıyor burada, bir hikâyeyi anlatmaya başlarken nereden başlayacağız? Öncesi, sonrası, ortası? Öncesini biri, ortasını başka biri mi anlatacak? Benim başarısız öykü denemelerimden biri, iki karakterin arasında saniyenin milyonda birlik boşluğunu düşünceleriyle doldurmaya çalışan atomların konuşmalarından oluşuyordu. Kilgore Trout öyküsü gibi, tövbe yarabbi... Portnoy'un Feryadı'nı hatırlıyorum; terapinin başından sonuna akan bir yaşam ve final: Portnoy feryat eder.
Metindeki zaman ve güncel zaman ilişkisi açısından müthiş bir yazarı, Ersan Üldes'i önerip bitiriyorum. Zafiyet Kuramı'nı okuyun.
Bu kitap ne işe yarar, okuduğunuzu çözümlemek için iyidir. Anlatım tekniklerinin anlaşılması için iyidir. Yazmaya niyetliler için iyidir.
"Kalbinde bir kristal kırıldı." (s. 21) Kutlu'nun kalp kırığı betimi. Kısa ve incelikli. Öykülerin tamamı gibi. Diğer yandan, şu: "Efendi boşa koydu olmadı, doluya koydu olmadı." (s. 95) Yazarın özgür olduğunu aklımda tutarak söyleyip çelişiyorum ki böyle bir deyiş yok, boşun dolmayıp dolunun almaması var, boşun olmayıp dolunun almaması var ama bu... Bilemedim.
Öyküler hayatın güzel olduğunu gösteren küçük pencereler açıyor. Görünürde acılar ağırdır ama üstesinden gelinen acı insana mertebe atlatır, iyileştirir. Kutlu'nun insanları mutlu olmayı bilen insanlar, orta-alt sınıfın çilelerine göğüs gerenler. Zor yaşamlar basit mutluluklar getiriyor, hayatın güzelliği zorlukla mücadeleden, alt etmeden ve yılmamaktan geliyor. Mücadeleden yani. Göreceli bir mevzuya etkili bir yaklaşım. Etkili, eğer çevrenizde yaşamınızı değiştirebilecek insanlar varsa. Komşular, hemşeriler, arkadaşlar, kuşlar, fotoğraflar... İnsan yalnızsa yıkılır, yalnız değilse yırtar. Hayatın güzelliğini yalnız başınayken kavrayan pek az karakter var. Cemaat iyidir yani.
Her şey güzel ama Kutlu'nun gösterdiği manzaralara parmağını sokması işi biraz kıssadan hisse vermeye sokuyor. Gerçi Kutlu'yu okumayalı yıllar oldu, tam hatırlamıyor olabilirim ama okuduklarım içinde böyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum. Belki niyet biraz olsun ders vermektir ama bu ders faslı anlatıcının aktarımdan başka bir rolü daha olduğunu gösterip metni edebi açıdan daha az değerli kılıyor. Bence. Mesela aşırı zengin bir adamın parasıyla ne yapacağını bilememesini anlayabiliriz ama parasının faize konduğunu bilmemiz öyküye ne sağlar? Adamın cehennemlik olduğunu bilmemiz, sınırları içinde öyküye herhangi bir açımlama sağlamaz, anlatıya herhangi bir derinlik katmaz, adamın ne kadar da kötü bir iş yaptığını öğreniriz sadece. Devamında faiziyle kavrulmuş onca paranın yoksullara dağıtıldığını öğreniriz, öyleyse herkes haram mı yedi? Dinle ilgili bu açıdan pek bir bilgim yok, aydınlatacak biri çıkarsa sevinirim. Ha, bir de bu öykünün sonunda şu var:
"Fukaranın yüzündeki sevinci gören aydınlar bu işe bir mâna verememiş. Teoride yeri yokmuş bunun. Ee!.. Hızır bu, boru değil." (s. 48)
Karikatürleştirmeden, kendinden emin tondan ve Hızır-boru karşılaştırmasından rahatsız oldum ama benim öykü ve anlatıcı anlayışımla ilgili bir şey bu. Bilemiyorum ya, biraz hayal kırıklığına uğradım, sanki Kutlu, "Gençler, bu öyküleri size ders olsun diye yazdım," dermiş gibi. Ders istemiyorum, tepeden inme yönetmelik de istemiyorum, incelik istiyorum. Bulmadım değil; bazı öykülerde bu işe hiç girmemiş Kutlu, ne güzel etmiş. Hatırladım, Beyhude Ömrüm ne güzeldi mesela.
Sevinç: İki simitçi çocuğun etrafına dikilmiş bir park kırkyaması. Dilenciler, öğrenciler, ihtiyarlar ve güvercinler... Çocuklar simidin iki yanından tutar ve çekerler, birinde kalan parça normalden çok daha büyüktür, çocuk haksızlık olduğunu düşünür ve simidinden bir parça koparıp payına küçük bir kısım düşen çocuğa vermek ister. Çocuk almaz, güvercinlere verirler. "Önlerinde bir güvercin bahçesi oluştu." (s. 9) Kutlu'nun imgeleri o kadar başarılı ki zihinde manzara aramaya gerek yok, kendiliğinden oluşuyor. Çocuklar simitleri bitirdi, etraflarında yüzlerce melek dolaşıyor ve işleri rast gidiyor, şüphesiz.
Nöbetçi Âşık: Hudutta bir nöbetçi asker, her an saldırıya uğrayabilir ama kamuflajını açıp sevdiğinin resmine bakmak için zaman var. Düşen fotoğrafı almak için eğildiğinde bir kurşun vızıldıyor, asker hayatını sevdiğine borçlu. Sonra çatışma. Bizimki siper falan almadan yardırıyor, kurşunlar vızır vızır etrafından geçiyor ama buna bir şey olmuyor, üzerine ateş edenlere doğru sıkıyor ve çoğunu öldürüyor. Komutanı şaşırıyor işe ama askerden mantıklı bir cevap alamıyor. Kulübenin penceresinden bakıyor, bulutlar beyaz, gök mavi, tepeler meşeli. Dıranas'tan penccereli ve gül atmalı meşhur şiiri mırıldanıyor. Cevabı sezmiştir.
Profesyonel: Hacı Dede çocukluğunda eğlenmeyi bilirmiş, yeni nesle topaç çevirmeyi öğretince gençliğini hatırlıyor ve coşuyor ama ruhu gençse de bedeni değil, düşüp kolunu kırıyor. Yine de o bir profesyonel, az daha futbolcu olacakmış. Eşiyle muhabbeti, anılara dalışı hoş.
Sırılsıklam: Berber kalfası oğlanla tezgâhtar kızın aşkı. Tanışırlar, eğleşirler, oğlan askere gider. Bu oğlanın ilk öyküdeki asker olduğunu düşününce mutlu oldum bir an. Neyse, sinemalar, aileler derken... Onların muradı. Yoksul ailelerin sevdaları, yaşamları, tam Kutlu'nun kalemi.
Paranın Yükü: Başta bahsettiğim öykü bu. Latif Bey Boğaz'da bir yalıda yaşıyor, pek zengin. Âdil Efendi ve karısı da müştemilatta, yalının işlerine bakıyorlar. Latif Bey'in oğlu var, Prof. Dr. Muhsin Ali Bey. Paraya epey düşkün ama uzaklarda yaşıyor, babasıyla pek bir ilgisi yok. Parayla var. O halde Latif Bey öldükten sonra neden miras işleriyle ilgilenip onca paranın Âdil Bey'e emanet edildiğini öğrenmiyor, burası önemli bir açık. Neyse, para dağıtılıyor ve iç sıkıntısı bitiyor. Paradan kurtulmak, vicdan rahatlatmakla ilgili bir öykü. Çok paranın çok dert getirmesi neden sıkıntı verir, günahsız kazanılmadığı için mi?
Yirmi bir öykü var, benden bu kadar. Takva, inanç ve yaşamın getirdikleriyle ilgili bir deste.
Abdülhak Hamit Tarhan'ın Eşber adlı manzum piyesinden alınmış bu söz. İskender'e yenilen Eşber, cesaretiyle hayranlık yaratır ve İskender, Eşber'in hayatını bağışlayıp kılıcını ona geri verir. Eşber intihar eder, İskender bunun anlamını hocası Aristo'ya sorar ve Aristo noktayı koyar: "Zafer yahut hiç!"
Kutlu'dan bir kolaj bu; hızla yayılan şehir, bu şehirde zorlukla yaşayan ve bambaşka hayatlar yaşayıp bir araya gelmiş insanlar. Kır-kent geçişinin sancıları.
Tam öküzce anlatıyorum şimdi, kitabı bitireli altı ay olmuş ve pek bir şey hatırlamıyorum dsf. Ferit var bir tane, doktor. Tepeköy'e gidiyor, dayısı mı amcası mı neyse, belediye başkanı. Ferit yurt dışında ihtisasını tamamlayıp gelmiş, alanında uzman. Memleket hasreti ağır basıyor, dönüyor işte. Bir de gönül yarası vardı, hatırlamıyorum mevzuyu.
Samet Görmüş, belediye başkanı. Çalışkan bir adam ama hızla serpilen kente bürokrasi yüzünden ayak uyduramıyor. Yapmak istediği çok şey var, Ankara'ya gidip geliyor epey ama devletin işleri işte, elinden geldiği kadar. Halk onu çok seviyor, ideal bir idareci denebilir. Sağlık ocağını, okulu falan kendi ayarlıyor. Mevzuyla alakalı, oranın yerlisi bir arkadaş şöyle diyor: "Durum umutsuz. Devlet hazırlıksız, para kıt. Devlet halkın dinamizmine yetişemiyor. İşte şurda bir semt kurulmakta. Beş on seneye kalmaz şehirle birleşir. Ama ne alt yapısı var, ne üst yapısı. Bizim devlet ilk günden bu yana böyle galiba. Kervan yolda düzülür misali. Vatandaş kendi işini kendi görmek zorunda kaldı. Nüfus artıyor, ekmek aslanın ağzında. Kentleşme böyle mi olur? Azgelişmiş denince kızıyoruz. Hiç hakkımız yok. Balık Ankara'dan kokuyor. Yıllarca seçildiği ili milletvekili olarak ziyaret etmeyen, tanımayan mebuslarla geçirdik zamanı. Milletle devletin arası açıldı, bir türlü kapanmıyor." (s. 24)
Tepeköy'de durum bu. İçme suyu tankerle geliyor. Fabrika yüzünden akan dereler hastalık yuvası. İstanbul'dan bir örnek, Orhanlı mesela. Sabancı Üniversitesi'nin kuzeyi. Anket yapmaya gitmiştim de. Her yer çamur, yol yok, yaşam standartları inanılmaz düşük, insanlar üç beş paraya çalışıyor. Öyle işte.
Başka, Neriman Hemşire var. Arkadaşı Oya var ki esas kadın. Öğretmen. Pek gençken kocası Almanya'ya gidiyor, gidiş o gidiş. Çocukla kalakalıyor Oya, sonra Tepeköy'e geliyor.
Bulut, onun da kişisel trajedisi pek acıklı. Pek sevdiği eşinden boşanıyor, Oya'ya aşık oluyor. Ferit geliyor, o da Oya'ya aşık oluyor. Tepeköy aslında bir kaçış yeri olmuş, bir yeniden başlama noktası. Çoğu karakter, Tepeköy'le birlikte kendi yaralarını sarmak için orada aslında.
Böyle bir yerin iti kopuğu da eksik olmaz, Kolsuz var. Bulut bir türlü suç üstü basamıyor Kolsuz'u, çomak sokuyor en fazla.
Bulut'la Ferit, Oya'ya aşık oldukları için aralarında inceden bir gerilim var ama mantıklı, aklı başında adamlar. Bu gerilim hiçbir zaman kavgaya vs. dönüşmüyor. Yalnız kitabın sonu tam bir sürpriz. Kutlu, mevzuyu sonda patlatmayı seviyor. Kitabın adına yaraşır bir son.
Kutlu'nun yaralı insanlarını sevenler için güzel bir roman.
Mustafa Kutlu'dan bir çatışmalar kitabı daha. Kır-kent, emek-sermaye çatışmalarının arasında kalan insanların anlamlandırma ve mücadele etme çabası.
Mukaddime bölümü hem bir kapitalizm yergisi, hem de karakterlerin seyir defteri. Sabahın köründe yollara düşmek, fabrika düdükleri, musluktan akan klorlu su. Kırda bırakılıp kentte bulunamayan temiz hava, doğal yiyecekler, her şey. Yaşamak uğruna bırakılan bir başka yaşam. Requiem for a Dream işte. "Koşuyorsun, ciğerlerinde eksoz gümbürtüleri. Ayaklarında lastik. Üç öğün naylon yemektesin. Ara toprağı. Toprak bizim canımız, petrol olsun kanımız." (s. 8)
Önce ile birlikte mevzuya giriyoruz. Cevher Bican, Kars'ın Göle kazasından, emmileri iş bilmeyip sürüyü, tarlaları dağıtınca tutup gelmiş İstanbul'a, dayısının methine kanıp insanların kanını içe içe doymayan fabrikalardan birine girmiş. İlk gününe şahit oluyoruz burada. İçinden sürekli salavat getirip, anlamadan etrafına şaşkın gözlerle bakıyor. Kurum yağmurundan üstü başı kararmış. Hele atölyelere indikleri zaman maruz kaldıkları gürültü ve fırınların önündeki sıcaklık Bican'a cehenneme inmiş gibi bir korku salıyor. Metindeki diğer karakterlerle de tanışıyoruz; Zülküf Ağa, Adapazarlı, Derviş Usta'ya donunu dizden bir türlü kestirmeyen, fırınların önünde pişerek çalışmaya razı olan Seyit Ali.
Doğanın içinden gelmiş insanlar için fabrika zor, yine de çıkan yemeklere, aldıkları yevmiyelere bakarak katlanıyorlar bir şekilde. Zülküf Ağa'yla Bican'ın konuşmalarında memleket özlemi pek bir acı hissediliyor. Hele Zülküf Ağa'nın muhabbetin ortasında yüzünü düşürüp kalıcı olduklarını söylemesi... Bican orada nasıl kalıcı olunacağını düşünüyor, bulamıyor bir türlü. Zülküf Ağa'nın hamaylını düşürüp almaya çalıştığında kafasını makineye kaptırması trajediyi tamamlıyor. Bican, üstüne fışkıran kanlardan şok geçiriyor. Kalıcı ya orada.
Sonrasında Bican'ın dayı oğluyla denize gitme olayı var. Bicancık ömrü hayatında görmemiş mini etekler, mayolar falan, dünyası şaşıyor haliyle. Seyit Ali'yle birlikte cüz oynarlarken işçi yürüyüşünün ortasında kalıp kafayı gözü yarmaları, polislerce sorguya alınmaları falan da son derece ilginç.
En sonunda Seyit Ali namaz kılarken yan gözle seyyar karpuz arabasının götürüldüğünü görüyor, dışarı çıktığında işçi eyleminin ortasında kalıyor yine, Bican'la karşılaşıyor. Bican, geçen yıllar içinde sınıf mücadelesinin önemini kavramış, eylemlere katılıyor. Seyit Ali'de derin bir korku... Kafayı gözü yarmak istemiyor yine, en önemlisiyse anarşik hareketler diyecek olanlara. O kadar sinmiş. Hayatta kalan Seyit Ali oluyor yine; eylemin ortasında silahlar patlıyor ve Bican vurulup ölüyor. Kutlu'nun keskin bitirişlerinden biri.
Namaz kılmak için ustaya gözükmeden fıymak, metal yığınlarının arasında bir ömür vermek, ilik kurutucu çalışma hayatı ve temiz kalmaya çalışan insanlar; Kutlu'dan etkileyici bir ağıt. Yokuşa Akan Sular, çarklardan biraz olsun kurtulmak isteyenlerin suyu yokuşa vurma çabası.
Bir uzun hikâye olur sevgi, "her şey sevgiyle başlar".
Mustafa anlatıyor, şu koşan çocuk. Bir zamanlar 16 yaşındaki genç. Babasını ardında bırakıp bir başına yola çıkan genç adam. Babasının daktilosuyla bir solukta döküyor hikâyeyi. Uzun, çünkü dolu dolu bir hikâye bu. Yolların, kasabaların, mücadelenin ve umudun hikâyesi.
Ali, dedesiyle beraber Bulgaristan'dan göçüp Eyüp'e yerleşir, rızklarını topraktan çıkarırlar. Mahalleli önce diş bilemiş, sonra dede Pelvan Sülüman bir silkelemiş adamları. Pabuç bırakacaklardan değil, bildiği yoldan ayrılmayan bir adam. Doğruluktan şaşmaz. Ali de dedesinden alıyor bu huyunu. Feride'ye aşık oluyor, belalı ailenin kızı. Abileri kızı zengin birine yamamaya çalışıyor, dövüyorlar kızı bir de. Ali bu abilerin ve yamanacakların olduğu sinemayı yakıyor, Feride'yle birlikte düşüyorlar yola. Uzun hikâye böyle başlıyor. Bir istasyondan diğerine, kök salacak bir yer bulana kadar yolculuk devam edecek. Bitmiyor bu yolculuk; Feride'nin abilerinden kaçış bir süre sonra sona erse de ilk duraklardan birinde Ali'nin adı sosyaliste çıkmış, lakap olarak kalmış. 1960'ların Türkiyesi için ana avrat küfretmek oluyor birine sosyalist demek. Dönemin siyasi ortamı bunu gerektiriyor, bu yüzden de sözde sosyalistliği yüzünden hiçbir yerde tutunamıyorlar. Doğruluk, dürüstlük oluyor sosyalizm, komünizm, vatan hainliği, daha neler neler. Dönem insanının çıkarları doğrultusunda kavramları nasıl çarpıttığı ve kötülüğe kılıf bulabildiği söz konusu, bu yüzden Ali duramıyor hiçbir yerde, ailesiyle birlikte kasabadan kasabaya. Umutları hiç kaybolmuyor, bir ev bulacaklar mutlaka.
Üç durak var, hikâye ilkiyle başlıyor. Tren şefiyle arkadaş olan Ali, adını daha önce hiç duymadıkları bir kasabada indiriyor ailesini, eski bir vagonu ev haline getiriyor ve orada yaşamaya başlıyorlar. Ali'nin ağzı laf yapıyor, yakışıklı adam, jilet gibi giyiniyor her gün. Önemli bir insan intibası uyandırıyor, yerliler de seviyor adamı. İş mi ayarlanacak, Ali hemen ayarlıyor. Her şey yolunda gidiyor, ta ki oranın kan emicilerinin ağına takılana kadar. Ali arzuhalci, Ali kitapçı, Ali okul kâtibi. Ali okulun bahçesini işleyip cennet haline getiriyor, müdür bey her şeyin üstüne konuyor, Ali de alıyor bir gece bütün meyveleri sebzeleri, konu komşuya dağıtıveriyor. Başka bir durağa.
Feride hamile, bir gece fenalaşınca doğruca ilk trenle hastaneye. Mustafa evde bekliyor ki beraber dönsünler. Ali dönüyor, elinde annenin pardesüsü. Sarılıp ağlıyorlar. Mustafa, babasının ilk kez o zaman ağladığını görüyor. Biri annesini kaybediyor, diğeri de hayatını büyük bir mutlulukla paylaştığı karısını. Ali için yolculuk eksik kalıyor, Feride yanında olmayacak ama Mustafa var, Feride'nin fotoğrafı var, bir de saka kuşuyla küpe çiçeği. Feride'den hatıra. Yola devam.
Mustafa büyüyor elbette. Annesi öldüğünde küçüktü, lise çağına geldiğinde bir kasabada babası arzuhalcilik yaparken hikâye biraz kendisine dönüyor. Kasaba yaşantısı, dönemin gençleri, aşklar, yazılan mektuplar, dönemin sosyal ve siyasal ortamı. Bu kitabı üç kez okudum ve son okuyuşumda, birkaç aydır küçücük bir kasabada yaşadığım için, İstanbul'un kaosundan uzaklaşıp küçük yerlerin yaşam tarzını gördükten sonra tam olarak anladım. En ufak bir hareketiniz bile laf olur, yayılır sağa sola. Yabancılanırsınız. Yeri gelince adam yerine koymazlar bile. Mustafa'nın gençliğini yaşadığı ortam böyle bir ortam. Tabii babasına çekmiş o da, hiçbir şeyin altında kalmıyor ama yolculuklardan da sıkılıyor, ayrılmak istemiyor artık büyüdüğü kasabadan. Son ayrıldıklarında eskinin eşkıyası, yeninin zabiti Zopuroğlu sıkıştırıyor iyice Ali'yi, polisler basıyor evi. Gidiyorlar.
Son kasaba, baba-oğul için dönüm noktası oluyor. Mustafa üniversiteyi kazanamıyor, babasının devraldığı kitapçıda çalışıyor. Aşık olduğu kız Mustafa'yla kaçmak istemeyince, Ali de yerel bir gazetede yazdıkları yüzünden hapse girince yol yine gözüküyor, bu sefer Mustafa tek başına gitmek zorunda. Son ziyarette Ali, Mustafa'ya daktilosunu veriyor, bir bildiği var. Başa dönüyoruz, Mustafa her şeyi bir gecede yazıveriyor o daktiloyla, babasının o güne kadar çalamadığı mızıkasını çalabiliyor bu kez. Yeni bir hikâye başlıyor, önceki kadar umut dolu. Sevgi yok belki ama o da olur. Bir gün her şey olur, kervan yolda düzülür.
Filmini izledim, keşke izlemeseydim diyorum. Olay örgüsü karman çorman, Ali pek delikanlı. Ben adamı dingin biri olarak canlandırmıştım. Haksızlığa gelemez, onun dışında ağzı laf yapar ama pek konuşmaz da. Filmde böyle değil. Gerçi Kenan İmirzalıoğlu on numara olmuş.
Kutlu'nun hikâye anlatıcılığının en güzel örneklerinden bu, sıkıntılı bir dönemde yaşamaya çalışan umut dolu insanların serüveni. Bizim topraklarımızda, bizim insanlarımızın arasında. Oraları bilmeyen birinin mekan, karakter ve atmosfer yaratmada bu derece başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Klasikler dışında okuduğum kitaplara dönmeyi pek sevmem ama bu bir Türk klasiği bana göre, Mustafa Kutlu da edebiyatımıza pek özgün bir soluk kazandıran harika bir yazar.
Kutlu'nun mevzulu kasabalarından İstanbul'a uzanan bir uzun hikâye yine.
Kasaba Ege'de zannediyorum. Bir başına bırakılmış. Seçimden seçime hatırlayan politikacılar dışında ziyaretçisi yok, bir vakte kadar. Yatırımcılar bölgeyi keşfedince tarlalar bir bir satılıyor, oteller bir bir belirmeye başlıyor. Şehirlinin parasına akıl erdiremiyor kasabalılar, bunca parayı nasıl kazanmışlar, nasıl gözleri kapalı alıveriyorlar ne varsa? Kasaba bir tatil beldesine nasıl dönüşüveriyor, kasabalıların tepkisi ne oluyor, Kutlu'yu sevmek için bu bölümü okumak yeterli.
Zehra'nın büyük şehri, barlarda geçen yılları bırakıp kasabaya dönmeye karar vermesiyle başlıyor olay. Gül var, Zehra'nın arkadaşı. Dönmemesini söylüyor, idare ediyorlar bir şekilde. Zehra dayanamıyor artık, ne olursa olsun dönecek, yüzleşecek. Sıkıntı büyük, ne olduğunu bilmiyoruz, meraklanıyoruz. Namus belası gerçi, o belli. Kemal'i tanıyoruz; müsrif evlat, keyif erbabı. Ahmet, Zehra'nın ağabeyi. Cihan, içine kapanık bir genç. Zehra'yla evlenecekti, olmadı. Sonra kasabanın dönüşümü, sonra Ahmet'in kardeşi Zehra'yı Kemal'e peşkeş çekmesi. Sözde ortak olacaklar, Kemal parayı basacak da Ahmet için otel yapacak. Kızı kaçırmadan bir gün öncesinde Cihan'la konuşuyor Zehra, yazık olacağını söylüyor. Seviyorlar birbirlerini ama Cihan içine kapanık, sinik biri. O sıralarda elde avuçta bir şey de yok. Sonuçta Kemal Zehra'yı İstanbul'a kaçırıyor, orada kadınlara, kumara takılıyor falan. Bir hesaplaşma olayı yüzünden yurt dışına kaçıyor, Zehra Gül'le kalıyor bir süre. Süs bebeği yapmayı öğreniyor, memlekete dönüp Ahmet'ten sopa yiyince bu bebeklerden yapıp satarak kendine bakıyor. Ahmet suçunun farkında ama kabullenemiyor bir türlü hatasını. Sonra Kemal kasabaya dönüyor derken curcuna. Acılı tatlılı Kutlu hikâyesi işte, mis.
Ben Kutlu'nun anlatımını çok seviyorum, hikâyelerin doğallığı bu yalın anlatımdan geliyor. Alengirli olaylar yok, alengirli bir anlatım yok. Yaşam aslında nasılsa öyle. Basit. Kasabayı anlatırken ayrıntıya girdiğinde bir Ahmet Midhat olmadığını, bu yüzden anlattığı şeyi daha fazla anlatmayacağını söyleyen bir anlatıcı/yazar var, iç içe geçmiş bu ikisi.
Kasabanın tarihini anlatırken araya incileri sıkıştırıveriyor Kutlu: "Cumhuriyet tarihimizin en şanlı mücadelesi verem ile sıtmaya karşı verilmiştir." (s. 26) Nazım Hikmet geldi aklıma.
"Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,"
Gider böyle. Bir adet de kaypak politikacı var romanda, eğlenerek okuyacaksınız onun olduğu bölümleri.
Anadolu'nun trajedisi de sıcak oluyor, çekiveriyor insanı. Hele Kutlu anlatmışsa. Belki yazarın en sevdiğim metinlerinden değil ama sırf o hikâyeci dedeyi dinlemek için bile okunur, kendi sesi var bu metinlerin.
Anadolu insanının kendince bir kurtuluş çabasının anlatımı bir yana, Anadolu'ya bir bahçe üzerinden gösterilen bağlılığı bu kadar güzel anlatan bir hikâye okumamıştım. Şimdiye kadar sahaflardan, tezgahlardan, eskicilerden, spotçulardan aldım ne alacaksam, birinci ele verdiğim paraya ağır yanarım. Lakin bunu bulursanız kaçırmayın, o kadar güzel.
Anlatıcı, aile babası bir dayımız. Bundan sonra kendisini dayı olarak anacağım.
Tarlada ekin biçerken ara veriyor, bir cıgara yakıyor. Oğlunu, mahsulü, o dağ başını mamur eden beyi düşünüyor, sonra gözü ıslak kayaya takılıyor. Kayanın dibinde bitmiş otlar var, ulan buradan su çıkar diye düşünüyor anlatıcı. Toprakla ve insanla mücadele buradan itibaren başlıyor.
Dayının kayınbaba, köyle oğullarının yaşadığı şehir arasında gidip gelen, karısını hizmetçi olarak kullanan, huysuz bir adam. Arada kalmışlar için güzel bir sembol; ne tam şehirli, ne tam köylü. Dayıya da şehre gitmelerini söylüyor, köyde hiçbir şey kalmamış. Buradaki "hiçbir şey", dayının hayatı aslında. Toprak, ekin, sakin bir yaşam, cennet bir bahçe... Azla yetinmek, istenilen şekilde yaşayabilmek en önemlisi. Kaynata için şehir yepyeni bir dünya. Şehirden başka yerde yaşam yok. Şehir yaşamını böylesi cazip kılan ne var onlar için, merak ederim. Cevabı bilmiyorum, Kutlu da pek girmemiş buralara. Ya da ben okuyup da unuttum. Kutlu'nun karakterleri öyle derinden derine incelemek gibi bir huyu, üslubu yok zaten. Kısa cümleler, olaylar, bir iki düşünce. Bir paragrafı beş dakika düşünür oldum metinlerini okurken.
Dayı, kayadan su çıkarma ve toprağı çevreleme konusunda kasabadaki Hacı Abi'ye gidiyor. Dayının babasıyla Hacı Abi yakın arkadaş, define tutkuları var. Arıyorlar da arıyorlar ama bir şey çıkmıyor. Baba ölüyor, Hacı Abi dayıya kol kanat geriyor. Çok yakınlar yani.
Neyse, akıllar alınıp veriliyor, dayı girişiyor kayaya. Kazıyor ediyor, dinamit falan patlatıyor yarmak için. Burada Muhtar Halil giriyor devreye. Muhtar Halil'le dayının babası vukuatlı, düşmanlıkları var. Muhtar, bahçe konusunda dayıya zorluk çıkarıyor bir sürü. Dedikodu yayıyor, dövdürtüyor falan. Bir sürü olay, fena.
Bahçenin kurulmasından sonra ikinci bölüm; dayının oğluyla çekişmesi. Oğul da şehre gitmek istiyor, kavga ediyorlar bu yüzden. Dayının eşi ölüyor, köy-şehir arasında, oğluna gidip geliyor adamcağız. Yaşlılık. Köy boşalıyor, kasaba kuruyor. İnsanla birlikte toprak da yalnızlaşıyor.
Son bölümü alıp bitiriyorum, nefis bir son:
"Pembe-beyaz şeftali çiçekleri, süt köpüğü gibi kabarmış erik, kaysı, vişne, kiraz çiçekleri; sarışın kızılcık çiçekleri yağıyor üstüme, serpiliyor gökten. Aman Allahım, ne güzel, ne güzel. Yağsın durmadan, yağsın ve örtsün üstümü bu çiçek kokuları, nerdeyim ben? Gözlerimde yaş, dilimde dua. Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm." (s. 211)
Derviş, Muhtar, Emrullah Hoca, bir dünya karakter var, hiçbirini almadım buraya. Okusanız uzaklarda bir yerlerde gerçekten yaşadıklarını anlayacaksınız. Başka da bir şey diyemiyorum, ben anlatamıyorum en azından. Lütfen okuyun lan, bu kitap hakkında yorumlaşalım. On numara.
Üst geçitlerde alayımız gördük kılıfçıları, oyuncakçıları, tespihçileri. Düşünüyorum, ulan bu adamlar ne kadar kazanıyor, nerelerde yaşıyor diye. En aşağı bir kez akla düşer bu, sonra yürür gideriz. Hayat devam eder. Ertesi gün yine oradalar. İyi de harbiden ne yapıyor bu adamlar? Biz sıcak evimize ulaşabilmek için hızlı hızlı yürürken onlar karda kışta hep orada. Göz göze gelmemeye çalışıyoruz, elimizden gelse önlerinden de geçmeyiz. Dilenci değil ki bu adamlar, neden çekiniyoruz? Bilmiyorum, yine de bundan ötürü kötü hissetmeyi yadırgamıyorum. Belki de onların yerinde olmadığım için farkında olmadan duyduğum bencilce sevincin karşılığı kötü hissetmektir. Eh, insanız sonuçta.
Rüzgârlı Pazar'da bu insanların hikâyeleri var. Bir açıdan yazarın diğer kitaplarını da tamamlayan hikâyeler bunlar; Kutlu'nun diğer metinlerinde, kasabalarını taşı toprağı altın İstanbul için terk eden karakterler, onların kardeşleri, oğulları vs. hepsi burada. Anlatıcının karakter geçmişlerini incelediği bölümlerde ne umutlarla şehre geldiklerini görüyoruz. Çok acı. Daha iyi bir yaşam için kasabayı terk edenler büyük şehirde tutunmaya çalışırken kasabalar da yavaş yavaş ölüyor. Kutlu'nun mevzuya yaklaşımı Beyhude Ömrüm'de buradakinden daha geniş bir şekilde ele alınıyor, orada yazacağım.
İğdeyle, iğde kokusuyla giriyoruz. Rüzgârlı Pazar'a geçmeden önce Anadolu'dan bir esinti, anlatıcı için büyük bir özlem. Sanki pazardaki insanlar iğdeyi peşlerinde getirmişler gibi. Memleketlerinden gelen hoş bir anı.
Pazarın bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız, bu sırada anlatıcı, karakterlerle teker teker tanıştıracak bizi. Çoğunun acı bir hikâyesi var, sadece Duran'ınkini alacağım. Diğerleri benzer. Zaten hepsinin derdi tek.
Tanışacağımız ilk pazarlı Duran. Çocuk. Annesi eve ekmek getirmesi için dua edecek, yoksa açlar. Babasının sağlığı bozuk, evdeki herkes Duran'ın eline bakıyor. Duran balon satıyor. Balonları geçitteki bir abisinden alıyor, satabildiği kadar artık. Küçücük çocuğun yaşamla kavgasına öfkelenmiş anlatıcı tepkisiz kalmıyor. Gazete eklerinde, televizyonlarda görülen, durmadan konuşan insanlara çatıyor: "'Susun ulan' diyesi geliyor insanın; Mehmet Âkif'in gözyaşları geliyor aklıma 'Sus ey bülbül' diyen merhamete boğulmuş kalbi." (s. 18) Bunun ardından bir tüketim toplumu giydirmesi geliyor. Anlatıcı, "Mutsuzluk bu mu?" diye sorsa da cevabı belli bir soru.
Çiçekçi Cemile, Hacı, Doktor, bir sürü insan. Birbirine destek olan, elbet köstek de olan, yaşamaya çalışan insanlar. Hepsini teker teker tanıdıktan sonra birkaçının üzerine yoğunlaşıyor anlatıcı. Bu arada anlatıcı da Rüzgârlı Pazar'ın satıcılarından, onu da öğreniyoruz. Neyse, görme özürlü bir kızla erkeğin hikâyesi, onca sıkıntıya rağmen mutlu olmaya çalışmaları... Doktor'un hikâyesi mesela, böyle yerlerde herkes biraz ilginçtir ama Doktor çok acayip. Duran'ın yavaş yavaş büyümesi, aşık olması. Çok küçük şeyler belki ama o insanlar için küçük değil, kocaman.
Haberlerde Somalili çocuklar çıkardı ben küçükken, şu sıralar koymuyorlar pek haberlere. Bir deri bir kemik. Belki unutuyorduk on saniye sonra, çok acı. Bu insanları da unutuyoruz ama şu kitabı okuduktan sonra unutamayacaksınız. Belki bir bileklik alırsınız, belki yeğene bir oyuncak alırsınız. Bir lira, iki lira. Dediğim şey işte; küçük şeyler ama onlar da büyüyor.
Alakasız bir yerden bir alıntıyla başlayacağım, hangi kitapta olduğunu hatırlamıyorum ama sanırım son kitaplardan birinde Dumbledore'la Harry Potter konuşurlarken Harry, "Ya ben istemiyorum bu mücadelenin başına geçmeyi, aklımdan hiç geçmemişti," gibi bir şey diyordu, Dumbledore da, "Belki de en iyi liderler, liderliği hiç düşünmemiş erdemli kişilerin arasından çıkar," diyordu. Sır'daki şeyhimizin durumu biraz böyle. Aklında şeyhlik yokken, rençberlik ederken bir anda en üst kademede buluyor kendini. Mevzu Takva'ya benziyor ama Sır'da psikolojik altyapı Takva'daki kadar derin değil, daha çok tekke-şeyh etrafında dönen hadiseler var.
Sekiz hikâye var, bunlar bir şekilde ilk hikâyedeki tarikatla bağlantılı. Sekizinci hikâyede ilk hikâyedeki şeyhe dönüyoruz, devriye tamamlanıyor böylece.
Sır: Rençberlik yapan, kendi halinde yaşayıp giden bir mürit var, bir gece şeyhi geliyor, emaneti kendisine devrettiğini, usulünce himmet etmesini söyleyerek gidiyor. Rençber yalvarıyor, kendisinden önce nice uluların olduğunu, kendisinden önce onların geldiğini söylüyor ama şeyhin kararının üstüne söz söylenmez, çaresiz kabul ediyor.
Ben tasavvuf bilmiyorum, üniversitede okuduğumuz metinler kadar bir şeyler söyleyeceğim. Dergâha yoklukla girersiniz. Tarikte yürümek için her şeyinizi arkada bırakmanız lazım. Mal, mülk, hatta düşünceleriniz, ne varsa. Hikâyelerde bazı bazı bu mevzuyu, öze dönüşü göreceğiz. Rençberin bir anlamda özgürlüğünün elinden alınması gibi. Gündelik hayatın hayhuyunda, mutlu olup olmadığını bilemiyoruz ama olabildiğince dertsiz bir şekilde yaşarken bir anda tepeye varmak... Alışınca memnunluğunu görüyoruz bu sefer, elinden geleni ardına koymadan hem geçimini sağlamaya çalışıyor, hem de insanlara himmet etmek için uğraşıyor. Yer dar, uzaklardan insanlar geliyor bir misafirhane yapmak için. Gayret her işin daha iyisi için.
Buraya kadar her şey güzel, ne zaman dünyevi işler mevzuya giriyor, orada bozulma başlıyor.
"Bitti bir zaman... Gider iken. Yani köylük yer işte.. Yediğimiz bulgur aşı, içtiğimiz ekşi ayran. Ama dünya metaıdır, helalinden olsun ve temiz olsun, sünnete uygun olsun da nasıl olursa olsun diye biz hizmeti ve ikramı bu ölçüde ve aklımızın erdiği, fikrimizin yettiği gibi israftan ve gösterişten uzak tutup ilerletirken.. (...) Gûya ki, bizim tekkemize uzaklardan giyinip kuşanıp ve keselerine hayli akça koyup ve Mercedes denilen arabaları ile gece demeyip gündüz demeyip sürüp giden ve geldiğinde ne ise de ayrılıp gittiğinde yüz asıp: 'Perişanlık diz boyudur.. Hizmetler yerli yerince değildir.. Tekkede yatanlar tahta kurusundan bîzar olmakta, yenilen aş aş olmaktan çıkmaktadır, ve sohbette lezzet, zikrullahta bereket kalmamıştır ve daha neler nelerdir' diye dünya ahvaline ve masivaya dair ne kadar kıyl u kal var ise eder olmuşlar..." (s. 13)
Bak şimdi, bulgur-ayrandan aşsızlığa, mütevazılıktan hizmetlerin yerli yerince olmamasına çıkmak bunca basit olduğu zaman ne olacak, dergâhın en kralı, hizmetin en lüksü sunulacak, değil mi? Tabii bundan önce rençberin aslında emaneti almadığı, uydurma şeyh olduğu da kulaktan kulağa yayılıyor. Ben anlamıyorum tekkeden mekkeden tamam da, iftiranın çirkin bir şey olduğunu hepimiz biliriz herhalde, hele böyle bir ortamda. Şunu da alayım da fatality olsun: "(...) Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot, bir kuruş akçe hediyedir diye kabul etmememiz dillere destan oldu. Tekkemizin adı fukaraya çıktı." (s. 14)
Şeyhten habersiz şehir yerinde arsa almışlar, tekke inşaatına başlamışlar bile. O gece şeyh, şeyhinin himmetini bekliyor ve, "İmtihandır, kabul edesin," diye fütuhat oluyor. Şeyh peki diyor, olaylar kontrolden çıkıyor. Önce şöyle büyük bir ziyafet... İsraf diz boyu, şeyh rahatsız oluyor haliyle. Ardından şehre yolculuk...
"(...) Sanki ayağı çarıklı, yüzü yanık köylülerden biri değil de, samur kürklü bir şehzade imişiz gibi bizi koltuklayıp Mercedes arabalara bindirerek şehir yerinde inşa ettikleri tekkeye indirdiler. Ağa şaşırmamak elde değil. Yahu siz bu kadar parayı helalinden nasıl ve ne yoldan kazandınız da bu tekke binasının duvarına döşemesine sıvadınız. Yerler silme halı... Ayağın basacak olsan içine gömülecek. Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden. Zikire ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu neredeyse görünmüyor. Görmemişlik zor zenaat." (s. 17)
Şeyhin evinden getirip köşeye bıraktığı eşyalara, bir de tekkenin eşyalarına bir bakışı, bunları karşılaştırması var ki...
Rüyalar görüyor şeyh. Şehir yerinde, bunca israfın içinde sınanacağı söyleniyor. Sadece bu da değil, haliyle insanlar akın akın geliyor ve köy yerindeki sorularla şehirlilerin soruları başka başka oluyor. Müslümanın sağcısı solcusu olur mu, saçımızı şöyle mi böyle mi örtmeliyiz, kalp nakillerinde iman nakli de gerçekleşir mi, bir sürü soru. Bitmedi, işin ucu siyasete dayanıyor tabii. Şeyh, partililere elini öptürecek de hem tekkenin itibarı artacak, hem de tarikattakilerin işleri artacak.
Şeyh aynada bir yüzüne bakıyor, bir kalbine bakıyor, kendini görüyor. Cübbeyi çıkarıyor, sarığı yere koyuyor, sırra kadem basıyor. Arkasından kitaplar yazılıp satılıyor, yeni şeyh olduğunu iddia edenler çıkıyor, tekkeden birkaç tekke daha doğuyor en sonunda. Ayna mevzusu Mavi Kuş'ta da vardı, Aynalı Lokanta mı ne. Ayna izleğini sık kullanıyor galiba Kutlu.
Filmlerden, kitaplardan az çok biliyoruz ama Kutlu'nun anlattığı saf, iman dolu dünyanın nasıl yozlaştırıldığını ilk kez böylesine açık seçik gördüm ben. Üzdü. Oldukça gerçek, etkileyici.
Tarihin Çöp Sepeti: Gazeteci. Artık fıkra mı yazıyor, makale mi yazıyor, bilemiyorum. Cümlesini tamamlayacak, tamamlayamıyor. Patron çağırıyor, partinin yeni başkanının şeyhi görmeye gideceğinden, kendisinin de ses kayıt cihazıyla gitmesi gerektiğinden bahsediyor. Şeyhin kaybolduğu gün sanıyorum.
Sadece öze dönüş yok, kaybedişler de var. İyiliğe giden her yol tarikatlardan geçmiyor elbette. Gazetecinin başladığı yazı, 14-15 yaşlarında bir çocuğun çalışmak zorunda kaldığı havasız, boğucu atölyelerle ilgiliydi. Tamamlayamıyor, çünkü torpil isteyen eski bir tanıdık geliyor, kendisi hakkında bir yazı yazılmasını isteyen bir manken geliyor, siyasiler geliyor derken o kaosun içinde yazı mazı yalan oluyor, yarım yazısını kaldırıp çöpe atıyor gazeteci. Tarihin çöp sepeti. Yazılmamış tarihte ne acılar saklı.
Politik-Vizyon: Yaşlı bir milletvekili, eski günlerdeki lafı geçerliğini kaybetmiş. Apartmandan çıkıp vapura binene kadar önüne kim, ne çıktıysa eleştiriyor içinden. Önemli olan bakanlık vs. değil, sözü geçer biri olabilmekmiş. Eskinin siyasetçileri kalmamış, yeniler Türkçeyi katlediyormuş, bilmem ne. Akşam partiyle birlikte şeyhin evine gidilecek, onu düşünüyor. Bir de vapurda, gazetede okuduğu bir haberi. Önceki parti başkanı, kendisinin saydığı biri vergideki adaletin miktarla ilgili değil, verginin kimden alındığıyla ilgili olduğunu söylemiş, onu düşünüyor. Bu mevzu bizde çok sıkıntılı ne yazık ki. Yani ihtiyacı olup kredi alan, geri ödemede zorlanıp gecikenleri vergi idaresine yönlendirirsin, sonra yandaş şirketlerin vergi borçlarını %90 oranında azaltırsın. İktidarın mantık süper.
Her Ne Var Âlemde: Bir akademisyen, kitaplarına oldukça düşkün. Hayatını kitaplarla geçirmiş, üretmiş bir adam. Şöyle bir dönüp geriye baktığında, antikalaşmış eşyalarıyla ve hayat boyunca hep yanında olan kitaplarıyla karşılaşıyor. Anlatıcının deyişiyle bir "zahir-batın ayrımı" mevcut, anlatıcı içinden Tanpınar'la konuşurken kitaplarından, dolayısıyla yaşamından vazgeçip vazgeçemeyeceğini sorguluyor. Çocukları başka başka yerlerde, dostlar dağılmış... En sonunda her şeyden vazgeçip, "Kitaplarını suya at, öyle gel," diyen efendiye, şeyhe gidiyor ama şeyh de sırra kadem basmış. Kötü bir zamanlama.
Aramakla Bulunmaz: Şeyhi arayan bir mürit üzerinden bir adamın kötülüklerden arınması. Mavi Kuş'takine benzer bir ağa oğlu, har vurup harman savurduktan sonra şeyhin yardımıyla içkiyi, zamparalığı bırakmış. Onun hikâyesi.
Mürit: Efendinin memleketinden yola düşüyor, hikâye zamanına göre uzun bir otobüs yolculuğu... Şehir yeri acayip, onca insan arasında yolunu bulmayı başarıyor ve tekkeye giriyor. Şeyh orada, etrafı çok kalabalık. Müridi görüyor. Bakışıyorlar. Şeyh yerinden kalkamıyor, müridin yanına gelemiyor. Mürit, memleketten getirdiği suyu bırakıp gidiyor, şeyhe dua ediyor. İkisi de aradaki engelleri aşıp geçmeyi edep dışı bildi. Aralığı pek çok dünyalık doldurmuştu, aşılacak gibi değildi. Bence şeyhin içi müridinkinden daha çok yanmıştır.
Satılık Huzur: Yurt dışından yıllar sonra gelen akademisyen, haliyle bıraktığı gibi bulamaz şehri. Yollar, meydanlar değişmiş. Darbe dönemi olduğu için insanlar da değişmiş tabii, rüzgarın estiği tarafa dönüp yolunu bulmuş bir dostla karşılaşınca akademisyen kendi yolunu iyice şaşırıyor. Bıraktığı memleket yok artık,başka bir dünya var önünde. Şeyhe gitmeye karar veriyor akıl almak için.
Cüz Gülü: Son hikâye. Şeyh üç çocuğu izlerken en başa döner. Dünyalık yok, sıkıntı yok. Çocuklar gibi temiz.
Üçüncü çocuğun sopa yardımıyla kurduğu bir şehir var, şeyh için ideal bir şehir. Amir-memur yok, asker yok, ezilen-ezen yok. İdeal bir dünya.
Böyle. Karakterlerin vazgeçtiklerinin yanında asıl husus, siyasi veya bireysel güç kazanmak için yapılanlar. Tekkenin amacından saptırılması, politik dalaverelere alet edilmesi, çıkar dünyaları, bir sürü şey. Mis gibi kitap yeminle. Beyhude Ömrüm kaldı, onu da okursam elimde Kutlu'nun hiçbir kitabı kalmayacak. Daha sonra okuyacağım onu, bir anda bitirmek istemedim şimdi. Mis gibi yazıyor adam. Gördüğünüz yerde alın, pişman olursanız gelin bana basın tokadı.
Mevzuyla alakalı, on numara bir devriyeyle bitiriyorum, iyi günne.
Nasıl desem, bir hikâye anlatıcısı Kutlu. Yani okurken okumuyormuş da dinliyormuş hissi uyandırıyor. Veya ne oluyorsa izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Hikâyenin dünyası okurun etrafına örülüyor. Yazar oyun oynamıyor, kurgusal bir muziplik yok. Destancı emmiler vardır ya, anlatırlar da anlatırlar, dinlemeyi bırakamazsınız. O kadar tatlı gelir muhabbet. Annemlerin memleket Bursa'nın bir köşesinde bir tanesini dinlemiştim, abartmıyorum adam kilitlemişti resmen. Kutlu da bu emmilerin dupduru, su gibi yazanından.
Bir kasaba tasviriyle başlıyoruz. Meydandaki köpek, dükkanlar, esmeyen rüzgar, sıcak, hepsi beyaz bir zeminde yavaş yavaş belirmeye başlar. Anlatıcı, meydanda ne varsa hepsine teker teker hayat verir. Ben kitaplara post-it yapıştırırım not almak için, "sinopsis" diye not düşmüşüm. Bu bölümler tıpkı bir senaryonun temeli gibi. Kitabın sonuna gelince güldüm, harbiden de öyleymiş. Neyse, geleceğiz oralara.
Mekan tasvirlerinden sonra dükkanlara, dükkan sahiplerine geliyoruz. Çok renkli tipler var ve çoğu metnin ilerleyen bölümlerinde yer almıyor ne yazık ki. Kutlu bu tiplerden en aşağı üç kitap daha çıkartabilirmiş. Çıkartmıştır belki de, bilmiyorum. Sadece tipler yok, leylek de var mesela. Hacı leylek. Caminin çatısında yuvası var, her sene göç ediyor ve dönüşü kasaba eşrafı tarafından bekleniyor. Birazcık gecikirse, "Yahu nerede kaldı bizim hacı" diye endişe ederlermiş. Böyle küçük detaylarla dolu bir kasaba, oldukça gerçek. İçine girmek son derece kolay.
Bu sıcak ortamın içinde devlet daireleri son derece soğuk, resmi. Korkulacak bir yer, devletin kasabaya uzanan, kendini hatırlatan bir eli.
"(...) Kapısı... Elbette kapısı bir resmi dairenin devletten ve paradan aldığı gücü sergileyen soğuk ve korkutucu ihtişam içinde. Sıkıysa çarığını çıkarmadan gir bakalım." (s. 13)
Şu devlet korkusu evrensel ve insan bir türlü kurtulamıyor bundan. Vergi dairesi görürüz korkarız, polis görürüz korkarız. Devlete işi düşen yandı. Devlet her yerde. Lisede sınav kağıtları devletin elidir, öğretmenler devletin elidir, otobüsler, trafik ışıkları, deniz kenarındaki kayalar, her şey devletin. Yanmışız.
Aynalı Lokanta var bir tane. Meşhur, civardakiler buradan yemek yiyor. Bir duvar boydan boya ayna, o yüzden herkes burada yemek istiyor. Kutlu da gayet tasavvufi yaklaşıyor mevzuya.
"Ama insan sadece kaştan, gözden, gövdeden mi ibaret? Ayna dediğin, taşı toprağı, evi sokağı da gösteriyor. Mühim olan vücudun içini görebilmek. Kalbin aynasında ne var ona ulaşabilmek. Ne demişler 'Kendini bilen, Rabbini bilir.'" (s. 15)
Kutlu bir düşünce adamı. Satırlarında Yunus Emre'ye, Tanpınar'a rastlayacaksınız. Kasabayla güzel bir uyumları var. Anlatıcı da yazarın ta kendisi olduğu için doğal olaylar. Okurla doğrudan iletişim kurma olayı da var, okurla konuşuyor Kutlu. En başta dediğim hikâye anlatıcılığı buradan geliyor.
Kasabayı dolaştıktan sonra Mavi Kuş'la tanıştırılıyoruz. Mavi Kuş bir otobüs. Kapaktaki. Kapıya yapıştırılan kuş beyaz, otobüs mavi. Eski püskü, yuvarlana yuvarlana gidiyor. Sahibi ve şoförü Deli Kenan. Deli Kenan'ı tanıdıktan sonra otobüse binecek kişiler çıkıyor karşımıza.
Kenan bazı bazı dellenen, takık bir abimiz. Kasabayla istasyon arasında yolcu taşıyor. Kedisi olmadan yola çıkmıyor, bir keresinde kediyi unuttuğu için yarı yoldan dönmüş. Öylesi tırlatmış.
Muavin Seyfi biraz safça bir çocuk.
Nine ağır hasta, hastaneye yetişmesi lazım. Çocuklar gelmiyor, bir tek dede nineyle gidecek.
Karı koca iki turist var, bir de bunların yardımcısı arkeolog bir kız.
Nazım var, kuyumcu. Acıklı bir hikâyesi var, anlatmıyorum. Kutlu, bazı karakterleri geçmişleriyle birlikte işliyor. Deli Kenan'ı, Nazım'ı daha iyi tanıyoruz böylece.
Öğretmen Murat ve eşi. Kadın kasabadan bıkmış, İstanbul'da sözleşip evlenmişler ama Anadolu'da işler değişmiş. Kadın patlıyor sıkıntıdan. Murat alttan almaya çalışıyor.
Doktor Yahya var, yaşlıca bir adam. Cebindeki şişeden arada viski mi ne içiyor. Ters huyları var ama şeker gibi bir adam.
Beşir Ağa. Siyasi misafirleri var, onları karşılamaya gidiyor. Zamanında har vurup harman savurmuş, şimdinin gösteriş budalası.
Erol, İstanbul'a gitmek için otobüsün tepesine çıkıyor, saklanıyor.
İki jandarmanın nezaret ettiği tutuklanmış bir adam ve adamın peşinde iki karanlık tip. Vuracaklar.
Kemal'di galiba, bir mühendis. Şehre dönecek.
Başka biri kaldı mı bilmiyorum, bir de yolda rastladıkları Deli Kenan'ın arkadaşı Avcı Bilal var. İkisi çocukluk arkadaşı. Bilal'in acıklı bir hikâyesi var. Kendini dağlara vurmuş, hayvanları koruyor, kimseyi avlandırmıyor.
Kadro aşağı yukarı böyle. Bunları tıngır mıngır giden bir otobüse doldurun. Bundan daha komik, daha sıcak bir ortam olamaz. Kutlu şöyle anlatıyor:
"O yıllarda taşra böyledir Küçük ve sıcak. Yoksul ve samimi. İçedönük ve derin." (s. 72)
Otobüsü hayata benzetmiştim ben, hani illa bir şeye benzetilecekse. Herkes aynı otobüste. Seyfi'nin saflıkları güldürüyor, karanlık adamlar korkutup heyecanlandırıyor, Kenan'ın delilikleri korkutuyor. Hissedilebilecek her şey var, o insanlar o kadar sahici ki.
Bundan sonrası spoiler, kitabı okuyacak olanları uyarırım.
Sahici de, her şey bir film çekimi çıkıyor ya! Menzile vardıkları zaman yönetmen, "Stop!" diyor, oyuncular, yani otobüstekiler çay may içiyorlar, dedikodu yapıyorlar! Bir şaşırtıcı olay daha, karanlık tipler gerçek çıkıyor, vuracakları adamı vuruyorlar! Kutlu harbiden çok iyi şaşırtıyor, taca atıyor okuru. Keskin bir dönüş olsa da rahatsız etmiyor bu.
Ben derim ki gördüğünüz yerde gelişine vurun, kaçırmayın. On numara kitap.