Kaptanoğlu'nun ikinci kitabı Dedalus'tan çıktı, iyi. Öyküler birkaç gedik dışında pek iyi. Objektif olmaya çalışırken zorlanacağım açıkçası, okurla anlatı arasında kurulan bağların izi sürülebilir ama özellikle bu kitaptaki öyküleri okurken, ilk bir iki öyküyle birlikte bu çabayı sürdüremedim, incelikler kesiştiği gibi yuttu beni, ne diyeyim. Anlatıcının sesi ne kadar derinden geliyorsa bilebildiğimce bildim, meseleler de tanıdık olunca okumaktan başka bir şey düşünemedim. Giardino di Rose, Bu Sabah Kalbinin Eskisi Gibi Atmayacağını Öğrendi nam öyküyle başlıyoruz, Giardino di Rose'nin tahmin ettiğimizden daha özel olmadığı, sadece tahmin ettiğimizden daha çok sevildiği ön bilgisi veriliyor, ardından hastane odasına bakıyoruz. "Doktorun yarım Türkçesi ve sempatik aksanı" birkaç defa karşımıza çıkıyor, anlatının zamanını sıkıştırarak dağılmayı engelliyor. Kaptanoğlu'nun öyküleri genellikle kısa bir zaman aralığını belirli izleklerle bir arada tutma yolunu takip ediyor, geçmişe dönüşler varsa da kısa anın olaylarını anlamlandırmada yardımcı olmaktan başka pek işlevi yok, anlatı parçalarını başka karakterlere ve uzamlara genişletmiyor. Şöyle düşünebiliriz, nehrin akışını gerilerde akıştan ayrılıp ileride tekrar akışa dönen kollar besliyor. Örneğin hastanenin tahmin ettiğinden de pis olduğunu söylüyor anlatıcı, havada uçuşun toz tanelerine bakarak. Sonra "hâlbuki" hastaneye daha önceden geldiklerini öğreniyoruz, Rose'nin tansiyonu düşüyor, şekeri fırlıyor, hastanedeler. Hemen ardından 80 yaş üstü hemşire bahsi geliyor, Hıristiyan olmadığı halde haç şeklinde küpe takan anlatıcıyla 80 yaş üstü hemşire, Rose'nin tansiyonu hakkında konuşuyorlar. Akış çok hızlı, geçmişte hastaneye gelme kısmından küpelere geliş arasında anlatının devamında tekrar kullanılması gereken birçok detay giriyor araya. Burada iki nokta var, birincisi Kaptanoğlu'nun aralık bıraktığı kapıları sağlam bir şekilde kapaması. Bir tek kez değinip öylece bıraktığı detay hemen hemen hiç yok, bunu biraz yaşama benzetiyorum, bilincin boşlukları kendiliğinden doldurması gibi Kaptanoğlu da anlatısını doldurmayı başarabiliyor, süper. İkinci şey, boşlukları doldururken terse düşen bağlantı biçimlerini nadiren de olsa çatması. Hastanenin pisliğinden sonra "hâlbuki"yle birlikte yine kire dair bir açıklama, bir şey bekliyoruz ama yok, başka bir paragrafa geçilmesiyle birlikte başka bir bağlantı zaten kendiliğinden oluşacakken "hâlbuki" önceki paragrafın anlamını sürdürüyor ama o kısım bitti artık, bağlanacak bir şey de kalmadı. Çok küçük çapaklar bunlar, öykülerin kıymetini azaltmıyorlar da göze batıyorlar bir tek. Bir tane daha veriyorum, sonra bu mevzuya daha değinmiyorum. "Ben zorlansam da -merak ediyorum, bir kalp neden eskisi gibi atmaz, ritmi neden değişir delirircesine merak ediyorum- ikimiz de asla bu riski almıyoruz." (s. 13) "Delirircesine" merak mı ediliyor, kalp ritmi mi değişiyor? Mantık bize ilki olduğunu söylüyor tabii ama göz oraya bir virgül lazım diyor. Devam edeyim, Rose'yle anlatıcının ilişkisi bir nine-torun ilişkisini imliyor ama bilemiyoruz, karanlık. Sıcak paylaşımlarının arasında hastane koridorlarının soğukluğu var, bir de duvarlara asılan röprodüksiyonlar. Anlatıcı bir şeyler yemek için kantine gidiyor, giderken tabloların farkına varıyor ve hastane koridorlarına ölmek üzere olan hastaların resimlerinin asılma sebeplerini sorguluyor, resimlerdeki detayları anlatıyor, son resimde doktorun elindeki kalbi Rose'nin kalbine denkleyip sanatı yaşama taşırıyor. Odaya dönüyor, Rose'nin canını yakan tıbbi müdahalelere şahit oluyor ve hasta kadının yağmurun yağıp yağmadığını sormasıyla ne koşulda olursa olsun yaşamın sürdüğünü anlıyor, bunu anlatan Rose'siyle mutlu olduğunu söylüyor. Son. İlgisiz ayrıntılar vermek istemem ama hastane koridorlarını iyi bildiğimden, ananemin burnundan midesine inen boru yüzünden çektiği acıya şahit olduğumdan, ölümünden önce ananemle yaşadığım son mutluluk anlarımı hatırladığımdan bu öykü kıskıvrak yakaladı beni, anlatıcının "kaçınılmaz mutsuzluğu öteleyen kısa mutluluk" imgesi öykünün tamamına başarılı bir şekilde dağıtılmış.
Homologlar Evi ikinci tekil şahsa seslenen bir anlatıcıya sahip. Mail kutusunun doluluğu, sosyal medyanın veriler yoluyla kullanıcısını boğması, sokaktan gelen gürültülerin engellenemezliği birbirine karışıyor, dijital dünyayla gerçek dünyayı yaptıkları baskı açısından ayıramaz hale geliyoruz. Burada anlatıcının seslenme biçimi de önemli, baskı üçleniyor böylece. Anlatıcının söylediğinin dışında bir şey gerçekleşmiyormuş, kişi başka bir şey yapamazmış gibi. Çok iyi fikir. Google'a giriş, kendini aratış, "homolog". "Bir başkasının yerini tam olarak tutan". İnsanın nesne olabilirliğine varıyoruz buradan, anlatıcı anlattığı kişiye ancak bir portakal olabileceğini düşündürüyor, tezgahtaki portakalları düşünerek. "Yüzde yüz bir denklik mümkün müdür? Her insanın bir homologu var mıdır?" (s. 34) Nesnel olamayacağım nokta burada ayyuka çıkıyor, öyküye kendiminkini de katmak zorundayım. Ben "kopya" demiştim buna, homolog daha derin bir anlama sahipmiş. Kopyada defolar olabilir ama homologda aslın yerini tam olarak tutma olayı var, gerçi benim öyküdeki karakter de kusurlu olduğu için kopyalığı üzerine yakıştırabilir. Eşyalar üzerinden yaklaştım ben, Kaptanoğlu başka bir kuşatılma biçimini irdelemiş. Alayım benim öyküdeki o kısmı. Adam evden gidecek ama gitmeden önce bir dengini bırakacak geride, gidebilmenin kendince en makul şartı.
"Hepsini yatak odasına götürüyorum, yatağın sağ tarafına yığıyorum. Elimi yumruk yapıp sargıların arasından bir damla kan düşürüyorum çarşafa, bir damla daha, bunlar gözler. Saçaklı bir duvar süsü, Leyla’ya nerede, hangi tatilde aldığımı hatırlamıyorum, saçlarım. Burnum için ahşap gemi iyi, biçimsiz çıkıntımın olduğu gibi hatırlanmasını istemiyorum, dört yıllık ilişkimizde Leyla ne kadarını aklında tutabildiyse artık, gemiye denkleyecek, burnumu olduğu gibi hatırlamayacak. Gerçekliği çarpıttım, bir başkasının hatırlanmasını sağladım, adım bir başkasının adına dönüştü, gözlerimin ne renk olduğu unutuldu, sesimin sertliği, yumuşaklığı, bütün detayları kayboldu, alışkanlıklarım değişti, bir başkasınınkine dönüştü, dokunuşumun ürpertisi yitti, sevgi sözcüklerim darmadağın oldu, bir başkasına söylenmek için bekliyorlar, aynı sözcükleri kaç farklı insana söylüyorum, düşününce her biri için üzülüyorum, her bir insan için ve her bir sözcük için. Dizimdeki yaranın kabuğunu kopardım, göbek deliğim oldu. Kargaların cıyaklamaları geliyor sokaktan, bir koşu tüyü alıp geliyorum, Leyla kaligrafi kursuna gitmeye başlayınca hediye etmiştim, kollarımdan biri artık. Diğer kolum için Leyla’nın bana aldığı gömleği dürüyorum, karnımın olduğu yere Filozofların Karnı’nı koyuyorum, kabuğu kaldırıp kitabın tam ortasına. Leyla’yla aramızda bir şaka.
(...)
Mızıkama eğiliyorum, ağzının olduğu yere, bir nota, siiii! Bir tane daha, bir tane daha, üçleniyor, si minör, si minörle başlayan şarkıların mahvım olduğunu düşünüyorum, hemen çekip çıkarıyorum onları aklımın koyu sularından, sırayla dinliyorum, salonda çalan radyonun sesine karışıyorlar, kakofoniyi dinlerken neden gitmek istediğimi hatırlıyorum, bacaklarımın yerine bir pantolon, ayakkabılarımın yerine geçen hafta tatilden dönerken aldığım terlikler, birkaç eşya, birkaç ayrıntı, tamamım. Ben bu kadarım. Bu evde, bu dünyada bu kadarım."
Ekşi Mayalı Ekmeklerden Raif Bey Yapmak, senaryo formatında yazılmış bir metin olmakla birlikte Raif Bey'in yaşlılıkla mücadelesini anlatmaktadır, ekmek yapma çabası üzerinden kendisini gerçekleştirme uğraşını örneklemektedir, izlenme sayıları üzerinden internetteki videoların güvenilirliği bahsini eşelemektedir, bir YouTube kanalını eşine tercih edebilecek hale gelen Raif Bey'in olmayan çocuklarının yerine mayaları koymasındaki patolojiyi gözler önüne sermektedir, diğerleri gibi iyi bir öyküdür.
Ada'ya Geleceği Hakkında Bir Şey Söylemeyin için diğerlerinden ayrı bir yere konulması gerektiği söylenebilir. Ada'nın altı yaşındaki halini görürüz, ailesiyle yaşadıklarına şahit oluruz ve yaşadıklarının gelecekteki hallerini nasıl biçimlendirdiğini dinleriz, bizden Ada'ya dair istenen şeyin sebebini çıkarırız böylece. Anne-kız ilişkisine dair duygusal ketlenmelerle dolu sahneler belirir, Ada'nın kendisine tokat atma gerekçesinin o ânın dışında, o andan önce anlaşılmayacağı hissettirilir. Bu öyküdeki teknik yaşama yine çok yakın aslında, muhteşem hatalar yaptığımızda zamanda adım adım geriye giderek geçmişteki halimizle şimdikinin arasındaki muazzam farkı görüp üzülmez miyiz, ne bileyim, daha ince, hassas bir insan olduğumuzu hatırlayıp avunmaz mıyız, artık o insan olamayacağımız için yitenin acısını çekmez miyiz? Bunu kimse söylememeli gerçekten, Ada kendi anlayacak.
Beş altı öykü kaldı, tekrar okuyup yazacağım onları da. Şimdilik bunlar burada dursun, belki Kaptanoğlu'nun daha çok okunmasında faydası olur. Şahsen aşırı hesaplı kitaplı metinler yerine Kaptanoğlu'nun öykülerini öneririm ben.
Babil'de Raskol'un Baltası indirimdeydi, yumuldum. Kıymetli şair Tevfik Fikret'in bir şiirinde dediği gibi: "Bugün yine açız çocuklar". Bir kez iki gün aç kaldım gerçekten. 10 yıl önce bizimkiler memlekete giderken bana bir miktar para bıraktılar, bir hafta idare etmem gerekiyordu. Ertesi gün Taksim'de arkadaşlarla buluştum, Mustafa Amca'da oturduk. Hemen yandaki sahafa girdim, üst katlarda rafları eşeliyorum. Bir dünya Bilge Karasu buldum, üstelik çok ucuz. 5 TL, 7 TL, başka yerde o fiyata bulmam mümkün değil. Okumak da istiyorum uzun süredir, öğrenci halimle satın alamıyorum, kitabın üzerine notlar almam gerektiği için ödünç de alamıyorum. Başka şeyler de buldum, cinnet getirip hepsini aldım. 300 TL kadar bir para harcadım o gün, sonrasında ciddi ciddi aç kaldım. Makarna pişirip pişirip yiyorum, evdeki bakliyatın suyu çekildi, dip tutmadan yedim hemen. Son iki gün yiyecek bir şey kalmadı. Hayatımda borç istememişim o güne kadar, kimseden para alamam, hiç kimseye bir şey söyleyemem. Kaldım öyle. Bizimkiler iki gün sonra geldi, hemen markete koşup peynir aldım, eve gelene kadar yarısını yedim. Pişman değilim, yine yaparım ki yapıyorum ama bu sefer işim gücüm var, garanti gelir olduğu için daha rahatım. İstediğimi okurum valla, şu saatten sonra armudun sapıymış, üzümün çöpüymüş, umrumda olmaz. Ona göre. Herkes akıllı olacak. Ünlü düşünür Yiğit Özgür'ün bir karikatüründe dediği gibi: "Allah'ıma kopartırım boynunu it!"
Evet, Fatma Nur Kaptanoğlu. Altı öykü. Perde'yle başlıyoruz, tam karşıda ince bir hırka, genetikten ötürü düz bir saç, yarısı enseye yuvarlanmış bir topuz. Dikizleniyor bunlar, anlatıcı karşı evden birini gözlüyor, gözlediğiyle inşa ediyor. Betimlemenin yanında imgelemin duyuları kışkırtma biçimi de güzel: "Uyku sersemliğine emanet bakışları kirpiklerinin hemen altında. Perçemi uçuş uçuş. Perdeler sabit. Karnı aç. Nefesi; iki kalın pencere camını ve dev bir hava boşluğunu aşarak burnuma çarpıyor. Derin bir of çekiyor. Oooooooof! İçim, sabah kokuyor." (s. 9) Sabahın nefesinden için sabah kokması ne hoş. Bir de uzatılmış sözcük, Kaptanoğlu'nun diğer öykülerinde de karşımıza çıkıyor ve anlatıcının ânı ve duyguyu uzatma biçimi olarak kullanılıyor. Devam, birtakım sabah ritüelleri. Suya damlatılan limon, limonun çekirdeğinin düşüp düşmemesinden çıkarılan karakter özellikleri. Anlatıcı dikizlediğini kurduğu gibi kendini de kuruyor, fark edilip edilmediğini düşünürken kendi hallerini de sayıp döküyor, karşısındakinin kendisini izleme ihtimaline dönük olarak, eyleme yardımcı olmak için veri sunarmış gibi. Sonrasında duş, yarım saatlik ayrılık, sabaha dair törensel davranışlar geliyor. İçte sutyen yok bir de, bu birkaç kez tekrarlandığı için aklımızda dursun. Sonda çiçeklerin arasından geçen bir bornozun, görülmenin, görmenin hayali. Aşağı yukarı bir saate sıkıştırılmış bir deneyimin anlatımı. Güzel başlangıç. Ali Teoman geliyor aklıma, bir anda. Hangi öyküsünde geçiyordu hatırlamıyorum, şu karşı daireye bakıp onca açının ve nesnenin arasında gördüğü şeye ve görüldüğüne dair kuşkularının ulaştığı nokta bir gözün öyküde nasıl gördüğüne dair güzel çeşitlemeler barındırıyordu. Perde'deyse çok kişisel ve odaklı bir edim var. Okur, anlatıcının bakışının ve düşüncelerinin uzağına düşmüyor.
Kaplumbağaların Ölümü altı öykünün en öyküsü. Anlatıya birer birer düşen izlekleri olay örgüsünde tekrar ortaya çıkarmak, en sonunda hepsini birbirine bağlamak iyi bir işçilik gerektiriyor, döküp saçmaya çok müsait bir teknik iyi bir şekilde kullanılırsa metin birkaç basamak atlıyor. Bu böyle bir öykü, diğerlerine göre daha yukarılarda. İsmet'in bir günü, bir gününün bir kısmı. İş görüşmesi için bekliyor İsmet, terlemekten kıçında ter çemberi oluştuğunu düşünüyor. Bu çember mevzusunu kenara koyduk. Kaplumbağaları düşünüyor, kaplumbağa olmanın ağırlığını. Bu da kenara. Strese dayanamıyor, tam bir nevrozlu gibi davranıyor ve dışarı çıkıyor, vazgeçiyor işten güçten. Aklından geçenler: lisedeki güzel bacaklı öğretmen, kaplumbağaya dönüşmesi, eski sevgilisi Semra. Bütün burukları bir araya geliyor, yükü ağır İsmet'in, kabuğunu taşıyan hayvanların yükü kadar. Bir de ayakkabı mevzusu var, anlatıda zaman değişimine güzel bir örnek. Kırmızı topraklı bir yolda yürürken çocukluğunda yürüdüğü benzer bir yol geliyor aklına, ayaklarındaki siyah ayakkabılar çocukluğunun sarı ayakkabılarına dönüşüyor ve on adımlık yol zaman makinesi olup şöyle bir tur attırıyor İsmet'e, çok hoş. Mezarlık, mezar taşları, ilkokuldaki heceleme anıları derken, son. Yatağında yatan bir İsmet, kaplumbağaların nasıl öldüğüne dair koca bir soru işareti. Budur. Stres karşısında savunma mekanizması olarak gerileme çıkıyor ortaya, çocukluğun güvenilir duygusuna dönülüyor, ter çemberleri alta işemenin verdiği rahatlığı, ılıklığı sağlamıştır belki, geçmişin anahtarını bilincin kilidine hşonk diye sokup çevirivermiştir dili, belki böyledir. Belki de değildir, her türlü İsmet tanışılması gereken biridir, bu öykü de güzel bir öyküdür, okunması lazım gelir.
Sevgili Z.'nin Sayıları. Yazarın anneye ithafı. Z. adımlarını ve su damlalarını saymayı unutuyor o gün, tamirci çağırmak için "babaanne dişleri kadar dağınık numaraları" çevirmek, telefonu açan adama bağırmak, bunlar gerçekleşebilecek şeyler, gerçekleşmiyor. Z. saymayı tamamen unutuyor, "uzuuuun" koridorunda yürüyor, doğanın döngüsüne şahit olmak istese de hareketleri çok ağır, bakışları istediği uzaklığa varmıyor, su damlalarının delirmesiyle birlikte ıslanıyor. Z.'nin anlatısı, sanırım yaşlı bir adamın. Dede mi acaba, başka bir öyküde vefat ettiğini anladığımız dedenin son zamanları sanki. Doğru veya yanlış, direkt empati kurarak kendime çıkardım öyküyü. Anneanneme vefat edene kadar, bir yıl boyunca gece gündüz baktıktan sonra Z. çok tanıdık geldi. Z. okurun geleceği ve anıları. Z. için şefkat duyuyoruz, demansın çarpık gerçekliği öyküyü biçimlendiren esas etken midir acaba? Aşırı yoruma kaçalı yıl oldu, bunu burada bırakıyorum ve Hop Kuşu'na geçiyorum, babaannenin lokumla ve evin bir vefatla imtihanına. Kadınlar gelmiş, anlatıcı ezan seslerinin yardımıyla ölümü evin ağır havasına katmış, renklendirmeye çalışıyor ama yetmiş yaşına gelmiş babaannenin özgürlüğünü, özgürlükten pek de bir şey anlamayacağını düşününce yine acı bir tıkanma çıkıyor ortaya.
Yaz Ortasına Bir Güzelleme ve Adım Adım Leyla Çıkmazı da yine aynı anlatıcının sesini taşıyan, iç dünyaya koca bir pencere açan, çağrışımlarla döne döne döne arkadaşın bir türlü gelmemesine ve yaz ortasının ter damlalarına bağlanan güzel öyküler.
Kaptanoğlu güzel bir başlangıç yapmış bence, öyküler hoş. Farklı meseleleri kurcalaması, farklı anlatım biçimlerini denemesi öykülerini daha da güzelleştirir sanıyorum.