Hüseyin Rahmi Gürpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Rahmi Gürpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Eylül 2015 Çarşamba

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç

1910'da Dünya'nın pek yakınından geçen Halley, uydurukçuluğu fevkalade başarılı olan toplumumuzda infial yaratır. Kuyruklu yıldız ecnebi memleketlere düşecek, Osmanlı mevzudan çok etkilenmeyecek, herkes havaya uçacak falan, çeşit çeşit hurafe üretilir. Bir merak, bir heyecan... Devletin nalları dikmesine birkaç yıl kala onca yenilgiyle bunalmış toplum için can simidi olur Halley, dillerden düşmez. Bir de izdivaç sıkıştırıverin. Dünyanın sonuna doğru gönül işleri durmak bilmiyor, dönemin toplum yapısının insanlara dayattığı -başka türlüsü olamaz çünkü kadın kılığına giren, intihar eden erkekler ve veremden ölen kadınlar olmasa edebiyatımız ağır sıkletten tüy sıklete iner, bir de tebdilihava için Pendik tarafları pek gözdedir, zaman makinesine binerseniz aklınızda bulunsun- aşk simülasyonundan kafayı yiyenlerin mutluluğuna şahit oluyoruz bu kez.

Protagonistimiz -veüv- İrfan Galip, çok okuyup yazan bir kardeşimizdir. Hendese, riyaziye bilir. Kafasını kitaptan kaldırmaz ama bakar ki halk Halley hakkında hiçbir şey bilmiyor, mahallesinde bir toplantı düzenler. Kadınlara uzayın işleyişini kabaca anlatmaya çalışır ama Gürpınar'ın meşhur mevzusu devreye girer; kadınlar dedikoduya başlar ve yarım yamalak anladıklarını iyice çarpıtıp ortaya komik sohbetler çıkartırlar. Kurguyu bozan bir şey bu aslında, bir yanda kuyruklu yıldız ve kadın-erkek ilişkisi, diğer yanda komiklikler. Homojen bir yapı oluşturmaz bu ikisi, ayrı bölümler bir araya getirilmiş gibidir.

İşte ne olur, İrfan Galip'e bir mektup gelir. Böyle uzaydır, ilimdir falan pek ilgilenen bir kız, İrfan Galip'e içini döker. Onu bir abi gibi gördüğünden, kendisinin de bilimle ilgilendiğinden ama ailesinin çok katı olduğundan vs. bahseder. Tabii bizim şapşik alim kıza anında tav olur, aşktan falan dem vurur. Yuh, iki mektup bekle bari. Neyse, öylesi bir duygusal açlıkla boğuşuluyor o zamanlar. Kız adama çıkışır, adam ısrar eder, kız adama bir oyun oynar ve adamın kararlılığından emin olmak ister. Sonunda evlenirler, Halley tam tepelerinden geçerken. Adam hurafelere uyup kızın iffetinden şüphe etmez, o hurafeleri bizzat kız üretiyor bir de. Halley Dünya'ya çarpmaz. Gürpınar, giriş bölümünde hurafelere gerçeklerden çok daha kolay inanıldığından yakınır. Her şey ortadayken bile daha sansasyonel olan daha gerçek gibidir, hesaplamalara rağmen yıldızın Dünya'ya düşeceğine inanılır. Her şey ortadayken dedikodulara inanılır ve ilişki patlar mesela. Falan. Kıssadan hisse işte, "The truth is out there." İyi bakın. Ulan ben askerden geldiğim gibi The X-Files başlayacak, hay gözünü seveyim.

Evet, bir klasik. İyi bir şey.

6 Ocak 2013 Pazar

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Kadınlar Vaizi

Hüseyin Rahmi'nin hikâyeleri.

Kadınlar Vaizi: Şeyh Küçük Efendi gayet yakışıklı, kral bir abimizdir. Cami kapısından gözüktü mü kadınlardan oluşan cemaat kendinden geçer. Öyle sevilen bir şeyh. İşte bir gün geliyor, dedikodu şöyle kötü, böyle iğrenç diyor. O sırada camideki üç kadın dedikodu yapıyor. Sonra biri, bunları şeyhe şikayet ediyor.

"-İnnallahu maassabirin. Allah cümlemizi düzeltsin.
Kadınlar hep bir ağızdan:
- Âmin... Âmin... Âmin..." (s. 267)

Böyle ironik, komikli bir hikâye.

Lakırdı Aramızda: Zengin kokonanın yaş küçülttürme hadisesi. İşi yapacak olan bir hoca. Hoca takımı eleştirisi, bir de havai dönem kadını incelemesi. Yine bir kıssadan hisseyle bitiyor.

"Andelip Hanım gittikten sonra imam kendi kendine şöyle düşünür:
'Hekim bir, hoca iki, papaz üç... İşte bu üç erkek kadınlığın çok zayıf taraflarını bilir. Zaten denemeyle bilirim. Kırk beşlik bir kadının kalbinde bir Andelip Hanım yatar...'" (s. 274)

Aferin Hayrullah: Hayrullah'a şöyle büyük bir alkış, zira bir aileyi yıkılmaktan kurtardı.

Vahdet Bey, hizmetçisinin tahriklerine dayanamaz ve kızla birlikte olur. Bir süre sonra kızın hamile kaldığı anlaşılır, zira telve yalamaya başlar ve Vahdet Bey'in hanım da bu olayı öğrenir. Köşeye sıkışan Vahdet Bey, karısıyla birlikte uşak Hayrullah'ı sıkıştırır. Boku yediğini düşünmektedir, zira her şey az sonra ortaya çıkacaktır. Lakin Hayro suçunu kabul ettiğini, hizmetçiyle yattığını söyler. Vahdet dallamasındaki rahatlamayı düşünün. Yine komiklikler, şakalar.

Menekşe Kalfa'nın Savunması: Bir gazetede lafın gelişi Menekşe Kalfa adı kullanılır, Menekşe Kalfa'nın patlıcan kızartmaktan başka medeniyete katkısı olup olmadığı sorgulanır. Adı harbiden de Menekşe olan bir kalfa anlatıcının çalıştığı gazeteye gelir, savunma yazdırmak ister. Karşılık olarak da patlıcan dolması vermeyi teklif eder. Böyle bir hadise.

Kocası İçin Deli Divane: Tam kara mizah.

Zihniye Hanım, pek okumamış bir hanımdır. Sünuhi Efendi adında bir katiple evlenir. Evlenmesinin yanında bir de ona hastalık derecesinde hayran olur. Her yerde kocasını söyler, kocasını anlatır. Komik durumlara düşer. Tabii kıskançlık da başlamıştır bir yandan. Kocasını deli eder kıskançlıklarıyla. Bir gün koca eve döner, eşine der ki padişah bir karar almış, nüfus azaldığı için ikinci eşi almak, hamile bırakmak, çoğalmak lazım gelmiş. Böyle yapmayan idam edilecekmiş. Kadın, "Seni şehit etsinler, ben seni öte tarafta da bulurum," diyor. Oha. Böyle bir olay.

Ada Vapurunda: Ne kadar meşhur olduğunu bilemeyeceğim fakat Hüseyin Rahmi'nin en meşhur hikâyesi olabilir. Lisedeyken edebiyat kitabında bir bölümünü okumuşsunuzdur. Şu herkesin birbiriyle çekiştiği ve herkesin birbiriyle konuştuğu.

Vapurda bir sahne. Rum, Laz, Ermeni, şirret, nazik, her türlü kadın. Hüseyin Rahmi'nin kadınları. Sadece hikâyelerinde değil, hayatında da bunlarla yaşıyor Hüseyin Rahmi. Böylesine canlı bir şekilde, komik bir şekilde aktarabilmesi bundan.

Kocasını Boşayan Hürmüz Hanım: Eh, boşanma hadisesinin sıkıntıları malum, kadınlar fena vaziyette Osmanlı'da. Bir gün Hukuk-u Aile Kararnamesi yayınlanıyor, deniyor ki kadınlar kocalarından boşanabilir. Hürmüz Hanım'ın sekiz arkadaşı boşanıyor, kendisi de kocasına depçiği çakıyor. Lakin bu boşanma hadisesinde erkeğin de onayı lazımmış. Hürmüz Hanım bunu bilmiyor, kalıyor öyle. Kocanın dediğine gel: "Boşama hakkı kadınlara verilse pek çabuk her ailenin altı üstüne gelir. Allah'ın emri, peygamberin sözündeki sebebi şimdi anladın mı? Ben bırakmak için evlenmedim. Durup durup da karı boşayan erkekler de ahlak ve yapısı sizin gibi zayıf, illetli, acınacak zavallılardır. Sinirlerini yatıştır da haydi evinin işine bak..." (s. 311)

İki üç hikâye daha var, onlar da hoş. Okuyunuz, okutturmayınız. Meraklısıysanız kendiniz okuyunuz.

4 Ocak 2013 Cuma

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Hayattan Sayfalar

(Vaka Büyük Harp [1914-18] öncesinde geçmiştir.)

Böyle bir ibare var. O zamanın İstanbul'u nasıldı, şöyleydi ki boku yemişti. Şeker, yağ vs. fiyatları uçmuş, yiyecek yok, para yok. Beyoğlu gibi yerlerde Rumlar, Ermeniler at koşturuyor. Bunların ele alınışı böyle en azından, görmediğimiz için bir şey söyleyemiyoruz. Yakup Kadri'ye, Kemal Tahir'e bakarsak çok feci manzaralar var ki doğrudur, zira onca savaşın ağırlığı altında ezilmiş halkın yaşama kaygısı ahlakın önüne geçebilir, son derece doğal. İşte kızlar fahişelik ediyor, erkekler daha beter. Toplumun her tabakası ayrı bir bokun içinde, üst sınıf hariç. Üst sınıf her koşulda yolunu buluyor.

Edirnekapı'nın ayrıntılı bir tasviriyle giriyoruz. Koca kapılar, kahveler, sokaklar. Hepsinde yoksulluğun, durağanlığın izleri var. Manzara şu: "(...) Topuzun üstündeki duvar yüzüne yirmi otuz aileye yuva olacak tahta güvercinlikler yaptırılmış. Bu yuvacıklar tamamıyla dolmuş. Her yıl artan bu ailelerin fazla nüfusu taş kemerin bütün deliklerini, kovuklarını kaplamışlar. Fakat açıkta kalanlar da var. Her zaman birkaçını, topuzun sapı, yahut güllesi üzerinde bir tarih sembolü gibi kabarmış, düşünür veya uyuyor görürsünüz." (s. 187)

Hacer ve Sabire böyle bir ortamda yaşamaya çalışan iki fakir. Burada önemli olan Hacer. Yosma eskisi, bir de cenazelerde dua okuyarak, ağlayarak para kazanıyor. Hacer'in kızı var, Hürmüz. Hacer bu kızı zengin birine kakalamak niyetinde ama Hürmüz birinden hamile kalmış, bunu öğrenen Hacer kıyameti koparıyor, sonra kızı kakalayacak bir kapı buluyor: Yaşlı bakkal. Aylar geçiyor, bebek doğuyor ve bebeği öldürüp gömüyorlar. Kapaktaki sahne de bu gömme sahnesi. Hacer bir an için ne halt ettiğini düşünüyor ama o kadar, bebeği gömüp uzuyorlar. Olaylar kabaca böyle. Arada bir cenaze merasimi sahnesi var, bir kavga sahnesi var, tam Gürpınar manzaraları. Diyaloglar, sürtüşmeler, atışmalar.

Gürpınar'ın ölümle ilgili fikirleri de bayağı bir yer tutuyor ama şurası özellikle dikkat çekiyor: "Garbın medeniyet görünüşlerindeki sanat, süslemeyle daha çok sanat, şarkta ise tabiattır. Bu sır, mezarlıklarımızın tetkikiyle kendini gösterir. Büyük mezarlıklarımıza bakınız. Ne görürsünüz: Etrafına duvar, sadece bir çit ve hatta en basit bir parmaklık çevirmek gibi iptidai hiçbir yapı içinde bulunmaksızın kırlara ulu orta ölülerimizi gömmüş, üzerine kim olduğunu gösteren yazılı taşlar dikmişiz. Sonra ne gözcü, ne bekçi, hemen bir daha buraların semtlerine uğramamışız.

Düzeltmek için bir mühendisin fen eli buralara girmemiş. Ne yol, ne tarh... hiçbir şey... Herkes bir yeri kazdırıp ölüsünün gömdürmüş. Şimdi bir mezarı ziyaret etmek, orada yatanları çiğnemeden yapılamaz. Bunda da bir usul, nizam tutturamamışız. Her işimiz yolsuz, hatta ahiretimiz bile..." (s. 209)

Son olarak ölü bebeği konuşturarak ders veriyor Gürpınar, Ahmet Midhat tarzı.

"Dünyaya gelişimle anneme bir piç doğurtmuş oldum. Büyük ninemi katil ettim. Kendim öldürülmüş oldum. Eğer vücudumun dünyaya gelişi bir cinayetse bunda üç ortak var: Babam, annem, tabiat. Beni niçin öldürdüler? Ey sevdalılar, aşkınızın vereceği mahsulü namus ve kanun sayfalarında yer hazırlamadan önce birbirinizin kollarına atılmayınız." (s. 257)

Güzel bir dönem romanı, evet.

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Mürebbiye

Tabii günümüzden 120 yıl önce yazar-okur ilişkisi çok sıcak. Yazarlar nerede çalışıyor, gazeteler nerede basılıyor, hepsi belli. Dolayısıyla tefrika edilen bir roman biraz gecikti diyelim, yazarın evi bile basılır. Doğaldı bu, aha Ahmet Midhat. Adamı döveceklermiş romanın sonunu bir türlü getirmiyor diye. Böyle bir zamanda Gürpınar'ın şu açıklaması çok doğal: "Rabelais'lerin, Carabillon'ların, Boccace'ların, Love'lerin edebiyatı ile yetişmiş olan Matmazel Anjel'in bir benzerini daha, İstanbul'da değil, belki Paris'te bile bulmak çok zor olduğu için temiz bir çiçeklikte bir baldıran yetişmesinin havayı bozamayacağı gibi, bunun vücudundan da iffet sahibi öteki muhterem muallim kadınlara bir leke düşmez zannederim." Yani demek istiyor ki kimseyi tahkir ettiğim yok, sakin olun ve evimi basmayın, roman bu. Bu tatta bir giriş.

Amca Bey'in, Sadri'nin ve Şemi'nin Anjel'e yazıldıkları zamanda giriyoruz olaya. Her biri, aşkını anlatacak bir şeyler yazıyor ve bunları ders alan veletler yoluyla mürebbiyeye ulaştırıyor. Üçü de aptal aşık. Anjel pek uyanık, konağın bütün erkeklerini idare ediyor ve vurgun yapabilecekse kimin üstünden yapabileceğini anlamaya çalışıyor. Buradan Fransa'ya, Anjel'in dünyasına gidiyoruz. Gürpınar, natüralist yazarların çizdiği toplumdan yola çıkarak Anjel'i çözümlüyor.

Anjel, annesine sürekli babasını soruyor çocukken: "Anjel'in zorlamasından pek ziyade bıktığı günler kadıncağız birkaç düzine erkek adı saydıktan sonra, 'Kimin kızı olduğunu ben ne bileyim? İşte bunların içinden babanı ara da bul!' diye haykırırdı." (s. 29)

Paris'in leş ortamlarında büyüyen bir kız için bu cevaptan sonra fahişelik yolu açılıyor, annesinden bile daha başarılıymış hatta. Hamile kaldıktan sonra bebeği kakalayacak bir adam arıyor ve buluyor: Meşhur yazarlardan Mösyö Bodler. Bildiğimiz Bodler olup olmadığını bilmiyorum, zaman hakkında bir fikrimiz yok ama o değildir zannediyorum. Bu Bodler roman ve oyun yazarı. 

"Hiç yazar olup da hassas olmamak, hassas olup da insaflı bulunmamak, insaflı olup da gereken şeyi yapmaktan çekinmek kabil midir? Hem yazarlar dalgın adamlardır. Hele romancı, tiyatrocu kısmını aldatmak kolaydır. Bunlar eserlerinde her gün bin türlü yalan yaza yaza yalanı sahiden, olanı olmayandan, gerçeği zıddından fark edemeyecek hale gelirler. Bütün hayat manzaralarına roman diye bakarlar. Her yalan dolu işi hakikat şeklinde göstermeye, her gerçeği roman yoluna sokmaya uğraşırlar. Yalanın sözle olanı bir ahlak edepsizliği sayılırken, kalemden çıkanı hüner sayılmak, kitap şeklinde para ile satılmak medeniyet terakkisinin yazarlara verdiği garip bir imtiyazdır. İşte Mösyö Bodler de yazdığı yalanlara kendisi gülüp, alemi ağlatan bu çeşit kalem sahiplerinden idi." (s. 31)

Bu noktada küçük bir çelişki var; Gürpınar Anjel'i kurgularken romanlardan yola çıktığını söylüyor, ardından gerçekle yalanı karıştıranlardan bahsediyor. Bu ikinci düşünce sadece Anjel'in fikri mi, yoksa fikirlerin karakterler yoluyla sözde gizliden verildiği bir dönemin yazarı olan Gürpınar'ın fikri mi? Bilemiyoruz, geçiyoruz. 

Bodler'le Anjel'in görüşmeleri, Gürpınar'ın edebiyat meseleleri üstündeki düşüncelerini anlatması için süper bir ortam sağlıyor. Burada Bodler yerine Gürpınar'ı koyabiliriz. "Ahlak" dayatmaları ve sanatçının yeri hakkındaki şu bölüm.

"(...) Ahlakiyundan olmak için ahlaksızlığı tetkik etmek icap eder. Bir işle fazla uğraşmak, insanın o şeyle senli benli olması sonucuna varacağından tehlikeli bir fen denemesinde bulunanların bazen bu deneme sırasında fen yoluna kurban gittikleri görüldüğü gibi, aleme ahlak dersi vereyim derken ahlaksızlık çirkefine düşüp dibi boylayanlar da görülmemiş değildir. Tarih, pek çok büyük yazarların küçüklüğünü ve ahlakçılardan bir haylisinin ahlaksızlığını bize bugün gösteriyor." (s. 38)

Bundan sonrası ahlak kavramının zaman içindeki değişimi ve klasisizm çıkışlı yazarların zamanın ahlakını anlamakta çok zorluk çekeceği. Natüralizm incelemesi de mevcut; laboratuvar ortamı, sosyal şartlar altında denek hayvanı gibi incelenen insanlar, böyle şeyler. Anjel de okuduğu ve bildiği kadarıyla edebiyatla ahlaki çöküşü karşılaştırıyor ve ahlak aşılayan, ahlak kumkuması eserlerin çağının bittiğini söylüyor. "İffetimiz olmaması bizi umumi iffete karşı düşman etmiştir." (s. 42)

Sonrasında bu konuşmalardan Bodler bir kitap yazıyor ve gelirini Anjel'in doğacak çocuğuna bağışlıyor. Anjel paraları yiyor, çocuğu bırakıyor ve o bey senin, bu zengin benim, İstanbul'a geliyor ve bir şekilde kendini acındırarak Dehri Efendi'nin evine mürebbiye olarak giriyor. Şimdi kurgusal bütünlük beklememek lazım, Anjel'in psikolojik çözümlemesi için öyle oldu. Bodler'le görüşmeden bir anda İstanbul'a atladık, öncesinde aşk dolu sözler vardı. Plan şöyle:

Aşk dolu sözler: A
Anjel'in Paris yılları: B
Paris'ten İstanbul'a geliş, konağa yerleşme: A öncesi.

Sonrası olaylar. Dehri Efendi bir garip bilgin. Huysuz bir adam, cahil insanları sevmiyor. Kardeşi Amca Bey kambur bir zat. Oğlu Şemi yatılı okul öğrencisi, dersini bilemediğinde babası falakaya yatırıyor bunu. Sadri, Dehri Efendi'nin kardeşi Makbule miydi neydi, onunla evli. Bunların dışında Gürpınar'ın halk sınıfından fiks insanları. Bir aşçı, bir hizmetçi, şiveler değişik, komik. İşte üç avanak Anjel'e aşık oluyor, çeşitli komik sahneler, en sonda görüyoruz ki herkesin korktuğu ahlak kumkuması Dehri Efendi de Anjel'e takılıyormuş. Dolaba saklanmış, dolaptan çıkıyor en sonunda.

Böyle. Komediler, şakalar. Gürpınar iyi ya.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Gönül Ticareti

Bizde hikâyenin Küçük Şeyler'le başladığı söylenir. Uşaklıgil'in, "Küçük Şeyler beni delirtti," deyişine bakarsak ne kadar etkili olduğunu anlayabiliriz, zira Uşaklıgil'in hikâyelerinin yaşamın içinden, detaycı anlatımının verdiği tat bir başkadır. Hikâyelerinin romanlarına göre daha başarılı, daha ses getirici olduğunu söylemesi de önemli elbette.

Gürpınar'ın hikâyeciliği de son derece başarılı. Üç beş öykü üstünden gideceğim, gerisini kariler bilir.

Benim Babam Kimdir?

Öksüz bir adam var, bebekken bir cami avlusuna bırakılmış. Büyüyor, önemli yerlere geliyor. Bir gün annesi buluyor bunu, evladım mevladım bir şeyler diyor. Öykünün olayı, bireyin anne-baba çizgisinden uzakta büyümesinin sorgulanması. Gayet hoş.

Çocuğumun Babası


En ilginç öykü bu. Karısının sevgilisini yemeğe çağıran bir adam, diğer adamla karısı, kadın-erkek ilişkileri üstüne konuşur da konuşur. Sonu da sürprizli. Evet.

Kitap genel olarak kadın-erkek ilişkileri üzerine zaten. Bir atla ilgili öykü var falan, araya sıkıştırılmış. Evet, güzel kitap. Üç öyküye bile gelemedim, dsfd.

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Gulyabani

Hüseyin Rahmi Gürpınar kadınların arasında büyümüş, kadın muhabbetinden ve bir de dikiş dikmekten zevk alan bir abimizdir. Son derece titizdir; eldivensiz sokağa çıkmaz. Eldivensiz odasının dışına bile çıkmaz. Eldivenini hiç çıkarmaz diyelim.

Yanlış hatırlamıyorsam 17-18 yaşındayken ilk yazısını Ahmet Midhat'a yolluyor. Ahmet Midhat yazıyı çok beğeniyor, çağırıyor bizimkini. Karşısında çocuğun tekini görünce, "Yirigit lan," diyor. Gürpınar'da bir ağlama, "Vallahi ben yazdım yaa," diye bağırmalar. Sonradan öpüşüp barışıyorlar.

Gürpınar, üstadının ekolünden ilerlemiş olsa da aralarındaki en büyük fark zannediyorum ki halkı ele alış biçimi. Ahmet Midhat'ın eserlerinde bir eğitme kaygısı, bir su gibi okunayım endişesi. Gürpınar'da ise ironi var, halkın boş inançlarını, leş taraflarını ele alıp yerme var, gülünç yönlerini ortaya dökme var. Felatun Bey'i ele alalım; trajikomik bir adam. Yerin dibine sokulsa da soytarıya çevrilmez. Bir de Şık'taki Şöhret Bey'e bakalım, adam magma civarlarında. Kral soytarısı gibi.

Gulyabani romanımızın esin kaynağı bir hanımnine, kitabın başında Gürpınar'la mektuplaşmaları mevcut. Haminne'nin dediği şu: "Biz yaşlı kadın tayfası senin kitaplarını çok seviyoruz. Bize bir tane öcülü kitap yaz. Şuyundan olsun, buyundan olsun." Ismarlama kitap yani, sınırlar da kadın tarafından çekilmiş. Gürpınar'ın söylediği de şu: "Challenge accepted."

Muhsine adlı kızımız annesini, babasını kaybetmiştir. Komşularca evlendirilir, kocasının hayvanlık dolu hareketlerinden sonra evden kaçar. Çalışmak için bir eve girer, oradan da kaçar. Sonra Ayşe Hanım, annesinin bir dostu, Muhsine'yi Bulgurlu'daki bir köşke götürür, anında arazi olur. Evde bir büyükhanım var, kafayı yemek üzere. Çeşmifelek Kalfa'yla Ruşen Abla da evde çalışan insanlar. Bunlar kafayı yemek üzere değil, çünkü derin olaylar... Bu köşk kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde konuşlu. Kahya, bahçıvanlar falan evin dışında çalışan insanlar. Bu dört kadın evde kalıyor. Muhsine'nin köşke gelmesiyle de olaylar başlıyor. İşte efendim, geceleri bir kuş bağırışları, hayvan kişnemeleri, davullar, bilmem neler... Muhsine'den önceki iki hizmetçi ortadan kaybolmuş. Muhsine de haliyle korkuyor. Büyükhanım ilginç tekerlemeler ezberliyor ki cinler tarafından sınava çekildiğinde doğru cevapları verip çarpılmasın. Sonrasında Muhsine'ye aşık olan periler var, geceleri dolaptan geliyor bunlar ve Muhsine'yi rahatsız ediyorlar. Hasan var, bir çalışan. Muhsine'ye aşık oluyor, Muhsine de buna aşık oluyor. Hasan bir gece Muhsine'nin yanına geliyor koruma gibi, sonra bunu dövüp götürüyorlar falan. Sonrasında olaylar olaylar...

Ben böyle yüz sene, yüz otuz falan sene önce yazılmış olan kitapları okumayı pek severim. Bize zamanın konak hayatından, zamanın insanlarından, zamanın İstanbul'undan bir pöfürtü estirirler. Konuyla alakalı zibilyon tane tez yazıldığı için zaten dibine kadar inilmiş durumda, lakin insanın kendisinin keşfetmesi ayrı bir zevk. Okumak istediğimiz bir kitabın tanıtımıyla ilgilenmemek, kitapla alakalı yorumları okumamak, direkt kitabı okumak işte. Mesela siz bunu okuyorsunuz, ben sizin blog'unuzu okumuyorum. Tanıttığınız kitabı okuduğum zaman okurum ama, o tamam. İşte öyle bir şey.

Meddah üslubu zaten buram buram tütüyor, ona girmeyeceğim. Zamandan esintiler taşıyan bir iki şeyi alacağım sadece.

"Zavallı saf Hasan, perilere karşı lololo olur mu?"

Asdf, olmaz. "Lolo" olarak da geçiyor, hatta bir kadın şarkısını da yapmıştı. Tartışmayı bitirici bir söz. Biri ben kavga ederken, "Lolo yapma lan," dese muhtemelen dayak yerim, çünkü gülerim ve gardım düşer. Lolo ya. Dfsd.

Meddah dedik. Karagöz, orta oyunu etkisine gel. Hint, hindi kelimelerini yanlış anlayıp bir garip güldürmeçler... Bize şimdi pöf gibi geliyor da insanlar yüzyıllar boyunca bunlarla eğlenmişler kardeş, küçümsemeyelim. Tiyatromuzun temelinde bunlar var.

Kitabın sonunda gulyabani geliyor. Bu Süt Kardeşler'deki olay. Adı Ahu Baba, cinlerin atası. Bir geliyor, boyu konak kadar. Burnu el kadar. Cinleri de ardından geliyor, silahları var. Burada olay kopuyor zaten, cinlerin silahı var? Derken meğersem bir şeylermiş o gulyabani falan. Süt Kardeşler işte.

Cinlerin ezberlettiği tekerlemeler, bir anda aşık olan karakterler derken bir romanın daha sonuna geldik. Ben bunları okumak zorundayım, lakin nispeten eski edebiyatımıza ilginiz yoksa bayabilir. Öyle.

Tembelliğim tutmadığı zaman iki üç tane daha eklerim, iyi günler.