Dezső Kosztolányi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dezső Kosztolányi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

Dezső Kosztolányi - Tarlakuşu

Bugün yıllık Spotify listemi sona erdirip yeni listeye geçtim, çünkü yeni sezon başladı. Bir süredir hangi şarkıyla nokta koyacağımı düşünüyordum, nihayet buldum. Ektedir, yazının sonunda. Liste şu ve şu, otuz bir saat boyunca üzüntüye duçar eden şarkılar var, tam kafaya sıkmalık. Geçen seneki "Kusursuz Bir Mesafe" başlığı altında, o da fenadır. İkinci dosyayı hazırlarken listeyi döndürüp döndürüp dinlemiştim. Az önce kapattığımı dinlediğim sürede üçüncü dosyayı tamamladım, demek ki böyle böyle her sene bir liste ve bir dosya tamamlanacak desem o iş yaş, müziğe zaman ayırırım ama yazmaya ayırmam, kasten. Birincisi, utanç duygusunu yenemeyip aylarca hiçbir şey yazmıyorum. İki, kafamda onca havai fişeğin patlamasını seviyorum, onları yazıyla sabitlemek yerine izlemek daha eğlenceli. Üç, bu yazma işi hiç eğlenceli değil. İlk maddeyle ilgili bu. Dört, okunacak onca şey varken yazmaya zaman ayırmak istemiyorum. Beni çok itekleyen bir parıltı belirirse şiir yazıyorum, müstear isimle yazdıklarım Lirik'te çıkıyordu, şimdi ara ara Kafkaokur'da çıkıyor. O tarafı da zorlamıyorum, müziği de zorlamıyorum, aslında kendimi hiçbir şey için zorlamıyorum, insanın istediği şekilde yaşamasından daha güzel bir şey yok. Tavsiye ederim. Beklentileri karşılanmayan insanları delirtiyorsunuz biraz ama aslında ilişkilerin olması gereken düzleme çekilmesi için şart. Yani yapabileceğiniz ve yapamayacağınız, yapacağınız veya yapmayacağınız şeyler var, ikiyüzlülüğe vurmazsanız apaçık ortada olan şeyler bunlar, herkesin bu apaçıklığa göre vaziyet alması gerekiyor, yoksa aslında olmayacak duaya amin deniliyor falan, tavsiye etmem. Kafa nasıl rahatsa öyle. Mesela Tristram Shandy'nin çok ilginç fikirlerini okuyordum ki Kosztolányi'nin Türkçedeki ikinci metninin basıldığını gördüm. İlkini okuyalı dört yılı geçti ama güzelliğini hâlâ hatırlıyorum ki unuturum ben, sıklıkla unuturum. Sonuçta hemen hiç yapmadığım bir şey yaptım, sarı tuğlayı bir kenara koyup hemen bu güzelliğe giriştim. Bir yol müddetinde yarılandı, başlandığı günün akşamında bitirildi. Özlemişim, Gecekuşu Kornelius kadar uçuk kaçık bir metin değil ama Macar "neşesini" diyeceğim, taşıyor. Anlatılan hüzünlü bir hikâye olsa da böyle bu.

Macarların en büyük yazarlarından biri Kosztolányi, Macaristan PEN Kulübü'nün ilk başkanı olmuş, onca çeviri yapmış, eleştirileriyle o dönem çok ses getirmiş. Bir metninin Almanca baskısına Thomas Mann önsöz yazmış mesela, büyük olay bence. Tarlakuşu'ndan önce yukarıda belirttiğim metin basılmıştı, Pinhan tarafından. Pinhan'ın böyle edebi çıkışları vardı ama şu sıralar hukuka ve felsefeye ağırlık vermiş durumda, biraz üzücü ama on numara metinleri kazandırıyorlar Türkçeye, bu süper. Nebula gibi nispeten yeni yayınevleri eksikleri tamamlıyor zaten. Butik diyemiyorum, bağımsız diyeceğim, bağımsız yayınevleri güzel yükseldi son dönemlerde. Kuzey Işığı çıktı, Nebula çıktı, Yüz Kitap zaten aldı yürüdü. Ne güzel. Kosztolányi diyordum, sağlam yazar. Her bölüm için o bölümün özetini vermiş başlık altında, klasik anlatılardaki tekniğin modern bir yansıması. İlk bölümde bir gazeteden, bir saatten ve bir takvimden zamanı öğreniyoruz. 1899, 1 Eylül, 12:30. Baba ve anne bavulla uğraşıyor, yolculuk var. Anne'nin kız kardeşi Etelka ve eşi Béla aileyi davet etmiş, yazı birlikte geçirmek istiyorlar ama bizimkiler yorulmuş, altmış yaşına basmak üzereler, istemiyorlar gitmeyi. Tarlakuşu'na gün doğuyor, tek başına gidecek, kasabadan bir haftalığına da olsa uzaklaşmak iyi gelecek ona. Baba (Ákos Vajkay) ve Anne (Antónia Bozsó) üzgün, kızlarını uğurlamak için tren istasyonuna kadar birlikte gidiyorlar. Yolda kasabanın bakkalı çakkalı, meyhanesi kahvehanesi, sokağı caddesi şöyle bir anlatılıyor, anlatının mekanı oluşturuluyor. kasabalılar Tarlakuşu'na biraz "oh olsun" dercesine bakıyorlar, belki otuz beş yaşına geldiği halde evlenemediği için, belki kimseye yüz vermediği için, belki de sadece uyumsuz biri olduğu için. Tarlakuşu neşeyi simgeliyor, bu simge ahali tarafından gamsızlık veya kibirlilik olarak görülüyor olabilir, sonuçta babanın canı sıkılıyor ister istemez. Kızının çok çirkin olduğunu, bu yüzden evde kaldığını düşünüyor falan, vedalaşma sırasında cümleten ağlıyorlar. Kasabada bilinen bir şey bu, kilisede ve pek çok yerde ağlıyorlar, alışmışlar. Tren gidiyor, anlatının sonuna kadar Tarlakuşu bir daha ortaya çıkmıyor. Yokluğunda yaşananlar olağanın dışında olduğu için ortada bir gariplik yok, metne adının verilmesi doğal.

Yalnız kalan Anne ve Baba ne yapacaklarını bilemiyorlar, Tarlakuşu'na çok alıştıkları için boşluğa düşüyorlar ve günlerini dolduracak uğraşlar arıyorlar. Géza Cifra'yı görünce nefretlerini körüklüyorlar, maksat iş olsun. Cifra nam arkadaş Tarlakuşu'yla ilgilenmiş ama kasabada kızı alacağına dair söylentiler çıkınca muhabbeti kesmiş, kendi kıymetinde olmayan insanlarla gezinmeye başlamış falan, bu yüzden nefret ediyor bizimkiler bu adamdan. Ayaküstü konuşuyorlar, adam istasyonda çalıştığı için kaçarsız karşılaşıyorlar ama muhabbet kısa kesiliyor ve Baba'nın geçmişine odaklanıyoruz, şecere çıkarma çalışmalarından sonra evde bir başlarına kaldıkları bölümde ikisinin konuşmalarına şahit oluyoruz. Söyleyecek bir şey bulamadıkları zaman birinin dediğini diğeri tekrarlıyor. Bir nevi duygu dumuru. Bu önemli, anlatının sonunda Tarlakuşu geri döndüğü zaman, hasretle dolu geçen beş saniyeden sonra aynı şeyi yaptıklarını görmek ilginçti. Tarlakuşu'nun elinde bir kafes, kasaba da bir kafes, aile de bir kafes ama Tarlakuşu yine aynı, her koşulda kendine özgürlük alanı yaratabiliyor. Yoksullukla sınandığı için pek de bir seçeneği yok gerçi, ailenin durumu iyi değil. Baba'nın durumu da iyi değil, adam rüyasında kızının saldırıya uğradığını ve bıçaklandığını görüyor. Kadın paramparça, adam aklını kaybedecek gibi oluyor. Baba takıntılı, tiyatroya gittiği bölümde kadın oyuncunun şuh davranışlarını ve sahnede öpüşmesini günler sonra bile çok ayıp bir şeymiş gibi değerlendirmesi düşündürüyor, Tarlakuşu'nun evlenmesini ister gibi gözükse de aslında kızı üzerinde muhtemelen baskı kuran bir adam bu, seziliyor. Annenin sessiz sakin bir kadın olduğunu da düşünürsek, eh, gerçi yoğun bir baskıdan söz edemeyiz ama en azından psikolojik olarak ketlemişler birbirlerini. Anne ve Baba, kızlarının evlenmemesinden memnunlar bir açıdan, hep beraber oturuyorlar ve rahatları bozulmuyor. Kızın çeyizini yeme niyeti olmayan, düzgün bir erkek çıksa içten içe istemeyecekler onu, bu da aslında hiç kötülüğü olmayan Cifra hakkındaki düşüncelerinden okunabiliyor. Takıntılı yaşlılar, en korktuğum. Demek ki kesinkes onlardan birine döneceğim yaşlanınca.

Evet, kız gitti ve yalnız kalan çift koca bir yokluğu paylaşıyor. Gündelik yaşamları değişiyor birden, örneğin yemeği Tarlakuşu yapıyor normalde ama gitti kız, ne olacak? Kasabanın lokantasına giriyorlar ve şaşkınlıkla karşılanıyorlar, onları orada görmeyi beklemiyor kimse ama aç kalmayacaklar tabii. Yemek yiyorlar bir güzel, etraflarında tanıdıkları insanlar var. Sanatçılar, hakimler, kasabanın "Panterler" denen serseri tayfası, bir dünya insan. Anlatı boyunca çoğuyla karşılaşacağız, bizimkilerin farklı yönlerini açığa çıkaracaklar ama daha çok Baba'nın dünyası üzerinden gideceğiz. Neyse, Baba bu serseri tayfanın kurucu üyelerindenmiş ama yaşlanınca bırakmış o işleri, içki içmemeye ve dışarıda takılmamaya başlamış. Eski arkadaşlarının kışkırtmalarına başarıyla karşı koyup içki içmiyor. En azından ilk denemede. Sonrasında bir haftalık olaylar, Tarlakuşu dönene kadar çok şey oluyor. Kiliseye gidiyorlar, tiyatroya gidiyorlar, en sonunda iki saatliğine diye evden çıkan Baba, eski arkadaşlarıyla içip kumar oynuyor, zil zurna sarhoş oluyor, nihayetinde sabaha karşı geliyor eve. Anne meraktan delirmiş durumda ama eşinin iyi durumda olmadığını görünce zorlamıyor adamı. Gerçi gerek de kalmıyor buna, adam kendisi patlıyor ve kötü bir adam olduğunu, kızının da çok çirkin olduğunu, dünyanın bok gibi bir yer olduğunu falan anlatıyor salya sümük. Bu sonuncuyu uydurdum, boktan bahsetmiyor. Nasıl desem, bir patlamanın daha ağır olacağını düşünürüz ama değişimin çok yavaş, çook yavaş gerçekleştiği bir kasabada yıllardır süren problemlerin kabullenilmesiyle birlikte isyanlar da törpülenmiş gibi gözüküyor. Sonuçta sarhoş parlamasından öteye gitmiyor Baba'nın yaptığı, en sonunda eşinin teskin edici sözlerinin yardımıyla uykuya dalıyor. Çok geçmeden Tarlakuşu'nun geleceği güne uyanıyorlar zaten, gidip alıyorlar kızı. "Minik kuş" eve dönüyor, yalnızlık bitiyor.

Kosztolányi öncelikle Arı Kovanı'ndakine benzer bir ortam yarattığı için takdire değer. O kadar girift ilişkiler yok ama karakterlerle tiplerin münasebetleri sıkı kurulmuş. İkinci olarak o dönemin sosyal olayları ve toplumsal meseleleri sık sık dile getiriliyor, Dreyfus vakasından bahsediliyor örneğin, dünyanın alevlere boğulacağı savaşın çanları pesten, çın çın çalıyor, sanat sepet işlerinin günlük hayatın içindeki rolünü de katalım, zengin bir dünya çıkıyor ortaya. İşin toplumsal boyutu bu, bireysel boyutta bir ailenin pek anlatılmayan, daha çok sezdirilen yaşamı var önümüzde. Baba, Anne ve Tarlakuşu, sessizlikle anlaşan bireyler, kendilerine has mutsuzlukları var, iyi bir anlatı için yeterince tansiyon taşıyorlar.

İyi bir roman, ben ilk metnin etkisi altında kalıp daha şamatalı bir şey beklediğim için birazcık üzüldüm ama yine eğlendim bazı yerlerde, mizah da sağlam. Razıyım, yeter ki daha çok okuyabilelim Kosztolányi'yi. Bu metnin dizisi mi var, filmi mi var, bir şeyi var, yarın araştırıp izleyeceğim.

29 Nisan 2015 Çarşamba

Dezső Kosztolányi - Gecekuşu Kornelius

Karnaval metin diyeceğim bunlara, şimdi uydurdum. Pek severim. Kurgunun ne hale gelebileceğini gösteren güzel bir metin şeklidir. Anlatıcı parçalarını birleştirmek gerekir, kurgunun deliklerini kapatmak gerekir -gerek öykülerle, gerek okur olduğumuzca okurla- falan. Bu da böyle bir metin işte. Harika. Muhteşem. The Grand Budapest Hotel hızında değil, tadında. Eğlenceli, acı, tekmili birden!

David Foster Wallace'ın bahsettiği verici yazar tanımı Kosztolányi'yi tam olarak karşılıyor. Kuramcılar buna bir isim bulmuştur mutlaka, bilemiyorum ama adam yazarken yaşadığı hazzı okura olduğu gibi aktarmayı beceriyor. Eğlenceli kelime oyunlarının ve daha pek çok enerji dolu mevzunun oluşturduğu öyküler. Goodreads'te bir kardeşimizin yazdığını direkt alıyorum, bundan güzel özetlenemezdi: "When I first opened this book I was expecting a type of 1930s 'Fight Club', with a Hungarian Tyler Durden causing mischief on the streets of Pest. But what I got instead was a sort of surreal Hungarian 'Seinfeld' with Dezso Kosztolagnyi and his alter ego Kornel Esti sitting eating soup and talking about well, nothing (though with slightly more emotional depth). And it is five different kinds of brilliant. The writing on its own is worth the price of admission, many of Esti's short stories often are set on trains, trams or Budapest coffee houses with other writers and mischief makers, just hanging out. One of the better stories has Esti on a train travelling through Romania having a conversation in a language he doesn't understand (a plot line which would have happily filled a half hour episode in 'Seinfeld). In fact you could almost play a game Kornel Esti or Seinfeld?

(...)

This book may have been first published in the 1930s, but this has to be the best book of 2014."

Seinfeld'in filmi geliyor, onu da araya sıkıştırayım. Çete son bir film için toplandı!

Her şey olur, her şey mümkündür, her bir insan ayrı bir panayırdır ve bir araya gelen iki insandan sonsuz sayıda dünya türeyebilir. Eh, Kornelius ve anlatıcımızdan çıkan hikâyelerin her biri müthiş, bambaşka tatlar taşıyor.

Mevzu nasıl başlamıştı, ömrünün yarısına gelen anlatıcının bir anda Kornelius'u hatırlaması, on yıldan beri en yakın dostunu görmemiş olması tetikleyicidir. Alter ego Kornelius, anlatıcının gerileme dönemini yaşadığı bir zamanda, belki, ortaya çıkar ve onca yıldan sonra iyi dostlar bir aradadır. Hatıralar bir bir saklandıkları yerlerden çıkar, muziplikler akla gelir. Anlatıcı son derece mantıklı biriyken Kornelius'un getirdiği kaosla çocukluğundan itibaren uğraşır, kaos onun da bir parçası olur. Tabii bir süre sonra bu sonsuz hareket yavaşlamaya başlar ve yollar ayrılır. Sonsuz dedik, Kornelius ortaya çıktı işte. Çok şey yaşamış, çok yer gezmiştir ve bunları kaleme almak ister ama kendisinde o sabır yoktur. Anlatıcı da Kornelius'un yokluğunda yaşadığı sakin hayattan çıldıracak hale gelmiştir. Biri sadakattir, diğeri uçarılıktır. Biri yazmak, diğeri yaşamaktır. Bu ikisini aynı anda yapan tek kişinin Goethe olduğu söylenir, ikinci bir kişi neden anlatıcı olmasın?

Öyküler... Anlatarak katletmek istemiyorum ama bir iki şey söyleyebilirim. Kornelius'un çocukluğu, sanatçı çevresiyle birlikte kadın-erkek ilişkileri, yukarıda bahsi geçen tren olayı. Birbirini anlayamayan iki adamın iletişim çabası. Sırf doğruların söylendiği kent mesela, sonra... Ne diyeyim, mutlaka alın. Deli flanör Kornelius ve sanat, edebiyat, kentler, insanlar... Saf yaşam! 

"Yaşamda olsun, sahnede
ışığı dolanmak gerek
her şey gibi ol,
sen ey hiç.

(...)

Yani boş ol sen ve hafif,
hafif, ebedi oyuncu
gören, ama uzakları gören
rengârenk dalgalanan yüz sözcüğün
ipeğiyle, bayrak gibi
ya da sabun köpüğü yukarıda,
rüzgârlar arasında, gökyüzünde,
ve yaşa yaşadığınca ruh,
güzellik ya da kaprisler
çünkü -Tanrı ben- ben de,
ben de salt onca yaşayacağım

Git derinin üstüne dönenmeye
sarınıp, oyun oynar havalarda,
ol işte, hiçbir şey gibi
sen ey her şey." 

Hiç yapmadığım bir şey yapıp link de veriyorum, okumanızı isterim gerçekten: Gecekuşu!

Bu da bu güzel kitabın duygusunu en iyi veren şarkı!