Encore Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Encore Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2019 Pazar

Darian Leader - Depresyon, Yas ve Melankoli

Pinhan'dan Yürekte Kırk Mum'u alıp merakla okumaya başlamıştım, nicel bir araştırma olduğu için istatistiklere boğulduğumu görünce, biraz da hayal kırıklığıyla bırakmıştım açıkçası. Sonrasında Melankoli Kadındır iyi gelmişti ama bu işte, aradığım şeyi bunda buldum. Encore'un güzelliği. İlk kapağı bayağı bir tepki çekmişti, sonradan değiştirmişler sanırım. On numara olmuş. Şimdi bunu anlatıyorum, yarın da bundan çalıp çırptıklarımla Klara Miliç'i anlatacağım, orada ilginç bir yas ve narsisizm vakası var çünkü. Tam Leader'ın kalemi.

Lacancı Bakışlar serisinin dördüncü metni. Giriş bölümünde ilaç sektörüne ve bağlantılarına bir temiz giydiriyor Leader. Anlatıldığı üzere genç bir kadının anti-depresan kapsüllerinin konduğu folyoya baktığı zaman hissettiklerini, bilmiyorum, biraz olsun hissetmeyen azdır sanırım. En azından bir parçasını ben hissetmiştim. Psikiyatr size bir test uyguluyor. Benimkinin maddeleri ilginçti; "Allah'a inanmam ve eksikliğini hissetmem" gibi birkaç madde var, toplamda yüzlerce madde, hepsini birden ona kadar puanladım. Sonuçlar bir şekilde değerlendirildi, psikiyatr birkaç rahatsızlık saydı ve almam gereken bir ilaçla, bir de yeni bir randevu tarihiyle uğurladı beni. İlacı aldım, her gün yutacağım haplara baktım. Bir şeylerin ters gittiği duygusunu şimdi bile hatırlıyorum, süreç o şekilde ilerlememeliydi, bir şeyleri oldukları gibi görmek için folyoya yerleştirilmiş minik sersemleticilere ihtiyaç duymamalıydım ama tıbba da saygım vardı şimdi, bir müddet kullandım ilacı. Duygularımı kaybetmeye başladım, hiçbir şey hissetmiyordum. Göğsümü yıkık duvara çeviren acıdan kurtulmuştum ama mutluluk da basıp gitmişti, heyecan gitmişti, korku gitmişti, içeride hiçbir şey yoktu, kof kabuk gibi yaşıyordum. Bastırmak ortadan kaldırmak demek değildi, başka türlü baş etmeliydim, ilacı kullanmayı bıraktım. Bir süre tekrar ne yapacağımı bilemez halde dolandım durdum, sonra ne oldu, hayat oldu işte, şimdi mutsuz ve mutluyum. Kendimim, bu iyi olmak için yeterli. Leader da benzer bir yöntem sunuyor aslında, ilaçlar yerine yasın ve melankolinin sağaltıcı etkisini irdeliyor. Birbirinden ayrılmış birimlerin kasvetli imgesinden bahsediyor, modern bireyciliğin negatif yönünü folyolardaki haplara benzetiyor, her birimizin yalıtılmış ve diğerlerinden ayrılmış olduğumuzu söylüyor. "Toplum değerleri ve ortak çaba yerine piyasadaki mal ve hizmetlerin rekabetine göre hareket ediyoruz." (s. 7) Depresyona yaklaşımda bir problem var, sanki sadece kimyasal yollarla ehlileştirilebilir bir şey olduğu düşünülüyor ama ardında yatan temel sorunlar ortadan kaldırılmadıkça semptomlar varlıklarını sürdürüyor, gerekirse biçim değiştirerek, böylece ötelenmiş bir depresyonun yarattığı yıkım uzuyor. "Depresyon pek çok farklı durum için kullanılan muğlak bir terimdir. Yas ve melankoliyse insan hayatının bir parçası olan kayıplarla nasıl başa çıktığımıza -ya da başa çıkamadığımıza- ışık tutacak daha kesin kavramlardır." (s. 9) "Kayıplarla başa çıkma" meselesi benim için tam bir nokta atışı oldu, çocukluğumdan beri insanların kayboluşlarına tanık oluyorum ve bu kayboluşlarla nasıl başa çıktığımı, en sonunda başa çıkamamaya başladığım dönemi ve sonradan başa çıkma gücünü tekrardan nasıl kazandığımı düşününce, aslında her şeyin kendi varlığımı sabitleme ihtiyacından ve bu sabitliğin geçici olduğunu kabullenmekten geçtiğini anladım. Değişimi canlı tutmak, ateşi sürekli beslemek, bu tür bir devinim gerekiyor. Leader güzel özetlemiş: "Yas tutarken ölenler için kederleniriz, melankolideyse onlarla beraber ölürüz." (s. 13) Bu metinde geçip geçmediğini hatırlamıyorum, sanırım buradaydı, ilişkilerdeki ayrılıklar da bir nevi ölüm olarak görülüyordu, yokluğun açtığı boşluk ölümün boşluğuna benzediği için. Önceliğin melankolide olduğunu düşünüyorum. "Onlarla beraber" öldüklerimizle aslında beraber olmadığımızı anlar anlamaz yas aşamasına geçeriz, "onlar için" kederleniriz, yasımızı tutarız, zaman geçer ve yas geçer, özlemin ve acının aşındığını hissederiz, şarkılar artık o kadar acı vermemeye başlar, hatta zamanında üzüntüden dinleyemediğimiz şarkıları yüzde bir gülümsemeyle dinlemeye başladığımızı fark eder etmez şaşırırız, artık her şey daha hafiftir çünkü şarkının anlamı artık çift kanaldan gelmemektedir, anlamın diğer kanalı kaybolmuştur, sabitlenmişizdir ve akıştayızdır, kendi anlamımızla. Yas da biter, yürekteki kırk mumdan sonuncusu da söndürülür.

Leader'a göre depresyon "üretilmiş" durumda aynı zamanda, bunu birkaç kaynakta daha görmüştüm. Hafif depresyonun intiharı engelleyici bir işlevinin olduğu iddia edilmiş, birazının böyle bir itkiye yol açması mantıklı geliyor. Daha fazlası içinse yas ve melankoli süreçleri daha sağlam bir iyileşme süreci sağlayabiliyor ama bunu pek kabul etmiyoruz. "Keyifsizlik, anksiyete veya keder duygularımızı 'depresyon' terimi altında gruplandırabilmek ve sonra da bir hap almak, tüm yaşamımızı psikolojik anlamda mikroskop altına yatırmaktan daha cazip geliyor." (s. 22) Daha fazlası için arzuya ihtiyacımız var, Lacan'a buradan varacağız. Leader, Freud'la Lacan'ın sağladığı verilere ara ara yer veriyor, kullandığı patikaların kaynaklarını da öğrenmiş oluyoruz böylece. Örneğin Freud'a göre yastaki kişi kaybolanı biliyor ama melankolik kişi için kaybolanın ne olduğu tam olarak belli değil. Melankolinin kişinin öz imgesinin değişmesine yol açacak kadar ağır bir yük olduğunu söylüyor Leader, melankoliğin sadece kendisini suçladığını, değersiz ve hiçbir şeyi hak etmeyen biri olduğunu düşündüğünü ekliyor üstüne, öyleyse kendini geçmişe "kapatan" da biri olduğunu söyleyebiliriz. Kişinin güncelinden koptuğu, eskiye demirlediği, yeniye göz açtırmadığı bir durum. Melankoliğin nasıl hissettiğine dair genişçe bir bölüm var, örneklendirilmiş. "İçimde hiçbir şey yokken sevilebilir miyim?" sorusu bir soru olmaktan çıkıp kişinin kendisini döngüye sokmasına sebep oluyor, sonsuz bir güvensizlik ve değersizlik hali. Kaybedilen kişiyi göz önüne alarak düşünürsek şefkatli bir sevgiyle birlikte doğan nefretten de bahsedebiliriz, sevilen insan öyle veya böyle kaybedilecektir ve acısı daha kaybedilmeden doğacaktır, peşin bir acının boyutu sevgiyi aşabilir ve insanı bir biçimde yetersiz hissettirebilir, yeterli olsaydı kişi kaybedilmeyecekti, o halde neden bir öz nefret uyanmasın? Uyanır, melankoli böyle doğar. Leader'a göre sevgiyle nefreti ayırma çabası, kişinin arada kalmasına yol açan etkenin ta kendisi olabilir. Bu durumda yitişin kabullenilmesi gerekiyor. Sevilen yitecektir. Bu olay kabul edildiği ölçüde denge noktası çatlamaz, ego yara almaz.

Dört bölümde melankoliyle yasın doğası ele alınıyor, Proust'tan Defoe'ya kadar pek çok yazarın eserlerinden örneklerle, vakalarla, psikanalistlerin metinleriyle. Çok sağlam bir inceleme bence; bir mekanın kaybından bir insanın kaybına pek çok yitirilişin yol açtığı gedikler detaylı bir şekilde ele alınıyor. Hapları bırakmamı biraz da bu metne borçluyum, bir yol haritası çıkarma amacı yok ama bir şeyin yoksunluğunu çeken okuru toparlamada acayip işe yarıyor. Delicesine tavsiye ederim.

1 Mart 2018 Perşembe

Daniil Kharms - Ufak Tefek Olaylar

Kuramsal olarak kızıl saçlı olduğu söylenen adamın kızıl saçları yoktur çünkü saçı yoktur. Ama kuramsal olarak saçlıdır. Adam konuşabilir, kuramsal olarak bu mümkündür ama ağzı da yoktur. Kuram iflas etmez, kuruludur ve bir boşluğu, bilinmeyeni, dolmaya ihtiyaç duyanı doldurmaktadır. Adam yürüyüşe çıkabilir, çıkamaz. Kolları ve bacakları yoktu. İç organları da. Bu adam hakkında konuşulmamalı, kuramsal olarak konuşulmalı. Ama yok adam. "En iyisi onun hakkında daha fazla konuşmamak." (s. 7)

Kharms Sovyet karşıtlığı yüzünden bir yıllığına sürgüne gönderiliyor, sürgünden dönüşünde kısacık öykülerini yazmaya devam ediyor, 1941'de vatana ihanetle suçlanıyor ve hapse atılıyor, 1942'de açlıktan ölüyor. Jdanov'un halt yemesi yüzünden sanıyorum; Zoşçenko'yu "Sovyet gençliğini heder etmekle" suçlayan, Bulgakov'un çok çılgın metinler üretmesini sağlayan, Strugatski Biraderler'in birbirini dürtüp az biraz sembolik yazıp yırtmaya çalışmalarına yol açan, Platonov'un metinlerinin on yıllar boyunca silik kalmasına sebep olan Jdanov'a "Stalin'in kültürel gölgesi" demek gerek, bu iki zırtapozun ölümünden sonra da zincirler kolay kolay kırılamadığı için nelerin kaybolduğunu, nelerin hâlâ açığa çıkmayı beklediğini bilemiyoruz. Nelerin açığa çıkamadığını düşünmek can acıtıyor, Kharms ölmese çok çılgın şeyler üretmeye devam ederdi ve nice beyinleri yakardı, daha çok tanınıyor olsaydı.

Neler mesela, çivi gibi yere çakılan kadınlar arasında meraksız bir kadın yok, hepsi bir diğerinin ölümünü merak ettiği için camdan sarkıp düşüyorlar ve düşen kadınları izlemekten bıkan anlatıcı, kör bir adam örme şal verdiği söylenen birinin dükkanına giriyor ve düşmelerden uzaklaşıyor. Aynı anlatıcının, belki de aynı anlatıcının durup dururken ölen, çok yemekten ölen, çok paraya konduğu için işinden atılan adamı anlatması sadece olayların sıralanmasından ibaret değil, iyi insanların yere sağlam basmamalarının dalgaya alınmasından. 7'nin mi, 8'in mi önce geldiğini unutan insanların öyküsü de bir dalga ama altta, çok derinlerde bir eleştiri arıyorum. Kralın çıplak olduğunu bağıramayan insanların, çıplaklığın kuramsal olarak mümkün olmadığını düşünen devletin sert copundan korktuğunu düşünüyorum. Neyin neyden önce geldiğinin unutulması, bilgi unutturulmuşsa mümkündür, ikincisi de çene kemiği kırılan çocuğun varlığı düşünce akışını kesiyorsa, uç bir olay mantığı ortadan kaldırıyorsa, söz gelişi birçok insan eylemler sırasında vuruluyorsa ve bu durum toplumsal bir unutkanlık yaratmışsa... Kharms'ın saçmalarını daha iyi oturtabiliyorum bir yere, oturmaya gelmişlerse.

Oturtmuyorum, hiçbir şeyin hiçbir şeye bağlanması gerekmiyor, saçmanın saçma olması yeterli. Puşkin ile Gogol'ün tiyatro metninde birbirlerine takılıp düşmeleri, biri düştüğünde diğerinin kalkıp düşene takılıp düşmesinde, kalktıkları her seferde şeytana çatmaları, rahat yüzü görmemeleri yüzünden yakınmaları gülünç. Yakın arkadaşlar, birbirlerini çok etkilemişler, Kharms da onları birbirine takmış, düşüyorlar ve kalkıyorlar, birbirlerine öykünüyorlar, öyküler ve romanlar için yüce ilhamı paylaşıyorlar. Hoş! Bu, ikinin birleştiği bir öykü, başka bir öyküde sürekli düşen marangozun yüzünü defalarca yarması, eczacıdan birer birer aldığı yara bantlarıyla kapadığı yüzü sebebiyle tanınmayıp eve alınmaması var ki bunu hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemenin umuduna bir güzelleme olarak görüyorum, yine aşırı yorum yapıyorum ama olsun, absürdün boşluğu orada bir yerde duruyor, farkındayım.

Sandık nam öyküde kendini bir sandığa kapatan adamın havasızlıktan yavaş yavaş ölmeyi beklediğini, beklerken de ölümünün aşamalarını düşündüğünü ve yaşamaya çalıştığını -ölümün aşamalarını- görüyoruz. Yaşamın ölümle mücadelesinde yaşam bir şekilde kazanır, adam yerde yatmaktadır, sandık ortada yoktur. Yaşamın hiçlikten doğuşu, kapanılan sandığı da ortadan kaldırabilmiştir.

Toplumsal eleştiriler ağır, kızıl karanlığa uyum sağlayan insanların linç ettiği insanlar, meslek gruplarının birbirine saldırısı, pek çok şey. Bunlar arasında olduğu gibi anlatılanlar vardır, gerçek o kadar saçmadır ki böylesini kurgu bile sağlayamayacağından bazen en doğru olan anlatım şekli, böyle bir gerçekliği olduğu gibi yansıtmaktan geçer. Bazı öykülerde de ortadan kaybolan kadınlar, aniden beliren insanlar, rüyalar, rüyalardan uyanışlar ve tekrarlı uykularda rüyaların minimal değişimlerinden doğan farklı evrenler vardır. Kharms rüyayla gerçeği sonsuza ıraksadıkları noktada birleştirmiştir.

Özgün bir delilik: Kharms.

28 Ocak 2017 Cumartesi

Rebecca Solnit - Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi

Solnit, yürümenin yarattığı büyüye başka bir kitabında değinmişti, bu kez mevzuyu derinleştirmiş ve yürümenin felsefi, psikolojik, ekonomik vs. pek çok yönüne değinmiş. Oldukça kapsamlı bir araştırma, yürümeyi seven okurlar için eski bir dostu dinlemek gibi olacak bu kitap. Küçükyalı sahilde bir aşağı bir yukarı yürümekten iflah olmadığımdan keyifle okudum.

"Sadece yürümek dünyayı değiştirmiş değildir fakat birlikte yürümek, şiddete, korkuya ve baskıya karşı durabilen sivil toplumun bir töreni, aracı ve güçlendiricisi olmuştur. (...) İzole edilmiş ya da edilgen bir nüfustan pek de yurttaş olmaz." (s. 12)

Giriş bölümünde bir sivil eylem olarak yürümenin kısa tarihini buluyoruz. Yürüyüş, insanların istatistiklerden çıkıp birkaç sayıdan çok daha fazlası olduğunu göstermek için yaptıkları en başarılı ve etkili sivil itaatsizlik işlerinden biri. Bu, belirli bir alan içinde yapılabileceği gibi daha sembolik güzergahlarda da gerçekleştirilebilir; darbe girişimini protesto etmek için yürüyen adam ve 15-16 yıl önce kızıyla oğlunu trafik terörüne kurban verdikten sonra yollara düşen adam, İstanbul'dan Ankara'ya yürüdü. Ülkenin en kalabalık şehrinden idarenin başkentine giden yollarda, sokak aralarında, geniş caddelerde, dik yokuşlarda atılan her adım, kokuşmuşluğa ve insanı onursuzlaştıran her türlü çarpıklığa karşıdır.

Solnit hem dahil olduğu eylemleri, hem de yürüyüşün tarih boyunca nasıl algılandığını, insanları nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Kendi hikâyelerini de anlatarak iki ayağı üzerinde doğrulan ilk insandan günümüze nedir, ne olmuştur, sayıp döküyor. Bilgiçlik taslayan adamları da unutmamak lazım, feminizminin okları mantıksızlığa yelken açmış adamları delik deşik edecek.

İlk bölümde yürüyüşün insanı değiştirici etkisi, Romantizm'in hac yolculuklarıyla bağdaştırılarak inceleniyor. Teknolojinin bu ilerlemeciliği baltalaması da arada kendini gösterecek, zira evde oturup bilgisayar başında dünyayı gezmek mümkün, her sokağın fotoğraflandığı, izlenebildiği zamanlarda yaşıyoruz, interaktif kanallar yoluyla dünya hakkında bilgi edinmek mümkün ama yaşamı baltalayan en önemli kalemi gömmeden olmaz. Koşu bantlarının, ev egzersizlerinin ve algı yönetimi sayesinde insana doğadan kopmadığını empoze eden reklamların mutlak bir hayattan/sokaktan koparma, doğadan soyutlama başarısı gösterdiği günümüzde yerinde sayan adımlar atmak yerine ilerlemek, her adımda farklı bir manzaraya şahit olmak ve düşünce zenginliği kazanmak çok daha önemli bir hale gelmiş durumda. Karikatürleşmiş bir yıkım: The Kids From Room 402 adlı çizgi filmi bilirsiniz, çeşit çeşit tipin bir sınıfta toplandığı güzel bir iştir. Bir bölümde Nancy adlı kızımız kurabiye satarak rozet kazanmaya çalışmaktadır. Kurabiyeleri kime satacağını düşünürken bir spor salonunun önünden geçer, içeride camın önünde üç kilolu insan bön bakışlarla yürümektedir. Nancy üç kişiye kurabiyeleri gösterir, bir iki tanesini ağzına atıp yalanır falan. Elemanların mutsuzluktan çökmüş yüzleri aydınlanır, paralar cepten çıkar, kutu kutu kurabiye alırlar. Zannımca her şeyi anlatıyor bu sahne. Kamusal alanlar terk edilmiştir, insanlar salonlara tıkışmıştır ve kendileri için daha iyi olacağı düşünülen düzenlemeler yapıldığı zaman tepki veremeyecek bir hale gelirler. Bomboş duran parklar, yürünmeyen yollar bina olduğu zaman kimsenin sesi çıkmayacaktır, zira parklarda geçirilen zamanın yerini AVM'lerde boşa harcanan onca zaman almıştır, daha bir sürü şey. Klasik hikâye, uzatmıyorum.

Solnit, yürümenin insanoğlu için bir araç olmaktan çıkıp bilinçli bir kültürel faaliyet olarak değerlendirilmesini Rousseau'ya bağlar. Peripatetikler, Stoacıların zamanında yürümeye dayalı kendi felsefi sistemlerini sürdürüyor olsalar da modernizme omuz verildiği zamanların ilk neferi Rousseau'dur. Sonrasında Mill, Hobbes, Wittgenstein ve özellikle Kant, yürüyüş işini sürdüren değerli isimler.

Rousseau, Tanrı'ya hakaretten hapse atılan arkadaşı Diderot'yu ziyaret etmek için altı millik yolu yürümek zorundaydı ve bunu sürekli yapıyordu. İyiliğin kültürel bir olgu olduğu, İnsanın Cennet'ten kovulmasıyla birlikte doğayla olan iletişimini kaybettiği ve Hıristiyan inancının bunu geri getirebilecek olması o zamanların yürüyüşlerinde gizlenmiş yorumlardır. "Felsefi yürüme yazını Rousseau'yla başlamışsa bunun nedeni, içinde derin düşüncelere dalıp gittiği koşulları tüm ayrıntılarıyla belgelemeye değer gören ilk kişi olmasındandır." (s. 45)

Kierkegaard da bir diğer yürüyüşçülerden. Kalabalıklara ihtiyacı olduğunu, onunki kadar gergin bir zihne tahammül edebilmek için yaşamın sürekli değişmesi gerektiğini ve bunu sağlayan en önemli aracın da yürümek olduğunu söylüyor.

Yürümenin postmodern açılımı da dikkat çekici. Aşırı soyutlanmış bir beden algısı, insana bir bedene sahip olmadığını düşündürüp deneyimlerin değersizliğini dikte ediyor. Susan Bordo'nun dediği: Beden, aman ve mekana ait oluşumuzun, insanın sınırlı algısının bir metaforuysa o zaman postmodern beden bir beden bile değildir. Yolculuk, akışkanlık izleği ele alındığında bedenin önemi göz ardı edilmekte, zira uçaklar, arabalar, trenler, aklın ikametini önemsiz kılıyor.

Bilimsel bölüm: İki ayak üzerinde durmaya dair birçok teori mevcut ve Solnit kadınları aşağılayan bir iki teoriyi sıkı bir biçimde eleştiriyor. Eğlenceli... Erkek egemen bilime şamar indirilmiştir.

Şehir planlamasından Wordsworth'e, Woolf'tan Zen'e, dinlerden sembolik yürüyüşlere kadar pek çok konuda döktürüyor Solnit, şiddetle tavsiye edeceğim bir kitap.

28 Ekim 2016 Cuma

Rebecca Solnit - Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar

Encore'un şahane işlerinden biri de Rebecca Solnit'i dilimize kazandırmak oldu.

Rebecca Solnit insan hakları ve feminizm konusunda yardırıyor, kadın hakları savunuculuğuyla bir noktada tüm insanlığı ele alıyor. Hak, eşitlik gibi kavramların benimsenmesiyle sadece kadınların değil, ekonomik, psikolojik vs. olarak ezilen insanların daha iyi bir dünyada yaşayacağını söylüyor. Hepsi birbirine bağlı. Önemli olan insanların bilinçlenmesi. Sömürü yerine paylaşım stratejisinin uzun vadede herkes için daha iyi sonuçlara yol açacağı Zygmunt Bauman'ın da savunduğu bir fikir. İki düşünür birçok noktada buluşuyor fakat Solnit için öncelik kadın haklarında. Aile yaşamının baskıcı ortamını sezinlediği andan itibaren mücadelesi bu doğrultuda ilerliyor.

Her bir bölüm, erkin farklı yönlerden eleştirilerine ayrılmış. Şunu başa alıyorum, zira Solnit'in davasını iyi özetliyor: "Görülebilir olmanın ve konuşabilmenin mümkün olmadığı yerde hayatta kalmak, onurlu ve özgür olmak mümkün değil. Gençliğinde bazen şiddet kullanılarak susturulan biri olarak bugün sesimi çıkarabildiğim için şükrediyorum. Ve yaşadıklarım, beni daima sesini çıkaramayanların tarafında, onların dava arkadaşları olarak ses çıkarmak üzere olgunlaştırdı." (s. 30) Türkçe baskıya özel bir ön söz yazan yazar, Türkiye'de kadın hakları konusunda pek bilgi sahibi olmadığını ama sözlerinin evrensel olduğunu belirtiyor, Özgecan Aslan'ın hikâyesinin dünyanın pek çok ülkesinde yaşandığını, erkeklerin de kadınların mücadelesine destek vererek böyle dehşet verici olayların engellenebileceğini söylüyor. Başımızı çevirmemenin, yanlışa ses çıkarmanın zamanıdır. Geç bile kaldık, birkaç bin yıl kadar. Şimdi Eric Berkowitz'in Seks ve Ceza kitabını okuyorum, Eski Ahit'ten gelen bir adaletsizlik var, kadınlara verilen değer mide bulandırıcı ölçüde. Kısasa kısas hiç böylesi rezilleşmemişti; eşiniz sizi başka bir adamla aldatıyor mesela, eşiniz için idam kararı çıkıyor ve isterseniz diğer adamın eşiyle cinsel münasebet kurma hakkınız oluyor falan. Dönemin şartları bu cezayı -ödülü?- uygun görüyor, o zamanların çektirdiği eziyetin izlerini silmeye çalışıyoruz bugün.

Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar başlıklı bölüm, Solnit'in karşısına çıkan çokbilmiş erkeklerle alakalı. Bay Çok Önemli diye adlandırıyor Solnit, adamın küçük bir kızla konuşuyormuş gibi davranmasının yanında Solnit'in mutlaka okumasını söylediği ses getiren bir kitabı anlatırken kitabın yazarının Solnit olduğunu ısrarla anlamak istememesi tam bir kara mizah. İyi erkekler bir yana, bu tür adamların her yerde olduğunu belirttikten sonra orta noktada, uzlaşı alanında buluşulması gerektiğini söylüyor. Yoksa anlattığı diğer örneklerde olduğu gibi medeniyete giden yolda çıbanlar türeyecek ve kadınlar bu çıbanlar karşısında ya sinecek ya da onları yakıp insanlığı hak ettiği konuma çıkaracak.

Ek bölümü daha dillere destan olmuş. Yazıldıktan sonra Solnit bu bölümü yayımlatıyor ve iki tür tepki alıyor; biri, işin cinsiyetçi olmadığını açıklamaya çalışan erkeklerin öfkesi ve diğeri de feminist erkeklerin onaylayıcı görüşleri. Sonrası daha ilginç; Bana Bilgiçlik Taslayan Akademik Adamlar diye bir site çıkıyor ortaya ve Mansplaining/Açüklama kavramları türetiliyor. Açüklama işte, erkek odaklı, cinsiyetçi dayatmalar.

Vardır efendim, canım kız arkadaşım akademisyen ve bu tür aptal açüklamalarla, ahmak adamlarla uğraşmak zorunda kalıyor her gün, hikâyeleri biliyorum ve akademi böyleyse ülke çoktan bitmiş de okeye dönüyor diyorum. Türkiye'den zerre ümidim yok, zira iki nokta bütün umudumu tüketti: askerlik ve akademi. Askerlikte erkek egemenliğiyle cahilliğin muhteşem bir karışım ortaya çıkarıp uygarlığın/ülkenin başına kolay kolay çıkarılamayacak bir çorap ördüğünü gördüm, hemcinslerimden tiksindim. Akademide de uzmanlığın erdemli bir insana giden yolda toz kadar değerinin olmadığını gördüm. Cehaletin ortadan kaldırılması tek başına yeterli değil, insan gündelik yaşamında kendisini yönlendiren onca çöpten kolay kolay kurtulamayacak.

En Uzun Savaş adlı bölüm, az yukarıda bahsettiğim binlerce yıl öncesinden beri süren bir savaşı anlatıyor. İstatistiklere baktığımızda erkeklerin suç işlemede kadınlara oranla bayağı bir aktif olduğunu görüyoruz ve nedenlerine iniyoruz. Aslında en bilineni iktidar hırsı. Çok özetle şu ki ataerkil toplum kendi kanunlarını koyuyor, kendi mahkemelerini kuruyor ve evrensel insan hakları, hümanizm dalgası altında sözde çiçek gibi bir dünyanın temelini atıyor ama kadın-erkek ilişkisi ilk mitlerden itibaren dengesiz bir terazinin sonuçlarını gösteriyor; erkek her zaman ağır basıyor. Dolayısıyla pedofili gibi pek çok suçta olduğu gibi şiddetin de kaynağı aynı: Süjeleştirme ve tahakküm kurma. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'deki bir öyküye gidiyorum, hatırladıkça içim daralıyor. Kadın anlatıcı, uğradığı tecavüzü başından sonuna kadar en ince ayrıntısıyla anlatır. Haliyle öldürülmemeyi başarmıştır ama aklını kaçırmasına da ramak kalmıştır, tecavüz sırasında psikolojik savaş vererek canını kurtarır ve failin güç tatminini manipüle edişini adım adım izler. Ne kadar sevgi verirseniz verin yetinemeyecek, ne kadar güç verirseniz verin daha fazlasını isteyecek insanlar vardır, bunlar ellerindeki güçten/tanıdıkları kendilerinden asla emin olamayacakları için hep daha fazlasını isterler, bunun bir sonu yoktur. Bu durum ABD'deki siyasi ortamla, Yeni Delhi'de akıl almaz bir şekilde katledilen Jyoti Singh'in yaşadıklarıyla bağdaştırılıp bir tecavüz panoraması oluşturuyor.

Lüks Bir Otel Odasında Çarpışan Dünyalar'da zamanında IMF'nin kafa adamlarından olan Fransız Strauss-Kahn'ın ABD'deki bir otelde Afrikalı oda hizmetçisini taciz etme vakası var ki nereden tutsanız elinizde kalıyor. IMF'nin Kahn'la özdeşleştirilmesi başarılı; ABD ekonomisinin bütün dünyaya empoze edilmesi amaçlı bir kuruluş IMF ve Afrika da dahil olmak üzere sömürmediği yer yok. Tacizci Fransız, kurbanı Afrikalı, sömürünün başka bir boyutu. Daha da mide bulandırıcısı; Berkowitz'in bahsettiğim kitabında geçen bir olay: Bu mevzu incelenirken Fransız devlet adamlarından biri Kahn'ı savunuyor ve olayın pek de önemli olmadığını, doğal olanın gerçekleştiğini söylüyor.. Küstahlığa bakar mısınız? Ev sahibi zengin adam, evindeki hizmetçi üzerinde her türlü hakka sahiptir. Kafa bu. İçim daraldı ulan.

Sonuçta adam işini kaybediyor ve emsal bir dava ortaya çıkıyor ama kadın -muhtemelen baskılara dayanamayarak- suçlamasından vazgeçiyor ve iyi bir para alıyor bunun karşılığında. Başladığımız yere döndük, diyor Solnit. Tepedeki bir adamın tepetaklak indiğini gördük ama bu, taciz/tecavüz olayından caydırmak için yeterli değil, daha fazlası lazımdı. Adaletsizlik her yerde.

Ortaya karışık gideyim; kadınların nesneliğini bizim çok değerli devlet adamlarımız da göstermiştir. Hastanede çekilen fotoğraflar vardı, hatırlarsınız, devlet adamımız eşiyle fotoğraf çektiriyordu ama ilginçtir, fotoğrafta eşi yoktu. Ya da fotoğrafın köşesine bakarsanız kadını görürdünüz. Şöyle bir sahne: "Kadının yok edilmesinin pek çok yöntemi var. Afganistan'da savaş yeni başladığında New York Times'ın pazar ekinde yayınlanan haberdeki resimde bir aile fotoğrafının yer aldığı yazıyordu. Ama ben sadece bir adam ve çocuklarını görüyordum, ta ki perde ya da mobilya zannettiğim şeyin tamamen örtülü bir kadın olduğunu şaşkınlıkla fark edene kadar." (s. 89) Abartı yok, bu topraklarda kadın kolaylıkla silinebilir. Arjantin'de insanlar ortadan kaybolmaya başladığında anneler sokaklara döküldü ve ölümü göze alarak cuntaya meydan okudular. Her perşembe, perşembenin delileri, yıllar boyunca çocuklarından bir haber alabilmek için aynı yerde toplandılar ve çığlık attılar. Hareket bizde Cumartesi Anneleri'ne dönüştü, 600 küsur haftadır toplanıyorlar ve kayıp çocuklarından haber bekliyorlar.

Kadının çektiği eziyetin muadili yoktur.

Woolf'la alakalı çok güzel bir bölüm var, konuya vakıf olmadığım için dokunmuyorum. Nedense Woolf okumamaya devam ediyorum, biri kafama Orlando atsın.

Böyle. Mutlaka okuyun ve silkinip kendinize gelin.

12 Mayıs 2015 Salı

Mihail Bulgakov - Şeytanî

Devlet daireleri ve bürokrasi.

Yoldaş Korotkov kibrit üretimiyle alakalı bir devlet dairesinde çalışıyordu ve çalışırken hiçbir sorun yoktu; emekli olana kadar aynı işi sürdürecekti ve memuriyetin miskinlik veren rahatlığını yaşayacaktı. Maaş olarak onlarca kibrit verildiğinde bile diğer çalışanlar gibi ağlayıp sızlamadı, onca kutuyu mutlulukla evine götürdü ve bir bölümünü komşusuna satmaya karar verdi. Bir dolu şarap şişesiyle karşılaştı, komşuya da şarapla ödeme yapılmıştı. Kibritlerinin bazıları kalitesizdi üstelik; yanıp sönen kibritlerden fırlayan bir parça gözüne girdi. Göz hemen bir bandajla sarıldı, kör olma korkusu yüzünden iyi uyunamadı. Korotkov her şeyi görmek istiyordu, görecekti de. Şirinler'i bile. İşi vardı. Memurdu, birkaç yüz kibrit kutusuyla birlikte.

Ertesi gün ofise gitti ve işten atıldığını gördü, sebep olarak gözüne sardığı acayip bandana ve vazifelerine karşı ilgisiz hal ve tavrı gösterildi. Üstüyle konuşmaya gitti ama adam da değişmişti, bir başkasıydı karşısındaki ve acelesi vardı. Yumurta kafalı bir adam. Kısa boylu, geniş. Laf dinlemeden bütün bu resmi işlerin döndüğü bir devlet dairesine koşturdu, Korotkov da peşinden. Troleybüste sonradan fark edeceği üzere cüzdanını çaldırdı, kimliğini de yitirmiş oldu böylece. Kırklara karıştı. Varlığı onun iradesinin ötesine taşındı. Kayışı kopardı. Yumurta kafayı unutmayalım.

Evet, Goodreads'te "Kafka in Wonderland" denmiş ama oraya biraz daha var. Korotkov işini geri almaya çalışırken kılık değiştiren kişilerle, yaratığa dönüşen memurlarla karşılaşır. Belgeler fare yavrularıdır, ne tarafa koşsa hep aynı kapının önüne çıkar bir ara. Varlığının, delirtici bir otoritenin birbirinden farksız kıldığı bireylerden ayrı olduğunun tek ispatının peşinde binaları, sokakları dolaşır. Aradığı kişiler hep bir başka şeye dönüşür. Tam bir tımarhane. Artık her şey başka bir şeye benzer, tek tip bir topluluktan kaosa. Anlaşılacak bir düzen de değildir bu kaos, içinden çıkılamaz bir boyuttadır. Neler döndüğünü anlamak isteyen için hapishanedir, birey mantığın peşinde koşup durdukça saçmayla daha sık karşılaşır. Kaos için bir kedi-fare oyunu. Korotkov'un peşine bir ordu takılır, onu öldürmek isterler. Adam kaçarken bir binanın çatısına çıkar. "Dışarıda, Korotkov'un başının üstünde hastalanmış görünen güneş, gri bir gökyüzü, ince bir rüzgâr ve donmuş zift vardı. Aşağıdan şehrin bildik, telaşlı ve boğuk uğultusu geliyordu." (s. 79) Adam atladı! Aşağı atladı ve yatağında komşusunun şarapları sayesinde çatlayan bir kafayla uyanmadı. Adam memuriyet keyfinin sürdüğü bir günün öğlesinde, odasında uyanmadı. Sovyet rejimine kim uyanmak ister? Yoldaşlar, işinizi iyi yapınız ve devletinizi seviniz. Mada Raşa!