Halid Ziya Uşaklıgil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halid Ziya Uşaklıgil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2013 Perşembe

Halid Ziya Uşaklıgil - İhtiyar Dost

Zerdüşt'ü veya Cibran'ın Ermiş'ini alalım. Tamamen almayalım, çok derin, inanılmaz felsefik şeyler söylemesin. Böyle hayat hakkında küçük tespitler yapsın, babacanlık yapsın, hey gidi hey filan desin. İşte İhtiyar Dost tam olarak bu. İhtiyar Dost için Halid Ziya'nın yansıması diyebiliriz. Kitabı hazırlayan Şemsettin Ünlü'nün tespiti şu:   "(...) Daha başka bir ifadeyle Halid Ziya bu eserinde, yukarıda belirttiğimiz türlü çeşitteki dünya görüşlerini doğrudan doğruya kendi ağzından değil de hayalinde yarattığı İhtiyar Dost adlı bir tipin ağzından anlatmış, bunları ortaya dökmüş, enine boyuna incelemiştir. Ne var ki bunları doğrudan doğruya değil, bir düşünürün ya da vaizin monoton konuşmaları olarak sıralamamış, yarattığı İhtiyar Dost'un ağzından dile getirmiştir. Onları monotonluktan kurtarmanın yolu olarak da araya birtakım küçük kahramanlar, değişik tipler ve olaylar katıp zaman zaman öykü kılığına da bürüyerek hareket kazandırmıştır.
Durum böyle olunca eser düşünceler romanı, daha doğrusu, Halid Ziya'nın Düşüncelerinin Romanı karakterini kazanmıştır." (s. 8-9)

Bunun yanında Halid Ziya'nın kendi görüşleri de var. Bunun bir makale kitabı mı, yoksa hikâye kitabı mı olduğunu kendisinin de bilmediğini, yargıyı okura bıraktığını söylüyor.

Ya bu kapak yine iyi, bende İnkılâp'tan çıkanı var, böyle rezalet bir kapak olamaz. Açık yeşil ve mor!?

Mevzu şu ki bir tane gencimiz var. Genç dediğim belki otuzlarında, belki yirmilerin sonunda. İhtiyar, dostumuza "çocuğum" diyor. Bu genç, ara ara "köye" gidip İhtiyar'ı ziyaret ediyor. Köy dediğimiz yer de Yeşilköy. Halid Ziya'nın yaşadığı köşk yaklaşık 30 yıl önce yıkılmış galiba, yerine apartman dikmişler. İşte apartman öncesi dönemler. Halid Ziya'nın Aşiyan'ı orası.

Üç beş tane hikâyeye bakalım, bir fikir verir.

Yegâne Dost: Genç adama Cemil diyelim. Cemil, İhtiyar'ı anlatıyor. Beraber doğmuşlar, beraber yaşamışlar da tek fark 10 yıllık bir zaman farkıymış gibi. Cemil'in İhtiyar'a karşı hissettikleri böyle. Tabii bir de kuşak farkının yarattığı düşünüş biçimleri var. Cemil, İhtiyar'ın daha analitik düşünebildiğini söylüyor. Olaylar arasında sağlıklı ilişkiler kurabilme, çıkarımlar yapıp geleceğe dair görüşler öne sürme. Bu tarz. Ya bildiğin adam çok şey biliyormuş işte. Filozof diyor Cemşit.

"İşte kaç yıldır hayatı açıkça bir ortaklıkla yaşıyoruz. O önce benliğimin altında açık seçik ama çizilmemiş bir biçimle uyurken ben kendisini bütün bellibellisizlik sislerinden sıyırarak meydana çıkardıktan sonra, kimi zaman hayat dedikleri ağır yükü sürekli birlikte asılıp çekerek, kimi zaman yalnız yokuşlara ve engebelere rastladıkça ben onun yardımına başvurarak, iki dost, bir ikiye katlanmış varlıkla yürüyoruz." (s. 17)

Böyle bir yakınlık var. Cemşit kaç kez zorluklara rastlamış, işte başına ne felaketler gelmiş, bu İhtiyar ona ışık olmuş. Falan. İhtiyar'ın tanıtımı.

Yeni Bir Maraz: Geçmişe saygısı olmayanın, geçmişi kabul etmeyenin ayvayı er geç yiyeceğine dair bir hikâye.

"Bir yüzyılın adamını yaratacaksınız. Ama yarının adamı olmak düne ilişkin tarihi unutturacaksa, toplumun eline geçen faydalı değil, zararlı bir öğedir. Kendi benliğine güvenen bir birey ortaya koyabilmek için eğer eski kuşaklara kin ve öfke taşıyan, kendi kişiliğinin saygınlığını babalarının horlanmasıyla elde edilebilir bir şey sayan bir inkarcı meydana getirilecekse, bilinmelidir ki geçmişe tüküren bir kimse geleceğe hak kazanmış değildir..." (s. 21)

Böyle hisler. Odaya İhtiyar'ın tanıdığı bir genç geliyor üstüne, Türk sanatı diye bir şeyin olmadığını kanıtlayan bir eser yazdığını söylüyor. Çocuk tam tip, karakter de değil. Batı tarzı giyinmiş, el sıkışı falan "Robert College çeşnisini" akla getiriyormuş. Neyse o. Tabii bunları Uşaklıgil'in zamanına göre değerlendirmek gerekiyor. Tabii Uşaklıgil'in kendi dönemini savunması olarak da ele alabiliriz. "Dekadanlık" olayının üstünden yıllar geçmiş olsa da o şekilde suçlanmak hâlâ üzücü olsa gerek. Mevzuyu bilmeyen kariler için biraz açıyorum: Acayip hisli, acayip kelimelerle dolu, dönem okuru için yabancı gelen metinlere, tabii yazarlara da, Ahmet Midhat'tan "Dekadan" suçlaması geliyor. Yani düşkünler, züppeler, öküzler, hayvanlar! Dsdf son ikisi yok. Neyse, gerek Hüseyin Cahit, gerek Cenap Şahabettin gayet yardırıcı bir savunmaya girişiyorlar. Ahmet Midhat da mevzuya biraz daha yakından bakınca, "Gençler haklıymışsınız, sizi biraz yersiz suçladım, kusura kalmayın," diyor, geri adım atıyor. Böyle. Neyse, yani edebiyatta farklı şeyler denemiş olsalar da bu adamlar öz sanatlarını çok çok iyi bilen adamlar. Farklı şeyler deniyorlar diye kendi sanatlarını bilmemekle suçlanmak da ayrı bir bırroluk.

Okuma Kudreti: İhtiyar'ın insan sarraflığı. Yalan söyleyeni şıp diye ayırıveriyormuş, bundan ötürü elemliymiş. Gerçekten da yalan olduğunu bile bile inanmak istiyoruz bazen. Bu konuda ünlü düşünür Feridun Düzağaç'ın nefis bir sözü geldi aklıma. Böyle konuşunca elimde pipo, boynumda fular belirmesini bekledim ama tanrı biraz yavaş çalışıyor bu günlerde galiba. Neyse, söz şu: "Bana biraz yalan söyle bu gece, ihtiyacım var." Evet.

Şimdi böyle insani hadiselerin yanında dönemin ince ayrıntılarını veren hikâyeler de mevcut, kitabın en önemli kısımlarını bence bunlar oluşturuyor. Mesela İstibdat Dönemi, mesela ithal mallar ve bunun gibi şeyler.

Tasarrufa Riayet: İhtiyar bir yemek yiyor, böyle bir yiyiş yok. Sanırsın Yahya Kemal masaya yumulmuş, bir eliyle dana yerken öbür eliyle şarap kovasını kafaya dikiyor. Yine geldi aklıma pis adam. Neyse, dayımız yiyor ama çikolata Amerika'dan, şeker Cava'dan, işte kahve Brezilya'dan, bilmem nereden. Sonra adeta Devlet Bahçeli'ye dönüşüyor ve, "Bizde niye yok?!" diyor. Böylece Devlet Bahçeli için Halid Ziya'nın reenkarnesi diyebiliyoruz.

Sağır Osman: II. Meşrutiyet zamanında Abdül'den kurtuldukları için başa gelen yeni elemanları tutmuştu Servet-i Fünun, sonradan gelenin gideni aratmasıyla bıraktılar. İşte bu hikâye Enver ve tayfasının tutulduğu zamanlardan. Sağır Osman, İhtiyar'ın kalfası mı, uşağı mı, öyle bir şey. Parasını ölü yatırımlarla ziyan ediyor. İhtiyar da diyor ki, "Bıro, sen gel, devletin iç borçlanma olayına gir. Bir verip beş al. Zengin ol, beni de gör." Devlete yardım etme temalı bir şey.

Bunun üç katı daha hikâye var, hepsinde dönemden ayrıntılar bulabilirsiniz. Metaforlar, dönemin uçarı genç nesli falan. Bir sürü.

Güzel işte, Halid Ziya seven okusun. Kabalcı'da 1 TL.

22 Kasım 2012 Perşembe

Halid Ziya Uşaklıgil - Solgun Demet

Halid Ziya'nın ikinci kitabı. Tam olarak şöyle: "Tefrika olarak neşredildikten sonra kitap suretinde basılmıştır." Buradaki öyküler Servetifünun'da ve İkdam'da basılmış. Evet.

Solgun Demet: Oğlunu pek seven bir anne, bir gün kocasının cüzdanından düşen bir demet solgun çiçeği eline alır, bir süre bakar, sonra yerine koyar demeti. Ardından gelsin paranoya, gelsin buhran. Kadın düşünür. Oğlunu düşünür, kocasını düşünür, kendini düşünür. Soramaz da demeti. Sormaktan çekinir, çünkü alacağı cevap her türlü yıkımla sonuçlanacaktır. Bir tarafta kocasından şüphelenmek ve kocasını yeterince sevmemek fikri, diğer yanda ihanetin ipuçlarını şaşkın bir yüzde okumak... Sormaz, öğrenmez. Ignorance is bliss.

Mösyö Kanguro: Mehmet Rauf'a ithaf etmiş bu öyküyü Halid Ziya ve ithaf bölümünde Mehmet Rauf'un sanat dahiliğine hayran olduğunu belirtiyor. Hatırladığım kadarıyla Mehmet Rauf, Halid Ziya'nın en yakın arkadaşı ve Halid Ziya İstanbul'a geldiği zaman büyük yakınlık gösteriyor yazara, çünkü Halid Ziya'nın daha İzmir'deyken yazdığı öykülerinin büyük bir hayranı. Halid Ziya Mehmet Rauf'u ne kadar överse Mehmet Rauf da Halid Ziya'yı en az o kadar över, zira kurgu sanatını Halid Ziya'dan öğrendiğini söyler Mehmet Rauf.

Evet, şimdi burada kanguru gibi bir çocuğumuz var. Doğduğundan beri böyle. Bir başka Halid Ziya kitabında bir dayak sonucu kamburu çıkan çocuğu hatırlarım. Ailesi, arkadaşları anlayışlıydı, öküz gibi davranmıyorlardı çocuğa. Aynı konseptteki bu çocuğa bok gibi davranıyorlar ama. Okul arkadaşları Kanguro adını takıyorlar çocuğa. Bildiğimiz kanguru. Sonra babası da, "İyi ama zaten kanguru gibi değil misin?" diyor çocuğa. Utanıyor çocuktan hayvan herif. Sonra çocuk okulu bırakıyor, büyüyor ve sirklere katılıyor. Öyküyü üç bölüme ayırırsak bu ikinci bölüm olur; fizyolojisi sıkıntılı bir çocuğun kendine benzerlerini bulması, uyumluluk kurması ve mutlu olması. İnce ince işliyor Halid Ziya. Öykünün bir diğer ilginç noktası da Fransa'da geçmesi.

Neyse, çocuk ABD'deki bir sirkten teklif alıyor ve oraya gidiyor. Üçüncü bölüm, aşk. Aşık olmak istiyor bizimki, oradaki bir kıza aşık oluyor ama kız buna yaklaşmıyor pek. Bu da kızı kaçırıyor, yüksek bir yere çıkartıyor. Kitabı hazırlayan Şemsettin Kutlu, Kanguro'yu Quasimodo'ya benzetiyor haklı olarak, lakin ben biraz da King Kong'a benzetiyorum şu durumda. En sonunda lan kıza fenalık edeyim, etmeyeyim diyerekten cozutuyor Kanguro ve ağlıyor, ağlıyor.

Hayat-ı Şikeste: Kırık Hayat anlamında. Bu çok güzel lan. Biraz Before Sunrise havası var, biraz Dostoyevski'nin Beyaz Geceler'i var.

Yağmurlu bir gecede son tramvaya anlatıcımız biniyor, ardından gençten bir kız biniyor. Sorna kızın yanlış yöne gittiği anlaşılıyor. Tabii adamımız da romantik, kızla konuşmadan önce kızın hayatıyla ilgili kafasından hikâyeler yazıyor. Tipi Halid Ziya olayı. Ardından yürümeye başlıyorlar o havada, konuşuyorlar bayağı. Kızın anası ölmüş, babası da ayyaşmış. Adam eve bırakıyor kızı, baba da kızı adama kakalamaya çalışıyor. İğrenç. Şu durumda ben olsam kızı orada bırakmam, zaten anlatıcının tutumlarından da bunu çıkarıyoruz ama adam ne yapıyor, biliyor musunuz? "Sabret bacı yav," diyor ve uzuyor. Allah seni kahretmesin lan, al o kızı evlen. Şeker gibi kız.

Sevda-yı Girizân: Kaçan Sevda anlamında. Bir kızın bir adama yazdığı mektuptur, dolayısıyla kızın gözlerinden görüyoruz hadiseleri. Genç kızımızın odasından görülen eve bir doktor ve ailesi taşınır. Bir şekilde bakışırlar, adam kıza güler, kız da adama güler. Adam anında vurulur kıza, hatta işi ilerletip kızın şemsiyesine mektup falan atar. Kız gayet iffetlidir; doktorun eşinin giderek mutsuzluğa gömüldüğünü, çocukların her gün ağladığını görür. İşte, öyküyü teşkil eden mektubu yazar adama ve her şey normale döner, adam hatasının farkına varır. Böyle güzel bir şey.

Sade Bir Şey: Şöyle öyküler gerçekten boğuyor insanı. Saatçi iki kardeş, babaları ölüyor. Küçük kardeş babasının dükkanını alıyor, diğeri de büyük hayallerle bir dükkan açıyor başka bir yerde. Sonrası büyük kardeşin küçüğe bağımlı hale gelmesi ve içten içe güttüğü kin. En sonunda küçük kardeşinin kendi hayallerini gerçekleştiğini görür. Öykü orada bitiyor. Adam verem olmuştur herhalde yaptırmak istediği evi kardeşinin yaptırdığını görünce.

Kırık Oyuncak: Halid Ziya Dayı çocuklara sıklıkla yer verir öykülerinde, yine bir çocuk öyküsü ama bu da deli iç burkuyor. Yine bir Halid Ziya öyküsü vardı, çocukları olmayan bir çift vardı ve günden güne yalnızlığa gömülüyorlardı, en sonunda birkaç kedi bulup kedileri çocuklarının yerine koyuyorlardı. Burada yine aynı durum, lakin çocuk oluyor. Üstüne titriyorlar çocuğun, öyle böyle değil. Çocuk mutlu mesut büyürken hasta oluyor. Nezle diyorlar. Hastalık bir türlü geçmiyor, çocuğun ilk söylediği şey, "Acıyı anne!" olur, boğazını gösterip. Allah kahretsin, içim parçalandı lan. Neyse, çocuğu doktorlara falan götürüyorlar en sonunda. En sonunda diyorum, zira o kadar uzun süre hastalık geçsin diye bekliyorlar ki çocuk ölmediğine dua etsin bence. Geri zekalılar. Neyse, çocuk iyileşiyor ama ciğerleri hasar görüyor ve kara kuru, minicik, zayıf bir çocuk olarak kalıyor yavrucak. Bizimkiler de kırık bir oyuncakla avunuyorlar. Ağlıyordum lan.

Beyaz Şemsiye: Yine tipik bir Halid Ziya öyküsü. gözlemci-anlatıcı, bir kızla bir bahriyeliyi izler. İkisi de birbirine aşıktır. Sonra yine tipik olay, aradan beş yıl geçer, anlatıcı kızı görür. Kızın beyaz şemsiyesi, beyaz elbisesi gitmiş, yerlerini karaları almıştır. Bir de çocuk vardır kızın yanında. Çocuk, bir bahriyeliyi gösterip, "Beybabam böyle miydi?" diye sorar. Adam savaşta falan ölmüş herhalde. Bu tür öykülerde olaya bakmayacaksınız, yazarın o durumu nasıl canlandırdığına, üslubuna bakacaksınız ki hüzünlenip ağlayabilesiniz. Yok lan, yine ağlamadım ama üzüldüm.

İzdivac-ı Müteyemmen: Kutlu Evlenme anlamında. Buradaki anlatım tekniği ilginç; Halid Ziya, olayın inandırıcılığını artırmak için bambaşka bir durumda başlatıyor öyküyü. Anlatıcı, sürekli konuşan arkadaşlardan şikayetçidir ve ne yazık ki bu tür arkadaşlarından birine denk gelir. İşte bu çok konuşan arkadaşın anlattığı öykü, hikâyenin aslını oluşturuyor. İki kurgu iç içe. Bu ikinci hikâyede bir bay var, memur. Rahat şartlarda yaşıyor. Sonra evleniyor, çocuğu oluyor. Bir çocuğu daha oluyor. Bir tane daha oluyor. Sekiz tane falan çocuğu oluyor. Bu sırada nasıl fakirleştiği, hayattan nasıl bezdiği falan. Fena.

Bir bu kadar öykü daha var, yine Halid Ziya'nın lezzetli kaleminden muazzam öyküler. 1 TL lan, Allah için gidin bir Kabalcı'dan alın.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Halid Ziya Uşaklıgil - Bir Yazın Tarihi

Şimdi Şemsettin Ünlü diyor ki bu kitap yazarın ilk kitabıymış, bu yüzden öyküler çelimsiz bir nitelik taşıyormuş. Adamın en çelimsiz öyküleri bunlarsa ben bir şey demiyorum sayın Ünlü, değme babayiğit öykücü kolay kolay yazamaz bu incelikte.

Öykü öykü.

Bir Yazın Tarihi: Amcasının mı, dayısının mı, her kiminse onun Çubuklu'daki yalısına gelen gencimiz, uzaktan akrabaları olan Güzin, Nevin, Âliye, Samiye isimli dört kızın arasına düşer. Genç 22 yaşında falan, kızlar 15-18 arası ve bazıları kardeş, hangileri olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bir de çirkin ördek yavrusu Meliha var, o da uzak bir akraba ama diğer kızlarla takılmıyor pek. Sessiz, sakin, hastalıklı bir kızımız. Diğerleri bunu ya umursamıyor, ya da inceden dalga geçiyorlar. Zorbalık yok lakin.

Bütün olay bu altı genç arasında dönüyor, bir de döneme özgü güzellikler var tabii. Yalılar, kayık sefaları, mesireler... Bir de müzik. Halit Ziya için müzik, öykünün doğasının bir parçası. O derece mühim. Burada da piyanolar çalınıyor, udlar çalınıyor. Böyle böyle işler. Bir de sevgiye, aşka muhtaç birkaç genci kat bir araya, tamam. Biz şehirli çocukların anlamaktan çok uzağında olduğumuz bir aşk, sevda vaziyeti var. Yani dönemi de biliyoruz; çok seven insanlar vardır, kavuşamayıp verem olurlar ve ölürler. Gizli gizli aşk yaşarlar, ölürler. Yahut yaşayamazlar, toplumdan çekinirler. Gönül olayları şimdiye göre oldukça sıkıntılı. "Seviyorsan git konuş babuş," diyorsun, bundan 100 yıl önce öyle bir şey olamazdı. Mendiller, kaçamak bakışlar, küçük mektuplar... Bu tarz. Tabii öykünün sonunda bu aşırı hassaslık sayesinde dört güzel kızı değil de hastalıklı Meliha'yı seçiyor gencimiz, biz de şaşırmıyoruz. Ha pardon; şaşırıyoruz, çünkü Meliha gencin gitmesini istiyor. O da çocuğu seviyor olmasına rağmen. Böylesine hastalıklı işte, anlatabildim mi? Hassas.

Bravo Maestro: Yaşlı bir müzik öğretmeni, 70 yaşında. Ders verdiği okuldan şutlanacak, az kalmış. Küçücük, leş bir odada yaşıyor. Zamanında okulu başarıyla bitirmiş, enstrümanında usta, eserler bestelemiş ama eleştirmenler onu hep baltalamış. En sonunda bestelediği ölüm temalı bir eserini öğrencilerine öğretiyor, ölüyor ve arkasından o eser çalınıyor. Son derece dertli, karanlık bir öykü.

Müzik hakkında şöyle söyletiyor karakterini Uşaklıgil: "Müzik şu kağıtlarınızda gördüğünüz işaretler değildir; müzik yalnızca kulağa hizmet eden seslerin birbirini izleyen karışımı ve uyuşumu da değildir. Müzik ölçüler ölçülerde değildir. Müzik başka bir şeydir ki o ancak bestecinin ruhunda bulunabilir. Sorun onu bulup ortaya çıkarabilmek, onu dile getirebilmektir. Müziğin anlamı: İşte bütün sır, sanat oradadır. Müzik ruhun bir dili değil midir? O halde onun anlatımının inceliklerini anlayabilmelidir. Bu, ders alınmak yoluyla öğrenilemez, elde edilemez; sezinlenip duyulunabilir ve sezinlenilip duyulabilinirse sanat başlar..." (s. 61)

Yırtık Mendil: Uşaklıgil'in İzmir günlerinden kalma gerçek, veya gerçeğe pek yakın bir öykü zannediyorum. Mazi ve şimdi arasındaki inanılmaz zıtlık. Zaman geçiyor, her şey değişiyor ve eskinin parıltılı insanları, şimdinin sefilleri oluyorlar. Böyle.

Kırk Para: Halit Ziya, çocukları çok sever. Öyle böyle değil. Onlara maceralar yaşatır, onları mücadelelere sürükler, onları korur, kollar. Bazen de hayata onların penceresinden bakar. Çocuklarla ilgili çok önemli bir sözü var, az sonra gelecek.

Bu öyküde çekirdek bir aile var, tramvay bekliyorlar. Tramvay geliyor, geçiyor, binmiyorlar. Çocuk çok hareketli, sürekli bir şeyler soran, öğrenmek isteyen bir çocuk. Bildiğimiz çocuk işte. Parasızlığı sormadan, yaşayarak öğreniyor. Kırmızı tramvaya neden binemediklerini, kırk paranın nelere kadir olduğunu, her şeyi. Bir ailenin çocuk sevgisi, anneyle babanın ilişkisi, ekonomik vaziyetler, çocukların büyümeleri, her şey hakkında süper bir öykü. İç yakar.

Zevrak'la Ebrû: Halit Ziya'nın bir diğer takıklığı da hayvanlar. Onları kişileştirir, onlara anlamlar yükler. Adam her şeyden bir öykü çıkarabildiği için doğal. Burada da birbirine sadık olmaya çalışan, yavrularını büyüten iki güvercin var. E bunlar hayvan. Haliyle sadakat gibi bir kurum yok aralarında. Dönem edebiyatının bir özetini verivereyim size:

"Zavallı sevda kurbanı! O zaman bana bu trajedi, bir Zevrak olmak için ne büyük bir imrenti vermişti! Ben de böyle mutlu bir sevdadan sonra onun ayrılık acısıyla erimek, ölmek isterdim." (s. 105)

Mavi Yalı: Mai ve Siyah'ın temeli buradadır. Bir kaptan, hayallerinin çok uzağına düşüp vapurlarda çalışmaya başlar, güzergahında mavi bir yalıya bakarak hayal kurar. Sonu elbette mutlu bitmiyor, çünkü bitmez, biterse hüzünlü, dertli bir öykü olmaz.

Daha bir bu kadar öykü var, hepsi birbirinden güzel. Ölümlü, ağlamalı. İçim daraldı lan.

30 Eylül 2012 Pazar

Halid Ziya Uşaklıgil - İzmir Hikâyeleri

Halid Ziya İzmir doğumlu. Dedesi Uşak'tan gelmiş, çeşitli ticari hamlelerle deli para kazanmış. Uşşaki, Uşakizade, Uşaklıgil olarak kök salmış bir bay. Halid Ziya da halayıklarla, dadılarla, sülaleyle böyle her anlamda ferah bir ortamda büyümüş. Hani Aşk-ı Memnu, Ferdi ve Şürekası gibi konak/yalı romanları var ya, iyazarın bu geçmişe bağlılığının ve o ortamda büyümesinin ürünleri bunlar. Bu tarz mekanlarda geçen romanların yazarlarına bakın, illa bir konak bağlantısı bulacaksınız hayatlarında.

İzmir Hikâyeleri, Halid Ziya'nın yazdığı son esermiş. Yeşilköy'deki köşkte geçen huzurlu zamanlardan sonra yazar son bir kez İzmir'e gidiyor ve doğup büyüdüğü yerlerin değişimi karşısında içinde bir burukluk ortaya çıkıyor, ardından bu kitabı yazıyor. Şahıslar yine halktan kimseler; işçiler, esnaf, tanıdıklar, falan. Bir de dildeki sadeleşmenin uç noktaya vardığı bir eser olmuş bu. Gayet sade, sohbet eder gibi.

"İnsanın önünde aşılacak yol pek kısa kalınca, daha yaşanabilecek günlerin sayısı azala azala artık sonra yaklaşınca geriye doğru bir bakışla gözlerin geriye doğru çevrilmesinden büyük bir haz duyuluyor. Sanırım bunun için olacak ki çoğu yazarlar hayatlarının sonlarının sonlarına doğru anıları yazmaktan zevk almışlardır. Yaşlıların da çocukluklarından, gençliklerinden ikide birde söz etmeleri, geçmiş yılların arasından andaç toplamaya uğraşmaları gene bu sebepten ileri geliyor olmalıdır." (s. 9)

Yaa... Daha yirmili yaşlarımızdayız, hatta bu aralığın yarısına bile gelmedim ama şimdiden ufak ufak olmuyor mu çocukluğa özlem, onlu yaşlara özlem? Şu çağda zannediyorum ki pek erken yaşlanıyoruz. Kırklarda, ellilerde ne olur, Allah bilir.

Gerilere Doğru: Giriyoruz. Halid Ziya önce çocukluk arkadaşlarıyla yıllar sonra karşılaşmalarını anlatıyor, sonra İzmir'e dönünce dedesinin konağını yıllar sonra tekrar geziyor, dolanıyor oralarda. Konak ortamı süper. Hizmnetçiler, akrabalar, bir dolu insan. Dedesi, Halid Ziya'ya Nurullah dermiş, Papağan Halid dermiş. Böyle tatlı anılar. Bir de edebiyatla haşır neşir olmaya başlamasının hikâyesi var. Nevruz diye bir dergi çıkarıyormuş Halid Ziya, orada Ohnet'den çeviri yapıyormuş. Bu Ohnet, Goncourt Biraderler falan, Fransa'nın ikinci sınıf yazarları zannediyorum, bir hocamız öyle demişti. Dönemin meşhurları ve Edebiyat-ı Cedîde kuşağını en çok etkileyen yazarların başında geliyorlar.

Mensur şiirler konusunda çok alay etmişler, Halid Ziya'nın konu hakkında söyledikleri şu:

"Bu 'Mensur Şiirler'den neler çektim neler?.. Tâ ki üstad Recaizade Mahmut Ekrem bir güzel mektupla onları övesiye kadar..." (s. 23)

İzmir'e gelen Fransız, İtalyan kabare sanatçıları, tiyatro ortamları, kültürel ortamlar, musikişinaslar... Bir dünya.

Eh, artık eleğini asmış olan büyük yazardan itiraflar da geliyor. Mesela şöyle:

"Haftada bir kez yazı yazmakla avunmak istiyorum. Bu, bilemedim bilemedim, beni iki saat oyalayan bir eğlencedir. Yazıdan da tiksindim ya... Düşün bir kez, altmış yıldan beri sürüp giden bir iş! Önceleri, genç iken, nasıl istek ve sevinçle, her yazılandan ruhsal bir ödül bekleyerek nasıl umutla yazardım. Ve her yazımı bitirince nasıl uçmak üzere havalanmaya hazırlanan bir kuş gibi hafiflik duyardım. Şimdi hiç öyle değil. Yazmak bence neredeyse bir işkence. Her yazıyı bitirince de bir ateşli bunalımdan çıkmışa benziyorum." (s. 29)

Adam fena bıkmış dsfd.

"(...) Hele edebiyattan bıktım, usandım. Özellikle bugünün edebiyatından... düne ilişkin olanlardan -ben de içlerinde olarak- usanmaktan daha da fazla bir duygu ile uzak kalıyorum. Bana edebiyattan söz etmeyin de her şeyden konuşun." (s. 30)

Önceki kitapta bir öyküyü anlatmıştım, oradaki görüşlerle çelişir gibi. Tabii zamanla fikirler de değişiyor. E tabii Çelik de değişti. Neyse, sonrasında polisiyeye sarıyor Halid Ziya. Bayağı bir polisiye okuyor, heyecan manyağı oluyor. Süper.

Sonra işte İzmir'de Halid Ziya. Karşısına kendi çocukluğunu konduruyor, kendisiyle konuşmaya başlıyor falan. O zamanının hayalleri, dargınlıkları, umutsuzlukları... Eski bir valsin duyulmasıyla birlikte gözlerden siliniyor çocuk, Halid ziya öylece kalıyor. İnsan merak etmeden duramıyor; 60 yıl sonra büyüdüğümüz yere döndüğümüzde biz ne bulacağız acaba?

Uzak Anılar: En sıkıntılı bölüm. İzmir'de bir akraba çocuğu var, Affan Sabit. Affan diyelim. Bu çocuk kedileri falan tüfekle öldürüyor, bir acayip çocuk. Bolca okuyor falan ama fena haşarı. Küçük Halid'i de alarak maceralara çıkıyorlar bazı bazı. Hizmetçilere sıkıntı çıkarıyorlar, bilmem ne. Çıktıkları gezintilerde Buca'nın minik bir köy olduğunu, İzmir'in şehir merkezinin sınırlarından itibaren her yerin ağaçlık, bağ bahçe olduğunu görüyoruz. Eski İzmir'e dair çok şey var.

Sonrasında katakullilerle Affan'ın ailesi batıyor, Affan kendini tasavvufa veriyor ve çile çekmek üzere bir dergaha kapanıyor. Sonra akıl hastası olduğunu düşünüyorlar ve İstanbul'da bir akıl hastanesine yatırıyorlar. Orada ölüyor. Hazin bir hikâye.

Güzel İhsan: Uzak anılarda kalmış bir adam İhsan. Onun hikâyesi, dolayısıyla İzmir'in de. Ben sadece şunu alacağım:

"Şilin o zamanlar İzmir'e sanki sarmış olan bir tür gümüş rupye idi ki yarım mecidiye olarak elden ele dolanırdı. Arada altmış para kadar bir fark olurdu ki bu fark yüzünden Kızıldeniz kıyılarından, Suriye'den akın akın bu paralardan gelir; açıkgözler bu ticaret yüzünden önemli kazançlar elde ederlerdi." (s. 135)

Böyle bilgiler mühim ve sıkça.

Civelek Ziver: Zenci bir çocuğun hikâyesi. Halid Ziya'nın takıldığı bir İzmir kahvesinin delikanlı sahibi, zenci bir çocuğu yanına alır. Bu sahip gençliğinde bir Habeş kıza aşık olmuş, kızı öldürmüşler falan. O yüzden çocuğu yanına almış, kendi evladı da o yaşlarda olacakmış çünkü, eğer olsaymış. Evlatlık statüsü de kazandırıyor çocuğa. Sonra çocuk deli hasta oluyor, adam para topluyor ve Halid Ziya da adamcağıza yardımcı oluyor ama sonradan çocuğun yaşayıp yaşamadığını bilmiyor. Bu öyküde önemli olan bilgilerden biri şu:

"(...) Zencilerin bir tane bayramı olurdu ki İzmir'in sayılı günlerinden biriydi. Onların Afrika geleneklerinden getirdikleri bir tören Kadifekale sırtlarında, İzmir'in Bahribaba sırtlarından denize bakan bir noktasında yapılırdı...
İzmir'de ne kadar değişik ve çeşitli kabilelerden gelme erkek-kadın zenciler varsa burada toplanırlar; yerler, içerler, oynarlardı. İzmir halkından bir büyük kalabalık da bunları seyretmek ve bu garip oyunlarını görmek için orada toplanırlardı. Özellikle borulu zenciler bu törenin en başta gelen öğeleri idiler." (s. 140)

İki Sima, Deli Fato gibi öyküler de İzmir'in insanı hakkında etkileyici öyküler. Halid Ziya, diyecek bir şeyim yok. Okunsun.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Halid Ziya Uşaklıgil - Bir Hikâye-i Sevda

Kariler, eğer bir şeyler karalama derdindeyseniz, çok deli ve arıza bir yazar olacağınızı düşünüyorsanız ve Halid Ziya'ya bakıp "meeh" demişseniz çok veya az, bir şeyler kaybetmişsiniz demektir. Şu coğrafyada yaşamları süzgeçten geçirip de tadını bozmadan sayfalara aktarabilen nadir yazarlardan biri, "Lan benim romanlarıma kitlenmeyin, öykülerim daha başarılıdır, onlara da bakın," sözüyle tarihte yerini almış, bir iki giderinin dışında bolca okumuş, bir o kadar yazmış, çevirmiş, bir dönemin edebi ortamına damga vurmuş bir adamdır Halid Ziya. O yüzden lazım. Selim İleri'ye, Necati Tosuner'e, işte öyle öyle adamlara bakın. Favori yazarları arasında Halid Ziya'yı göreceksiniz.

Bir de tüyo: Kabalcı var, bildiniz. Girin, indirimli kitaplar bölümünü bulun. Oradan sadece 1 TL'ye Halid Ziya'nın kitaplarını alabiliyorsunuz. 1 TL. Tırto tırto kitaplara para vermeyin de bir tanecik alın bari lan. Ya da siz bilirsiniz ama alın bir tane, bulunsun.

Kitaptaki öyküler 1894-1921 arasında kaleme alınmış ve bazıları otobiyografik öğeler içeriyor. Halid Ziya öncelikle mükemmel bir gözlemci, ardından mükemmel bir kurgucu. "Bana birkaç isim verin, size hemen bir hikâye sunayım," diyor adam. Çünkü geçmişe dönük bitmek bilmeyen bir özlem var ve uydurukçuluk, kaynağını bu sonsuz özlemden alıyor. Gençlik yıllarını İzmir'de geçiren Halid Ziya, yazdığı onca öyküye, romana rağmen İzmir'in havasını sayfalardan alamamaya başlıyor ve 50 yıl sonra doğup büyüdüğü şehre geri dönüyor. Bu başka bir yazının konusu.

Bir Hikâye-i Sevda: Barba, Balkan Savaşları sırasında İzmir'e gelen bir meczuptur. Soru sorarlar, cevap vermez. Sürekli güler. Buna geldiği köyde derme çatma bir kulübe yaparlar, yemek verirler. Köyün meczubu olur artık, herkes onu çok sever ve kış gelince bir gemiye atlayıp gitmek isteyen köyün uğurunu bırakmazlar. Barba yine güler, köyde kalır. İşte güç isteyen işleri falan yapar. Bu arada Barba'nın aşık olduğu dedikodusu yayılır. Adam gerçekten de hayalet gibi gezinmektedir, böyle adeta aşığım ulan ben diye bağırmaktadır. Sorarlar, söylemez. Susar, gönül razı gelmez, o da alır kazmayı küreği, yıkıntıların arasında bir yol yapmaya başlar. Aylar geçer, yol biter, Barba için bir tören düzenlenir ve madalya gibi bir şey alır Barba.

Ortadan kaybolduktan sonra cesedini göl gibi bir yerde bulurlar, ayağına falan taş bağlayıp atlamış. Aldığı madalya tarzı şeyi de köyün en güzel kızının kapısına asılı bulmuşlar. Böyle bir garip insanın hikâyesi. Mahallesinde deli mi diyeyim, akıl hastası mı diyeyim, neyse, olanlar bilirler. İncelersiniz ama ötesini merak etmezsiniz. Halid Ziya ötesini de gösteriyor burada. Süper.

Emel-i Meyus: Her akşamüstü dışarıdaki çocukları izleyen bir amcamız var. Hiç kaçırmıyor; aynı saatte, aynı yerde. Eşi de kendi dünyasında bir kadın. Çocukları olmuyor, sıkıntı burada.

Doktorlar, hemşireler, kocakarılar, üfürükçüler, kar etmiyor. Bu sırada bir evliliğin anatomisini de çıkartıyor Halid Ziya. Evlendikleri zaman, çocuksuzluk, evlatlık fikrinin adam tarafından reddedilmesi, bir zaman sonra konuşacak hiçbir şey bulamamaları, bir odada sessizce yaşlanan insanlar... O geçen zamanın tıkırtısını işitebiliyorsunuz, oda da gözünüzün önünde canlanıyor. Tozlar içinde yaşayan iki insan. Zamanı öyle sakince öldüren insanlar Halid Ziya'nın kaleminden başka bir kalemden çıkamazdı zannediyorum.

Neyse, bir gün karısı adama müjde veriyor. Dünyalar adamın oluyor, emin olmak için doktorla konuşmaya gidiyor adam. Doktor yine birçok terim kullanarak adamın kafasını karıştırıyor ve diyor ki yanılıyorsunuz be mal, karınız hamile değil. Off, yıkılmaya gel. Sonra eve dönüyor, daha büyük bir umutsuzluk içinde kıvranırken yüklükten ses geliyor, bir de bakıyorlar ki üç tane kedi. Birini tutuyorlar evde, adını da İsmet koyuyorlar. Doğmayacak olan çocuğun adı. Ulan çok üzücü bir hikâyeydi ya.

Güzel Artemisiya: Kıvrandım şunu okuyunca:

"İnsanın hayatında geçmişin anılarına yöneltilen geriye bakış, bence tıpkı tersine çevrilerek bakılan bir dürbüne benzer: Bütün görüntüler ve biçimler uzaklarda, ancak ayırt edilebilen uzun aralıklarla sıra ile durur. Ancak renklere, çizgilere ilişkin olan bütün bakışı incitecek eksiklikler kusurlar uzaklığın boyutu ile örtülmüş, gizlenmiştir." (s. 30)

Halid Ziya, geçmişi böyle gördüğünü söylüyor. Gerçekten de bir süre sonra sadece güzel anılar kalıyor, ya da kötü anılar gerçekten de kötüyse, yani karakterimizi etkileyecek kadar, yaşamımızı değiştirecek kadar kötüyse ortada hiçbir şey kalmıyor. Hiçbir şey hatırlamıyoruz, bastırıyoruz ve diplere çöküyor ne varsa. Diplere, asla bir şey aramak istemeyeceğimiz derinliklere çöküyor. Nereden nereye geldik, neyse.

Anlatıcı muhtemelen Halid Ziya. Gençliğinde izlediği bir şarkıcıyı yıllar sonra tekrar izliyor ve geçmişin ne kadar da uzakta olduğunu fark edip yıkılıyor, kaçıyor ortamdan. Böyle.

"Ben daha fazla işitmemek için, şimdi bir çığlık acılığıyla yüreğime ezinç veren bu yinelemeyi duymamak için acele yürüyor, buradan bir an önce uzaklaşmak istiyordum. Ama o, iki masum çocuk annesinin (Artemisiya) bu gülerken ağlayan sesi beni izliyordu ve hâlâ izliyor:

Tara, tara, tira, tara, rara, rira..." (s. 39)

Daire-i İstintakta: Sorgu sırasında söylenenlerden oluşan bir hikâye, teknik bu. Bir kızcağız var, 15 yaşında. Bir yıl evvelinde bir adam çıkartıyorlar karşısına, evlendiriyorlar. Görücü usulü bile değil, veya kızın haberi olmadan öyle. Halid Ziya da dönemin sorunlarına olabildiğince eğilen bir yazar, dolayısıyla böyle şeyleri sıklıkla yazıyor. Kadına şiddeti ve çarpık evlilikleri eleştiriyor burada. Kadın öldürüyor kocasını en sonunda ama adam neler neler yapıyor. Şerefsiz. Bir de şey, kadın hamile olduğunu söylüyor adama.

"O gün yanına yaklaşarak yavaşça, hem gülerek hem korkarak söyledim. Ah, ne dedi bilir misiniz? Öfkeyle bana döndü, omuzumdan şiddetle bakarak: 'Sen de, piçin de yerin dibine batınız!' dedi." (s. 43)

Dsddsf, züppe olmakla suçlanan bir yazar için hakaret, küfür böyle kariler. Adam kibar.

Bayram Hediyesi: O zamanın arkadaş çevresine süper bir bakış ve yoksul insanlar. Rencide edilmeden bir insana nasıl yardım edilir, bu. Fakat asıl olay Süleyman Naim adlı bir arkadaşın söyledikleri:

"Ben sana bir şey söyleyeyim mi azizim? Edebiyatta eski, yeni, pek yeni, daha da çok yeni, yeninin yenisi yoktur. Yalnız bir şey vardır: Edebiyat!.. Bugünün edebiyatına, özel deyimiyle Edebiyat-ı Cedîde'ye karşı aşağılatmada bulunanlar ne kadar insafsızlık ediyorlarsa, eski edebiyatı küçümseyenler de haksızlıkla aynı şeyi yapıyorlar demektir. Edebiyatta ben ne eskilik, ne yenilik tanırım; edebiyatta ne dün vardır, ne bugün... Edebiyat, Batı'nın hüzünler ufuklarında ya da Doğu'nun keyifli göklerinde doğmuş olsun; edebiyat Arabistan'ın güneş tufanları altında tutuşan çöl denizlerinde, bir hurma ağacının lutfedici gölgesinde; ya da kuzeyin donuk tanyerleriyle boyanan buzdağlarında yetişsin, bence edebiyat, her vakit, her yerde birdir. Edebiyatta ayrımı yapılacak yalnız bir görüş açısı vardır: Güzel ya da kötü..." (s. 50)

Mai ve Siyah'taki şiir ve Edebiyat-ı Cedîde görüşlerini destekleyen, hatta koca bir dönemin özetini çıkaran bir bölüm.

Küçük Kambur: Halid Ziya'da çocukların yeri pek önemlidir. Kendisinin çocuklarla ilgili bir sözü vardı, galiba dünyada en çok çocukları, çocukların tertemiz, saf gönüllerini sevdiğini söylüyordu galiba. Dolayısıyla hemen her öyküde küçük rollü, büyük rollü çocuklara rastlarız. Bu da öyle. Küçük kambur, mutlu bir aile ortamında büyüyen bir çocuk. Babası eğlence olsun diye her zamanki gibi sallıyor kendisini bir gün, lakin çarşaf elinden kaçınca güüm, çocuk yerde. Omurgası zortluyor ve çocuk kambur oluyor. Bundan sonrası diğer çocukların kambura alışma safhası, giysi problemi, yani küçük bir çocuk için dert olacak bütün küçük sıkıntılar. Minicik detaylarda büyük bir dünya var Halid Ziya için.

Hiçbir şey bizim çocuğu yıkamıyor, ta ki beraber büyüdüğü bir kız evlenene kadar. Eh, bir insanı aşk yıkabilir ancak.

Bir Valide Tarafından: Görücü usulü evlilik temalı bir öykü. Anne, kızını evlendirmek üzere ve kendi gelinlik çağını hatırlıyor, anılara dönüp anlatıyor bazı şeyleri. Çok ilginç hadiseler var, zamanımızda birçoğu yok olmuştur ama o zamanlar niyeti belli eden şifrelermiş adeta. Birini alayım. Görücüler çıkarken.

"Onlar çıkarken size, 'Allah bağışlasın efendim, Allah güldürsün efendim!" derler, bu: 'Allah başkasına bağışlasın, başkasından güldürsün!' demektir." (s. 75)

Taktiklere gel lan, süpermiş. Neyse, kızımız bir genci beğeniyor, evlenecekler. Genç o sırada askere alınıyor, gidiyor. Ölüm haberi geliyor anneye, anne yıkılıyor. Kızına haberi daha vermemiş, öyle görüyoruz öykünün sonunda. Yıllar süren görücü akınından sonra işler yoluna girdi derken tekrar görücü akını başlayacak, kız için büyük yıkım. Adam insanın içini kıyıyor ya, gerçekten on numara beş yıldız öyküler.

Ruznâmeden Müfrez: Yani günlükten alınmış anlamında. Günlükten bir bölüm. Halid Ziya diyor ki operatör bir dostumun güncesinden aldım.

Bir gün doktora bir ressam geliyor, aşk hikâyesini anlatıyor. İşte karşı camda bir kız varmış. Bakışmalar başlamış, gülüşmeler başlamış, selamlar başlamış falan. Sonra anneyle ve kardeşiyle geliyor kız, ziyaret ediyor ressamı. Seviyorlar birbirlerini, evleniyorlar. Ressam gece bir de bakıyor ki kızın kulağının yarısı yok. Dert oluyor, ulan yarısı olsa ne olacak, olmasa ne olacak diyor ama bir yandan da istemiyor kızı. Aşık ama aşık değil. Çünkü kızın estetiği bozuk. Lan seviyorsan evlen, çocuk yap, süper bir ömür geçir. Kulağın yarısı yok diye lolo yapmak ne oluyor.

Neyse, doktor işte oraya bir şey yapamayacağını söylüyor, ressam da umutsuzlukla çıkıyor oradan. Bu kadar.

Büyükbaba: Yine bir Halid Ziya şahanesi. Gözlem, kurmaca gücü ve çocuk. Üçü bir araya geldi mi aha.

Büyükbabayla torunu, en azından anlatıcı öyle düşünüyor. Zamanlar boyunca gözlüyor anlatıcı, ikisine de bir hayat oturtuyor. Bir gün çocuk büyükbabanın yanında değil, adamcağız çökmüş ve elinde ilaç torbaları var. Gerisini biliyoruz ama o kalp burukluğunu bilmiyorsunuz, okursanız anlarsınız. Bildiğin sokaktan geçmeyen adamı geçer gösteriyor Halid Ziya, inanıyoruz. Zaten inanmak zorundayız, yazarların okuyuculara yalan söyledikleri nerede görülmüş?

Bir bu kadar daha öykü var, hepsi şahane. Okuyalım.