Özgürlük için bir silkinme denemesi, Türkçe baskı için önsözlü. Tiranlığın binlerce yıl boyunca çağa uygun olarak yeniden üretilmesinden ve iktidar arzusundan yola çıkan bir başlangıç. Yeryüzünün ve insan doğasının ketlenmesi, dinler ve ideolojiler yüzünden. Çağımızın tüketimci insanına bir bakış, davranışların tiranlarca belirlenmesi ve tüketim odaklı bir hale getirilmesi. Savunulanın yanında savunulmayanın da ortaya çıkarılması: öldürme, köleleştirme, aldatma ve ayartma özgürlüğü diye bir şey mümkün değildir, yaşama özgürlüğü -bu özgürlükle erdemli bir yaşam kastedilmekteyse de metnin etik ve ahlakla olan ilişkisi tiranların toplumu bu değerlerle itip çekmesinden bağımsızdır- bütün geleneklerin, zihniyetlerin ve çarpıklıkların üzerindedir. "Canlılığın anlamının idrakı" söz konusu. Bu idrak etme olayını gerçekten önemsiyorum, benmerkezciliğinden biraz olsun sıyrılıp düşünebilen birinin "çölde bağırıp çağırmak" dışında bir şeyler için çabalaması çok değerli, diğer insanlar için ve kendisi için. Vaneigem bu bilincin herkeste mutlaka uyanacağını söylemiyor, sadece kendindeki ve evrendeki varlığını canlandırmaya çalışmakta ısrar ettiğini söylüyor. Dünyayı titizlikle inceleyen bir gözün gördüklerine geçmeden öncesi bu kadar. Sonrasında Amerikan Anayasası'ndaki özgürlük tanımını ele alarak ilerliyor. Basın yoluyla, korkularla biçimleniyoruz, teknik gelişmeler tarafından suiistimal ediliyoruz, ifade özgürlüklerinin tedavülden kaldırılmasına ve sansüre hazır hale geliyoruz böylece, özgürlüğümüzü kaybedebileceğimizi gördüğümüzde siniyoruz. Ne şekilde çarpıtıldığımızı göremedikçe tiranlıkla mücadelenin bir aldatmacadan öteye gidemeyeceğini söylüyor Vaneigem, Fassin'in popülizm değerlendirmelerinde ele aldığı olayları düşündüğümüzde ampirik örneklerini de görüyoruz bunun. Zaten bir araya gelemiyorken geldiğimiz zamanlarda da yanlış yönlendirilmiş olarak eyleme geçebiliyoruz, böylece iktidarın geçireceği sarsıntı hafifletilmiş, daha da önemlisi değersizleştirilmiş oluyor. Vaneigem temelden başlayarak özgürlükler üzerinden bir düşünce yapısı oluşturmaya çalışıyor. Örneğin doğamız gereği her şeyi bilme hakkımız, istencimiz var. Matematik öğrenmek istiyorum ve öğreniyorum. Sonra integral öğreniyorum, matematik öğretmeni, "Olasılık hariç şimdiye kadar gördüğünüz bütün matematik konuları sizi integrale hazırlamak içindi," diyor. İntegrali de az çok öğreniyoruz ve üniversiteye giriyoruz, inşaat mühendisliği okuyoruz. İnşaat mühendisi olduktan sonra ne oluyoruz? Buraya kadar ne olduk, onu düşünüyorum. Bütün eğitim hayatımız bizi sadece tüketime ve önemli bir kısmı geri alınan kazancımıza ulaştırmak için miydi, insanın bilimle uğraşma gayesi olarak ideallerin iyice değersizleştiği bir zamanda yalnızca alışverişe mi evrildik? İnsanın kendinden bunca uzağa düşmesi maddi saiklerden kaynaklanıyor, günümüzde böyle. Vaneigem, insanın sağlıklı seçimler yapabilmesi yolunda eğitilmesi gerektiğini söylüyor, varlıklara hükmetmesi için değil. Bunun için mutlak bir şeffaflık gerekiyor, kesin bir açıklık. Hiçbir şey dokunulmaz olmamalı. En berbat düşünceler bile kabul edilebilir. Putlaştırılan nefret tiranlar yaratır, nesneleşmiş kadınlar ve gerçeklikten kopuk bir imge olarak yaşamlar yaratır. Bunun yanında düşüncelerin özgürce dolaşımı onların kollanması anlamına gelmez. Antidemokratik, ırkçı, zenofobik vs. söylemlerin giderek silinmeleri için diyalog yolunu açmak gerekir, değişim bir tek bu yolla, iletişimle sağlanabilir, aksi halde nefretin zamanla yerleşen kalıplarıyla -yanlış hedeflerle- çatışılır, sonuçsuzdur bu. Şunu da sıkıştırayım araya: "Bir çocuğa, öncesinde onu Yahudi, Hristiyan, İslam, Budist, Hindu, Kelt, Yunan mitolojileri konusunda karşılaştırmalı bir eğitimle aydınlatmaksızın, bir dogmayı dikte etmek onu kandırmaktır." (s. 21) Bilgiye ulaşma özgürlüğü serbestlik sağlar, Vaneigem'e göre etik bir ödev değildir bu, insan anlayışının gelişim sürecine dayanan bir olgudur.
Popülizm -yine Fassin'in fikirleriyle paralel olarak- gündelik yaşamı iyileştirmeye yarayan politikalarla yok edilir, istenirse. Dilin şiirsel işlevi de basmakalıp sözcüklerin, kavramların kırılması açısından bir başka gerekli etkendir. İnsan anlamı tekrar yakalayabilmek için şeyleri farklı bir biçimde görebilmelidir, özgürlüğün olmazsa olmazlarından biri de budur. Oysa yapılan şey kalıplar üretip mücadeleyi kalıplara boğmaktır. "Kötülükle mücadele etmek ve ona engel olmak yerine onu def etmeye çalışırlar." (s. 25) Bunun yanında mücadele edilen "kötülüğün" yaratılması ve biçimlendirilmesi de bir başka tartışma konusu olarak çıkıyor karşımıza. Kanunlar muazzam bir şekilde, isteğe bağlı olarak yorumlanabiliyor ve insan en temel haklarından mahrum bırakılabiliyor, üstelik o temel haklarını kullandığı için. #DemirtaşaÖzgürlük. Bu noktadan sonra Vaneigem tam olarak bombardımana başlıyor. Hitler'in, Céline'in metinleriyle Kuran'ın ve İncil'in içerdiği çarpıklıklar makul bulunamaz ama bu metinlerin sansürlenmesi kadar çarpıklığı köşeleyen bir eylem yoktur. Yasağın ihlale özendirdiğini, düşünceleri cezalandırmanın en kötü yolunun onları suç saymak olduğunu söylüyor yazar, ardından kinci düşüncelerin panzehirlerinin yine kendi zehirleri olduğunu ifade ediyor. Etkinin istediği tepkiye yol açılmadığı müddetçe etkinin sürerliği zaman tarafından tırpanlanacaktır. Tersi durumlara baktığımızda, hiçbir şeyin değişmediğine dair nihilist bir bıkkınlık, cürümlerden ve kötülüklerden zevk almaktan başka bir şeye yol açmaz. 11 Eylül saldırıları örneği veriliyor, insanların sevinç çığlıkları atmaları kadar korkunç bir şey var mıydı? Başta ABD olmak üzere dünyanın her yerinde, kışkırtılmış insanların yol açtığı katliamlardan sonra aynı çığlıkları duyuyoruz, kendi insanımızdan. Korkunç. Vaneigem'e göre Holokost'un ardından İsrail'in yaptıkları da bedeli baştan ödenmiş dehşetler olarak görülüyor, çarpıklığın devletler arasında aldığı biçim yurttaşları doğrudan etkiliyor. Keret'in bir İsrail askeri ve Filistinli protestocu arasında geçen şahane bir öyküsü vardı, bir de Adidas giymek isteyen bir çocukla ilgili öyküsü, aslında tüketimin ve kalıp yargıların nasıl iç içe geçtiğini ve duru görüyü zehirlediğine dair. "Zorla dayatılmış hakikat" diye geçiyor metinde. "Sonsuz ve çürütülemez kabul edilen her düşünce, tanrısallığın ve zorbalığın ağır kokusunu yayar." (s. 32)
Bir sonraki bölümde sırlar var. Devlet sırları, kurumsal sırlar, mutlak saydamlığı baltalayan her türlü sır. İki kişinin ilişkisini çarpık bir çizgiye sokan kişisel sırlar dahil. Günümüzde örneklerini pek yakından görüyoruz, enflasyona ve işsizliğe dair açıklamalar kepazelikten başka bir şey değil. Bunun yanında sırları açığa çıkaran insanlar vatan haini olarak damgalanıp iltica ettirilebiliyor, bu da başka bir kepazelik. Vaneigem polis soruşturmasının gizliliğine kadar pek çok karanlık noktaya değiniyor, anlattıklarını ülkemle ister istemez kıyaslıyorum ve utanıyorum açıkçası, rezil bir haldeyiz. Neyse, ifade özgürlüğüne odaklanan yazar Zola'nın Dreyfus için söylediklerinden günümüzün söylemlerine kadar pek çok özgürlük talebine odaklanıyor, söylemlerin temellerine dair genişçe bir çerçeve çiziyor. Her bireyin bilgi sahibi olma hakkından, bir yandan da paparazzilerin bilgi edinme biçimlerinden bahsederek hakkın iki kutbunu da belirliyor. Cinayete çağrı, iftira, nefret kampanyaları, alay ve hakaret, pornografi gibi pek çok konudan sonra sıra pedofiliye, çocukların korunmasına ve bu alanda yapılması gerekenlere odaklandıktan sonra noktayı koyuyor Vaneigem.
Sonsöz olarak metnin yer aldığı dizinin editörü olan Cemal Bâli Akal'ın, Vaneigem'in fikirlerini daha çok hukuksal açıdan temellendiren yazısı var. Tamamlayıcı bir bölüm.
İfade özgürlüğü üzerine düşünceler, Dinin İnsanlıkdışılığına Dair'in yazarı Vaneigem'den.
Bu üfürdüğüm bininci kitap olduğu için kutlama babında iki takla attım evde, bir de bazı şeyleri not düşmek istedim.
* 2008'de oldu galiba, okuduğum şeyleri doğru düzgün hatırlayamadığımı fark ettim. Aklımda pek bir şey kalmıyordu. "Blog açayım ben" diye düşündüğümü hatırlıyorum, hatta şansa o günlerden bir iki fotoğraf da var. Tarık Buğra'nın Dönemeçte'sini okuyordum, bir de uyumaya niyetlenmiştim ki Sema Uğurcan'ın dersinde uyunabilirdi. Kendisinden dört sene boyunca Mehmet Akif, Namık Kemal falan dinledik, yeni metinlerin yer aldığı bir derse başlamadan önce, "Sizin Bilge Karasu'yu, Sevgi Soysal'ı falan anlamanız için Tanzimat'ı bilmeniz gerekir," demişliği var, bütün sene Tanzimat'a boğulmuştuk. Derya deniz bir hocaydı da işte, ben Tanzimat'tan alacağımı almıştım. Aslında ikinci sene bölümden de alacağımı almıştım, bırakmayı çok düşündüm, Köktürkçe sınavının ortasında, "Ne işim var lan benim burada?" deyip çıkmışlığım da var ama olmadı, başladığım şeyi yarım bırakmama huyum baskın geldi. Her neyse, şu camışlık örneğinde muhtemelen blog işini düşünüyorum. Henüz hayata geçirmemişim, daha üç senesi var.
* 2011'de Jeffrey Burton Russell'ın Şeytan'la ilgili dörtlemesini okurken, "Eeyh," dedim ve açtım burayı. Kendim içindi, metin güncesi gibi bir şey. Notlarımı aktarırım, biraz da zevzeklik edip eğlenirim demiştim ama öncelik hatırlamaktaydı. Yazarsam unutma süreci uzar, sonrasında da yazdıklarıma dönüp bakarım ve unuttuklarımı hatırlarım, plan buydu. Sekiz yıl olacak, bir kez olsun dönüp bakmış değilim, baktıysam da çok şaşırtıcı bir şey, hatırlamıyorum. Satın aldığım kitapları da hatırlamıyorum zaten, aynı kitabı dört kez aldığımı biliyorum. Şimdi Yeşim'e veriyorum fazla olanları, evindeki kulesini yükseltiyor. Neyse, açtım burayı ve zırvalamaya başladım. Random gülmeler, aptal aptal yorumlar. Şimdi en azından random gülmüyorum. Yirmi üç yaşındaydım, bir işi ne kadar ciddiyetle ele alabilirsem buna da o kadar ciddiyetle girişmiştim. Yüksek lisansın ders dönemindeydim bir de, aptallığı kes. Bölümden ne gördüm ki yükseğe başvurdum acaba, hangi düşünceyle ve motivasyonla yüksek lisansa başladığımı hatırlamıyorum. Akademisyen olmak istemiyordum, Murat Koç haricinde akademiden iğreniyordum açıkçası. Sanırım işsizliği ertelemekti amacım. Bir de müzikle uğraşıyordum, Dorock'ta çalıyorduk o zamanlar. Sonra bambaşka şeyler oldu, hiç ummadığım şeyler. Hayat çok deli iş.
* Okuduğum her şeyi yazamıyorum, taslaklarda sekiz senedir yazılmayı bekleyen kitaplar var, yazmaya hiç girişmediklerim de var. Mesela Bertrand Russell'ın üç ciltlik Batı Felsefesi Tarihi nam metni, Platon'un Yasalar'ı, Aristoteles'in Magna Moralia'sı, Norman Mailer'ın Çıplak ve Ölü'sü, bir dünya. Şiirin altından kalkamam diye yazmaya hiç yeltenmiyorum, okuyorum bir tek. Felsefenin durumu ortada. Bir de buraya yazmaya başlamadan önce okuduğum şeyler var, Bilge Karasu metinleri haricindekilere döneceğimi pek sanmıyorum, uçtu onlar. Lisede okuduğum klasikleri tekrar okumanın vakti geldi, onları okurum. Var okunacak bir sürü şey.
* Her bir yazı için aşağı yukarı bir saat harcıyorum ama kesintisiz yazmıyorum. Mesela izlediğim bir şey varsa yirmi dakika o, sonra gitar çalmaca, beste varsa onunla uğraşıyorum, bir şeyler okuyorum, bilgisayarın başına geçip yazmaya başlıyorum, sonra yürüyüşe çıkıyorum, o gün sosyalleşilecekse Kadıköy'e gidiyorum. Yalapşap iş yaptığım için yazılarda bir dünya hata vardır, sinirini bozduğum varsa affetsin. Bitince metne dönüp düzeltmiyorum da, yallah tazyik.
* İşe ve Kadıköy'e trenle gidip geliyorum, yolda okuyorum. Aslında bir şeyle uğraşmadığım her vakitte okuyorum. Günde beş altı saat kadar. Bir metin bitince hemen diğerine geçiyorum. Bazı metinler nefes almam için iki gün beklememe yol açıyor, Proust'ta öyle olmuştu. Her yerde okuyorum, mesela Moby Dick'i Mamak'ta askerlik yaparken okudum, üç yüz kişilik bölükte silah sırası gelene kadar oturup birkaç sayfa okuyordum, kamuflajın cebinde tuğla taşıyordum resmen. Beş altı kişiydik, getirdiğimiz kitapları döndüre döndüre okuyorduk. Daudet'nin Sappho'sunu, şimdi hatırlamadığım birkaç kitabı orada okudum, aralarda. Saçma sapan bir anım da var okumakla ilgili, eksik olmasın. Kıbrıs'ta ustalığı yaparken 1-3 nöbetini tutuyordum bir gün, erzak deposunun önünde. Mülksüzler var elimde. Benimle birlikte nöbete kim gelirse yaşıyordu, devriye gelene kadar uyuyabilirdi, nasıl olsa okuyorum ben, kulağım devriyede. Neyse, bir elde fener, diğer elde kitap, okuyorum. Süngü rahatsız ettiği için çıkarıp bir yere koymuşum, farkında değilim. Devriye geldi, arkadaşı uyandırdım, gidip imzayı attık ve nöbet bitti. Koğuşa geldik, eşofmanları giyip sızacağız. Tüfeği gececiye verdim, "Süngü nerde lan?" dedi. "Hassiktir, nerde lan süngü?" dedim, süngünün neredeliği uyku muyku bırakmadı. Yarım yamalak giyinip çıktım, nöbet bölgesine koştum. Yürüyerek yarım saat ötede, ben beş dakikada falan ulaşmış olabilirim. Bakıyorum bakıyorum, yok. Öttürürler valla, bulmam lazım. Bizden sonraki nöbetçiler de oradaydı, birlikte arayıp bulduk nihayet, otların arasına düşürmüşüm. Küfrede küfrede koğuşa dönmüştüm sonra. Evet.
Sanırım bu kadar.
Henry A. Giroux eleştirel pedagojinin kurucusu, düşünür ve eleştirmen. Akademide yer aldığı süre boyunca, özellikle 1980'lerden sonra neoliberalizmin pörtlemesiyle birlikte kamusal alanın ve sosyal devletin uğradığı saldırılara tanık olduktan sonra kesinti politikalarını, üniversitenin toplumsal niteliğini yitirmesini ve toplumun sürüklendiği boşluğu analiz ederek makaleler halinde sunuyor. İrdelenen konular birbiriyle bağlantılı, çürümenin tek bir kaynaktan doğup dallara ayrılması kaç cepheden birden kuşatıldığımızı gösteriyor, dehşete düşürüyor açıkçası. İlk makale hariç odak ABD ama neoliberalizmi muhteşem bir şekilde devşirdiğimiz için ülkeler arasında pek bir fark görülmüyor bu açıdan, siyasadan aynı şekilde etkileniyoruz. İlk makaleye bakıyorum, geriye bir şeyin kalıp kalmadığını soruyor Giroux, Amerikan gençliğiyle küresel demokrasi mücadelesini ele alıyor. Londra'da, Atina'da, İspanya'da ve Arap ülkelerinde gençler pasif veya aktif olarak direndiler, biz de direndik bir güzel, dokunulmaz olduğu düşünülen devlet kurumlarının sarsılabileceğini gösterdik. Sonrasında başlayan ve günümüzde de tam gaz süren zulme karşı ses çıkaran insanlar olduğunu gösterdik, sırf bu bile bir kazanım ama öyle bir tahakküm kurulmuş ki devletin hemen her organı ele geçirilmiş durumda. Yerel değil, küresel anlamda böyle. Bu yüzden protestolar ve gösteriler sadece kazanım elde etme amacıyla bakılmadığı sürece, devamlılıklarını sağladıkları ölçüde kodamanların kurdukları sömürü düzeninde bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatacak. "İktisadi Darwincilik" güçlü olanın hayatta kalmasını sağlıyor ve geri kalan atıl toplulukların gözden çıkarıldığını söylüyor ama topluluklar bu sistemde geleceğin daha iyi olmayacağını, kapitalizmin vadettiği cennetin asla gelmeyeceğini idrak ettikten sonra, eh, seslerini çıkarmaya devam ediyorlar ama sosyal paydaşlar sessiz kaldıkça ses çıkardıklarıyla kalıyorlar ne yazık ki. İlk makalede yakın geçmişte gerçekleşen protestolardan, devrilen diktatörlerden ve yerlerinde huzursuz huzursuz kıpırdanan politikacılardan bahsediliyor, bir de protestoların amacından. "Demokrasi artık savunulmuyor. Siyaseti olanaklı kılan bir tür müşterek varoluş olarak yeniden icat ediliyor." (s. 11) Demokrasinin temel dayanakları birer birer ortadan kaldırıldıktan sonra savunulacak yeni bir demokrasi modeli isteniyor kısaca. Eğitimin baltalanması ve işsizlik gibi problemler demokrasinin işlerliğine bir zarar vermese de bireylerin kararlarını özgürce ve bilinçli bir şekilde vermelerini engellediği için tepkilerin ana hedefi kamu yararının gözetilmesine yöneliyor. Savaş ekonomisi ve neoliberal politikalar gençleri ıskartaya çıkarıyor, gençler de varlıklarını hatırlatıyorlar. "Tüketimcilik, anlık doyum ve özelleştirmenin narsisist etiği" eleştiriliyor, bunu da alkol yasağı üzerinden örnekliyor Giroux. Özetle yanlış hedeflere yönelen eylemler alkol yasağı gibi daha kısıtlı bir arızanın giderilmesine odaklanınca gücünden ve amacından çok şey yitiriyor, farklı türdeki toplulukların bir araya gelmeleri ve asıl amaçları etrafında birleşmeleri engellenmiş oluyor böylece. "Adorno'ya göre bu koşullar altında, düşünme kendisinin ötesine geçebilme yetisini kaybetti, mevcut kesinliklerin ve sağduyu biçimlerinin taklidine indirgendi." (s. 32) Yirmili ve otuzlu yaşlarınızın boşa geçtiğini düşünüyorsanız Bauman'ın "daimi olağanüstü hal" dediği durumu yaşıyorsunuz demektir. Ben şahsen böyle hissediyorum, aileden akademiye kadar pek çok kontrol kurumunun güdümünde, korkutulduğumuz için oradan oraya sürüklendik. Şimdi sesleri dinleme ve yeterince cesursak ses çıkarma zamanı. Evet.
Walter Benjamin'in Tarih Meleği'nin günümüzde dönüştüğü hali anlatan bir makale var, ona değineyim. İlerlemenin yıkım temelli olduğunu simgeliyor bu Melek, yüzü geçmişe dönük bir şekilde yükseliyor, savaşların ve katliamların itici gücü onu yukarıya taşıyor. Bir zamanlar taşıyordu, günümüzde Melek evinde oturuyor ve onun işini cesur insanlar yapıyor. Cesurlar, sessizlerin ve karşıtların çıkarlarını da koruyacak kadar, özellikle kamusal refahın tırpanlandığı bugün. "Bir zamanlar ilerlemenin anlamını tanımlayan herhangi bir ortak ve kamusal fayda anlayışı bireysel özgürlük ve sorumluluk olasılığını ezen bir tür sosyalist kâbusun kalıntısı, bir patoloji olarak yorumlanırken, toplumsal ilerleme de tarihsel sahneyi bireysel eylemlere, değerlere, beğenilere ve kişisel başarıya terk etti." (s. 48) Bauman'ın gündelik yaşam eleştirilerine, akışkanlıkla ilgili iğnelemelerine yaklaşıyoruz bu noktada. İki örnek: Stranger Things'in son sezonunda ufaklığın söylediği sözleri hatırlıyorum. İyi bir Amerikalı, kapitalizmin sıkı bir destekçisi, korkunç ölçüde bireyci. Sekiz yaşındaydı galiba. Dizinin seksenli yıllarda geçtiğini düşünürsek neoliberal politikaların zirveye ulaştığı yıllarda tahakkümün veletlere dek ulaştığını görmek benim adıma dehşet vericiydi. Diğer örnekte üniversitelerde zorla okutulan Ayn Rand metinleri var, bu meseleye başka bir makalede daha detaylı değiniyor Giroux. Başka bir örnek daha var ki kan dondurucu. 75 dolarlık yıllık yangın sigortasını yatırmayan bir adamın evi yanıyor, itfaiyeciler yangının etraftaki evlere sıçramaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Evin sahibi 75 doları orada ödemek istiyor ama kabul görmüyor tabii, dalga geçiyorlar adamla bir de. Dehşet verici bir şey, özel şirketlere peşkeş çekilen toplum hizmetleri bürokratik çarklara sıkışmış durumda, en insancıl davranışlar bile sözleşmelerle suç haline getiriliyor. Çalışma izni olmayan herhangi biriyle yakınlığınız varsa, evinize yemeğe çağırmış olsanız bile hapse atılıyorsunuz. ABD'de işler böyle. İnsanların organ nakilleri için ayrılan yardım bütçesinden kesintiler yapılıyor ve insanlar ölüme terk ediliyor, prim kültürü sayesinde toplumun en en en tepesindekiler geri kalanların toplamından daha fazla para kazanıyorlar. Para tek bir sınıfta toplanıyor kısaca, azınlığın zenginliği hiçbirimizin çıkarına değil.
Bir makale daha, kamu değerlerinin yeni medya çağındaki bunalımını ele alıyor. "Şimdicilik" ve bireysellik biçim değiştirdi ve kamu değerlerinin ortadan kalkmasına yol açtı, artık üniversite eğitimleri için korkunç paralar gerekiyor, orta ve alt sınıfın üniversite eğitimine erişmesi çeşitli kesintiler yüzünden bazı yerlerde askıya alınmış durumda, bu uygulama giderek yayılıyor. Üstelik üniversite eğitiminin bu sınıflar için işe yaramaz bir hale getirilmesi konusunda kodamanlar ellerinden geleni yapıyorlar. Kamusal faydayı baltalayan bir durum bu, nitelikli ve eğitimli birey sayısının azalmasıyla atıl insanların sayısı artıyor, kısacası yolda karşılaşıp öküzlüğünü izlediğimiz veya başa bir iş getirmemek için açığından dolaştığımız insanlar bu kesintiler ve politikalar sonucunda oradalar. "Sonuç itibarıyla, başkalarının kişisel acılarını bir bütün olarak topluma karşı ahlaki bir yükümlülüğe dönüştürme yeteneğimiz neoliberalizmin oluşturduğu koşullar altında -ortadan kaybolmadıysa da- azaldı." (s. 74) Medyanın bu işte rolü büyük, Giroux çürümenin bu yönünü ele alıyor ve örneklerle anlatıyor. Diğer makalelerinde ağırlıklı olarak eğitim sisteminin durumuna yoğunlaşıyor, akademisyenlerin/entelektüellerin üniversitenin bir tüketim fabrikasına dönüştürülmemesi için ellerinden geleni yapmaları gerektiğini söylüyor. Üniversite demokrasinin ve aydınlanmanın kalesi olarak siyasetten uzak duramaz, aksine, siyasetin tam ortasında olmalı, demokrasiyi besleyecek kaynaklar yaratmalı ama nasıl bir saldırı altında olduğunu da biliyoruz. Yine de cesurlar var işte, sayılarının artması dileğiyle.
Nasıl bir toplumun ve sistemin içinde yaşadığımızı daha iyi anlamak için bu metnin okunmasını tavsiye ederim. Giroux umutlu bir adam, belki bir parça umudu okur olarak ödünç alabiliriz.
Geçtiğimiz mayıstan beri 23 gün 21 saat 59 dakikalık oyun süresi. 5600 oyun. 2645 galibiyet, 2617 mağlubiyet, eh, her şeyde olduğu gibi bunda da ortalama bir performansım var ama önemli olan sayılar değil, oyunun öğrettikleri önemli. Birincisi, hataymış gibi gözüken hamlelerle rakibi hataya zorlamak. Taş feda etmek, oyunu kazanmayı sağlayacak hamleye yol açabilir. Zugzwang denen bir nane var satrançta, o hamleyi yapacaksınız. Oyunu kaybettirecek olsa bile yapmak zorundasınız, başka şansınız yok. Feda edilen taşı yediğiniz an bittiniz. Sıranızı savamazsınız, başka bir hamle yapamazsınız -şah çekildiğini düşünün- ve ne kadar düşünürseniz düşünün, sonucu değiştiremezsiniz. Bunu yaşıyorum, sıra bana geldiği an yaptığım hataların birikimiyle o noktada olduğumu anlıyorum, hatalarımın ölçüsünde rakibimin zekasını da takdir ediyorum ve kalkıyorum masadan, yenilgiyi kabulleniyorum. Satranç yenilmeyi öğretir, rakibi küçümsememeyi öğretir ve sabrı öğretir, son hamlelere kadar rakibin hata yapabilecek olması oyunu -ne kadar umutsuz olsa da- bitirmeye zorlar. Zaferin olağan karşılanması da bir başka şey, oynanacak çok oyun var ve bir zafer bir zaferdir, ardından başka zaferlerin gelmesi lazım. Fischer büyük turnuvayı kazandıktan sonra aracına biniyor, cebindeki satranç takımını açıyor ve pozisyonlarını kontrol ediyor, başka zaferlere daha o an hazırlanmaya başlıyor. Oyuncuyu bulunduğu yerden öteye götürür satranç, maç bitse de bir sonraki maçı düşünmeye zorlayan bir yapısı vardır. Bazen kendimi açılışları ve hamleleri düşünürken buluyorum, insanlar bir şeyler anlatıyorlar ve ağızlarının hareketlerine bakarken aklımdan filler, açmazlar, kaleler geçiyor. Beş dakikalık blitz maçlarım süresince de yaşamımı düşünüyorum, zugzwang bolluğu. Sonra bir kitaba denk geliyorum, hemen alıyorum ve asıl zugzwang çıkıyor karşıma. Uykumdan oluyorum, kitabın sonunu getirmek için durmadan okuyorum ve ertesi gün okula yarı ölü halde gidiyorum. Uykusuzluktan olduğu kadar hikâyenin verdiği acıdan. Lüneburg Varyantı kesinlikle üzerinde durulması ve tekrar tekrar okunması gereken bir metin. Anlatım tekniği iyi, parçalı zamanın oluşturduğu bütün daha iyi, konusu pek iyi.
Satrancın bulunuşuna dair bir hikâyeyle başlıyoruz, şu her kareye bir buğday tanesi konan. Konamayan; dünyada o kadar buğday yok. Sultan sinirlenip mucidi öldürünce oyunu bitirir, satrancın dünyaya yayılmasının ardında böylesi bir dikte vardır ama satrançta bu dikte yoktur. Hamle yapıp yapmamakta özgürüz, masadan kalkıp gidebiliriz. Her zaman gidemeyebiliriz gerçi, hatta kazanılması gereken oyunlar ortaya çıkabilir ama bunun da oyunla ilgisi yoktur. Kazanma hırsının yanında başka etkenler de girebilir devreye. Bu anlatının konusu bu; kazanma hırsından bilerek vazgeçmek ve sonrasında kazanmak zorunda kalmak, insanlık adına. Gizemli bir hikâye bu, yavaş yavaş çözülen gizemin ardını görebilmek için uykudan ediyor işte. Neyse, anlatıcıyı dinliyoruz. Gazeteler Dieter Frisch'in ateşli bir silahla vurularak öldürüldüğünü söylüyor. Frisch'in son fotoğrafı, bu zengin ve centilmen adamın villasının parkındaki yürüyüşlerinden biri sırasında çekilmiş. Anlatıcı, bu isim altında saklanan kişinin yıllar öncesinden tanıdığı kişi olup olmadığını düşünüyor ama aslında bundan emin. İkisi arasında bir mesele var, bunu öğreniyoruz ama ne anlatıcı hakkında, ne de Frisch hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bir de satranç takımı var bahçede, şu büyük olanlardan, taşlarının insan boyutlarında olduğu. Adam makine gibi yaşıyor; her sabah belli bir saatte kalkıyor, biraz yüzüyor, sonra günlük işlerine başlıyor ve evine dönüyor. Kitap gibi okunabilir. Adamın öldürülüşüyle bu ayrıntıların/anlatıcının bir ilgisi var, devam. Olayın intihar olduğu söyleniyor ve mevzu kapatılıyor, aksi yönde bir kanıt yok. Satranç taşlarının üstünde bir tek Frisch'in parmak izleri var, anlatıcı hamle sırasının kendisinde olduğunu söylüyor ama taşlara hiç dokunmamış. Zugzwang, Frisch için oynamaktan başka çare kalmamış. Villada bulunan satranç takımı da anlatıcıya ait. Bir de esaslı bir ipucu, dünyanın en iyi satranç oyuncularından biri olan Frisch'in çıkardığı satranç dergisinde Frisch'in "Lüneburg Varyantı olarak adlandırdığı" bir savunmanın çözümlemesi var, anlatıcı Frisch'e bu bilgi sayesinde ulaşıyor, yıllar sonra.
Frisch'in gündelik yaşamından bir kesite gidiyoruz, adam Münih-Viyana ekspresini kullanarak Münih'teki şirketine gidip geliyor, yol arkadaşı Bay Baum'la birlikte. Bay Baum'u pek sevmiyor, arada sırada satranç oynuyorlar, bu kadar. Bu kısımda Frisch'in yaşamına yakından bakma şansımız oluyor, tren yolculuğu ve sahibi olduğu şirketin işleri Frisch'in oldukça zengin, mesafeli ve içten içe korkan bir adam olduğunu gösteriyor. Bir gün şirkete bir telefon geliyor, Frisch'in sekreteri patronunun nerede olduğunu bilmediğini, bilgi veremeyeceğini söylüyor ama adamın tren yolculuklarından bahsediyor. Frisch mevzudan haberdar oluyor ve otuz yıllık sekreterini kovma noktasına geliyor. İkinci bir ipucu: "O yalnızca kendi yaşında olan ve kendisiyle aynı geçmişten gelen kişilerden korkardı." (s. 19) İşaretlemişim, yoksa es geçerdim. Bu yüzden ikinci bir okuma şart, anlatıcı -henüz- anlatmadığı kısımları biçimleyecek detayları önceden araya dereye yerleştirmiş. Sonrasında yine tren, Bay Baum'la bir maç ve davetsiz bir misafir. Yirmilerinde bir adam, serseri görünüşlü. Kabinde üçü birlikte oturuyorlar, adam diğer ikisinin maçını izliyor. Frisch hakkında satranç üzerinden başka bilgilere erişiyoruz bu noktada, taşların niceliğini daha değerli buluyor ve kaybetmemek için oynuyor. Bahsedilen varyantı kullanarak. Yaşamını oyuna döküyor ve saldırıyor, ne ki varyantı tam olarak açamadığı için maçı kaybediyor, varyanta veriştirmeye başlıyor. O sırada genç adam devreye giriyor ve varyantın iyi olduğunu, Frisch'in pek de iyi olmadığını söylüyor. Frisch adamla konuşmak istemese de adamın zamanında dünya şampiyonalarına katıldığını öğrenince dikkati çekiliyor, konuşmaya başlıyorlar. Hans Mayer yirmilerine kadar çok sayıda maça çıkmış ve artık oynamıyor, insana karşı oynamak istemiyor, çünkü rekabet ettiği kişide baba figürünü görmeye başladığını fark etmesiyle psikolojisi allak bullak oluyor, takımlara bir daha dokunmuyor. Bir de anlatıcının manevi oğlu kendisi, anlatıcı ortada yok ama manevi oğlu da girdi devreye.
Cinayet, Frisch, tren ve Mayer'in hikâyesi. Satranç delisi bir adam Mayer, ustasıyla olan ilişkisi kendi doğasını yaratmış, özgün bir usta-çırak ilişkisi olarak anlatılıyor. Frisch adamın anlattıklarını dikkatle dinliyor, hoş bir hikâye. Yoksulluk, kafe köşelerinde dönen maçlar, Viyana'nın karanlık ortamı ve Tabori, namı her yerde duyulmuş eski bir usta. Ara sıra kafelere geliyor, oyunları izliyor ama hiç oynamıyor. Mayer'in oynadığı bıçkın, geveze bir adam Tabori'yi görünce hayalet görmüş gibi oluyor, kendine çekidüzen veriyor. Mayer'e o adama yaklaşmamasını söylüyor bir de, o adam cehennemde oynamış. Ne demek bu, bilmiyoruz, bıçkınla Tabori'nin nereden tanış olduklarını da bilmiyoruz, ileride göreceğiz. Sonuçta Mayer öyle tutkulu bir oyuncu ki en iyisi olmak istiyor ve Tabori'nin peşine takılıyor. Sonuçta birlikte yarışmalara katılmaya başlıyorlar ama Tabori ortadan kayboluyor bir gün, zaten satranca ve yaşama dair süren düzensiz derslerin ağırlığı Mayer'in üzerinde büyük bir baskı oluşturmuşken bu kayboluş işleri iyice çığrından çıkarıyor. Mayer hikâyesinin bu kısmını anlatırken Bay Baum trenden iniyor, Frisch hikâyenin geri kalanını dinlemek istiyor. İstediği bir hamle olarak görüyor bunu Hans, anlatmayı sürdürüyor. Tabori ortadan kaybolana kadar gayet iyi bir şekilde uyguladığı varyant artık acı verici bir hale geldiği için Mayer oynamayı bırakıyor ama arkada başka bir şey yaşanıyor; Fischer paniğini gizlemek ister gibi gözüküyor, Mayer'e Tabori'yi bir daha görüp görmediğini soruyor. Hans'ın gözlerinde gizli bir tatminin parıltısı görülüyor, Fischer son hamleyle kaybetmeye hazır bir hale geliyor, çünkü henüz bilmediğimiz geçmişi üzerinden, farklı bir isimle yaşadığı geçmişinden gelen bir suçluluk duygusu, korku var ve kimliğinin bilindiğini anladığı için tedirgin oluyor.
Teknik ve sabır, oyunu kazandıracak yegane iki öge. Anlatıcının Tabori olduğu ortaya çıkıyor, yıllar boyunca planladığı eylemi nihayetinde gerçekleştiriyor. Mayer'i eğitmesi, dünyanın en iyilerinden biri haline getirmesi, kendi icadı olan varyantı kullandırması ve bu yolla varyanta dergisinde yer veren Fischer'ı ortaya "çıkarması", muazzam bir planın parçaları. Tabori'nin hikâyesini kendi ağzından dinliyoruz bu kez, ayrı bir bölümde. Muazzam bir serüven, bir o kadar acı. İnsanın zayıflıklarına ve oyunun zayıflıklar üzerindeki etkisine dair. II. Dünya Savaşı'na bağlanıyor olay; gençliklerinde sıklıkla karşılaşan Fischer'ın ve Tabori'nin hikâyesi. Tabori sürekli aşağılanıyor, özellikle son maçlar sırasında, yahudi çünkü. Fischer saf Alman. Yıllar sonra kamplarda karşılaşıyorlar, Fischer iyi bir oyuncu arıyor ve Tabori'yi kampta görür görmez hatırlıyor.
Zafer kazanmak için iyi hamleler yapmak önemli ama rakibin savunmasını çözmek de önemli, tabii rakip savunuyorsa kendini. Tabori savunmuyor, öldürülmek istemediği için bilerek yeniliyor veya berabere kalıyor. Her maçın ardından geceleri kaldırılıyor, sürüklenerek götürülüyor ve infazları izlemek zorunda kalıyor. Önce bir insan, sonra iki, sonra dört. Tam karşısında suratı dağıtılan bir adam, çukurlarda benzin dökülüp yakılan kadınlar... Baştaki hikâye, buğday yerine yaşamlar var bu kez. Fischer, Tabori'nin bilerek kaybettiğini anlamış ve böyle bir çözüme başvurmuş. Üç maçı aldığı için, altı maçlık seride üç maç daha alması lazım ama Tabori canını dişine takarak oynuyor ve 6-5 kazanıyor. Ölümlerini engelleyemediği yirmi dört insanı bir an olsun unutmuyor, ruhundaki yıkımı da unutmuyor, Lüneburg'daki kampta tarihin en acımasız serilerinden biri oynanıyor ama kimse bilmiyor bunu, Tabori'nin kendi icadı olan varyant karşısında çaresiz kalan Fischer varyanta isim koyar koymaz yakayı ele veriyor, yıllar sonra. Tabori'nin cehennemde oynadığını söyleyen adam da kamptan birisi, her şeyden haberi olan bir ihtiyar.
Bağlantılar müthiş, hikâye müthiş, bu mutlaka okunması gereken bir metin. Birkaç saatte bitirmiş, ertesi gün hiçbir şey okuyamamıştım, öyle bir şey.
Küba'ya konuşlandırılmış füzeler ABD'yi cehenneme çevirecekti ama olmadı. SSCB'yle Küba'nın yakınlaştığı uzun süredir biliniyordu ve ABD'nin istihbarat kanalları füzelerden haberdar olur olmaz JFK devreye girdi, Kruşçev'le anlaştı ve nükleer savaşın kıyısından dönülmesini sağladı. Tabii ABD'nin Türkiye'ye yerleştirdiği Jüpiter nam füzeler olmasaydı yaşananların çoğu muhtemelen yaşanmayacaktı ama oldu bir kere, kıyametin eşiğinden döndük. Öncesinde ABD ambargosu vardı, Batista'nın devrilmesinden sonra Castro başa geçmişti ve dış kaynaklı bütün yatırımları kamulaştırmıştı, ABD Castro'yu milyon kez öldürmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve yıllar sürecek ambargo başladı. Sonrasında füze krizi derken Küba yalıtılmış bir ülkeye döndü. İç kaynakların da kamulaştırılması burjuvaziye balyoz darbesi gibi geldi, herkes aynı sınıfta toplanmış oldu. Yurt dışına çıkmak isteyenler için hak verildiğini Felaketzedeler Evi'nden biliyoruz; Guillermo Rosales Kübalıların ABD'de, özellikle Miami'de çektikleri sıkıntıları anlatmıştı. Desnoes, Küba'da kalanların yaşadıklarını anlatıyor, kökü kazınan burjuvazinin tam kalbinden.
Küba'yla iletişim sınırlı, Miami'den her saat başı yapılan beşer dakikalık yayınlarla dış dünyada neler olduğunu öğrenebiliyor Kübalılar, izin verildiği ölçüde. Böyle bir ortamda Küba'ya giden Jack Gelber, bir ay içinde öğrenebileceğinden çok daha fazlasını öğrenmek ister ve Kübalıların yazdıklarına odaklanır. Desnoes'in metnini de bu arayış sırasında bulur, ABD'ye getirir. Söylediğine göre bu metin, ABD'de yayınlanan ilk Küba romanı. Öncesinde hiçbir etkileşim yok. Şöyle bir şey var çünkü: "ABD'nin Küba karşısındaki resmî tutumu, Arapların İsrail karşısındaki tutumuna benziyor: Böyle bir ülke yoktur." (s. 6) Korkunç. Devrimden sonra yazılan bu roman için "önemli bir ilk roman" diyor Gelber ve Desnoes'in hapse atılmadığını söylüyor. Hurdalardan yapılmış ve Castro'ya benzetilmiş bir heykel görmüş, ağzının olması gereken yere kaynana zırıltısı konmuş. "Devrimin ve devrimin sürekliliğinin en büyük desteği olan sanatçılar, onun kimi yanlarını eleştirebilmektedirler." (s. 7) Hoş. Epigrafa baktığımız zaman Desnoes'in kendi yorumunu görebiliriz. Montaigne'den bir alıntı; doğallığı sürdüren ve gelişimlerinde insan aklı payı az olan ulusları barbar olarak görmek. Estrado'dan bir başka alıntı; Latin Amerika'nın okumuş, zengin kişileri İngiliz düklerini andırırken halk hamallara benzermiş. Uçurum büyük, bu uçurum devrimlerle bir anda ortadan kaldırıldığı zaman cümbüşü seyreylemek için bu metnin okunması gerek. Yüzyıllar boyunca süren sınıfsal ayrımın ortadan ansızın kalkması, gündelik yaşamın gerçekliğini paramparça ediyor, bu parçalanmayı izliyoruz.
1973'te Sander basmış önce, Seçkin Selvi çevirisi. Bende Dost'tan çıkan 1987 baskısı var, Seçkin Cılızoğlu çevirisi. Aslında yine Seçkin Selvi. O sıralarda Tanju Cılızoğlu'yla evli olduğu için soyadı öyle. Sonradan tekrar basılmamış ama basılması lazım.
Şöyle bir şeye rastladım: "Uygarlık bu demek olsa gerek: Her şeyi birbirine bağlamasını bilmek, hiçbir şeyi unutmamak." (s. 26) Devrimden sonra unutulacak, ıskartaya çıkacak çok şey olduğu için anlatıcının yaşamını tümden değiştirmesi gerekiyor, bu yüzden kendisini "azgelişmiş" olarak görmesi anlamlı. Kaygıları farklı olsa da benim de -naçizane- bir cümlem vardı, medeniyetimizin kronolojik düzenden seyreden hikâyelerden oluştuğuna, bu durumda barbar olduğuma dair. Bağ bir kez koptuktan sonra şeyleri bir arada tutabilmek neredeyse imkansız hale geliyor. İlk olarak ailesi dağılıyor anlatıcının, eşi Laura'dan ayrılıyor. Laura düz bir kadın, dümdüz. Anlatıcının mobilya dükkanı varken mutlulardı; her yıl Avrupa'ya ve ABD'ye gidiyorlardı, istediklerini alıyorlardı, yaşamları müthişti ama kamulaştırma sonucunda anlatıcının elinde bir şey kalmadı, bağlanan sabit gelir de yaşam standardını korumasına yetmedi, yazmaktan başka yapabileceği pek bir şey yok. İkilemde kaldı; yazmak da kısıldığı kapandan kurtarmadı onu. Özgür yalnızlığında kendisini pek acınacak gibi görüp yazmak istemezken bir süre sonra mevzu tamamen yazmaya dönüyor. "Yapabileceğimiz tek şey, yaşadığımız yaşamı ya da aslında sürdürdüğümüz yalanı kağıda dökmek." (s. 12) Toplum değişme çabasında, en yakın arkadaşlar yazdıklarıyla köşeleri tutma telaşında, insanlar anlatıcının acısını anlayamayacak kadar dumura uğramış durumdalar. Yazdıklarına tarih atmanın pek bir anlam ifade etmediğini söylüyor anlatıcı, bu karmaşanın içinde bütün günler birbirine benziyor. Boğucu, tekdüze. Nesnelere odaklanıyor anlatıcı, nesnelerin gerçekliğine güveniyor. Laura'nın geride bıraktığı eşyalar tarihin var olduğunun önemli bir kanıtı ama günler geçtikçe onların da bir nevi kamulaştığına şahit oluyoruz, anlatıcı birlikte olduğu bir kadına hediye ediyor elbiseleri, eşyaları yavaş yavaş dağıtmaya başlıyor, böylece bir şeyler hissedebildiğini düşünüyor. Kendisi ne kadar incelikli olsa da etrafındakiler pek öyle değil. "Duygularımız bile azgelişmiş: Burada sevinç de, acı da ilkel ve kabadır." (s. 20) Toplumla kurulan en yakın temas, aslında devrimin yıkıcı olduğu kadar yapıcı yönleri de var, birkaç tane. Biri, sermayeyi elinde tutan hödüklerin de "anasını bellemesi". İşin kişisel boyutu. Anlatıcı, tanıdığı öküzlerin çektikleri acıya bakıp keyifleniyor, kendi acısını unutarak. "Sınıfımın olanca bayağılığı mideme tıkılmış gibi bir duyguya kapılırım." (s. 27) İçindeki boşluktan kaçmak da istemiyor zaten, yıkıntıyı sürdürmek ve yeni bir şey oluşturana kadar ne olacağına bakmak istiyor. Değişimin kaydını tutması bu sebepten doğan bir itkinin sonucu.
Kişisel ve toplumsal sorgulamanın yanında tarih boyunca ulusların yapıp ettikleri de bir noktada işe dahil oluyor, olmak zorunda olduğu için. Amerikalıların Ruslar gibi olduğu bir zamanı düşünüyor anlatıcı, kendi zamanından yüz yıl öncesini. Avrupalılar Amerikalıları aşağılar bir zaman, ABD yabanların yaşadığı bir ülke. Henry James'in Daisy Miller'ında incelenen mesele. Anlatıcı, ABD'nin kendi kültürünü dayatacak hale gelmesine üstü kapalı bir hayranlık duyuyor. Hemingway'in evinin olduğu bölümlerde bunu derinden derine hissederiz. Hemingway Kübalılara böcek gözüyle bakmıştır, Küba'nın cennetliği sadece doğasından kaynaklanır, insanından değil. İçi saman dolu hayvanlar, Hemingway'in o sıralarda yaşayan ve rehberlik yapan uşağının söyledikleri, eve dair her şey anlatıcıya bir paryadan fazlası olmadığını hissettirir. Tipik bir sömürge anlayışı Küba'nın belasıdır, bundan kurtulma yollarından biri devrimse ve devrimden sonraki hamlelerse bunların yan etkilerine katlanılabilir. Katlanılabilir mi? Anlatıcı da bir zaman sömürgeci mantığıyla yaşadığı için zor. Birlikte olduğu bir iki kadına bakışı, kadınların yoksulluklarının alttan alta itici bir etki yarattığının sezilmesi anlatıcının iki uç arasında gidip geldiğini gösteriyor. Devrim iyidir ve kötüdür, her şeyin ortasıdır. Bernhard'ın dediklerini hatırlıyorum; sırtlarına geçirecek giysileri olmayan insanların devrimden korkacakları bir şey yoktur, devrim sadece yükünü tutmuş insanların kabusudur. Eh, bir kabusu yaşıyor anlatıcı. Dilini bile kaybediyor ki her şeyini kaybettiği anlamına gelir bu; devrim kendi terminolojisini getiriyor ve sokağın dili birçok yeni terimle doluyor, anlatıcı için yabancılaşmadan başka bir sonuç ortaya çıkarmayan bu durumun içinde yaşamaya çalışmak işkence haline geliyor. "Kafam bir tuzak. Kapana kısıldım." (s. 100)
Adalet, besin kaynakları, sosyal ilişkiler, cinsel ilişkiler, yaşamaya dair hemen her şeyin biçim değiştirdiği bir zamanda kimliğini kollamaya çalışan bir adamın anlatısı. Hoş.
Sıkıntılı zamanlar. Arkadaşlar olmasaydı, şu deniz de olmasaydı, mesela Ankara'da yaşasaydım -Cemile ve Ebru için üzülüyorum, Cemile yılın üç ayını denizle iç içe geçirse de dokuz ay Ankara'da ne yapar, hiç bilmem- ve bozkırın ardında uzanan başka bir bozkırı da görseydim ne yapacaktım, Bernhard ve Vonnegut olmasaydı? Serbest düşünür Vonnegut beni de serbest bırakıyor, öbür tarafta palmiyeler altında uzanmıştır, iyi bir kitapla baş başadır umarım. Kötü zamanların bir anlamının olmadığını ama aslında olduğunu fark ediyorum; kötü zamanlar paylaşmak ve acının üzerinden birlikte gelmek içindir. Bir başkasının acısını görüp yüklenmek. Mark Vonnegut bunu için var olduğumuzu söylemişti, Kurt Vonnegut da böyle düşünüyor. Suyla ilgili de düşünceleri var, buraya bırakayım: "'Nerede olursam olayım, nerede olduğuma dair hiçbir fikrim bile olmasa ve başım ne kadar belada olursa olsun, suyun doğal çizgisinin en son ucuna ulaşabildiğim zaman, bomboş ve parlak bir huzura erebilirim. Bir göletten bir okyanusa kadar her türlü suyun son sınırı bana şöyle der: "Şimdi nerede olduğunu biliyorsun. Şimdi nereye gideceğini biliyorsun. Biraz sonra evde olacaksın."'" (s. 48) Biraz sonra evde olmak. Dünyanın en rahatlatıcı düşüncesi, bilinmeyenin ortasında bile.
Vonnegut, konuşmalarından makalelerine pek çok şeyi bir araya getirmiş ve bu derlemeyi ortaya çıkarmış. Son eserlerinden biri, 1990 tarihli. Kurmacalarının izlerini takip edebileceğiniz, atom bombalarından ırkçılığa, politikacılardan kodaman tayfaya kadar pek çok gömmeceye şahit olabileceğiniz şahane bir kaynak. Mizahi tabii; yeterince mutsuzluk çektiği zaman insanın kendi mizahını oluşturacağını Pirandello söylemişti zamanın birinde, Vonnegut için mutsuzluk defalarca aşılmış bir çizgi demektir, kalbin oralarda bir yerde yer almaktadır ve onunla ilgili yapılacak hiçbir şey yoktur, sadece var olur ve savaşta bir bomba tarafından parçalanmadığı sürece orada kalmaya devam etmiştir. Dresden'den sağ çıktığı için Almanlara teşekkür eden bir arkadaşı var Vonnegut'un, hava savunma sistemi ve sığınağı olmayan bir şehrin güvenli bir iki yerinden birine kapatıldıkları için sağ kurtulmuşlardır ki bu bombardıman olmasaydı sağ çıkamayacaklardı oradan, büyük ihtimal. Vonnegut, Alman atalarının kuzenlerine teşekkür eder, kendi yaşamı için. Onun dışında ince diliyle şöyle bir silkeler hepsini. Sadece onları değil, karşı cepheyi de.
Önsöz'de Böll ve Vonnegut'un fotoğrafı cephenin iki yakasını tek kareye sıkıştırıyor. Gülüyorlar, Vonnegut Rus cephesinden kaçabilmek için kendisini vuran ama hastane yolunda yarası iyileşen bir askerden bahsediyormuş, Böll de askerlerin kendilerini vurdukları anlaşılmasın, barut yanıkları oluşmasın diye bir somun ekmeğin üzerinden ateş ettiklerini anlatıyormuş, güldükleri buymuş. Korkunç mu? Daha fazlasına şahit olanlar için komik gelir. Böll'ün söylediği diğer şeyler de çok önemli; Vonnegut Almanların doğasındaki en önemli unsuru sorduğunda, "İtaat," diyor Böll. Koşulsuz itaat, düşünmemenin temel adımı. Bir başka şey de savaşın üzerinden onca zaman geçtikten sonra bile savaşı hâlâ unutmaması ve savaş üzerine romanlar yazması sonucunda komşuları tarafından hor görülmesi. Alman utancının son temsilcisi olduğunu söylüyor Vonnegut Böll için. Bu görüşmelerinden kısa bir süre sonra Böll yaşamını yitiriyor, o da çok sigara içermiş ve son zamanlarında iki koltuk değneğine ihtiyaç duyar hale gelmiş. Unutulmayacak bir yazarın unutamayacağı şeyleri yazması normal değil mi? Toplumsal bir utancın üstesinden gelmek için şart ama yarayı deşmenin bir lüzumu olmadığı düşünülüyor. Vonnegut: "Şimdi unutma zamanı." (s. 16) Hemen ardından bir gazetenin soru-cevap bölümü için verdiği cevapları sıralıyor Vonnegut, hepsi ilginç ama yangına dönüşecek kıvılcımlar olarak şunları verebilirim:
"S: Sizce mükemmel mutluluk nedir? C: Bir şeyin bir yerde, bizim burada olmamızı istediğini düşlemek. S: En çok nerede ve ne zaman mutlu olmuştunuz? C: Yaklaşık on yıl önce Finlandıyalı yayıncım beni ülkesindeki, buzların altında kalan toprakların kıyısında bulunan küçük bir hana götürmüştü. Yürüyüşe çıktığımızda buz tutmuş çalıların arasında olgun yaban mersinleri bulmuş ve ağzımızda eritmiştik. Sanki bir yerde bir şey bizim orada olmamızı istemişti." (s. 17) Bir yerde, bir şey ve orada olmak. Nadiren hissedilecek bir şey; bazen doğumumdan itibaren gerçekleşen her şeyin benim bir anlığına bir yerde bulunmamı sağlamak için olduğunu düşünürüm. Bunlar azar azar biriktikçe öykülerini yazmaya başladım. Vonnegut da böyle mi başladı acaba?
Yirmi bir bölümden oluşuyor, aralardan seçerek gideceğim. Birincisi, Vonnegut'un ailesi, Büyük Buhran ve savaş yılları, bir de Cornell Üniversitesi tabii. Vonnegut buraya 1940'ta giriyor ve dünya kafayı yiyip birbirine girince cepheye gidiyor. Daimi bir kıdemli er olarak üç yılın sonunda geri dönebilen şanslı azınlığın içinde. Norman Mailer da kendisi gibi kıdemli er olarak askere giden Ivy Leauge öğrencilerinden ama onun başka bir hikâyesi varmış, ne olduğunu öğrenmek istedim ama sonrasında Vonnegut bundan bahsetmedi.
Aile MIT mezunu mimarlar ve mühendislerle dolu, Kurt'ün abisi MIT mezunu bir kimya mühendisi, amcası da öyle bir şey, ailenin geri kalanından da birkaç tane var işte. Baba mimarlık yaparken savaşlar ve buhranlar sonucu mesleğini bırakıyor ama umut etmeyi değil, eşinin -Kurt'ün annesi- akıl hastalığından mustarip olması da onu yıldırmıyor. Bu arada aile akıl hastalıklarından da çok sayıda mezun vermiş, intiharlar diploma olarak duvarlara asılmış. Hastaneye kapatılanlar arasında Kurt ve oğlu da var ama bunların sırası gelecek. Baba ölünce Kurt, soyadındaki "Jr."ı atıyor ve baba-oğul olarak iki kişiliğe sahip oluyor o andan sonra, kitaplarını iki kişi yazmış gibi. Babasına ilk hikâyesini 750 papele sattığını söylediği mektup sonrasını da müjdeliyor. Tekboynuz orada, bulunmayı bekliyor.
İki. Bakire ormanda tek başına dolaşırsa tekboynuz görebilir, efsane bu. Kurt ve abisi Bernhard evdeki umursanmazlar çetesini oluşturuyorlar, ablaları Alice bakire, babalarıysa tekboynuz. Tekboynuzun problemi, aklını kaçıran eşinin kendisine nefret dolu gözlerle bakıp krizlerinde ağza alınmaz küfürler etmesi. Kurt, annesini daha da delirtenin yanlış tedavi olabileceğini söyleyip Amerikan Psikiyatri Birliği'nin bir toplantısında yaptığı konuşmada kendinden yola çıkarak annesinin ölümünde payı olan uygulamalar hakkında bir iki söz söylüyor. Tabii yine Dresden'e dokundurarak ama öncelikle şunu almam lazım: "Dr. Nancy Andreassen'in çalışmalarından haberdar olanlarınız vardır. Ben de dahil olmak üzere pek çoğumuzun depresif ailelerden gelen depresifler olduğumuz kanıtlandı. Yaptığı çalışmadan aşağı yukarı şu kuralı çıkarıyorum: Depresif değilsen iyi romancı olamazsın." (s. 29) Aileden gelen depresif mirasın yanında Dresden bir şey değil diyeceğim, olmayacak, çok önemli olsa da Vonnegut'a göre Dresden, romancılığı ve kişiliği hakkında hemen hiçbir şey açıklamaz. Açıklayan şeyler kültür, toplum ve tarihtir, bunlar da lityum, Prozac ve benzerleriyle iyileştirilemiyor, iyileştirilebilenler bu öğütme makinesinin içine düşmek istemeyen son insanlar ve çabalarına saygı duymak, onları desteklemek gerekiyor. Aile hem bir çukur, hem bir zirve olarak ortaya çıkıyor, 1944'te ölen annesinin hiçbir kötülüğü hak etmeyen babasına nasıl davrandığını görmesi kendi başına gelen yıkımlara katlanması açısından bir örnek oluşturmuştur diye düşünüyorum. Baba, eşi öldükten sonra kızı Alice'i sevgisinin kaynağı yapıyor ve diğer çocukları anlıyor bunu. Alice yetenekli bir ressam ve heykeltıraş ama hemen hiçbir şey üretmiyor, yeteneğini kullanması gibi bir zorunluluğu yok, özgür. Kanserden ölene kadar üç çocuğuyla mutlu bir yaşam sürüyor, ölümünden sonra çocuklarını evlatlık olarak alıyor Kurt, altı çocuğu oluyor böylece. Bazen yeteneği kullanmak zorunlu hale geliyor, bu kadar zor bir yaşamı olmasaydı yazar mıydı Vonnegut, bunu düşünüyor insan. Pollock veya, Pollock'a bağlanıyoruz ve savaşların hiçleştirdiği dünyada Freud'un sırrını verdiği harikalar/kabuslar diyarının izlerini süren ressamların acılarından doğanı anlıyoruz. Mavi Sakal'da gördük. Orada tabloydu da gördük, şu en sonda ortaya çıkan, kocamanından. Dresden bombalandıktan sonra Vonnegut ve arkadaşlarının bırakıldıkları açıklıkta görülen insan curcunasıymış o. Zihnin acıyı nasıl bastırdığını anlayamıyorum bazen. Vonnegut da anlamıyor bence, onca felaketi anlattıktan sonra hayatında iki kez uluya uluya ağladığını söylüyor ama öyle bir yabancılaşmış oluyoruz ki, nasıl yani, bu da mizahın bir parçası mı diye düşünüyoruz. Evet, öyle.
Evet, öyle, Vonnegut iki eşinden, Truman Capote ve sanatçı tayfasının komşuluğundan, Hristiyanlıktan, intihar teşebbüsünden -"Buradan çıkmak istemiştim."- yıkımlardan, Céline ve Céline'in kepazeliğinden, Yaşar Kemal ve Yaşar Kemal'in New York günlerinden ve diğer onca şeyden bahsederken acının nasıl üstesinden gelinebileceğini, yaşamla nasıl baş edileceğini de söylüyor. Kurt Vonnegut, eli birazcık kitap tutmuş herkes için muazzam bir edebi gelişim metni sunuyor, ben bir kez okuduğum şeyi -şiir hariç- ikinciye nadiren okurum ama bu öyle değil, Vonnegut iyi bir yazar olmanın ötesinde iyi bir insan, istikametin yitirilmemesi için arada rehberliğinden faydalanmak gerekiyor. Sanırım iki üç fenerimden biri kendisi, ışığı daim.
Rabo Karabekian'ın patates ambarındaki sırrını öğrenmek isteyenlerin çoğu öldü. Ölmedi de ortadan yok oldu. O da değil, aslında sadece zaman geçti ve zamanın insanları yavaş yavaş akıntıya karıştırmasından başka bir şey yaşanmadı. Nehir aktı, çatallandı, patates ambarının öncesini ve sonrasını sırtında taşıdı, Karabekian'ın anlatmak istemediği hikâyeler iki akışta belirdi; geçmiş ve şimdi. Circe Berman bir gün Karabekian'ın hayatına girmeseydi, Karabekian'ın ikinci karısından kalan malikanenin plajında yaşlı ressama yanaşıp annesinin ve babasının nasıl öldüğünü pattadanak, bodoslamadan sormasaydı eşzamanlılığın mucizelerinden ve yaşamın absürtlüklerinden bihaber olacaktık ama bu bir Vonnegut anlatısı. O yüzden kemerler bağlanacak, bağla!
Önce uyarılar. Özenli bir okuma gerek. İki farklı zamansal düzlemin ortak kişileri ve olayları akılda tutulmalı, kimin kim olduğu unutulmamalı ve Pollock, Rothko gibi soyut ekspesyonist ressamların neyi başarmaya çalıştıkları, neyi başardıkları ve başaramadıkları, yaratım aşamasında kişiliklerinin renklere ve desenlere ne kadar yansıdığı, Karabekian'ın ressamlığı ve efsanelerle olan ilişkisi odakta yer almalı. Güzel bir kurmaca, gerçeklikten de beslenip kurgusal ve gerçek karakterleri bir araya getiriyor. Bernhard'ın Glenn Gould'u Avusturya'nın orta yerine yerleştirdiği Bitik Adam'ı ne hoştu mesela, bu da hoş. Vonnegut, ünlü kişilere gerçek hayatta yapmadıkları hiçbir şeyi romanda da yaptırmadığını söylüyor. Onların yapabilecekleri şeyleri kurmaca karakterlerine yaptırıyor, mesela meşhur ressam Terry Kitchen. Kitchen, Karabekian ve Pollock, "Üç Silahşörler" olarak anılıyormuş New York'ta ama böyle bir şey yok tabii, kurmaca kurmaca. Uydurmasyon. Lö atmasyon.
Kabaca bir çerçeve çizmek gerekirse savaşlar, büyük buhranlar ve benzeri rezilliklere karşı sanatın -burada resmin- anlamı nedir ve her türlü pislikle baş etmek için sanata sığınmak yeterli olabilir mi? Bunu düşününce patates ambarında saklanan şeyin aptal insan tarafından biçimlendirilmiş dünyaya bir protesto olarak yapılan sıkı bir sanat eseri olduğu geliyor akla. Hiçbir insan onu görecek kadar dünyadan -leş olanından- kopmayı başaramamış, görmeyenler yok oluşun en sıkıcı ve olağan biçimlerine sahip. Savaşlarda büyüyen, erginlik ayinini tamamlayan -bu bakış açısı Daha Ne Olsun?'da sıkı bir gömülüyordu- çocukların pek de matah bir dünyaya büyümedikleri, her zaman yarım kaldıkları ve görünenin sadece görünen olup daha iyiye yorumlanamayacağı açık. Soyut ekspresyonist resimlerin sorgulandığı sahnelerde sadece kendi varoluşlarını anlattıkları söylenir, başka bir şeyi değil. Dünya da böyle bir yerdir, sadece kendini var eder, başka hiçbir anlamı kendi başına doğurmaz. Bu yüzden yaşam olabildiğince yalın ve insanın ona kattığı anlam kadar karmaşıktır. Metinde buna karşılık olarak Karabekian'ın muhteşem çizim kabiliyetinin uzun yıllar boyunca derinlerde gömülü kalmasında yaşamın, dünyanın o kadar da karışık olmadığı fikri vardır. Çocukluktan itibaren dünyanın saçmalığıyla karşılaşılmışsa bunun farkına varmak çok daha kolay. İş dışavuruma gelince, hele hele soyut... Bütün bunlardan ne anlam çıkaracağımıza göre değişecektir ve zorluğundan hiçbir şey yitirmeyecektir. Metnin bir yerinde soyut ekspresyonizm dışındaki her şeyin yaşamın gerçekçi bir yansıması olduğu söyleniyor. Eh, yaşamı gerçekten yansıtmak pek övünülesi bir şey değil, ben de bombalar altında kalıp parçalanmış onca insanın, açlıktan ölen çocukların yansımasını istemezdim. Karabekian'ın gerçekle bu yüzden pek bir işi yok, ambardaki eserini Circe Berman'a gösterinceye kadar kendi gözünden gördüğü gerçeğin son derece itici olduğunu düşünüyor ama sanat, gerçeği her koşulda değiştirebildiği ve iyileştirebildiği için ağzı açık, öylece bakakalıyor Berman. Sıradan bir yaşam sürüp ölmeye mahkum değil, magnum opus karşısında duruyor ve Mavi Sakal, Berman'ın yaşamını bağışlıyor.
İki zaman düzleminde ilerleyen bir anlatı var ama o kadar çok sayıda hikâyecik var ki hepsini ele almak mümkün değil, ana çizgileri anlatıp dikkat çeken detaylara değineceğim. Bu. Epigrafa bakalım, Vonnegut'ın metinlerini çevresine oturttuğu merkezi bir fikir, kardeşinden: "Bu şeyin üstesinden gelmekte birbirimize yardımcı olmak için buradayız, o şey her ne ise." Etrafında insanlar yokken Karabekian çok mutsuz, insanlar varken de mutsuz ama daha katlanılabilirinden. Mizah duygusu yeter. İlk eşi Dorothy'yi o kadar mutsuz etmiş ki kadın yepyeni bir mizah anlayışı geliştirerek Karabekian'ı gömmeye başlamış. Bu, kendisi için de söylenebilir. Çocukluğunun mutsuz toplumunda, ustası Dan Gregory'nin despotizmi altında, savaşta bombalar altında, savaştan sonra modern dünyanın diplomaları ve işleri altında kusursuz bir mizah geliştirmiş. Yalan mı, Vonnegut da savaştan döner dönmez antropoloji ve birçok şey okuyup tutunmaya çalışıyordu, evlatlarına ve evlatlıklarına bakmaya çalışıyordu, birçok şey için çalışıyordu ve metne karıştığı noktalar çok bariz. 1987 yazımı bu, sondan üçüncü Vonnegut romanı. Yaşamının son muhasebelerinden.
Otobiyografi olması için başlanmış bir metin, mutfakta işlerin ters gitmesiyle günlük niteliği de kazanıyor. İkisi birden.
Rabo Karabekian 1916'da California'nın San Ignacio kasabasında, göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba öğretmendi, köyünü basan Türk çetecilerinden saklanmak için okulun kenefine girdi ve boklar arasında saatlerce kaldı. Dışarı çıktığında köydeki tek canlı kendisiydi. Anne de benzer bir felaketten kurtuldu, etrafındaki herkes vurulmuşken ölü taklidi yaptı ve yerde, hemen önünde yatan kadının ağzından dökülen pırlantaları, taşları topladı. Eşiyle tanışıp kirişi Mısır'a kırdıklarında bu değerli taşlar yırtmalarını sağladı. Vartan Mamigonian'ın insafına kalmamış olsalardı daha iyi yırtabilirlerdi, Paris'e giderlerdi muhtemelen ama California'ya geldiler, kandırıldılar. Almanya diye İstanbul'a bırakılan göçmenleri düşünün, Şener Şen'i de düşünün. Öyle bir şey. Baba ayakkabıcıydı, II. Dünya Savaşı öncesinde öldü. Anne... Anneydi, çalıştığı fabrikada öldü. Rabo'nun başına gelenlere şahit olmadılar, onlar için iyi. Fubar, Saving Private Ryan'dan manasını biliyoruz. Babanın durumu tam olarak buydu. Rabo'nun durumu bunun ötesindeydi. Çok iyi bir çizerdi, nam yapmış illustrator Dan Gregory'ye mektup yazdı ve Marilee'den cevap aldı, Gregory'nin sekreteri olduğunu söyleyen kadından. Üç yıl mektuplaştılar, baba bir halt olmayacağını söylüyordu ama Gregory nihayet Rabo'yu New York'a çağırdı. Fahişesi yerine koyduğu, evinde beslediği Marilee'yi merdivenlerden aşağı yuvarladığı ve kemiklerini kırmanın karşılığı olarak istediği bir şeyi yerine getireceğini söylediği için. Marilee Rabo'yu istedi.
Dan Gregory'nin kendi hikâyesi sihirli bir şey, neredeyse olmayacak bir şey. Moskova'da çok ünlü bir çizerin yanında aldığı eğitim ve boynuzun kulağı geçmesi müthiş bir olaylar silsilesine yol açmış. Aynı şey Rabo'nun başına gelecek ve Gregory'nin sınavından geçmek için aylarını verecek Rabo, bir salonu her şeyiyle kağıda dökmek zorunda. Köşedeki su damlasının içine hapsolmuş salonun yansısına kadar. Modern Sanatlar Müzesi'nde Marilee'yle dolanırken Gregory'ye yakalanmasa belki de sınavı geçerdi, bilemiyoruz. Gregory'den uzaklaşmasıyla hayatının aşkı olarak kabul ettiği Marilee'den kopuyor, kadın da olağanın güzelliğini yaşayıp daha fazlasını istemiyor, kaybettiği çocuğunun yerine Rabo'yu koyduğu için olabilir. Rabo hayatını yaşamalı, bu yüzden II. Dünya Savaşı'na gidecek, cephede sanatçılardan ibaret bir bölüğün başına getirilecek ve orada tanıştığı insanlarla New York'un sanatsal atılımını gerçekleştirecek. Kendisi çizmeye pek devam etmese de akıllıca yatırımları ve... Nesi varsa işte, her şeyiyle sanatın ve sanatçının yanında. Anlam arayışından çok anlamdan uzaklaşmak için. Evlenecek, boşanacak, tekrar evlenecek ve eşinden geriye kalan malikanede yaşayacak, dostlarından topladığı ve zamanında beş para etmeyen eserlerin milyon dolarlık hale gelmesine şahit olacak, bir de onları sıraladığı duvarı Circe Berman'ın dekore ederek her şeyi ortadan kaldırmasına.
Otobiyografiyi kese biçe bitirdim ki başıma küller yağa, Vonnegut'ın deli halayından hiçbir figürü alamadım buraya. Mutlaka okumanız gerek, böylesi bir zenginlik azdır.
Günlük. Her şey bitti, Marilee'yle yirmi yıl sonra tekrar karşılaşmanın anıları ve diğer tesadüfler unutulmadı, bir tek dalgalar var artık. Berman tam bu sırada ortaya çıkıyor ve Rabo'nun hayatını istila ediyor. Rabo'nun New York'ta sanatı arkadaşlarıyla takıldığı zamanlardan birinde edindiği yazar dostu Paul Slazinger'ın, aşçısının ve kızının varlığı yetmezmiş gibi baloya bir de Berman katılıyor, deli kadın, dünyanın en iyi yazarlarından biri ama bu kimliği başlarda gizli. Bir araştırma için orada, yeni romanı için malzeme topluyor ve Rabo'yu tanımak istiyor, hayatındaki pek çok detayı öğrenmek için evin altını üstüne getiriyor. Yetmişlerinin sonuna gelen Rabo için bir problem yok, saklayacağı bir şey de yok. Patates ambarında kilit altında tuttuğu şey dışında. Ne olduğunu söylemeyeceğim, gizem sürsün. Bir yaşamın özeti olarak değerlendirilebilir. Travmanın koca bir yaşama yayılması.
Vonnegut'ın çoğu romanı karnaval gibidir ama buradaki malzeme gerçekten taşar boyutta. Delilik. ABD'nin herkesi kucaklayıcılığı ve herkesi öldürebilecek olması, savaşın kötülüğü ve daha da kötülüğü, insanların bir araya gelmesi ve daha da kenetlenmesi, bazı şeylerin sadece mizahla katlanılabilir hale gelmesi, neyin nesi olduğu malum. Vonnegut!
Öykücü olmayan bir öykücü Hinton, dört boyutlu uzayını tahta parçalarından oluşan gereçlerine tıkıştırmış ve dileyene satmış. Öyle süper bir zeka gerekmiyormuş dördüncü boyutu anlayabilmek için, eldeki çokyüzlü tahta parçalarıyla oynayarak Yog-Sothoth'u evinize davet edebilirmişsiniz. Hinton'ın düşü: Kaosun çoklu boyutları ve hacmi düzleme değil de başka hacimlere yerleştiren hiperhacim, hiperküp, hiperkoni ve her türlü hiperliğin hayal gücünü zorlayan akıl almazlığı düşünme yetisine meydan okuyor.
Hinton pek tanınmıyor, bir iki gönderme dışında hakkında bir değini yok. Borges'e göre Wells'in isim vermeden fikirlerini ve varlığını kullandığı bir düşünür. Üç, beş, sekiz boyutlu falan evrenler kurgulamış. Calabi-Yau manifoldunu görseydi şöyle diyaframdan bir, "Hah!" patlatırdı gibi geliyor bana. Onun dışında zamanının diğer bilginleriyle girdiği atışmalar birkaç kitap yazmasını sağlamış, öyküleri(?) bu kitaplardan ediniyoruz. Borges, bu spekülatif kurguların Wells'ten de önce yirminci yüzyılın bilimkurgu yapıtlarını öncelediğini düşünüyor.
Düz Bir Dünya: Elimde Helikopter'den çıkan Düzülke var, Edwin Abbott Abbott'ın. Hinton bu metni salık veriyor ama bir düzlem üzerinde yaşama fikrinin burada farklı sebeplerle ortaya çıktığını söylüyor. Kendisi böyle bir yaşamın farklı boyutlarını anlatacak.
Tanecikler yapışmıyor, sürtünme yok, derinlik yok, atmosfer yok. Bir masa üzerinde yer alan bozuk paraları düşündürür Hinton, bu paraları canlı varlıklar olarak ele alırsak ortaya ilginç bir dünya ortaya çıkıyor. Doğası, ışık kaynağı tek bir düzleme indirgenen bu dünyada iki bozuk para birbirini geçemez, geçmek için bulundukları düzlemde bir boşluğun oluşması, birinin boşluğa inip diğerinin boşluğun üzerinde belirecek köprüden ilerlemesi gerekiyor.
Bir evin duvarında iki delik bulunamıyor, ev çöker.
Fiziksel olarak değil, cinsi ve duygusal yönden de tek boyutlu bir dünya. Kötü hep kötü, iyi hep iyi, cinsiyet farkı sıfıra olabildiğince yakın, düzlemde her şey aynı. Canlılar dik açılı üçgenler olarak resimleniyor, Hinton bu varlıkların hareketlerini nitelemek için dünyanın yapısı gereği olabildiğince az sayıda sıfat kullanıyor. Erkekler sola bakan üçgenlerdir, yüz yüze gelemezler. Kadınlar için de böyle, sağa bakmaları dışında mevzu aynı.
Çekim kuvveti ve yörünge dalgasında mesafenin iki katına çıkması çekimi dört kat azaltmaz, iki kat azaltır. Malum sebep. Araçlarda tekerlekler dönmez, her bir dönüşün sonunda dingili çıkarıp tekrar takmak gerekir. O dünyada yer alan, çok boyutluluğa ihtiyaç duyan önemli nesnelerin açıklamasını yapmıştır Hinton, muhtemelen kendi çizdiği şekillerle okur için görsel bir kaynak yaratır.
Dördüncü Boyut Nedir?: Lovecraft'ın kötücül öngörüsünün tersini görürüz; kuramsal eylemlerin gerçeklerle birleşmediği noktada ortaya çıkan kaostan korkmaz Hinton, sağduyunun orta bir yol bulacağını söyler ve insanın sezgisel yeteneğiyle mutlak yıkımdan yırtacağımızı söyler. Lovecraft, disiplinlerin tek bir noktaya doğru yolculuğunun bitimiyle sonsuz karmaşanın ortaya çıkacağını söylüyordu. İkisine de fitim, iyi olan kazansın.
Pers Kralı: Bu işte, okuduğum en ilginç öyküler sıralamasında ilk üçte yer alır.
İran'da kral bir köprüden geçer, köprüyü oluşturan kayalar yıkılır ve krallık küçücük bir toprak parçasına indirgenir. Laboratuvar ortamı da diyebiliriz, Hinton kader, özgür irade, acı ve mutluluk konularında Antik Yunan'dan Lacan'a kadar ne kadar fikir varsa hepsinin toplamını sunar. Olabildiğince detaylı bir şekilde anlatacağım ama her şeyi anlatmayacağım, okumanızı isterim.
Kral, karşı tarafta gördüğü bir köylüye bağırarak halat, ip falan getirmesini söyler ama bağırdığı adam Demiourgos'tur, insanların yaratıcısı. Bu varlık, insanları bir kukla gibi oynatan krala yaratmanın ve gerçekten yönetmenin acısını göstermek ister gibidir, hareketsiz duran insanlarla dolu bir bina ortaya çıkarır ve arazi olur. İnsanlar hareket etmemektedir zira bu dünyada yapılan her şeyde haz ve acı vardır, ikisi eşit düzeyde olduğu için kimse kıpırdamaz. Kral, acının bir kısmını aldığı zaman insanların hareket edebildiklerini görür. Muktedirin diyetidir bu, yönettiği insanların acısını doğrudan hisseder. Bir tık ilerisini Calvino'da da görürüz; hükümdarlar süreleri dolunca öldürülürler, acıların tek kalemde ödenmesi gibi. Neyse, bir de değnek vardır, bu değnek varlıkların acılarını azaltarak onları hareket ettirir. Değneğin salınımının da bir düzeni vardır. Aslında çok temel ilkelerdir bunlar, diğer ilkelerle birleştirilmemiş haldedirler, zincirleme reaksiyona açık olsalar da ilk hareket için biraz daha zaman geçmesi gerek.
Kral yönetmeyi öğreniyor.
Tek tek hareketlerden, söz gelimi bacakların hareketlerinden daha büyük örüntülere, daha geniş hareketlere yönelir ve insanlara bunu yaptırır, acı-haz dengesini her seferinde daha büyük bir hareket için genişleterek kurar. Böylece insanlar günlük yaşamlarını yavaş yavaş oluştururlar. Değneğin etkisi merkezde daha kuvvetlidir, merkezden uzaklaştıkça azalır, bu yüzden insanlar merkeze gelme eğilimindedirler. Toplumsal kabul. Metropolleri düşünelim, insanlar her açıdan daha çok olanak için büyük şehirlere gelirler ve -sözde- daha derinlikli yaşarlar; acı da haz da daha yoğundur. Dışarıda kalanlar daha az acı ve hazla yetinenlerdir, daha düşük seviyeli insanlar olarak görülürler. Günümüz toplumuna bu anlayış hakimdir, hâlâ, ne yazık ki. Sanıyorum Buda'nın bir benzeri çıkıyor ortaya; Demiourgos Kral'ın anlaşılabilme isteğini fark edince değneği verebileceği birini bulmayı tavsiye eder, böylece "peygamber" diyebileceğimiz kişi Tanrı'yı -bir ölçüde- anlayabilecektir. Kişi bulunur, prens olarak adlandırılır ve insanları acıdan kurtarmak için köy köy gezmeye başlar. Acıdan kurtulmayı salık verir. Nasip.
İş toplama kampları benzeri yapılara, isyancılarla mücadeleye ve matematiksel formüllere kadar gelir. Hinton bir noktada hikâyeyi keserek toplumsal dinamikleri daha iyi açıklamak için formülasyona başvurur, okura sayfalar dolusu tablo ve formül sunar. Sonrasında ortaya Neo benzeri bir insan çıkar, sistemin çarpıklığını ortaya çıkarır falan derken seyreyle cümbüşü.
Tuhaf, deli işi, gerçekten çok ilginç bir öykü.
Buna da kitaplığın en, en ilginç kitabı diyorum, noktayı koyuyorum.
Sanatı iyi aydınlatılmış galerilerden, inanılmaz paralar harcanmış reklamlardan çekip çıkardığınızda gerçek yeri az çok belli olur. Kraus'un çabası, dopingsiz sanatın izini sürmek. Mevzu ABD'yle sınırlı kalsa da iktidarla yapılan özgürlük savaşı evrensel. Sanatı sanat çetelerinin elinden kurtaranların hikâyelerini derlemiş Kraus, alternatiflerin varlığı kendi halinde yaratan sanatçılara umut verebilir, vermeyebilir, bilemiyorum. Adamlar ABD'de zar zor iş yapmışlar, burada daha zor. Neyse.
Tiny Creatures hadisesi, kaslı on kişiye tek başına dalan adamın hikâyesine benziyor. 2006'da Janet Kim küçük bir dükkan kiralıyor ve Los Angeles'ın sanat dünyasını çalkalıyor. "Los Angeles'ta sanat oyununun kurallarını koyan görsel sanat veya Ortaçağ zihniyeti hakkındaki içrek söylemden pek az haberdar olan Janet Kim bu durumu değiştirdi." (s. 13) Samimi ve iyi bir küratör olan Kim, birçok sanatçının eserlerini mekanında sergiliyor, sanat olaylarına ev sahipliği yapıyor falan derken maddi durumu giderek kötüleştiği için mekanı kapamak zorunda kalıyor. Sergilediği eserlerin satışı konusunda da ihtilaf var; Kim olaya ticari bakmadığı için kaçınılmaz sonla karşılaşıyor. Mekanda sergi düzenleyen Jason Yates'in dediği: "Hepimiz birlikte ülkedeki en havalı şeydik. Janet Kim (...) parayı önemsemiyordu. Hepimiz meteliksizdik ve insanlar eserlerimi isterken küplere biniyordu. Janet ortaya çıkıp herkese çok para kazandırabilirdi. Anlatabiliyor muyum? Çocuk sahibi olacaktım, işler finansal açıdan umutuzdu ve Janet bu konuda taviz vermiyordu, telefonlara çıkmıyordu. Ona diyordum ki, Janet, hepimiz senin bu işi bir sonraki aşamaya götüreceğine inanıyoruz. Ancak strese girdiğinde içine kapanıyordu, bu becerilere sahip değildi. Ayrıca, kimseyi de dinlemiyordu!" (s. 24) Janet'in bir sonraki aşama hakkında hiçbir şey bilmemesi doğurmuştu mekanı, dolayısıyla olayın ticari boyutu sağlam olmayınca kapanmasına da bu sebep oldu. Zaten en başta amaç para kazanmak değildi. Kim'in dükkanı kapandı, sanatçılarla arası bozulur gibi oldu ama sanat kodamanlarına da sağlam bir şamar indirmiş oldu. Bizde ilk aklıma gelen Peyote var, kıymetini bilmek lazım böyle girişimlerin. Sisteme bir şekilde entegre olmadan yürümüyorlar ama küçücük bir fark bile yaratabiliyorlarsa başarılı olmuşlar demektir.
The Complete Poem / Bernadette Corporation hadisesi. Dünya epik bir şiirdir anlayışıyla yola çıkan oluşum, şiirin sınırlarını tarumar etmeye çalışmasıyla saygıya değer. A Billion and Change adlı epik şiirlerinden bir iki alıntı yapmak istedim: "Gençlik çok heybetli./Bu vücutlar esnek ve sperm dolu./Ancak bir orospu olarak çalışmak çok üzücü./Biraz mücadele ruhumuz olsun." (s. 35) Evet, bu şiirden bir bölüm ve şiir. Şiir böyle olmazcılar için kalp krizi anlamına gelir. Üzgünüm, şiirin nasıl olup olmayacağı size kalmamıştır, kimseye kalmamıştır, en iyisini siz bilmiyorsunuz, kendi şiirlerinizi ahbap tayfanızın yayınlarında tükürmeye devam edebilirsiniz. Kolektife yöneltilen sorular da bu bağlamda süper: "Bu... gerçek bir şiir mi? Parodi mi? Ne bu?" Bu, en basit ifadeyle beyninizi çalıştıracak, battığınız bataktan ve çektiğiniz sınırlardan sizi kurtaracak bir olaydır. Farklı düşünmenize yol açıyorsa başarılı olmuştur. Oulipocu kısıtlamalar, eşzamanlılık, kolaj poetikası. Postmodern şiirden açılmış farklı bir pencere. Ezber bozan.
Mayıs 1969 hadisesi. "Belki de Mayıs 1968 olaylarının sağladığı en büyük umut, kamusal yaşamdaki kendiliğindenliğin patlaması ve bunun beraberinde gelen, tüketimcilik oyununun bu geç safhasında bile farklı bir şekilde yaşamanın mümkün olduğu fikriydi." (s. 53) Seks sözcüğünün yüz kızartmaya yettiği zamanlarda olayın tabuluktan çıkarılıp toplumsal yaşamın tam ortasına konmasını sağlayan mevzulardan biri hakkında bu kısım. Suck adlı dergi pornografi amaçlı değil, toplumu trollleyip cinselliği normalleştirme peşinde. Eşcinsellik 1960'lara kadar hapse girmeye neden oluyordu, üstelik İngiltere gibi bir ülkede. Suck, bu mevzunun değişmesine yardım etti. Yaşlı insanların da sevişebileceğini söyledi, kıskançlığı mahvetti, kayda değer bir boktu. Deleuze, Guattari, Burroughs gibi adamların ilgisini çekti ve "özgürlük" fikrinin ne feministlere ne de başka bir ideolojiye ait olduğunu gösterdi. Helal be.
Bunun üç katı kadar hikâye var, ben son başlıkla bitirmek istiyorum.
Başarısız Kolektif hadisesi. Siz dostlarım, fanzin çıkardınız, dergi çıkardınız, yaptığınız şarkıları Soundcloud'a koydunuz ve bir şey olmadı. Sizce. "Büyük bir başarısızlık hissi her başarıyı örter. EVET ve NE OLMUŞ YANİ?" (s. 117) Yaptınız, dönüştünüz, başka bir şey oldunuz ve yaptıklarınızı inceleyen bir avuç insan da başka bir şey oldu. Açlıktan ölecek bir durumunuz yoksa yapın bunu, kitlelerce bilinmek şart değil. Kitleler başka kitleleri takip eder, güdümlüdürler. Mesela günümüzde süpermarketten ürün seçer gibi seçilmiş isimlerin yer aldığı dergiler var, hani şu kapakları sanatçılar mezarlığından seçilmiş resimlerden ibaret olanlar, bunları sallayın. Süpermarket dergiler diyorum ben bunlara. Çikolata, süt, pastırma, çekiç, plastik çiçek, her şey bir arada. Rezillik. Bunların dışında yıllanmış beton kafaların çıkardığı büyük dergiler vardır, bunları da sallayın. Enseye şaplak usulü çalışırlar, şaplağı yediniz mi yazdıklarınız basılabilir. Onun dışında şansınız yok.
Ne yapacaksınız? Mütevazı dergileri kovalayacaksınız. Malum yerlerde birçoğu kenarda köşede durur, arkalarında büyük bir güç olmadığı için utanıyorlarmış gibi. Bunları alacaksınız, küçük kolektiflere yardımcı olacaksınız, hatta onlara yazdıklarınızla da katkı sağlayacaksınız. Fanzinleri alacaksınız ve vapurda, otobüste vs. bırakacaksınız. Bu hep bu şekilde ilerleyecek, ticari pencere açılır açılmaz uzaklaşıp başka oluşumlara şans tanıyacaksınız. Yoksa hep aynı dinozorları okursunuz, çeşitliliğin dibine kibrit suyu dökülür. Yapın bunu ya, blog yazın, ne bileyim. Sanat her yere aittir, paraya değil, iktidara değil.
"Kolektivite kendisini bir şeye duyulan arzunun, bir şey üretmenin, bireysel üyelerinin ötesinde bir şeye (ve bunun ne olduğu kimin umurunda?) dönüşmenin etrafına konuşlar." (s. 117)
Ufuk açan kitaplar listesinde tepelere koyuyorum ve tavsiye ediyorum, iyi kitap.
Zamanın nadir kitaplarından. April güzel bir çeviriyle bastı, sonra Can bastı mı bilemiyorum ama büyük bir amme hizmeti yapıldı, çok teşekkür.
Vonnegut'ın adını hatırlayamadığım bir kitabında, galiba anı kitabıydı, Böll ve Vonnegut otobüste sohbet ederlerken o an donduruluyor. Almanya gezisi, savaşın tozu dumanında hayal gibi geçen günleri tekrar yaşanıyor, bu kez tamamen bilinçli bir şekilde. Fotoğrafta ikisi de gülüyor. Acılarını canlandırıp bu kez onlardan kurtulacakları ümidiyle gülüyorlar diye düşünmek istiyor insan, öyle değil. Askerlikten yırtmak için kendi bacağına sıkanların barut yanığından yakayı ele vermemek için namluyla bacak arasına somun ekmek koymaları üzerine bir muhabbet. Savaşın saçmalıklarından, travmalarından sadece biri. Askerlikte dahi milyon tane saçmalığı mantığa bürümeye çalışan zavallı beynimize büyük bir yük; bombalar, kan, kopuk uzuvlar, ölüler. Koca bir neslin akıl hastalıklarının türemesi için çok uygun bir konak olduğunu düşünmemek mümkün değil.
Vonnegut, olayların gerçekten yaşandığını -Tralfamador adlı hayali gezegende geçen bölümler için de aynı açıklamanın geçerli olabileceğini düşünüyorum- söylüyor, en azından çoğunun. İsimler değiştirilmiş olsa da napalm vasıtasıyla yüz bin küsur insanın öldürüldüğü Dresden değiştirilemiyor, değiştirilme ihtimaline karşı sesini çıkaracak herkes kemiklerine dek yanmış olsa da. Anlatı, savaşın anlamsızlığını Dresden'in kavrulmuş yüzeyinin çok altında, rehin alınan müttefik ülkelerin askerleriyle birlikte noktalamıyor belki ama koca bir ünlemle, ünlemelerin en kocasıyla, sonsuz kin ve öfkeyle birlikte ele alıyor. İnsanlık suçuna karşı insanlık suçu: Almanya'nın ipi çekilmiş durumda, tam gaz gelen Ruslara karşı bir gözdağı verilecek. O zaman yangın bombaları iş görecektir, zira bombalar üretilmiştir ve Tanrı israfı sevmez, üretilen şey kullanılmalıdır. Şehir İngiltere ve ABD tarafından bombalanır, çıkan yangın oksijeni öyle bir sömürür ki şehrin öbür ucunda korkuyla sokaklara, açık havaya çıkan insanlar oksijensizlikten boğularak ölür.
Bombalanma esnasında saklanan askerlerin arasına gizlenmiş bir de Vonnegut görürüz, kendisi hikâyenin esas adamı Billy Pilgrim'le birlikte oradan oraya sürüklenir ve üstünden kanlar damlayan etlerin çengellere asıldığı mezbahada, bombaların devlerin ayak sesleri olarak oradan oraya gezindiği toprağın altında aklını kaçırmamaya çalışır. Savaş biter, Vonnegut memleketine döner ve Dresden hakkında bir kitap yazmaya çalışır. Metni kolayca tamamlayabileceğini düşünür ama süreç yıllara yayılır, yazmak hala zordur. Sanıyorum ki Vonnegut kitabı tamamladığı zaman bile bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüştür, o günleri/yaşamı çepeçevre kuşatacak bir anlatının hiçbir zaman yazılamayacağını düşünmüştür. Lukács hesabı. Sonuçta ortaya çıkan malzeme bu. Olabileceklerin en iyisi. Malzeme toparlanırken yaşam devam etti, Vonnegut da. Evlendi, çocukları oldu. "Artık hepsi büyüdü ve ben, hatıraları ve Pall Mall sigaralarıyla baş başa bir moruğum. Adım, Yan Yansın. Memleketim Wiconsin. Çalışırım kerestecide." (s. 18) So it goes, falan filan.
"Kitap çok kısa ve karışık ve dağınık, Sam. Bir katliama dair aklı başında laf etmek mümkün değil çünkü." (s. 27)
Billy Pilgrim, savaş neslinin çoğu gibi 1920'lerde doğdu, optometri okulu mezunu. Savaşa gitmeden önce alık, kendi dünyasında yaşayan uzun bir adamdı. Bu terelelliliği savaşta başına iş açtı, gerçi hayatını kurtarmış da olabilir. Bilemeyiz. Savaştan sağ döndü ve muhtemelen bir beyin hasarı sonucu zaman mefhumu bir garipleşti, kişisel tarihi içinde oradan oraya savruldu ve bütün olayları birbirine bağladı. Aralarında yıllar olan mevzular, kişiler bir araya geldi ve seyyahımızın aklını ele geçirdi. Savaş sonrasında uzaylılar tarafından kaçırıldığını anlattı. Tralfamadorlular pek hoş yaşam formları değildi ve Pilgrim'le birlikte bir film yıldızını yaşam simülasyonuna oturttular. İnceleniyorlardı, BBG evi gibi düşünün. Tralar oldukça deterministti, Vonnegut'ın bir başka tezahürü. Savaşların daima olacağını ve engellenemeyeceğini, bunun her şey için geçerli olduğunu söylediler. Pek mühim bir olay değildi savaş. Varlıkla birlikte paket halinde geliyordu. "Falan filan" lafı onlara aittir, ölülerin arkasından söylenir.
Beri yandan adamımız, savaşta birliğini yitirir ve diğer dört kaçıkla birlikte kurtulmaya çalışır ama Almanlar tarafından ele geçirilirler. İkisi vurulur, üçü kalır. İngilizlerin yaşadığı bir kampa getirilirler, İngilizler bu adamları hiç sevmez ve onları yalıtırlar. Sonrası Vonnegut mizahı, bolca saçmalık, biraz kül, biraz duman.
Kitapta elbette bir adet Kilgore Trout vardır, bir adet Eliot Rosewater'la birlikte. Bu ikisinin tanıştığı parti Pilgrim'le alakalıdır. Vonnegut evreninde saçmalıkların kaynağı birdir, birbirlerini bulurlar.
Muhteşem. Bu kitabın hatırına savaşlar durabilirdi, dünya nüfusunun daha büyük bir bölümü kitap okusaydı.
"Cömertofobi: Kendinden daha az varlıklı kişilerin sorunlarına karşı duyulan histerik ilgisizlik."
Eliot Rosewater, milyon dolarlarla oynayabileceği bir vakfın başında. Harvard mezunu, ortalama bir öğrenciden ortalama bir insana dönüşmemiş adamların en "delisi". Amerikan Rüyası için deli. Çalışmak özgürleştirir, çalışmayanlar veya çalışamayacak durumda olanlar şu güzel ortamı bozuyor. Obama'nın sağlık reformunu protesto edenlerin ellerindeki pankartları gördük: "Sosyalizm istemiyoruz ulan!" Lisede edindiğim iki üç dosttan biri yıllardır ABD'de yaşıyor, adamın ziyarete geldiğinde söylediği: "Abi çalışacaksın ve tüketeceksin. Bütün sistem bunun üzerine kurulu." Bay Rosewater, Rockefeller muadili ailesinin servetinin kendi sorumluluğunda olan bölümünü dağıtmak, sisteme çomak sokmak için uğraşıyor, hastalık derecesinde. Peşindeki avukat Rosewater'ın deli olduğunu kanıtlayıp hukuk sistemindeki açıklardan servetin bir bölümünü cukkalama derdinde. Cömert adamın zavallı eşi kafayı yemekle meşgul. Senatör baba, müsrif evlat engelleyicisi konumunda, elinden geldiğince. Çomak sağlam ama tutan el nereye kadar dayanabilir?
Vonnegut'ın bu bağlamda kurduğu dünyada karakterlerin uçukluğundan kaynaklanan kara mizah, bahsi geçen rüyanın sonucu. Herkes aynı rüyayı görmek zorunda değil, görmeyense çoğunun orada olmak için can attığı -görünürde- refah topluluktan uzağa fırlatılıyor. İkiliği görenler ve çözüm üretmeye çalışanlar çoğunca pek akıllı olmuyor. Servetini dağıtmak isteyen biri pek de normal karşılanmaz. Yardım derneği vs. kuran zenginlerse çok güzel işler yaparlar gerçekten, vergiden düşmek şartıyla.
Dünyaya karşı Rosewater tek başına. Yıldızlı bayrağın dalgalandığı dünyanın en güçlü devletinin ve düzeninin amansız muhalifi.
Rosewater, babasıyla konuşurken 10 yaşında delirmeye başladığını söylüyor. Üniversite okurken II. Dünya Savaşı patlıyor, adamımız savaşa katılıyor ve döndüğünde okulunu bitiriyor. Belki biraz daha delirmiş olabilir. Başlangıç noktası burası, bir de Vonnegut'ın alter egosu, Eliot'ın çok sevdiği bir BK yazarı olan Kilgore Trout. Bu abimiz Şampiyonların Kahvaltısı başta olmak üzere birçok Vonnegut kitabında görünür. Yalvaçtır; Vonnegut adama seksen küsur kitap yazdırmıştır ama başarısız bir yazardır, öykülerinin nerede yayımlandığını bilmez, takip de etmez. Yarattığı kişiler Papini'nin karakterleri gibidir; bir noktadan dünyaya takmış, absürt çözümlerle daha iyi bir dünya yaratmaya çalışan insanlar. Bir öyküde paranın ve insanların ne boka yaradığını sorgular, Eliot birinin son derece değersiz, diğerinin kıymetli olduğunu düşünür. Değersiz olanı kıymetli olanlara dağıtınca eşitliğin sağlanacağını, aslında birçok problemin bu dengesizlikten doğduğunu düşünür. Azı çoğa katmak, buradan yola çıkar. Deliliğin ilk adımı. Tutku derecesinde bağlanır adama Eliot.
"'Lan orospu çocukları, bayılıyorum size,' demişti Eliot, Milford'da. 'Sizden başkasını okumuyorum artık. Olagelen, gerçekten korkunç değişiklikleri bir tek siz yazıyorsunuz. Yaşamın bir uzay yolculuğu olduğunu -hem de öyle kısa falan da ddeğil, milyarlarca süren bir uzay yolculuğu olduğunu- bilecek kadar uçuk bir tek siz varsınız. Dünyanın geleceğiyle gerçekten ilgilenecek kadar yürekli bir tek siz varsınız; makinelerin bize neler yaptığını, savaşların ne yaptığını, şehirlerin ne yaptığını, büyük ve basit fikirlerin ne yaptığını, korkunç yanlış anlamaların, yanlışların, kazalarla felaketlerin ne yaptığını gerçekten görebilen bir tek siz varsınız. Sınırsız zaman ve mesafeler üzerine, hiçbir zaman ölmeyecek gizler üzerine, önümüzdeki bir milyar küsur yıllık uzay yolculuğunun Cennet mi Cehennem mi olacağına şu sıralarda karar verildiğine kafa patlatacak kadar çatlak bir tek siz varsınız.' (...) 'Küçücük bir hayatın küçücük bir parçasını büyük inceliklerle yazan kuş osuruğu yeteneklerin canı cehenneme - burada esas konu yıldız kümeleri, sonsuzluk ve henüz doğmamış trilyonlarca can.'" (s. 24)
Vonnegut'ın anlatım tekniği bana yaşlı bir ağacı anımsatıyor. Sağlam bir kök, sağlam bir gövde ve her yöne uzanan sayısız dal. Bu dallar çeşit çeşit güldürüye, taşlamaya, zamana ve mekana çıkabilir. Ne zaman dala, yaprağa ulaştığınıza dikkat etmezsiniz, uca geldiğinizde gövdeden devam edersiniz. Kolajdır bir anlamda; bir şiir, bir resim, bir yaşantı, her şeyi duvara yapıştırıyor Vonnegut ve gerçekten, gerçekten komik. Trajikomik diyelim. Vakfı arayan insanlarla Eliot muhatap oluyor, her birinin problemi ayrı.
"'Desem ki, bir milyon dolar karşılığında bir hafta daha yaşarım?' 'Geber' derim. Bin doları dene.' 'Bin dolar.' 'Geber. Yüz doları dene.' 'Yüz dolar.' 'Şimdi anlaştık. Gel de konuşalım.'" (s. 82)
Bir dünya komiklik ama altında insan olmanın trajedisi saklı. Açgözlülük, ikiyüzlülük, insana dair her türlü duygu patır kütür taşlanıyor. Cennet'in pek sıkıcı bir yer olmasıyla ilgili alıntıyla bitiriyorum. İnsanlar Cennet'ten sıkılır ve tekrar doğmak isterler. İlk Matrix de insanın Cennet'i kaldıramayacağı gerçeğiyle birlikte silinmemiş miydi?
"(...) Bütün istedikleri üç boyut, anlaşılması kolay küçük zaman paketleri ve içerisiyle dışarısını ayırt etmelerine yardımcı olacak kadar kapalı bir mekândır." (s. 87)
Kırk dakikanızı birkaç katıyla size geri verebilir, Joseph Roth'tan kurtuluş, bağışlanma, melekler ve şeytanlar hakkında -görünmeseler bile- otobiyografik bir novella.
Rasyonel dünyada tesadüflere, ilahi olaylara güveniniz. Ayyaş Andreas kardeşimizin yaptığı bu. Kendisi evsiz. Adamın birinden iki yüz frank alır ama bir şartla; parayı biriktirdiği zaman Paris'teki bir kiliseye bağış yapacaktır, borçlu olduğu kişi Azize Therese'dir. Andreas kabul eder, parayı alır ve dindarlığına halel getirmeyecek bir şekilde yaşamaya başlar. İçki, kadınlar, sinema, yemek... Parayı bitirdiğinde bir şekilde tekrar aynı miktar eline geçer, cüzdan falan bulur. Aklı kiliseye gitse de ayakları başka yerlerde gezinir, parayı bir türlü bağışlayamaz. Özlemini çektiği o yoğunluğa, yaşamanın sonsuz mutluluğuna kaptırır kendini. Bir yanda dini vecibesi, diğer yanda sokaklar, insanlar ve çekici bir sürü şey varken kendini akışa bırakır. Paradoks: Yaşamadan sınanamayacaktır; elinde para olmadığı müddetçe hayatın mucizelerine kapalıdır. Köprü altlarında pek fazla ilahi dokunuşa rastlamazsınız. Oysa iki yüz frankın getirdiği yaşam zaten kendiliğinden ilahi bir yol açar. Gerçekten de tesadüfi kazanımlar peşini bırakmaz ama bu durumda borcunu ödeyemeyecektir. Arada kalmış küçük bir insan. Çıkış yolunu bulamadığı için labirentin derinliklerinde kayboluyor ve ironik bir sonla düğüm çözülüyor. Kilisede ölüm. Birkaç haftalığına da olsa dolu dolu yaşamak, iki yüz franklık bir yaşamdır. Döngü tamamlandı. Cana can. Acı çektiğini söyleyemeyiz, borcunu ödemiş oldu. Yaşadı bir kere, yaşayan insanın çektiği acı kadar mutluluğu yok mudur?
Kısacık olmasına rağmen...
"Ben, insanların şair ya da çılgın ya da dilenci dedikleri kişiyim, ya da hepsi birdenim."
Ressam, "raw art" katalizörü Jean Dubuffet'den kültür polislerine, sanat simsarlarına, akademik vaizlere ve politik taşeronlara atılmış bir taş. Yardığı kafaları düşündükçe mutlu oluyorum, tam olgunlaşmasa da aklımda uzunca bir süredir dönen düşüncelerin toparlanmış ve oldukça genişletilmiş halini bu kitapta buldum. Kişisel bir şey, "biliyorum" kadar hoşlanmadığım başka bir kelime yok. Şiiri bilmek, romanı bilmek, sanatı bilmek, bildiğinin arkasında müritler yaratmak, sanat eserlerini bu bilgiyle değerli veya değersiz görmek... "X şair değildir, çünkü şiiri biliyorum." Şu iyidir, bu kötüdür, öteki her neyse. Kısıtlanmanın farkında mısınız; bu adamlar yüzünden isimler konuyor, akımlar uyduruluyor, her şey tablolaştırılıyor. Tablonun içindeyseniz özgürsünüz ve iyi bir sanatçı olabilirsiniz, dışındaysanız sanat size göre değil. Yarışmalara katılmazsanız, adınızı duyurmak için eserleriniz dışında bir şeylerle uğraşmazsanız, sanatçı ortamlarında şöyle bir görünmezseniz, üzgünüm, bir kıvılcım olarak kalacaksınız, ateşe dönüşemeyeceksiniz. Ateşsiniz aslında ama göremezler, başka bir yere bakarlar çünkü. İşte Dubuffet bu kesin yargıların dışında yer alan ateşleri gören, onlara hak ettiği değeri veren bir amcamız. Siya Siyabend mesela, pek sevdiğim bir olaydır. Şöyle bir şey var onlarla ilgili: "Sokak müziği diye bir şey yoktur, müzik sokaktadır." Şiir, şarkı, türkü, alayı sokaktadır, kalptedir yani. Şunu bırakayım şuraya:
Dubuffet, Racine'e değer vermediğini söyleyen birine rastlamanın nadir görülür bir şey haline geldiğini söyleyerek giriyor mevzuya. "Klasik" kabul edilen eserlere değer vermenin kaçınılmaz bir hale gelmesi rahatsız edici, bunda patrimonyalizme bağlılık -Halil İnalcık'ın Şâir ve Patron kitabında mevzunun bizdeki yansıması incelenir, Boğucu Kültür'le paralel okunabilir- ve primadonna kompleksi gibi tırt olayların önemi büyük. Mutlak bir iktidarın sanatı yönetmesiyle birlikte azınlıkların sesinin çıkamayacağı malum. Sanatları değer görmeyecek, söz hakkına sahip olamayacaklar. İktidarın beğenisi -çoğunluğun güdülü beğenisi de diyebiliriz buna, bir noktada aynı kapıya çıkar- toplumun beğenisi haline gelir, kültürel asimilasyonun temeli budur. Primadonna kompleksini özellikle akademide görürüz. Ben şahsen akademiden ölümüne tiksinirim, aklıma geldikçe içimi fenalıklar basar. Neyse, belirli alanlarda çalışmaları bulunan hocalarımızın sözünün üstüne söz konmaz veya zıt bir şey söylenmez. Hocanın geçilecek bir kulak olduğunu düşünmezsiniz bile, "bilen" adamdır o. Bilir çünkü akademik tayfada yıllarını geçirmiştir, hayatını erdeme, bilgiye ve akademiye adamıştır. Evet. Niye sinirleniyorsam. Adamlar süper sonuçta. Peh. Jacques Ranciére'nin "cahil hocaları" görev başında. "Kültür, kültürlü olanı bilgi[lilik] yanılsamasına düşürür, bu ise çok tehlikelidir, zira bilmeyen biri arar ve tartışır, ama bildiğini sanan biri halinden memnun uyur." (s. 29) Tedirgin uyuyanlara selam!
"Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Nobel ödüllülerle çıkıyor. Yolsuzluğa batmış senyör, günahlarını bağışlatmak için artık tekke değil müze kuruyor. Artık seferberlikler de kültür adına yapılıyor, haçlı seferleri de kültür adına düzenleniyor. 'Halkın afyonu' rolünü oynamak da artık ona düşüyor." (s. 7)
Hay elinden öpeyim. Ben daha kişisel, küçük bir pencereden yaklaştım olaya, dayı kültür emperyalizminden bahsediyor tabii ama çıkılan nokta aynı.
Burjuva sınıfının ve Batı emperyalizminin kültürünün yayılmasının devrimci devletlerden cevap bulmasını tedirgin edici buluyor Dubuffet. Aynı silahı kendi toplumlarına uygulayıp kullanmak isteyen devletler için bir Truva Atı bu. Burjuva sanatı, hangi devrimci devletin dönüşümünden geçip kullanılırsa kullanılsın burjuva sınıfını geri getirir. Toplumla birey ayrımını da bu bağlamda ele alırsak sanatın toplumca övgüye değer bir özniteliği olduğunu düşünmek sanatın anlamını çarpıtır. Sanat bireyseldir, ödünsüzce üretilmelidir ve olsa olsa toplum karşıtı ya da topluma kayıtsız bir işlevi olabilir.
Işığın tekelleştirilmesi. "Öğretmen sadece, nerede ve ne zaman gerçekleşmiş olursa olsun, 'ön-plana-çıkmış'ların listeleyicisi, resmileştiricisi ve onaylayıcısıdır." (s. 11) Ayrıca tarihçinin eylem adamına uzaklığı kadar kültür adamının da sanatçıya uzak olduğunu belirtir Dubuffet. Duygusal Eğitim'deki Arnoux geldi aklıma, sanat eserlerini metalaştırıp sanatçıları aç bırakan bir satıcıydı kendisi. Neyse, kategorizasyon yüzünden de sözel ifadenin enginliğini yazılı ifadeye yansıtmak zor diyor Dubuffet. Bunu daha geniş açıdan ele alırsak kitaplar, heykeller vs. formdur ve sanat belli formlara sıkışmış haldedir. Böyle bir avuç formla, bir avuç sanatçıyla bir medeniyetin sanatsal birikiminin dökümünü yapmak doğru değildir. Bence en iyisi Çernişevski'nin dediği. En güzel yaşayan, daha doğrusu kökünü yaşamdan alan bir sanat anlayışına sahip olan ve buna dayanarak en güzel sanat eserlerini veren toplumda yaşamak gerekir. Süper olay.
Para konuşur. İşe yarayan bir sanat eseri para da eder. İnsan bir sanat eserini incelerken ondan aldığı dolaysız zevke değil, ona bağlanan saygınlık derecesinin fonksiyonu olarak maddi ve manevi değere bakarak sanata yanlış bir açıdan yaklaşır, zaten sanat da bu tür bir yaklaşımı ortaya çıkarma amacıyla yapılmaz. Herhangi bir amaçla da yapılmayabilir. "Kültürün zararlı ve yok edici yükünden ancak zihinsel ürünlerden değer kavramını, en başta da bunların -söz konusu değerin göstergesi olan- parayla ölçülen fiyatlarını kaldırmakla kurtulunabilir. Ticaretin de pek iyi hissettiği bir husustur bu, zira var gücüyle kültür mitosunu desteklemeye, yetkesine dayanak olmaya çalışır." (s. 25) Sabitlenmiş, sınıflanmış sanatsal yaratıların ederi kadar değerli olmasında insan faktörü yoktur, güdülenmeyecek bir nesne olarak insanı bulmak çok zordur en azından. İnsan ürettiği zaman ürün insana hangi şartlarda ulaşacaktır? Sanatçıların iktidar-burjuva-nehaltsa egemenliğinde yarattıkları objeler bir yatırım olarak görülür ve karşılığı beklenir. Yani bu tür bir çarka girmiş sanatçının eserlerine sokakta rastlayamazsınız, aslında tam da olması gereken yerde. Paranız varsa ulaşırsınız, yoksa havanızı alırsınız. Korkunç.
Reklamlar, kavramların ardına sıkışmış estetik haz, dünyayı belli kalıplara oturtmaya çalışan bir kültür haritası, kokuşmuş kültürel camia, Dubuffet alayını kalaylayıp sudan geçiriyor. Helal be! Bir tokat da Dredg atsın!