Ersan Üldes yirmilerindeyken kendi kurmaca dünyasını -belki çoktan- oluşturmuş zaten, sonraki metinleri için çatı aktarmaktan başka bir işi kalmamış dersem çok yavan olacak ve kesinlikle doğru olmayacak, dili yakaladığını söylersem belki tam olacak. Çatı halihazırda var ama öylesine zenginleşmiş ki anlatım teknikleri açısından alınan yol muazzam; Yerli Film'de atlamalı zıplamalı bir zaman çizgisi olmasa da oyunun gelişeceği, karmaşıklaşacağı besbelli. Kurmaca dünyanın arketipi resmen, Üldes daha en baştan dünya içinde dünya oluşturarak sonraki metinlerinde kullanmalık malzemeleri derlemeye başlamış. Anlatıcı bir film izliyor, filmi izlediği her güne lanet ediyor. Okuduğu bütün kitaplar, izlediği bütün filmler bu filmin etkisiyle siliniyor, yaşam bu filme dönüşüyor. Aktörler çok başarılı değil, figüranken başrole soyunanlar var, senaryo yazarının ne yaptığı belli değil, yaşamın kusuru -yaşamın en önemli parçası bence- filme olabildiğince aktarılmış, anlatıcı da tutulmuş bu dalgaya, tutmuş kendini sokuvermiş filme, veya film kendi yaşamını öylesine canlı bir şekilde anlatıyormuş ki sanatla yaşam arasında ayrılmaz bir bağ kuruluvermiş. "Kâbusun yörüngesine bir kez girmiştim işte; hafızama kızgın demirle dağlanmış olan ve benden hiç ayrılmak istemeyen o yedinci sanat harikasını, kendi sinemamda artık her gün izlemek zorundaydım." (s. 6) Filmde macera, ihtiras, aşk, her şey var, hatta anlatıcıya göre kendisi de var. Anlatma biçimi üçüncü bir katman oluşturuyor böylece, gerçeğin üç kat uzağındayız ama gerçeğe hiç bu kadar yakın olmamıştık, çünkü film gerçek. Anlatılanların gerçek hayattan alınmadığı söyleniyor, üçüncü katman gerçeği biraz bozuyor olabilir ama güveniyor muyuz buna, güvenmesek de bir şey fark etmediği için kafamıza göre.
İki yıl öteye atlayacağımız zamana kadar birkaç karakterle tanışacağız, araya birkaç Üldes harikası sıkıştıracağım, biri "elim sende" diye isim üfürdüğüm bir teknik. "Gene yemeklerden önce çorba, yemeklerden sonra ilaç içildiği günlerdi. Çıtır çerezlerin peynir ekmek gibi alıcı bulduğu, barbunya pilakinin pek rağbet görmediği, marul ya da soğanın sadece hamburgerin ihtişamını arttırıcı basit birer araç olduğu, çikolatanın her dönemde olduğu gibi popülerliğini koruduğu, aynı zamanda dişlerin baş düşmanı olmaya devam ettiği, rakının yanına kavun ve peynirden başka garnitür aranmadığı, rakınınsa kendi yanına balık ve salata tercih ettiği, balık ve salatalı hesapların gene kabarık geldiği, rakı sofralarından kalkılıp 'hesabımız var dönmeyiz', 'dökülen kan yerde kalmaz' sloganlarının atıldığı, bu sloganların diğer meyhanelerde de tekrarlandığı günlerdi." (s. 12) Rakının sahneye çıkmasından itibaren çağrışımsal akış nesnelerin farklı bağlamlarda kullanımıyla sürdürülüyor, ucu bucağı olmayan bir kaynak ama Üldes kısa kesiyor, buna benzer bir paragraf daha, sonra devam. Coğrafyanın kahrediciliğinden, insanın yalnız kalamadığından, yığınların yere yığıldığından bahsediliyor ki zaman ve mekan anlaşılsın. Aslında "her zamandan" bahsediliyor, günümüzde ve geçmişte de pek farklı değildi. Film olarak düşünelim, filmin zamanı hep günceldir. Tekrar tekrar izlense de günceldir, bir metin defalarca okunsa da her seferinde günceldir, dolayısıyla, evet, tekrar çal Mahmut.
Bölümler anlatıcı değişimlerine göre isimlendirilmiş, Yazar'la başlıyoruz. Karakterlerin isimleri yok, meslekleri veya yaptıkları işler isim olarak kullanılıyor. Yazar günlük rutinine başlıyor; kalk, hazırlan, işe git. Ümraniye'de çalışıyor, patronu cins bir herif. İş hayatının bütün sıkıntıları bu adamın yaşamından izlenebilir, Üldes mizahi bir şekilde anlatıyor meseleleri. Hafta sonları bir iş yapmış olmanın saadetiyle durmadan içen, eğlenen ve libido dindirmeye çalışan beyaz yakalıların dünyası iğneleniyor ucundan. Yirmili yaşların olayı; mesela bankadan veya plazadan çıkılır, Taksim'e veya Kadıköy'e gidilir, içilir, denk getirilirse sevişilir, güç tükenene kadar birkaç yıl ritüele döner bu mevzu, arkadaşlarım kaç maaşı bırakmışlardır barlara kim bilir. Neyse, Yazar'ın leş bir komşusu var, adı Kadrolu. Apartman yöneticisi, ev sahibi ve memur. İstatistiklerle çatışıyorlar, anlaşabilmeleri mümkün değil. Biri Türkiye'de bir şeyin %80 olduğunu söylüyor, diğer %80'in %90'ının başka bir şey olduğunu söylüyor, sonu gelmez bir çatışma. Kadrolu'dan kurtulduk, Hasoğlan'la karşılaştık. Apartmanın kapıcısı, "Anadolu suratlı" bir adam. Çakal. Kızıyla henüz tanışmadık, önce Kadrolu'nun anlatımını dinlemeliyiz. Yazar'la anlaşamadığını, adamın kendisine tepeden baktığını söylüyor, memur olduğu için yönetmelik gibi, genelge gibi konuşuyor, Yazar'a durmadan ıstırap olacağını anlıyoruz. Yazar'a geri döndük. Ahmet'i tanıyoruz, kendisi işinden şutlanmış, beş parasız dolanan bir adam. Yazar Ahmet'e yanaşmak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyor, ayaküstü muhabbet ediyorlar. Ahmet bir dünya kitap alıp parasını ödemediği için Avukat tarafından tehdit ediliyor, Avukat bu noktada kamera karşısına geçiyor. Bu arada bazı gedikler var anlatıda, Ahmet'in neden onca kitap alıp parasını ödemediğini bilmiyoruz, metnin ilerleyen bölümlerinde gayet makul biri gibi gözüken bu adamcağızın kafayı kırdığına dair pek bir emare göremiyoruz, dolayısıyla biraz havada kalmış bu mevzu ya da ben kaçırdım, bilemiyorum artık. Avukat arkadaşımız gayet köylü kurnazı bir kardeşimiz, Yazar'a balığa gitme işini kitliyor, çünkü Yazar yazdığı bir öykü yüzünden davalık olmuş, milleti askerlikten soğuttuğu için. Yazdığı hikâyenin detayı içeride bir yerlerde, girmiyorum buna. Neyse, rica minnet Avukat'ı ayarlamış ama adama elini veren kolunu kaptırdığı için Yazar sıkıntıda. Ahmet'e verdiği sözü tutmak istiyor, haciz işlemini ertelemesi için Avukat'ı arıyor ama Avukat sallıyor Yazar'ı, gayet pislik bir herif olduğunu anlıyoruz ileride de. Üldes kötünün hükümranlığının sürdüğünü gösteriyor en sonunda, adalet insan ürünü bir yapı olduğu için insan kendini adalet kavramından muaf tutabiliyor, Avukat'ın durumu son derece ironik bir açıdan.
Parmak Yalayıcısı giriyor işin içine, mahalledeki marketin sahibi. Hikâyesi anlatılıyor, bu herif metnin en tokat atılası insanı, açık ara. Sonda kazananlardan biri oluyor ki şaşırmıyoruz, sesini çıkar(a)mayanların tepesine binip yükseliyor, yükseliyor, doyumsuzluğunun mükafatını alıyor. Pek kimse kalmadı, Hasoğlan'ın markette çalışan dünya güzeli kızı ve Onikilik'le kadro tamamlanıyor. Onikilik, adı üstünde, on iki yaşında bir çocuk, markette çalışıyor o da. Parmak Yalayıcısı'nın tecavüzüne uğruyor, tepesine binilenlerden.
Üldes'in güldürükçülüğü ve anlatımı, sanırım bu ikisine deli imreniyorum. Şimdi öncesinden kopuk olarak bir bölümü alacağım, sakil duracak ama metnin içinde karşılaşınca, "Pkmfpf," diye gülebiliyor insan. "İşte Parmak Yalayıcısı böyle mert, böyle yiğittir. Biraz mittir, biraz da ittir." (s. 36) Zorlama gibi mi duruyor? Okuduktan sonra karar verin. Nihayetinde film bitiyor, film müzikleri için anlatıcının -esas anlatıcının, belki yönetmenin ama değil, belki senaristin ama bu da değil, sanırım izleyicinin, de değil, yapımcının- OST listesi oluşturmak için uğraşları pek hoş. Metnin kendisi pek hoş. İnkılâp'ın 1999'daki Roman Ödülü bu metne gitmiş, iyi de olmuş. Süper başlangıç, devamı daha da süper. Ersan Üldes'i Ali Teoman'la birlikte baş köşeye koyuyorum. Bambaşka ustalıkları var, türlü türlü huyları var, seviyorum ikisini de. Ali Teoman'ın yazdıkları yeter, Üldes de daha çok yazsa keşke.
Adam var bir tane, roman yazıyor. Zamanlar atlanıyor; Bahadır'la tanışmadan sekiz yıl öncesiyle adamın babasının ölümünün beş yıl öncesi falan denk geliyor, bu tür olaylar zamanın kerterizleri oluyor. İleri geri. Baba, Fournier'in doktor babasına benziyor, biraz da Justin Halpern'ın matrak babasına. İkisinin karışımı. Bahadır çok gizli bir organizasyonun üyesi, ne iş yaptığı belli değil. Zamanda doğru nokta bulunana kadar. Anlatıcı bunu sona saklıyor. Adamın sevgilisi Sevgi -makul- kişiselliğini pek geliştirdiği için hayatın zorluklarına karşı muhteşem tenekeliğini duyurmaktan imtina etmiyor. Bir de o gün var, bu da sonda. Başka? Çok.
Önermeler şeklinde bölümlenmiştir. 1.1, 2.1.3 ve çeşitli sayılar bağlantıları açısından imkansız geometriyi andırır ama Öklid dışı geometriler imkanlıdır, Öklid dışında. Masasında oturan anlatıcının günceliyle anlatısının zamanları arasındaki boyut farkları çeşitli sembollerle aşılır. Zıplanmış zamanda bir olayın ortası, araya telefon sembolü girer ve masa başına döneriz, başka bir sembol kapının çaldığını gösterir. Aslında bu çokça üzerinde düşünülmüş bir mevzudur; Butor'nun şu an adını hatırlamadığım ama az sonra kopya çekip hatırlayacağım romanı -Değişme- ve Roman Üstüne Denemeler'i, anlatıcı, zaman ve sair konularda Üldes'in anlatıcısının kafayı kırdığı noktaları on numara beş yıldız bir şekilde ele alır. Yeni Roman'ın takıntısı bir kez daha canlanır. Kendimi biraz parlatacağım, çok affedersiniz, ben de takılıyorum böyle şeylere. Bir tanecik öyküm yayımlandı, oradan bir parça alayım. Aldım, şu.
Doktor babanın mantıksız ve özden mahrum metnini bastıracak bir yayınevi bulamaz adam, zaten çevirmenken yediği halttan ötürü reddedileceği korkusu vardır ama hatırlanmıyordur, her şey unutulmuştur. *Buraya yayıncılıkla ilgili bir dünya eleştiri, katakulli gelecek.* Babanın metni... Kaotik. Caraco okusa severdi diye düşünüyorum. Toplumun ne kadar da kokuşuk olması, tamam. İnsanın gündelik yaşamda fark edemedikleri, kümenin dışına çıkabilenin görebildikleri, o da tamam. Bu tür şeyler. Ara ara yer verilir, anlatıcı bu bölümlerden yola çıkarak yaşamı *buraya hava limanları, yerleşiklik, kişisel gelişim, toplumsal kişilik, kişisel toplam, toplu kişi ve sair bir şeyler gelecek* biçimlendirir, bazen elleşmez. Yayınevlerinin ret mesajlarına elleşir, babanın uygun göreceği biçime sokar. Çevirmenken başkasının yaratısını kendisinin kılması gibi. Neden, burada da kimsenin göremediğini görüp yaratıcının tekilliğine ulaşma çabası vardır. Örneğin ölen babanın hüznü ve oğlun vefasından dem vurulur ama babanın lazımlığından temizlenen hastalıklı boklar kimsenin aklına gelmez. Yine bir yakınlık; anneanneme annemle birlikte bakıyoruz biz. Anneannem yürüyemiyor, her gün klozete oturtup kaldırırız ve bezini değiştiririz. Annemin yaşlılığına beş kaldığı şu sıralarda kendisinin de böyle olacağını düşünüp delirmeye karşı özel bir çaba harcadığının farkındayım. Biyolojik duvar yıkılmak üzere, sırada annem var ve sonrasında ben geliyorum. Altıma sıçacağım ve işeyeceğim, uyandığım zaman yıllar önce ölen anneme sesleneceğim, geceyle gündüz arasındaki farktan bihaber hale geleceğim, boğazımdan giren lokmaların çoğunu sindiremeyip çıkaracağım, öyle mi? Her gün? Yeterince uzun sürerse bok kokuları yaşamımın özeti haline gelecek, öyle mi, koca bir yaşamın bütün güzellikleri mavi bir lazımlıkta toplanacak?
Pardon, yaşlılık gerçekten ödümü kopartıyor bazen ama intiharı bir köşeden bana bakarken görmek içimi rahatlatıyor. Neyse, babanın ekonomik basiretsizliği, anneyi ve anlatıcıyı dövmesi, kısacası bir hıyar olması birkaç boktan fazlası değildir, yazdığı metin hariç. Teorileri yaşamın ucuna iliştirilebilir, örneğin aklın ve bilginin insanoğlunun düşünmesini engelleyen zamazingolar olduğunu söyler.
Bu bilgiler sabittir, kabul edilerek geçilir.
Bu bilgiler kabul edilmeye dair bir zorlamaya yol açar.
Şöyle; anlatıcı bir metnin içinde güncelini anlatırken bile yazar olmanın getirdiği eğip bükme gücünü kullanabildiğinin farkındadır, yapabildiğini bilen biri neden yapmasın? Bilgi, yaşamı bilinene göre kurmaya zorlar.
Judith Wohmann vakasına geliyorum. Bu yazar Almanca. Anlatıcı Türkçeye çevirir. Metalurji mühendisliğinden tercümanlığa mük-kem-mel bir atlayış. Çevirir ama bildiği gibi. Mutlu sonla bitmek zorunda olan romanları mutlu sonla bitirmez, metnin gideceği istikameti kestirdiği an kaosun bıngıldak parmaklarını araya sokup kurguyu karıştırır. Nedir, ölmesi gereken biri ölmez ve sona kadar yaşar. Bundan önceki hazırlık evrelerinde daha küçük değişikliklere imza atan -yeni bir metne, yeni bir doğuma, yeni bir alternatife, yeni bir hayata, yeni bir yalana, yeni bir doğruya- anlatıcı, son bombasında metnin orijinalini tamamen piç eder. Sebebi, imza günü için Türkiye'ye gelen yazarın kendisini pek sallamaması. Anlatıcı kardeşimiz civardaki tinercileri toplayıp ellerine yumurta verir, yazarı bombalatır. Tinercilerin hepsinin o an tinerin etkisinde olmadığını varsayıyoruz, o konuda bir bilgi verilmiyor. Tinerin vücuda duhulü sonrası oluşan motor kası dumuru hakkında da bir bilgi verilmiyor tabii. Böyle bir şey var mı bilmiyorum, uydurdum ama mutlaka vardır. Tinercilerin bıçak sallayışlarına şahit oldunuz mu hiç? Buz pateni yaparken kendi ekseni etrafında dönen sporcular gibi estetik bir görüntü oluştururlar. İşte, kadın bombalandı ve bizimki kendi metnini yarattı, sonra bu mevzu fark edilince şutlandı, piyasada iş bulamaz oldu, babası o sırada bir şeyler yapıyordu, Bahadır buna roman yazmasını söylüyordu, bu ise önce resim eksperi olma yolunda mesai harcadı, İngilizce öğrenmek için kursa gitti, sonra dünya klasiklerini arka arkaya devirdi, ne yapması gerektiğini bilemedi. Bahadır orada olabilir veya olmayabilir, Bahadır bir travma sonucu ortaya çıkmış olabilir veya yine olmayabilir, Bahadır'ın ve sevgilisinin işi başlarda bilinmez ama açıklandığı zaman dahi bilinmez. New Age'in yaklaşık kırk yıl kadar gecikmiş dinlerinden, hurafelerinden birinde, bir organizasyonda çalışır ama neydir? Sevgi'nin kişisel gelişim merakı babanın yok ediciliği karşısında yara almıştır, babanın kaotik metni bok kokularına karışmıştır, Paris'i seven doksan dokuz kişiye karşılık muhalif birinin varlığı dalgayı bozmuştur, o halde kesin olan nedir? Anlatı.
Meriç Ateşke -anlatıcı, yalan söylemiyorsa (ismi konusunda)- anlık kötülük ihtiyacı nam teoriye iliştirdiğim -ben yaptım ve kesinlikle doğru değil- hallerinden olan çeviri tahrifatı konusunda gerçeği yaratamayacağının sıkıntısını yaşar aslında. Zaferi yenilgiye dönüşür, ekmeğinden olur gibi şeyler. Devamlı yenilmek bölümünde insanın sürekli yenilerek yukarı çıkacağı söylenir. Üldes zaten o tür adamlardan aldığı istikamet üzerinde yazar, tavsiye ederim, kurgu dışı -böyle bir şey mümkünse- yazıları da iyidir. Söylenir dedim ama öyle olma zorunluluğu yok? Yani insan dibi görmek ister ama gördükten sonra kazmaya başlar gibi geliyor bana, neden diple yetinilmeli? Babanın teorisi bu; insan dibi görecek, her türlü aşağılık işi yapacak ve sonrasında güzelleşecek, uygarlaşacak, mis mis şeyler olacak. Mümkün değil. Hayatın felsefi biçimlere sığıştırılma çabası gibi nafile gözüküyor bu, anlatıcı da böyle bir şey olamayacağını farkında. Adamın diyor oğlum!
Doppelgänger olarak Bahadır fikri iyi, pavyonlar ve cinsellik belirli noktalar haricinde yük, sürpriz gibi son da kurgu-gerçeklik arasındaki inceliği incitmeden ortadan kaldırdığı için iyi ama çok orijinal olduğu söylenemez. Tabii burada atıp tutuyorum ama daha iyi bir son da... Düşünüyorum aslında, ben de bu metni mi tahrif etsem?
Oyunsa oyun, manaysa mana, roman gibi roman-değil.
Şu da bir başka gönül yarası, Emre'yle yaptık dün: