Georges Perec etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Georges Perec etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Aralık 2018 Salı

Georges Perec - Her Durumda Yapmam Gereken Şeylerden Bazıları

1 - Gezi teknesiyle Seine nehrinde bir dolaşmak, Özgürlük Heykeli'nin küçültülmüş replikasını dolanmak, küçükle büyükten hangisinin daha önce yapıldığını bulmak, kürek çekmek, kirli suyun parıltılarını yakalamak, Özgürlük Heykeli'ni dolanmak, kürek çekmek, suyun çizgilerini takip etmek, çizgilerin dalgalara dönüşmesini, sonra tekrar çizgiye dönüşmesini. Çizginin. Kendine. Suyun aynada kendine bir çeki düzen vermesi. Sadece bir dolaşmak, oyunsuz.

2- Neden atmaya kıyamadığımı bilmediğim bir dolu şeyi atma kararı almak. İçin bir şeyleri atmamak, atılmayan şeyleri listeleyip bazı karakterlerin eşyaları haline getirmek, listelerle evleri, katları, binaları, sokakları, kenti döşemek. Bilişsel bir harita oluşturmanın yaşamın herhangi bir noktasında yarattığı eminlik, süreğen. Haritanın sınırlarının dışına çıkamayınca, söz gelişi, ölçeğin hemen altında bulunan sınır bölgesinin dışındaki bir alanın taşıdığı ağaçlar kadar ağır eşyalar arasında bir anlığına kurtuluş, haritayı ve ağaçları ve sınırları ve listeleri yok edince gelen havada süzülme duygusu, belki yapraksayış? Bir harfi çöpe atınca gör ki başa neler gelir, değil onca eşyayı metan gazlarının arasına yollamak. O dairedeki onca eşyanın bir anlığına ortadan kalkma anısı, zamanı odanın ışıksız penceresine çevirdi. Dolap pencerenin önüne çekiliydi, artık yok ama hâlâ orada, orada olduğunu ışık biliyor ve sızmıyor, pencerenin dışında bekliyor ki dolap oradan alınsın, atılsın. Oysa dolap artık orada değil. Göz de atıl durumda, bunları görmediği için kendi de işe yaramazların arasında.

3 - Türlü çeşitli beyaz eşya edinmek, prizlerinden deniz mahsullü kokteyl mamul. Mutfak robotu kalkan, blender lüfer. Hayat ne kadar da kolaylaştı. Hayat çok kolaylaştı. Şimdi kurutucu alıyor insanlar, giysiler kuruyor. Kurutucu olmadan kurutma çok saçma. Yeni bir şeyler çıkıyor, onları satın almadan hayat daha saçma. "Neden Utku, neden şu muhteşem ürünü de almıyoruz? Satılan bir şeyi satın almamak etik bir şey mi sence?" "Patetik. Çok yoruldum, susar mısın? Param yok, çünkü başka bir yer(d)e harcıyorum parayı. Biraz daha lüfer?"

4 - Tüttürmekten vazgeçmek (Mecbur kalmadan önce...), skunk değil, weed değil, düz tütün değil, vazgeçilecek şeyin tanımı ortada yok, mecburiyetin hangi koşulda ortaya çıkacağını kestirebiliriz ciğerden ötürü. Bir parçayı dumanla birlikte üfleriz, ciğer azalır. Kalmamıştır. Duman bedenin tamamında gezinir, kafadan ayağa sıcak ve soğuk duman akımları oluşur, kalp civarında ısınan duman aşağı inip soğur ve yükselir, kalp civarında ısınan duman yukarı çıkıp soğur ve alçalır. Mesela temmuzda anneannemi gömdüm ve şimdi üşüyor. Üşümüyor çünkü artık orada değil. Anneannem artık her yerde ve duman bir süredir devridaimi kesmiş durumda bende, içim tekrar doldu, organlarım müthiş bir şekilde çalışıyor, kalbimin hizasında gülibrişim. Hele geceleri. Bir yandan dehşete düşüyorum, insanın bir sınırı yok mudur? Aynı şarkı aynı anda bazen farklı duvarları, çoğunlukla aynı duvarları uğluyor, aynı anda başlatamıyoruz ama çok yaklaştık bir kezinde; saliselik gecikmeyi şarkıyı birlikte söyleyerek düzelttik. Trenle birkaç duraklık mesafe var, böyle sıkıntılar hemen aşılıyor ama henüz değil, banliyö hattı açılınca. Mecbur kalmadan. Çekimin farklı yolları var.

5 - Giyim kuşam tarzını hepten değiştirmek, bir zaman bir kıyafet, bir yer bir kıyafet, bir insan bir kıyafet, bir mekan bir kıyafet, bir istihkam bir kıyafet, bir kıyamet bir kıyafet. Dolap artık orada değil, pencerenin önünden çekilince kıyafetleri de alıp gitti, yeni kıyafet de alınmadı, eskiler üstte iki paralandı, biçimleri değişti, bedenleri küçüldü. Yarıdan kesip üzerime geçirdim, oturdu. Bunun yanında pırıl pırılım, dayanamayıp kıyafetlere bir dünya para verdim.

Perec'in yapmak istediklerini yapamadım, o yapmışsa tamam bu iş. Bateri çalmayı öğrenmiş midir? Bilimkurgu romanı yazıp bir sandığın dibinde unutmuş mudur? Kutbun ötesine geçmiş midir? Düşündüğüne göre bunların hepsini yaptı(m) sayıyorum. Bir kezinde uzaya gitmiştim mesela. Çok uzak.

9 Eylül 2018 Pazar

Georges Perec - Paralı Asker

Odamda, bilgisayarımın yanında bir kule var, askerde okuduğum kitapları üst üste dizdim. Kuleyi tekrar okuyacağım, bir zaman. Neredeyse üç yıldır öylece duruyor, parçalarını ara ara çekip karıştırıyorum. Arka kapağa yazdığım notlara genellikle nöbetlerde okuduğum için o bomboş zamanda aklıma gelen düşünceleri, bir dünya şeyi yığmışım, o zamanın sıkıntıları da çıkıyor aralardan, yorucu bir yüzleşme yaşanıyor, kapayıp kuledeki yerine koyuyorum kitabı. Uzun süredir böyle oluyordu, yaz başında hafiflediğimi hissedip bir kez daha denedim. Bu sefer hiçbir şey ağır gelmedi, okuyabildim. Kulenin geleceği karanlık, bir süre sonra ortadan tamamen kalkacak. Benim için de geçmişin girilemeyen bir odası açılacak. İyi.

Önsözde Claude Burgelin'in metnin biçiminden yazılışına kadar pek çok özelliğini enine boyuna incelediğini görüyoruz. Bu önsöz, sona bırakılması gerekenlerden. Mümkünse önce metnin kendisini okuyun, bellekte biçimlenen şeklini önsözle tamamlayın, daha iyi. Burgelin'den öğrendiğimize göre bu, Perec'in tamamlamaya nefesinin yettiği ilk anlatı. 1950'lerde yazıyor ve Seuil'e gönderiyor ama yayınevi metni yayımlamayı reddediyor. 1960'ta Gallimard, bir kitap dizisi içinde metni yayımlamayı kabul etse de Georges ve Pauletta Perec'in Tunus'ta yaşadıkları, Şeyler'de anlatılan yılda ret cevabı geliyor, bir kez daha. Metin tam olgunlaşmamış, söz oyunları gevezelik ve beceriksizlik ürünüymüş, böyle sebeplerden basmıyorlar. Perec'in birçok türevini yazdığı metin, basılmayan diğerlerinin yanında yerini alıyor, bir çantaya konuyor ve yazarın ölümünden sonra, atılacaklar çantasına konmuş olmasına rağmen kaderin bir oyunuyla atılmıyor, ortaya çıkıyor. On sekiz yaşından beri yazar olmak için çabalayan Perec'in aldığı ret cevabıyla yaşadığı yıkımı Şeyler'de, biraz da Uyuyan Adam'da görebiliyoruz, Burgelin bu metinlerle bakışımlı olarak inceliyor metni ve aşağı yukarı beş yıl sonra, Şeyler'in yayımlanışına kadar, Perec'in hayal kırıklığını aşarak daha çok çabaladığını söylüyor. Sonuçta Perec istediğine kavuşuyor ama ilk metniyle değil, bu metni okuyanın kafasına sıçmak istediğini söyleyecek kadar uzaklaşmış yaratısından. Ben kafamdaki boktan son derece memnunum açıkçası, iyi ki yok olmamış bu.

Perec'in mektuplarına da yer veren Burgelin'e göre sonraları yazılacak pek çok metnin izlerini Paralı Asker'de görmek mümkün. Bölümlemelerin oyunculluğu, anlatım biçiminin değişkenliği derken apartmandaki dairelerden birinde, zaten üretilmiş olan eseri tekrar üreten bir adamın şövale başında çalışmasını izleyebiliriz. Apartmanın bulunduğu sokağın, aslında orada olmayan sokağın adının Perec'in yakın bir arkadaşının adından, soyadından geldiğini de öğreniriz böylece, metnin sorgulamaya benzer bölümlerinin başka bir coğrafyaya yapılan yolculuklarda başka birine dönüşen, kendisi hakkında fikirlerini çizgilerle sınırlandırabilen bir karakter ortaya çıkardığını görebiliriz, bu karakter yıllar boyunca aynı işi sürdürürken, ünlü eserlerin kopyalarını üretirken her şeyin akışta kaybolduğunu, yaşamı hakkında pek bir fikri olmadığını söyler ama yaşamından ne kadar uzaklaştıkça bir o kadar yakınlaşır, kurgusal bir hayatın düzeninin biraz dışına çıkınca bir başkasına, bir anlamda kendisine dönüşür. Perec'in yolculuklarının bir sonucu. Burgelin, metni elli yıl sonra tekrar okuduğu zaman "gözlerinin açıldığını" söylüyor, Perec'in diğer metinlerini de düşününce Paralı Asker'in yapbozun önemli parçalarından biri olduğu ortaya çıkıyor gerçekten. Gerçeklikle kurmacanın bitmek bilmeyen davasında önemli bir nokta. Yaratıcılığın tekrarla muhasebesi görülürken sanatçının kendi hayatını kurma biçimi de edimleriyle zıt bir yönde ilerleyince kaçınılmaz olarak yıkım gerçekleşiyor.

İki nokta mühim, biri Gaspard Winckler'in aylarca üzerinde çalıştığı eseri yok etmemesi. On yedi yaşından itibaren etrafında sanatçılar ve sanat simsarlarından oluşan bir dünyanın içinde yaşıyor ve ünlü eserlerin kopyalarını üreterek yaşamını sürdürüyor. O insanları anlatmayacağım, ikinci tekil şahıslı ve diyaloglu bölümlerde hikâyeleri yavaş yavaş ortaya çıkıyor, Gaspard'ın sosyal çevresi adım adım oluşuyor. Dikkatimi çeken nokta, Paralı Asker üzerinde çalışan Gaspard'ın çevresindeki insanlardan biri olan Madera'yı öldürecek kadar kafayı kırmasına rağmen aylarca üzerinde çalıştığı esere dokunmaması. Önsözde Perec'in özellikle bu resimle, Paralı Asker'le özdeşleşim kurduğu çeşitli detaylarıyla birlikte anlatılıyor, varoluşsal kaygıyla estetik kaygının iç içe geçtiği söyleniyor, Dorian Gray referansını da düşündüğümüz zaman anlatıcının kendi yaşamını tekrar çemberinden kurtularak yaratmaya çalışmasını, kendini tamamen yok etmeyerek -çalışması olduğu gibi duruyor, en yakınındakilerden biriyse ölü, boğazı kesik, kendi sıvısı içinde yatıyor- gerçekleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bir çıkmaz var burada; resim bir kopya, orijinalin başarısız bir reprodüksiyonu, yine de sanatçının ta kendisi. İki yönden; hem kişinin yaratısı, hem de kendisi. Tamamlanması halinde bir oluş biçimi gerçekleşecek ama kişinin biricikliğine hiçbir katkı sağlamayacak, varoluşsal bir doyum gerçekleşmeyecek yani. Tamamlanmaması durumunda biricikliğe zararı yok, bu kez estetik varoluş yarım kalacak. Bernhard'ın metinlerinde geçen tamamlan(a)mayan çalışmalarını düşünerek yorumlarsak tıpkı kişinin tamamlanamaması gibi, eserlerin de tamamlanamayacağını, bitişin hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğini söyleyebiliriz, Perec de bu metninin farklı versiyonlarını yazdığına ve yayımlatamadığına göre bitimsizliğin üstesinden gelmiş olsa gerek. Yaşam bulamamış bir potansiyelin izleklerini takip ediyoruz; Gaspard'ın Antonello'yla hayali çekişmelerini düşündüğümüzde, Paralı Asker'in ressamı Antonello ulaşılamayacak bir düzeyde belirir, yaşamın orijinal boyutunda var oluyor ve Gaspard oraya ulaşamıyor, kopyalayıp durmaktan başka bir şey yapmadığı için, iyi para kazanmasına ve istediği zaman seyahat edebilmesine rağmen, kısacası zevklerine vakit ayırabilmesine rağmen hiç deneyimlenmemiş bir duygusu, edimi, eseri olmadığı için kendisini var edemiyor, bir otomata dönüşüyor ve ilk fırsatta otomatlıktan kurtuluyor. İkinci nokta bu; Madera'yı öldürdükten sonra anlatmaya başlıyor Gaspard. "Madera ağırdı." (s. 29) Bütün versiyonların ilk cümlesi buymuş. Makul. Cinayet, çemberin dışına çıkıldığını, biricikliğe doğru dev bir adımın atıldığını gösteriyor, Gaspard kendine biçtiği, kendisine biçtirilen yaşamın bir adım uzağına varır varmaz çözümlemelerine başlıyor, boyalarla yapamadığını sözcüklerle yapmaya çalışıyor. İkinci tekil şahıs olan anlatıcıyı ikincilikten kurtarmak gerekiyor sanırım, birincinin bir parçası o da, kanı göl halinde görünce açılan bir dil, kendinden öncekiyle birlikte olup bitenleri konuşuyor. Bu dilin gevezeliğinden bahsedilebilir ama yeni açılmasına vermek gerek, o kadar uzun bir zaman boyunca susmuş ki çözülünce oyunbazlıkla birlikte işlemesi çok doğal.

Gaspard kendisine kaçış tüneli de yapmış, iyi bir şekilde kamufle etmiş. Kurtuluşunu planladığına göre patlama noktasına yaklaştığını düşündüğü söylenebilir. "Kendi kurduğun tuzaklar bitirdi seni, kendi aptallığın, kendi yalanlarınla kendi sonunu getirdin.." (s. 42) Bir kurtuluşun arındırıcılığını yaşamak için sabote edilen yaşam, Gaspard'ın planladığı şey bu. Sımsıkı, kapalı bir sistemden kurtulmak için kesin, tek bir darbenin gerektiği zamanlardan birini iyi yakalıyor. O zamana erişimde pek çok itiraf, pek çok hata belirip kayboluyor, Gaspard kendini hazırlıyor, belki farkında olmadan. "Ne idiysen onu istedin. Ne istediysen oydun." (s. 59) Kendisi olmak isteyen bir adamın önce kendisinin ne olduğunu bulması gerekir, Perec'inki bir kendini bulma hikâyesi. Kendi yaşamıyla paralel bir arayış.

2 Mart 2018 Cuma

Georges Perec - Mekân Feşmekân

Haritayla açılıyor, Carroll'dan ödünç. Boş sayfanın ortasında bir kare, okyanusun bir bölümünün haritası. Boş Sayfa öyküsü, yazarın doldurması beklenmeyen bir anlatısının sessizliği tek başına bir öykü olabileceği gibi -içinin nasıl doldurulacağı yazarın yaşamını oluşturan parçaların yansımasına bağlı- okyanusun bu bölümü de kartograf ve okur tarafından doldurulabilir, boşluğu boşluk halinde bırakmayacak mürekkep/imge/düşünce/şey olmadan. Şeyler, fenomenler zaten herhangi bir sınıra, haritanın kısıtladığı alana, çizgilere ihtiyaç duymadan okyanusu, suyu dolduracaktır, imajlar herhangi bir doluluğu kendiliğinden yaratacaktır. Mekânın oluşumu düşünseldir, Lefebvre usulü. Perec bu düşünselliği sorguluyor ve yaşamı boyunca karşılaştığı mekânları inceliyor.

Haritadan sonra mekân dizini. Boş, kapalı, düşsel, bulanık. Sayılı ama biri bile diğerlerini doğurabilecek çağrışımlara açık. Her biri kırılmalar, birleşmeler, olgular yoluyla bir diğerine dönüşebilir halde. İliştirilmesi istenen notta mekândan mekâna gerçekleşen geçişler arasındaki farkındalık anlarının izinin sürülmesi gerektiğini söylüyor Perec, alışkanlığın her şeyi bulanıklaştırdığı görüşten çıkabilmek, mekânı duyumsamak, fark etmek için anın bilinçli, bilinçsiz kurgulanması, kurgudan öte deneyimlenmesi.

Önsöz: Mekânlarda yaşıyoruz, varlığımızın bir parçasıyla donattığımız ve varlığının bir parçasıyla donandığımız mekânları değiştiriyor, doğuruyor ve yıkıyoruz. Doğururken zaten önceden yaratılmış olan dizgenin bir parçasını kendimizin kılıyoruz, geçici veya kalıcı olarak. Sayfiye yerleri, meydanlar diyor Perec, duraklar, sokaklar, caddeler, koridorlar, odalar diyor, gökyüzünün altı, denizlerin üstü, boşluk diyor. Mutlak hiçlik, mekânın negatif kutbu. Buraya ulaşılabiliyor; uzam, uzamsızlığı kendiliğinden getiriyor. Yan yana kurulan iki şehirden biri gelişirken diğeri güdük kalabiliyor. Ters orantı: Oluş tarafından biçimlenen yerin devinim kazanmasıyla civarını küçültmesi, küçültürken kendisinin de parçalara ayrılması. Éluard alıntısı, Perec'in Matruşka'sını anlatır. Paris>sokak>ev>merdiven>oda>masa>halı>kafes>yuva>yumurta>kuş. Kuş yumurtayı devirir ve silsile tersine döner, küçük bir hareket bütün mekânı yerle bir eder. Mekânın yaratımında imgelerin öneminden bahsediyordu Lynch; en ufak bir değişimde imgeler de değişir ve hiç bilmediğimiz bir yerde bulabiliriz kendimizi, her şeyin aynı olduğu yerde elektrik tellerine konan kuş orada değildir, bütün mekânın böylesi yabancılaşabilmesi olur şey midir? Güneş biraz sağa kayınca dünya şaşıyor; ışık değişiyor, hayvanlar, deniz, solunan hava, anımda tuttuğum elin sıcaklığı, her şey değişiyor, sağa kayıyor. Zihinde her şeyin biraz sağa kayması ne demektir, bir hayal edin. Her şeyin yeni bir yer doğurması sayısız deprem demektir, delirtici! Mekânın kaypaklığı yüzünden ayağımızın altından kayıp giden bir dünya var.

Sayfa: Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu için güzel bir başlangıç. Henri Michaux'nun "kendini kat etmek için yazması" güzel bir epigraf. Bernhard'ın kağıt üstünde yaşamını yok etmesi, yaşamını konduracak bütün petekleri, anıları, ortamı ortadan kaldırması demekti, bir yandan da kendinin değillemesiydi ki yeni bir ortam yaratmasıydı, düşüncesinin tam orta yerinde. Perec'e bakıyoruz ve "yazdığını" iki nokta üst üsteyle tekrarlaması, tırnak içine alarak tekrarlaması, yazıyor olduğunu yazdığını söylemesi kendisinin çeşitlemelerini doğuruyor ki bu sonuncusu için Cem İleri'nin güzel yorumları var, en sonda değineceğim. Perec yazılan yazının yazıldığı anı ve sonrasını bir metnin içine sığdırmıştı, o. 

Kâğıt üstünde katmanı bol bir yaratım; bir başka kendiliğe çıkan veya onu yaratan. Harf harf, çaprazlamasına, boş sayfayı doldurmacasına. Yukarıdan aşağıya. Boşluklar, pasajlar, harflerin bir araya gelerek oluşturduğu anlam parçaları, anlam parçalarından doğan anlamlar ve hakkında pek bir şey söylemeye cüret edemediğim ustanın söylediği gibi, bazı anlamlara gelmeyen kelimeler, bazı anlamların temelini oluşturamayan harfler... Üstteki yıkımı hatırlayın; yumurtayla başlayan zincirin ucunda yıkılan koca bir şehir. Sayfada da aynısını görmek mümkün. Borges anılır, Alef'in tüm dünyayı göstermesi alfabedir, böyle buyurur Perec. Dipnota gönderir, o da bir mekân yaratır, sayfanın altında. Marjda yazar, aynı. Yazarlar sayısız mekân yaratırlar, herkes bir yerlerde bir şeylerle uğraşırken onların uğraşı mekândır. Ferahından.

Yatak: Sayfanın kullanımını yatağın kullanımına benzetir Perec; yukarıdan aşağıya, dikdörtgen. 

Yatak bir insanın en kişisel eşyası, icra memurlarının el koyma hakkının olmadığı. Yatağını sever Perec, onda insanın bilinçaltından doğan pınarını görür. Bir de yatak başlığına koyduğu eşyaların sayımını yapar, eşyalar insanın ayaklarını yere sağlam bastırır, konumunu bildirir. Perec sayıp dökerek bir boşluğu doldurduğunu bilir.

Oda: Tanrısal bir belleğe sahip olduğunu düşünür Perec, uyuduğu her yeri hatırlamaktadır, savaşın sonlarında kaldığı ortaokul yatakhanesinin detayları hariç. 1954'te kaldığı bir odanın ayrıntılarını verir, en incesine kadar. "Odanın mekânının dirilmesiyle, en silik, en ehemmiyetsiz hatıralar birdenbire en önemli hatıralar olup çıkar, hayat bulur, anımsanırlar." (s. 41) Zihnin köşelerini oluşturmayı başarabildiysek, bir odayı, birçok odayı köşeli boşluklara yerleştirip her şeyiyle hatırlayabiliriz. Bir daha hiç görmeyeceğim bir odayı hatırlıyorum, anılarımın biçimini aldı: Beyaz bir kapı. Eşiğin az önünde açık pembe bir halı. Solda üç çekmeceli bir komodin, tepesinde lamba. Yanında yatak, üzerinde beyaz ve süslü bir örtü, daha da üzerinde iki yastık, aynı örtünün kılıflarına geçirilmiş. Yanında ilk komodinin eşi, üzerinde Pascal'ın Düşünceler'i duruyor. Sağda bir komodin daha, üzerinde eşyalar. Yanında gardırop. Tam karşıda bir pencere, çatıların üzerinde çatılar. Martılar. Duvarlarda bir iki leke. Elimi uzatıp kitabı açıyorum, kaldığım yeri hatırlıyorum. Bunların şu an gerçekleştiğini biliyorum, elim harflerin üzerinde dolanmıyor. Aynı anda biliyorum ki okuduğum bu kitabı bu evde bitiremeyeceğim, otuz yıldır aynı odada bir şeyler yazıyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum, sayısız parçamdan biri bu iki yerden birinde kaldı ama hangi parça, nerede, bilemiyorum. Başkaca, son olarak çok sevdiğim birinin evinde kaldı, büyükçesi. Sahile yakın bir evde, L kanepenin uzun çizgisinde. Sanırım bir yerlerde bıraktığım parçalarımı toplayamayacak kadar dağıldım. 

Bunu başarmaya çalışan birini, Proust'u anımsıyor Perec ve uyuduğu yerlerin listesini bu derleyiciden etkilenerek çıkartıyor. Ve evet saygıdeğer Perec, odadaki herhangi bir nesnenin değişmesi odayı baştan aşağı değiştirir, başka bir odaya yol açar. Tıpkı kozmosu büyüttüğünüz ölçüde çağrışımlarınızın ve şeylerin başka birçok şeye yol açması gibi, en küçük parçanın en küçük bir değişimi mekânı bilinmeyene sürükleyecek kadar kudretli ve canlı.

Daire: Uluslararası havaalanında yaşanacağına dair bir teori geliştiren bir arkadaş, sosyal ve kişisel ihtiyaçların böyle bir mekânda karşılanabileceğini söylemiş. "Bir mahalle simulakrası" diyor Perec, Baudrillard'ı arada derede anarak simülasyon üzerine kafa yorduğunu da belirteyim. Neyse, bu konudan bir komedi senaryosu çıkabileceğini düşünüyor. The Terminal'ı yaratan insanlar Perec'ten yola çıkmış olabilirler mi? Bir daireyi, evi oluşturan dikdörtgen hücreler özel işlevlerle donanırlar ve kimliklerini değiştirmek zor olsa da imkânsız değildir; salonu tuvalete çevirebiliriz, mutfağın yerine oturma odası kondurabiliriz ama bu karar bizim yerimize çoktan verilmiştir, evin bölümleri belirlidir, Gündüz Vassaf bunu iktidarın evlerimizdeki uzantısı olarak görüyordu, insanın yaşaması için gereken alanlar çoktan belirlenmiş, bu alanlar belli bir daire tipi oluşturarak modülerliğin mümkün olmadığı bir yaşam bölgesi yaratmıştır. Perec bu yaşam bölgelerindeki günlük hareketlerin dökümünü yapar, üç kişilik bir ailenin saatlere göre odalara girip çıkması tamamen işlevlerle açıklanabilir, öngörülebilir davranışlarımızın izi odalar üzerinden kolaylıkla bulunabilir. 

Daireler çeşitli biçimlerde düzenlenerek olasılıklar tartılıyor, duyulara göre daireler. "Tatalıryum, duyaryum, koklaryum" şeklinde biçimlenmiş daire. Haftanın günlerine göre düzenlenmiş yedi odalı daire, her güne bir oda. Tamamen yararlı, insanın kullanabileceği bir sistem. Bunun tersini, yararsızlığı düşünen Perec duvara çarpıyor, dilin kendisinde bile böylesi bir hiçliğin yaratılamayacağını söylüyor. Hiçliğe düşünceyle varmak mümkün değil. Bana göre hiçlik, herhangi bir şey düşünürken düşünmediklerimizdir. Karşılığı boşluk değildir, orada olmayan değildir, karanlık değildir, sözcüğe gelmeyecek bir şeydir. Bir mekâna yerleşmek konusunda Perec'in söyleyeceği çok şey vardır, var oluşun çok eylemli yapısı hep aynı oluşu doldurur, sürdürür ama bu hiçlik için mümkün değildir, hiçlik boşalacak bir şey değildir çünkü. 

Duvarlar geçti, kapılar geçti, Apartman'la bitireceğim. Yaşam Kullanma Kılavuzu'nun ilk adımlarını burada görürüz, Perec bu muazzam eserine başlayacağının müjdesini verir ve amacını anlatır, esinlendiği kaynakları anlatır. Tekrar okuyasım geldi, şapşal zamanlarımda okumuştum.

Yapılması gerekenler bölümünde komşuları ziyarete gidip duvarlara ve nesnelere bakılması gerektiği söyleniyor, amaçlarını bilmeliyiz. İkinci katta oturuyorsak dördüncü kata çıkmalıyız mesela. Bunu ben bir ara yaptım, sadece o katta koridorun yemyeşil bitkilerle dolu olduğunu görmüştüm. Tepeden, çatının cam bölümünden ışık geliyordu ve gizli bir bahçeye çıkmıştım. Apartman keşiflere açık, bence bodruma da bir inilmeli. Ben geçenlerde indim, her dairenin kömürlüğü varmış. Bizimkinde babamın daktilosunu buldum ama o kadar kötü durumdaydı ki olduğu gibi bıraktım. Bir şeyi parçası olduğu bir yerden ayıramadım, yanlışlık duygusu geliyor. Geliyor bu; olmamanız gereken bir yerde olduğunuzda geliyor, orada olmaması gereken bir şey varsa geliyor veya orada olmaması gereken bir "ora" varsa.

Sokaklar, mahalle, şehir, sayfiye, dünya, galaksi, evren... Cem İleri'nin incelemesine değinecektim ama o apayrı bir konu, cesaret edemedim. Şunu diyeyim, Perec'i etraflıca ele alan şahane bir yazı olmuş, yüz sayfaya yakın. 

Perec hep bir başka olasılığın varlığını duyumsatıyor bana; kendi ürettiğimize bağlı başkalarının da üreyebileceğini, düşlemin mekânı nasıl değiştirebileceğini, duvarların varlığını ve yokluğunu, belli alanların sert çizgilerinin zihni de ketleyebileceğini, çok şeyi. Ayaklarım biraz yerden kesildi sanırım, Zen'de olduğu gibi.

22 Ocak 2018 Pazartesi

Georges Perec - Olağan-İçi & Gündelik Hayatın Envanteri

Dizi editörü Serdar Giritli'nin giriş yazısı iyi olmuş. Perec üslupçu değil, belli şemalarla -yeterince okuduğumuz yazarlarda alışkın olduğumuz en belirli şey, belki- kurduğu bir anlatı yok, o her şeyin her şey tarafından anlatıcısı. Mesela bir pencereyi ele alalım. Perec bir pencere gibi düşünebilir. Kendisinin kütüphaneciliği var, bir kütüphanedeki arşivleme sistemi gibi düşünebilir, arşivlenmeye gelmeyecek kitaplar gibi düşünebilir. Perec'in görüşünü düşünüyorum, sokakta. Keskin nesneler. Yanından geçip giden araçların plakalarını bir dakikalığına aklında tutabilir, o sırada uçan bir karganın gagasından düşen cevize doğru atılan bir diğer kargayı görüp köşesinden fırlayarak saldırıya geçen kara kediyi izleyebilir, aynı zamanda kirpiğine düşen yağmur damlasının tarihini çıkartarak on su dönüşümü öncesine giderek farklı coğrafyalarda gezinebilir, bir saniye içinde. Böyle bir deli berraklığı mı diyeyim, sonsuz farkındalık mı diyeyim, bilemedim, Perec'te ondan var. Dolayısıyla üslupçu olması doğasına aykırı bir şey. Giritli, Perec'ten alıntılamış: "Yazma arzusu, kendi ayak izlerinin üzerine hiçbir zaman geri dönmeme düşüncesiyle ilişkilenir." (s. v) Kendi ayak izlerinin üzerine hiçbir zaman dönmemek, her şeyin parlaklığını gören biri için kolay. Perec, anlaşılması zor dünyayı biraz olsun anlaşılabilir kılmak için gördüklerini metinleştiriyor. İddia edildiği gibi bir yazı üretme makinesi değil, son derece insancıl bir abimiz.

Perec kendi algısının mikro tarihçisi olarak görülebilir. Bu kitaptaki metinlerinde aslında görülmeyen, belki önemsenmeyen ayrıntıların yaşamın büyük bir bölümünü oluşturduğunu gösteriyor. Her gün yinelenenler, her gün yerinde bulduğumuz sokaklar, dükkanlar, eşyalar, insanlar rutinin içinde kaybolup gidiyor, oysa bir parçamız onlardan oluşuyor. "Trenler ancak raylarından çıktıklarında var oluyor; uçaklar yalnız kaçırıldıklarında değer kazanıyor; arabaların tek kaderi çınar ağaçlarına çarpmalarıdır: yılda elli iki hafta sonu, elli iki bilanço: bunca ölü ve eğer rakamlar artmaya devam ederse, ne âlâ haber!" (s. 1) Facialarla var olduklarını bildiklerimiz, medyanın varlıklarından haberdar ettikleri, hepsinin bir dökümü yapılmalı ve dünya sadece bunlardan ibaret olmamalı, bunların arkasındaki sebepleri de bilmeliyiz. Perec, grizu patlamasından çok madenlerdeki insan emeğine dikkat çekiyor, asıl rezalet/hayat bu noktada. "Arka plandaki uğultu" diyor Perec, bileşenlerini belirleyip sorgulamamız, çözümlememiz ve sonuçta kendimizi konumlandırmamız, hatta bulmamız gerekiyor. Mekânımız, bedenimiz, hayatımız hayatın kendisiyle ölçülüp biçilir, kimliğimizi böyle oluştururuz. Yoksa sürekli bir uğultuyla, bilmeden, bilmeyi akla bile getiremeden yaşarız.

Perec'in metinleri için bir formül de var, formül değil de bakışını anlatan bir bölüm. Yaşam Kullanma Kılavuzu'ndan Kayboluş'una pek çok yerde karşımıza çıkan şeyler.

"Sokağınızı tarif edin. Bir başka sokağı tarif edin. Karşılaştırın.
Cebinizdekilerin, çantanızdakilerin dökümünü yapın. İçinden çıkardığınız her bir nesnenin kökeni, kullanılışı ve geleceği hakkında kendinize sorular sorun. 
Kahve kaşıklarınızı soruşturun.
Duvar kâğıdınızın altında ne var?
Bir telefon numarasını çevirmek için kaç el hareketi gerekir? Neden?" (s. 3)

Neden gerçekten; hiç merak edip hayalini kurmadığımız, bir olguya dönüşmedikçe varlığından haberdar olmadığımız için mi?

Vilin Sokağı: Paris semti tüketildi, sokağı tüketeceğiz bu kez. Sokak boyunca sıralanmış dükkanlar, saat öğleden sonra dört. Saatin dükkanlar üzerinde biçimleyici bir etkisinin olmasını boşa bekledim, her şey olduğu gibi. Perec sayıp döker; binalar, kaldırımlar, isimler, numaralar, kasaplar, manavlar, bakkallar, kırtasiyeciler, kasaplar... Şuna benzettim biraz, filmi ve yönetmenin diğer filmlerini izlemenizi tavsiye ederim:


Duvarların yerine binalar. Hepsinin dökümü. Tabelalarda uyarılar, isimler, duvar yazıları. Az insan. Boş arazide çubuktan kılıçlarla düello yapan iki çocuk. Araplar ve Yahudiler arasındaki olaylar, metruk evler, kan damlaları. Yıllar geçtikçe değişen meskenler, anlatıcının şaşkınlık sözcükleri. Burukluk: "36'dan bir kadın çıkıyor: orada 36 senedir yaşıyor, sadece üç ay için gelmişti." (s. 12)

Samimi Yanlarıyla İki Yüz Kırk Üç Kartpostal: Calvino'ya ithaf edilmiş. İki yüz kırk üç kısa yazıdan ibarettir, işbu öykü. Çeşitli tatil beldelerinden gönderilen kartlar, yenen onca yemek, edinilen dostlar, bronzlaşma, bir sürü iş. Özlenen, aranan, düşünülen kişiler. Belki bir tanedir.

Sonraki iki öykü kurmacaya ilişen mekânlarla ilgili.

Çepeçevre Beaubourg: Sokağın köşesinden çıkıp gelen akrobatlar renklerini akıttılar. Sirk topluluğu mekânı daha farklı görmemize yol açtı, iyi oldu. Çevre, Paris'in en eski mahallelerinden biri ve geçmişten de bir tortu taşıyor, sokakların hikâyelerini sıralamak uygun olurdu ama yetmezdi, geleneksel tarzda bir yapılaşmanın kuşattığı semtin az ilerisinde modern bir dünya var, oradan geçen bir gezgin hızla değişen dünyada kaybolduğunu kolaylıkla hisseder.

Londra'da Gezintiler: Mekânları taşıyan sözcüklerin, dillerin bir karşılaştırılması denebilir. Anlatıcı, defalarca Londra'ya gitmiştir ve uçağın kalktıktan kısa bir süre sonra inişe geçmesiyle görülen bloklar halindeki yerleşim yerlerini görünce sözcüklerin taşıdığı anlamları düşünür, sokak, cadde, mahalle gibi anlamlar taşıyan sözcükleri karşılaştırır. Fransızca, mekân isimleri olarak daha fakirdir, İngilizce daha zengin.

Stendhal, Londra'nın sokaklarda gezinmek için en uygun şehir olduğunu söyler, şehirlerin şehridir Londra. Anlatıcı, şehrin tamamının gezilmesi için birkaç günün yetmeyeceğini söyler, metro bile başlı başına bir keşif alanıdır. Şehrin kendini doğuran gizemleri gezginleri bağlar. Londra bir örümcek ağıdır.

Kalan üç öyküden ikisini kısaca anlatayım. Birinde anlatıcının bir sene boyunca yiyip içtiği her şey var. Diğeri, anlatıcının masasının üzerindeki nesnelerden ibaret. Her şey sayılıp döküldükten sonra bahsedilmemiş tek bir nesne kalır, yazılı bir kağıt. Kağıtta okunan metin yer almaktadır ve metin kendini tekrarlar, ikinci defa. Küçük farklarla; yanan sigaranın külü biraz daha birikmiştir, sözcük sayısı artmıştır, yazım esnasında gerçekleşen her şey yazma eyleminden sonra bütün farklarıyla oradadır.

Böyle, bir Perec şaheseri. Bu da ne doğru şarkı.

27 Aralık 2017 Çarşamba

Georges Perec - Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi

Bakın, bu kesin Oulipo'nun yüz ikinci -falan- toplantısının ürünüdür, bilmiyorum, bir semtin tüketilmekten haberdar olabileceğini düşünüp bütün arabalarını, insanlarını, yollarını, pılıyı pırtıyı toplayıp kaçabileceğini düşünüyorum, bilmiyorum, bembeyaz bir boşlukta, bankta tek başına oturan Perec'in tüketilecek bir şey bulamayınca sırf kendini yazdığını düşünüp ortadan kaybolmasını hayal ediyorum, bunu hiç bilmiyorum. Ben kendi semtimi tüketmeye çalıştığım zaman otuz yılın buna yetmeyeceğini anladım, insanların haddi hesabı yoktu ve yeni binalar için yeni çimentolar dökülünce semtin dönüştüğü şey, işleri iyice karıştırdı. Perec üç günde tüketmeye çalışıyor, ben tüketemem. Perec kendisini pek az gösteriyor, ben sözcüklerden bağımsız değilim, her sözcükte kendimi gösteririm. "Araba" diyorum, misal, o araba sözcüğünün içinde benim arabam var, sizin değil, okura bir şey vermiyorum, sadece kendime yazdığımı söyleyip kendimi kandırıyorum, bu - ---> - dahil bunlara inanmayın. Perec bir oyunculdu ve acısını uzaklara kovalıyordu, ben acının ağzına oyuncak trenimle vuruyorum. Ben okurum, Perec yazar. Yazdıkça tüketir sanırım. Coupland hikâyelerimizi anlatmadıkça onlardan kurtulamayacağımızı söylüyordu. Bütün acılarımı hikâyeleştirsem onlardan kurtulabilir miyim? Keşke.

Saint-Sulpice meydanındakiler. Polis karakolu, otobüs durağı, büfe, kaldırım taşları, güvercinler ve pislikleri. Perec bunların çoğunun kaydedildiğini söyler; fotoğrafları çekilmiştir, betimlenmiştir, liste halinde sıralanmıştır, çeşitli kazıma biçimleri. Zamanın deviniminde neler olur, Perec bunu merak ediyor ve her şey dururken, bir tek bulutlar, insanlar ve araçlar hareket ederken neler olduğunu, neler yaşandığını anlatıyor. 18 Ekim 1974, sabah saatleri, gökyüzü bir halde, tam olarak görülen şeylerin listesi hazırlanıyor bir. Tabelalar, reklamlar, otobüslerin seyir rotaları, giden otobüse bakarken çeşmeden su fışkırıp fışkırmadığı. Evsizler, evler. Birbirini tutturamayanlar. Gözlemleyen ve gözlemleyeni gözlemleyen: Otobüslerden birinde Japon bir turist, anlatıcının fotoğrafını çekiyor. Hayal ediyorum, bembeyaz bir boşlukta, bir bankta oturuyor Perec -değil, anlatıcı- ve turiste bakıyor. Turist de kendine bakıyor, gördüğü beyaz bir boşluk. Sakinlik diyor, ara diyor anlatıcı. Öğle vakti bu kez. Yer değiştirme, eşya taşıma ve benzeri birçok biçim, araçlarla, bisikletlerle, çantalarla ve poşetlerle sıralandı. Meydanın meşhurluğu, kafenin doluluğunu söylememekten alıkoyuyor. Kafe mühim, açık hava kafelerinden biri, gözlemleyenden kurtulamaz, kendini tekrarlayabilir ve tekrar belirebilir. Bilinmez, biz sadece görenin gözüyüz. Saatler ilerliyor, gelip geçenler. Kadınlar, erkekler, lezbiyenler kesin, çeşitli geçişler, çeşitli akışlar, bitmeyeninden. Saat üçü geçiyor, sigarasını yüzük parmağıyla orta parmağı arasına sıkıştırmış bir adam anlatıcının ilgisini çekiyor, anlatıcı sigarayı bir tek kendisinin öyle tuttuğunu düşünürmüş. Artık öyle düşünmüyor, deliye benzeyen adamı gördü. Deliye benzediğini neden söyledi? Bunu düşünüyorum. Bakın, bir de dükkanın birinden çıkan polis memurunun ne aldığını bilmemesiyle, anlatıcının, yani bu nasıl bir işkence? Sigara mı? Tükenmez kalem mi? Bu şekilde sayıyor bir de. Ama bilemez, metnin amacı bilmek değil, anlatmaktır. Okurun normalliğine tekrar bürünelim ve tasmamızı tekrar takalım.

Otobüsleri saymak, zamanı bölümlemeye yaradığı için saymaktır.

Gün ışığı yer değiştirir, araçlar yer değiştirmez. O da olsaydı anlatım biçimi değişirdi.

19 Ekim 1974. Hafif yağmur, kornalar, giderilmeyen merak, anıların sadece adları, kendileri değil. Parçalar bir de, anlatıcı parçalardan bahseder. Resim tek bir parçadır ama ince çizgiler dikkatli bakılırsa görülebilir, birbirine ekli, sıkı parçalar. Otobüsler yine. Zaman da. Biri diğerini parçalar, parçalardan tek bir resim oluşur. Görünün yanında saatin üç olduğunun duyulması, işitmeye dayalı parçaların varlığını da bildirir.

Son günü anlatmıyorum, kalsın.

Klipteki gibi her şey.

19 Aralık 2017 Salı

Georges Perec - Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi

Bernard Magné güzel bir sondeyiş yazmış, buradan giriyorum çünkü mevzunun ne olduğu bilinmeli.

İkinci tekil şahıs anlatımıyla yazılan bu metne bir saygı duruşu, Magné ilk paragraf aynı biçimde yazmış. İyice düşünüp taşınması, cesaretini toplaması ne kadar sürdü bilemiyorum ama Perec'in zorlanmayacağı kadar zorlanmıştır, neyse, 1968'de yazılan bu metnin bir Oulipo toplantısı sonrasında ortaya çıktığını söylüyor. Perec hesap uzmanı bir dostundan istediği şema üzerinde çalışıyor, şemayı anlatıya dönüştürecek. Queneau ve diğer katılımcılar "ağaç" gibi dallanan bir anlatı tasarlamaya çalışıyorlar, Queneau son dalın ucuna kadar gidiyor ama Perec'in daha büyük bir planı var; bütün uçların birbirine eklenmesiyle oluşacak bir hiperağaç. Olası bütün olaylar birbirini biçimleyerek sıralanacak, tekrarlar her seferinde farklı bir anlatıya yol açacak, kendilerinden yola çıkarak kendilerine dönüş, farklı bir kimlikle. Magné bunu "parodik bir şemayı tüketme girişimi" olarak görür, tıpkı bir Paris semtini tüketme girişimi gibi. Perec, Perriaud'ya yazdığı mektupta "okunması kesinlikle mümkün olmayan bir metne ulaşmak" için çabaladığını söylüyor. Edebiyatın sınırlarının zorlanması çoğu okuru kaçırır ve sadece en ucu görmek isteyenleri çeker, en cesurları. Sınır ihlali gerçekleştiği an okur ortadan kalkar, metin kendi kendini üretir ve okuru kaybettiği yerde doğar. E'siz bir romanın niyeti daha farklı olsa da bu zorlayış ortadadır, Perec'in bazı metinlerinde hiç yoktur mesela, Perec Bey ne yapmak istiyor? Kurmacanın ötesinde ne olduğunu arıyor sanırım, gerçeği yani.

Solda görmüş olduğunuz şema, bir ücret artışı talebinin aşamalarını içermektedir. Servis şefine ulaşana kadar arada birçok aşama vardır, mesela meslektaş hanımla konuşmalara göre biçimlenenler, konuşmalardan sonra sekretere ulaşılınca biçimlenenler, sonrasında mr x'e ulaşılınca biçimlenenler, önceki günün yenen yiyeceklerin yaratacağı potansiyel rahatsızlıklara, yaratmayacağı mutluluğa, havanın bozuk olup olmamasına göre biçimlenenler vardır ki bu sonuncuyu uydurdum ama olabilirmiş, bazı insanlar hava kapalı olunca mutsuz olurlar ve istenen hiçbir şeyi vermeyecek hale gelirler, bunlar havayı umursamaz hale gelip hiçbir şey vermeyecek hale de gelebilirler, kendilerine dönük bir yaşam sürdürebilirler, öncelikleri ne hale gelir, kimse bilmez, kimseye bir şey anlatmazlar ve bunu neden yaparlar, bunu da kimse bilmez, belki önceki gün bir şey yitirmişlerdir veya birini görmüşlerdir, tanıdık biri, gördükleri kişinin saati bozulmuştur ve kişi suratını asmaktadır, bu surat asıklığı yüzünden mutsuz olurlar, o kişinin her zaman mutlu olmasını isterler ama böyle bir şey mümkün değildir, bazen her şeyin olduğu gibi olması gerekir ama bunun farkında değildirler, o zaman neydirler? Bir sürü, sayıya gelmeyecek olasılık.

İyice düşünüp taşındıktan ve cesareti iyice topladıktan sonra karar verdiniz, zam isteyeceksiniz ama bu iyice düşünüp taşınmanın ve cesareti toplamanın bile ayrı, upuzun bir metin olarak karşımıza çıkması olasıdır, günün birinde, belki biri yazacaktır da iki metni birleştirecektir, Perec çoktan öldüğüne göre bu mirası birinin omuzlaması gerekmektedir, bunun öyküsü yazılabilir ama konu öykünün tek kurşunuyla yaralanmayacaktır bile. Buna koca koca fikirler de tıkıştırılamaz, hiç kimse hiçbir şeyden o kadar emin olamaz, olduğu yerde alayla anılacak, kuyruğuna teneke bağlanıp kıçına tekme atılacaktır. Günümüzde kimse Tolstoy gibi yazmamalıdır, yazanlar vardır, onlar da bir anlatı geleneğini günümüze uyarlamaktan fazlasını yapmazlar, yaparlar ama büyük düşünceler yetmiş yıl önce bir iki nükleer bombayla, daha da önemlisi minicik devrelerle paramparça edilmiştir, artık kırıntılarla beslenmemiz gerekmektedir, kırıntılar için ücret artışı talebinde bulunmamız gerekmektedir. Bulunmanız.

Perec herhangi bir noktalama işareti kullanmaz ve bir anı dallara ayırır, aslında karar anında beliren olasılıkların dökümüdür ve söylediğim gibi besinlerden, Ionesco'dan ve daha pek çok şeyden etkilenilir, zam istemenin içine amma da çok şey sığmaktadır öyle, örneğin konuşulan saat ve saatin çalması ve Vonnegut'un anlattığı bir fıkradaki guguk kuşu pisliği temizleyiciliği gibi işler bunlardan bazılarıdır, aslında bu temizleyicilik iyi para getirir gibi gözükse de birkaç kuruş fazla kazanmanın derdi her zaman aklın bir köşesindedir, servis şefine bu köşelerden bahsedilmez de torunlardan bahsedilir, birinin tedaviye ihtiyacı vardır veya yeni bir ayakkabıya, yahut bir şeye işte, her neyse, onun için zam istenmektedir. Zam değil, ücret artışı istenmektedir, Zam sözcüğündeki a'nın tınlaması oldukça kabadır, korkutucudur, asla gerçekleşmeyecek bir vaattir. Gerçekleşmeyecek bir vaat neden ısrarla izlenir? Gerçekleşeceği söylendiği için. Söze değil, söyleyene bakılmasının gerekliliği boşuna değildir, sözün değerini belirleyen budur ama bir hatadır, yapılır, insan neye inanmak isterse ona inanır ve söyleyenin boşa çıkardığı güven itinayla buruşturulur, çöpe atılır. Olur böyle şeyler, yaşamın içinde bunlar da var denir ve yaşamın içi dışına çıkarılır, temizinden bir denizaltının içine konur ve denizaltı uzaya yollanırsa her şeyi baştan başlatacak bir saat tiklemeye ve dahi taklamaya başlar. Böylesi hiç görülmemiştir ama bir kez yapıldığını şahsen bir arkadaşımda, servis şefinde belki, gördüm, iyi bir teşebbüstü. Tekrarlanacak olması kötü.

Perhizler, balıklar, vahşi kapitalizm ve insan. Oyunlarda ve rüyalarda buluşurlar. Ben bu metni tekinsiz bir rüya olarak gördüm, uyanınca elimin boğazıma sarıldığını fark ettim. Bir ihtimal, hastalığımdan doğan öksürüğümü durdurabilirdi ama başka ihtimaller arasında ne önemi vardı ki, ölüm sadece bir tanesi.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Georges Perec - Şeyler

Bu çok ciddi bir kitap.

Birazcık Thoreau bilselerdi Kit ve Port ne yapardı, Jérôme ve Sylvie ne ederdi, merak ediyor insan. İnsanın çölü kurumaya mahkum. Nesnelere bağımlı insan kendini bulamamaya mahkum. Birazcık basitlik mi lazım, neydir bunlar? Bunları alacaksın, doğaya salacaksın. Yaşam mücadelesinde bütün kirlerinden paslarından arınacaklar. Mis gibi insan olacaklar. Yoksa daha çok roman olur böyle. İnsan arıyor da neyi arıyor, kalabalıklar içinde -nesneler dahil- yaşamayı mı, huzuru mu, neyi?

"Sonuç kadar araç da gerçeğin bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının kendisinin de gerçek olması gerekir; gerçek araştırma, açık kolları sonuçta birleşen, ortaya serilmiş gerçektir." (s. 105)

Marx'ın sözleri. Burada ortaya serilmiş bir gerçek yoktur, varsa da görülmez. Aracın çekiciliğinden bir an olsun kurtulamazlar. Aynı şeyi deneyip farklı sonuç bekleyenlere aptal derler, ki bence bunlara yenilmek isteyen veya zamanın işleyişine güvenen adamlar dense yeri, burada farklı yollarla aynı yere çıkan gençler var. Bunlara yanlış yere bakan insanlar deriz, geçeriz. Asıl bakılması gereken yerde ilgi çekici bir şey yoksa demek... Olur mu lan, insana kendinden daha büyük bir gizem var mı? Neyse.

Öğrenci çiftimiz çok güzel bir ev hayal eder, hayatlarına bu evle giriş yaparız. İşte altından keçi götü. Estetik değer taşıyacak olanından. Sonra Arap işi gümüş semaver, ne bileyim, duvarda asılı bir enstrüman. Etnik. Bir iki müzik yapma teşebbüsü dışında ele alınmayacak olanından. Sonra kitaplarla dolu odalar. Rahat zamanlar. Bol yiyecek. Keyfi çıkarılacak kocaman bir ev. Bombastik eşyalarla dolu. İki harika insanı da barındıracak, onlar ki parasızlıktan ölesiye korkarlar ve geçici işlerde çalışıp bellerini bir türlü doğrultamazlar. Kavga etmezler hiç, olanakları ve arzuları öylesine yeterlidir ki birbirlerinden başka hiçbir şey beklemezler. Zaten bazı bazı tek bir karakterden bahsedildiğini düşünür okur. Kişilikleri birbirinin içinde eriyip gitmiştir.

Hayallerinin evinde olmasa bile başlarda mutlu oldukları bir odada yaşıyorlardı. Küçük bir oda, kendi gibi küçük bir bahçeye bakıyor. Bu olmasa insanlar o bahçeye bakamaz. Şeylerin durumu önemli, unutmayın istiyorum. Şeyler yaşar. Bu ikisini yaşatan da şeylerdir, nasıl yaşayacaklarını söyleyen.

Ne olmuş, kazandıkları para pek az olunca birkaç aydan sonra oda onlara zindan gibi gelmeye başlamış, sağda solda çöpler, bulaşıklar birikmiş. İsteklerinin çokluğu zihinsel bir felce yol açmış, hiçbir şey yapamaz hale gelmişler. Bozuk bir priz üç yıl öyle kalmış falan. Para bekliyorlardı, böylece istediklerini alıp yaşamaya başlayacaklardı. Tutkularının ertelenmesi onları korkutsa da bir gün elbet onlar da yaşayacaktı. Konuyla ilgili bir şey yapmamaları hususunda üç satır üste bakınız. Duyguları ölmüştür aslında, öyle bir meta yağmuruna tutulurlar ki mutluluk gibi bize çok lazım bir duygu satın alınabilecek hale gelir. Bir ürün, sadece 9.90'a. Paranız yoksa mutlu olamazsınız.

İş. Anketörlük yaparlar. Sorulacak bir sürü soru, bir sürü eşya, bir sürü restoran... İşleri de şey çöplüğüdür. İnsana dair hiçbir şey onlara yabancı gelmez bir süre sonra, nasıl mutlu olacaklarından iyice emin olurlar ve bit pazarını keşfederler. Eyvah. Ivır zıvır elde etmenin en kolay yolu. Arkadaş çevresi de onlara uygundur. Tencereler, kapaklar.

"'Yeni insanlar'dı onlar; henüz her yana diş geçirmemiş genç kadrolar, başarı yolunun yarısına gelmiş teknokratlardı. Hemen hemen hepsi burjuva kökenliydi ve değerleri -diye düşünüyorlardı- yetmiyordu artık onlara; büyük burjuvaların açıkça görülen konforuna, lüksüne, kusursuzluğuna, kıskançlıkla, umutsuzlukla dikmişlerdi gözlerini. Oysa onların ne geçmişi vardı ne de geleneği. (...) Öyleyse çağlarının insanlarıydılar. Hallerinden memnundular. Tümüyle de kandırılmış sayılmayacaklarını söylüyorlardı. Mesafelerini korumasını biliyorlardı. Rahattılar ya da en azından öyle olmaya çalışıyorlardı. Mizah duyguları vardı. Aptal olmaktan çok uzaktılar." (s. 38)

Eh: "Yeryüzünün en adi, en berbat durumundaydılar. Gelgelelim, durumun adi ve berbat olduğunu bilmelerinin bir faydası yoktu, öyleydiler işte: Epeydir, 'çalışmayla özgürlük arasındaki zıtlık artık güçlü bir kavram oluşturmuyor,' diyorlardı; ama yine de onları en başta belirleyen buydu." (s. 49)

Tunus'a giderler sonra, yeni bir başlangıç. Öğretmen olarak çalışırlar, erkek olanı okullar arasındaki mesafeden dolayı işi bırakır. Tam bir yalnızlık içindedirler, konuşacak kimse yoktur, satın alınacak hiçbir şey yoktur, vardır da zenginlik belirtisi olmadığı için hiçbir şey almazlar, yaşadıkları kent çok küçüktür falan. "Kendi çoraklıklarının dünyası" der Perec. Bu mevzuyu Bauman'ın sürüye uy(a)mayan insanları postalama fikri üzerinden de düşünüyorum. Her ne kadar tüketim toplumuna ayak uydurmaya çalışıyor olsalar da kıyısından köşesinden bir şeyleri tutturamamış olmaları, başka bir dünyanın problemi haline getiriliyor. Hem yarı-sömürgelerde kültürel bir araç haline gelmeleri, hem de toplumdan ayrıştırılmaları devletin işine gelirken bireyleri onulmaz dertlere salıyor. Tunus beni.

Böyle de pis bir şey, parasızlık çekenlerin okumasını tavsiye etmem. Ederim. Edinin.

8 Nisan 2015 Çarşamba

Georges Perec - Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?

Perec okumayalı pek çok zaman geçti, şimdi yine Perec'teyiz.

"O zaman bak da bul zatımın kitaplarını. Külli tamamı olmasa da çoğu, lisanına aktarılmıştır. Fransızcan yok, otur ağla."

Teşekkürler, uyumaya devam et sen. Uyuyan insandan zarar gelmeyeceği, uyuyan insanın en erdemli insan olduğu Gecekuşu Kornelius'ta var, onu da yazarız bugün yarın dün. Perec, sen oyuncusun. Edebiyat ciddi iştir. Birtakım büyük büyük adamların sözleriyle, beğenileriyle biçimlenir.

"Ben ki otuz yıllık şiir birikimimle bok sıçıyorum. Sıçtığım bok sizinkinden daha değerlidir, üstelik ağzımdan çıkartıyorum."

"Romanlarımda insanın rûziyal eklektizmini yansıtıyorum. Seksen yıldır roman okuyorum, katılmadığım jüri yok. Biliyorum ulan ben bu işleri."

Perec, seni nereye koyayım? Bu adamların arasında bir yere koyamam. Kal öyle iyisi mi.

Şunu da atayım buraya: Perec'in Birtakım Mülahazatı

O gidonları kromajlı pırpır neyin nesi, kimin fesi, ney? Sahibi Henri Pollak'ı çavuşluktan insanlığa getirip götüren bir alet. Pollak gündüzleri askeriyede çavuş, askerliğin son derece gerekli vazifelerini yerine getirip akşamları Montparnasse'a, arkadaşlarının, sevgilisinin, kitaplarının yanına uçuruyor. Bu arkadaşlar son derece bilgili, görgülü, efendi tiplerdir. Akılları çalışan kimselerdir. Ne yöne çalıştığını sormayın.

Bir de herkes gibi bir adam vardır, arkadaş grubundan bir Karamanlis. Karamazov. Yaramaz. Ramizov. O Memov. Orası Montparnasse, Fransa. Sokaklar savaş ve Cezaaayir lan. Bu adamın askere gitmesini kim engelleyecek. Ghostbusters!

Bu Karakoncolos'un Cezayir'e yollanması vardır, bayağı savaşın ortasına gidecektir ve sıyrılamaz. O zaman arkadaşları bir el atar mevzuya. Düşünmenin hayatın ta kendisi olduğunu söyleyen Bergson, çocuklara bu ilhamı verdikten sonra yıllardır yattığı mezara geri döner. Olayların bundan sonrası Bergson üzerine değil. O bir parantezde kaldı, metne şöyle bir girip çıktı ve olacaklara şahit oldu. Siz de bir gün bir parantez içinde dahi bulunursanız metinlerden birinde, oradan çıkamayıp olayları izlemek zorunda olduğunuz anlayınız. Çok tuzlu patlamış bombanızdan avuç avuç yiyiniz. Savaşa gitmeyiniz.

İşte kolu mu kırılacakmış Kelaynak'ın neymiş, delirtilecek miymiş, bir doktor varmış arkadaş çevresinde. Bir şey yapılacakmış da denizin öbür tarafına hareket vakti gelmiş. Herkes olduğu gibi kalmış. Katastrof, Kadastro için üzülmüşler ama pek öyle olmamış. Onun için aldıkları çikolataları falan hep yemişler. Sikmişler hikâyeyi, eylemişler viran. Perde yanmış bir kere, siz onca oyunun ortasında kaladurun. Karaburun'a ne olmasıymış derken askerlik, savaş, kimliksiz adamlar, saçma arasında durakalın. Hoşça kalın.

Not: Pırpır yaşıyor! Alegoriyi siz kurun:


Bunu da gece için saklayabilirsiniz:

25 Ocak 2012 Çarşamba

Georges Perec - Yaşam Kullanma Kılavuzu

Uzun zamandır yoktum, çünkü Ferit Vecdi gibi, Muhammed Abduh gibi arkadaşların fikirlerini ezberleyip boş bir kağıda bunları papağan gibi tekrarlayıp değerlendirilmek üzere hocama vermekle meşguldüm. Bir tanesi de kendi araştırması için ödev adı altında iş yaptırdı. Dört ayda şu akademik dünyadan tiksindim. Finaller bitti şimdi. Yardırabilirim.

Bazı kitapların olayı baştan değişiktir arkadaşlar. A Clockwork Orange'a bakıyoruz, ikide bir "kardeşlerim" diyen bir genç, acayip bir dünya. Ne bileyim, mesela Le Comte de Monte-Cristo'ya bak, birkaç sayfadan sonra sıkıysa okuma. Bu tür kitaplar zaten işte edebiyatın en güzelleri. Falan. Olayları pat diye farklı bir yerinden yakalamaları zaten. Yani çok edebi konuşamayacağım, format izin vermiyor. Bok mesela.

Bu noktada götü taşağı yaya yaya, rahat yazan adamları anımsayalım. Halikarnas Balıkçısı. Dümene ayaklarını dayarmış, öyle yazarmış. Ne kadar güzel. Tabii kafasında karakterleri, olayları kurmuştur. Belki de kurmamıştır, bilemiyorum. Mesela deli zengin içerikli saga düşünelim. Dune'u al mesela. Öylesi dolu bir içeriği oluşturan kafayı düşün, harcadığı zamanı düşün. Muazzam bir emek var ortada. Bir de şey, şimdi böyle durumlarda, diyelim ki sen Dune hayranısın, ben de bu mükemmel saga hakkında geveş geveş konuşarak bir şeyler anlatıyorum, karakterleri falan açıklıyorum. İçinden siktir git demiyorsan zaten sen bir şey okuma artık. Aynı şey bende Lovecraft için geçerli. Diyelim ki bunun gibi sikkoş bir sitede adamın teki yazmış ama ne bir araştırma var, ne bir şey var. Sürekli yok şöyle mükemmel, böyle nefis. E siktiri çekiyorum ben tabii. Bu site de rahatça siktir çekebilmeniz için var, tabii ben duymadığım için zerrece küskümde değil.

Liv Tyler'ın memelerini ararken nereye geldik ya. Evet, bazıları rahat yazar, bazıları sayfalarca not çıkarır. Olay örgüsü, karakterlerin biyografisi derken o çalışma notları kendi olur roman. Perec bu roman öncesi hazırlık dönemi açısından çok ilginç bir yazar. Linke gel:


Allah aşkına, taktiklere gel. Benim diyeceğim bir şey yok bu noktada. Romana geçelim.


Bu leş resmi koymak istemezdim ama bendeki 1993 baskısının fotoğrafı yok internette, onun kapağı mükemmel. Neredeyse tamamlanmış, son parçası yerine oturtulmak üzere olan bir yapboz. Ortaya çıkan resimde merdivenler, daireler, insanlar, eşyalar var. Zaten romanın başında yapbozun felsefesi gibi bir şey var. Gestalt diyor Perec, bütüne bakacaksın arkadaşım diyor. Epigraf da konuyla alakalı: "Bak. Bütün gözlerinle bak."

Tüme varacağız, bunun için yapbozun parçalarından başlıyoruz. Her parçada bir merdiven, bir mahzen, bir oda ve sayısız insan var. Bütünün oluşacağı fikrinin oluşturduğu bakış açısıyla kitabı okumak bir yana, bu küçük parçalardaki ayrıntılar insanı deli eder. Merdivende neler var mesela, en ince ayrıntısına kadar listelemiş Perec. Diğer romanlarında da benzer hassasiyete rastlamak mümkün. Bir oda anlatılıyor diyelim, odadaki eşyalar öyle ince anlatılıyor ki kafayı yersin. Her oda, her eşya, her insan. Dairelerin eski sahipleri, binanın inşaatı ve hatta sokağın düzenlenmesi bile romanda var. Bunların hepsini yapbozun küçük bir parçası olarak düşün. Girintiler ve çıkıntılar da olacak parçalarda tabii. İşte bu noktada da karakterlerin başından geçen grotesk -taşaklı kelime jokerimi kullanayım- olaylar, apartmanın oluşumunda bağlantı parçaları olarak yer alıyor. Yani arkadaşım, olay şu: Öykülerin içinde dünya var. Dünya, yapboz tamamlandığında bir apartman suretinde ortaya çıkıyor. Perec'in yaşamının büyük bir bölümünde Paris'te yaşadığı düşünülürse bu apartman da Paris'tir. Diye düşünüyorum ben. Apartmanın bulunduğu sokağı arayanlar falan var:


Bir gün artık hiçbir şey yapmayan genç adamın hikâyesi, 52. bölüm öyküsü, Un homme qui dort/Uyuyan Adam adlı Perec romanındaki paşayı içeriyor. Samimice.

Kitabı 2011 yazında Kadıköy'deki Kelepir'den aldım, 20 TL. 3 Ocak 2012'de okumaya başladım, 24 Ocak 2012'de bitirdim. Kendime güzel bir doğum günü hediyesi vermiş oldum bitirmekle. Not ala ala okunmasını tavsiye ederim, araya finaller girdiği ve eşeklik edip diğer bir kitabı okumaya başladığım için bazı ayrıntıları unuttum, dönüp tekrar incelemem gerekti. Sağlam bir kafayla, araya bok püsür sokmadan okuyunuz. Yayınevi olayına girmeyeceğim bundan sonra, resimlerde mevcut zaten. Sırada Pısırıklar Çağı var. İyi künner.

8 Ocak 2012 Pazar

Georges Perec - Kayboluş

Çevirisiyle alakalı bir dünya tartışma dönmüştü. Çevirmen esere ne kadar müdahil olmalı, olmamalı, çevirmen ne yapmalı falan. Çünkü yanlış hatırlamıyorsam üç bölüm de Cemal Yardımcı yazmış bu kitaba. Hatta birinde romanın kendi akışında bir posta olayı vardı, araya giren bölümde Cemal Yardımcı kendisine de bu postadan geldiğini söylüyordu falan. Garip, lakin olmaz değil. Yarı-yaratıcı diyor kendine çevirmen. Çeviri olayı ayrı bir dert, çünkü romanda hiç "e" harfi yok. Yani içinde "e" olan kelime yok. Tabii Anton Ssliharf kaybolmadan önce de yok o harf garip bir şekilde. Yani olay şu: Anton isimli arkadaşımız bir şekilde kayboluyor, "e" harfini de yanında götürüyor ama kaybolmadığı kısımlarda da kitapta o harf yok. Ya da kayboldu ve kendi bakış açısından görüyoruz kendi hayatını, yani öbür insanlar için yine "e" eksik ama kendi bakış açısı için de mi eksiklik var diyeceğiz? Aslında o harf hiç mi yoktu? O harf hiç yoktu, çünkü İkinci Dünya Savaşı'nda ölen anne ve baba, Perec'in hayatında hiç olmamıştı ve romanda "e"leştikleri için o harf de hiç olmamıştı.

Sonrasında bunun arkadaşları Anton'u aramaya çıkıyorlar ve Perec yine işin içine giriyor. Absurd polisiye havaları, ölenler, kovalamacalar, yan öyküler... Yaşam Kullanma Kılavuzu'ndaki yan öykücüklerin krallarına burada rastlıyoruz, öylesi güzel.

Mükezmez roman. Akçay'dan korsanını almıştım.


Basım Yılı
: 2005 - 320 Sayfa

Georges Perec - Harikalar Odası

Şu kitabı okudum ve Perec'in detay uydurmacılığı konusunda şaşkına düştüm. Onca resim, ressam, sergi... Ne diyeyim.
Hasan Amca var Taksim'de, çaycı gibi bir yer hani. Oranın karşısında Kelepir mevcut, oradan almıştım bunu. Uzun zamandır gitmedim oraya ama birkaç tane duruyordur belki, orada bulunabilir.

Harikalar Odası denen şey, şu resimdeki olay. Yani resim içinde bir dünya resim ama mesela şey de var; bir resim, resmin içindeki bir tuvalde aynı resim, onun içinde de aynı. Böyle böyle sonsuza kadar gidiyor o resim ama o küçülen resimlerde de aynı detayları yansıtmak maharet. Burada da o detaylar var, olmayan resimlerin, ressamların detayları.

Garip, kısa bir kitap. Perec saçması.





Özgün Adı : Un Cabinet D'amateur
| 88 sayfa |
Basım Tarihi : Ocak 1990

Georges Perec - Uyuyan Adam

Zannediyorum geçen sene Kelepir'den almıştım, şimdi tam hatırlayamadım. İlk baskısı var. Kapağında böyle Dali tarzı bir resim var ama bu değil. Ya neyse işte.

Perec bir garip adam. Annesiz, babasız, akrabaların yanında büyüyen, Paris'ten çıkmayan, kendi halinde bir insan. Karakterinin de kendinden ve ilgisini çeken insanlardan başka uğraşacağı bir şey yok ki; bir sabah uyanınca kendini hamamböceği olarak değil de komşularını, sokakları, kendini dinleyen, okula gitmeyen, sınavına girmeyen, nefes almaya bile üşenen bir adam olarak buluyor. Oblomov tembelliği yok burada, düşünen bir adam var ve en büyük eylemi de bir şey yapmadan düşünmek. Kitabın cuk oturan epigrafında gizli her şey. Otobiyografik öğeler taşıyor diyorlar, taşımıyor diyorlar, bilmiyorum. Muhtemelen taşıyor. Müneccim miyim lan, ne bileyim ben. Allah Allaah. Bir de Yaşam Kullanma Kılavuzu'nun 100. bölümüdür bu kitap diyorlar, bilemiyorum. O kitabın yarısındayım daha. Şunların da bir çeviri adını yazıyorum, bir orijinal adını yazıyorum, kafama göre artık.
Evet, hoş kitap.


Özgün adı: Un Homme Qui Dort

Çeviri: Sosi Dolanoğlu
Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Kapak Resmi: Yves Tanguy
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ekim 1990
4. Basım: Mayıs 2010