"Merhaba!"
Daha ilk sayfada Balıkçı'nın sesi yankılandı. Bol Akdenizli bir hikâyeye çağırıyordu. Savaşlarla, Türk denizcilerin kahramanlıklarıyla dolu uzun bir hikâye bu. Balıkçı'nın dayanamayıp araya girdiği çok oluyor ama Ahmet Midhat Efendi'nin ilginç çıkışları postmodernizm açısından incelenebiliyorsa Balıkçı'nın eksiği ne mesela.
Her şey var aslında; tarih, savaşlar, Türk korsanların yaşamı, siyaset. Perspektif geniş, hatta biyoloji bile var bir yerde. Balıkçı'nın diğer kitaplarında verilen Akdeniz'le ilgili bilgilerden bu kitap yazılırken de yararlanılmış. Ahmet Midhat Efendicilik burada giriyor devreye; Uluç Reis'in gençliği vs. anlatılırken hikâye kesiliyor ve Akdeniz'in ismini aldığı, mikroskobik organizmaların ışımasıyla parıldayan, bembeyaz kesilen deniz anlatılıyor mesela. "Lombar" deniyor, gemi dili ve edebiyatından uzak olan okurlar için parantez içinde lombarın ne olduğu açıklanıyor. Kitabın her bölümünde bu yok, başlarda var sadece, bir iki örnek.
Büyük bir bölümü otobiyografik romana yakın bir tür, sonlara doğru Uluç Reis'i de bırakıp Preveze'yi, İnebahtı'yı anlatıyor Balıkçı, kendi kıvrak üslubuyla. Baştan giriyorum ben.
Bizimkiler çok baskın yiyip ağır kayıplara uğradıkları için korsanlığa başlamış, giderek ustalaşmışlar. Akdenizli Türk korsanların ortaya çıkması buna dayanıyor, deniz savaşları için donanma örgütlemek falan çok sonra ortaya çıkmış. Zor iş, bir sürü reis var çünkü. En büyükleri Cezayir'deki Barbaros Hayreddin, Turgut Reis de sağ kolu. Osmanlı'nın hizmetine girene kadar gemi gemi feodal beylikler var gibi bir şey. Neyse, Emeti'nin kızı Perçim, dillere destan güzellikte bir kız. Çok beğendiğim bir betimleme var: "Gür saçlarının mavi mavi parıldayarak başından aşağıda büklüm büklüm yıkılışı, onları gören gözlere bir gökgürültüsünü seyretmekte oldukları hissini verirdi." (s. 18) Perçim, Avrupalı korsanlar tarafından kaçırılıyor ve bir papazın himayesine giriyor, Napoli'ye götürülüyor. Orayı basan Türk korsanlardan birine aşık oluyor, böyle doğuyor Uluç Reis. Babası ve annesini yabancı topraklarda kaybettikten sonra Kara Yusuf'un gemisine çıkıyor daha pek küçükken. Denizciliği bu gemide öğreniyor. Her işte başarılı, iyi bir korsan olacağı daha o yaşlardan belli. Sonrası Uluç Reis'in çocukluğu, gençliği, yaptığı baskınlar ve savaşlar. Politika da var; sarayın sözü geçen adamlarının kıskançlıkları yüzünden kelleyi kaybetmek istemeyen, bu yüzden saraya hepi topu üç kez gidebilen kaptan-ı deryalar, deniz savaşlarını bilmeden savaş yöneten ve büyük kayıplara yol açan devlet adamları falan.
Kitabın asıl zenginliği, dönemin deniz kültürü hakkında içerdiği epey bir bilgi. Türk korsanlarının koyduğu kırk deniz kanunu, gemi hiyerarşisi, yeniçeri gülbankı, bir sürü şey.
Balıkçı diye okudum ben, döneme ilgi duyan herkes okuyabilir. Balıkçı'nın sesiyle Uluç Reis ve Akdeniz.
Halikarnas Balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halikarnas Balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Mart 2014 Pazartesi
4 Şubat 2013 Pazartesi
Halikarnas Balıkçısı - İmbat Serinliği
Şadan Gökovalı, Tuğrul Eryılmaz için imzalamış. Tuğrul Eryılmaz da benim Küçükyalı'daki kitapçıya sattı bunu. Hemen üstüne çöktüm. Kaçmaz.
Balıkçı'nın Anadolu'yla, mitolojiyle ilgili kitaplarını alın, süzün, sonuç İmbat Serinliği olur. TRT İzmir Radyosu için yapılmış konuşmalar bunlar, dolayısıyla Balıkçı'nın kitaplarındaki çoğu hadisenin özeti sayılabilir. Gökovalı da bu durumdan şikayetçi olabilecekler için kitabın bir hediye olduğunu belirtiyor, Balıkçı'nın 112. yaşı için. Tabii ne olursa olsun okuyoruz, çok iyi bir konuşmacının eseri bu.
Kabaca üç konu altında toplayabiliriz konuşmaları. Birinci konu, Akdeniz'in tabiatı. Balıklardan ağaçlara kadar. İkincisi, mitoloji. Üçüncüsü de uygarlık tarihi ama ikiyle üç birbirine karışıyor haliyle, yine de kesin çizgilerle ayrılmış başlıklar mevcut.
Nasreddin Hoca'yla başlıyor konuşmalar. Hoca'yla Don Kişot arasında kurulan benzerlikten insanoğlunun hicive duyduğu ihtiyaca kadar güzel bir inceleme. Evet. Böyle de anlatılmıyor, mimlediklerimden gideyim.
Balıkçı, Akdeniz'in kumlarını anlatırken kumların güzelliğinden Afrodit'e bağlıyor olayı: "Tevekkeli değil, Afrodit Hatay açıklarında bu Anadolu denizlerinin köpüğünden doğmuş. Gerçekten Akdeniz köpükleri kaymak lüleleri gibidir, sabun köpüğü değil. Sevgi ve sevinç tanrıçası, denizin böylesinde doğmasın da nerede doğsun? Zaten Akdenizlilere göre güneş doğudan yani Akdeniz'in doğusundan doğuyordu. Afrodit de Akdeniz köpüklerinden, şafakla beraber denizden çırılçıplak doğmuş; gövdesinden akan damlalar inci olarak denize akmıştı. Örtüsü yoktu, çünkü güzellik örtü istemezdi. Denizden çıkınca Kıbrıs adasına gitti. Oradan batıya doğru bir sedef kabuğunda yolculuğuna devam etti. Bir Doğu Tanrıçasıydı. Babilliler, Asurlar ona İstar, Astoreth, Melitta diye bağırarak taptılar." (s. 20) Yani nereden girip nereden çıkacağı belli olmadığı için Balıkçı'nın konuşmaları tam bir kültür bombalaması halinde. Belli ki konuşma için fazla bir süre de ayrılmamış. İzlenecek en iyi yol bu haliyle. Böyle konuşmalarda Balıkçı'nın verdiği tepkiler de yarıcı olur haliyle; işkence edilen bir hayvan için Balıkçı'nın söylediği: "Be adamlar, öldürüp yiyecekseniz öldürün yiyin bari zavallı hayvanı. Böyle rezil ederek, işkence ederek eğlenmek reva mı?" (s. 27)
Anadolu'daki hayvanların anlatıldığı bölümde anlıyoruz ki ayılar, parslar, sırtlanlar gırlaymış bir zamanlar. Ava çıkılırmış, avla geçim sağlanırmış. Şimdi yok öyle bir şey.
Anadolu'yu uygarlığın beşiği olarak gören Balıkçı, Antik Yunan ortamlarının Anadolu'da başlayan göçlerle ortaya çıktığını söylüyor. Sadece bu hadiseyi incelediği bir kitabı da vardı ama adı aklıma gelmedi, Anadolu'nun Sesi olabilir. Neyse, Bergama'yla ilgili bir konuşmada Mısır'ın papirüs ihracını kesmesiyle parşömeni bulan Bergama'nın çok şahane bir iş ortaya koyduğunu belirtiyor.
Bir de dünyanın ilk güzellik yarışması hadisesi var. Mitolojik bir şeyler oluyor, Hera, Venüs ve Athena, Paris'in elindeki altın elmayı alabilmek için çocuğun aklını çelmeye çalışıyorlar. Kazanan Afrodit oluyor.
Pagan inanışların Katoliklere yansımasıyla ilgili ilginç bilgiler de mevcut. Bilindiği üzere ökseotu, Walpurgisnacht gibi olaylar, yok edilemeyecekleri ortaya çıkınca bir şekilde kullanılıyor. Mesela Efes'te on yıl boyunca sönmemesi sağlanacak ateş için rahibelerin evlenmemesi gerekiyormuş, inanç bu. Sonra Katolik rahibelerde de durum bu. Ya. İşte etme bulma dünyası.
Knidos, Halikarnas gibi yerleşmelerin anlatımında Balıkçı'nın hikâyelerinin izine rahatlıkla rastlanabilir. Kendisi diyor şuraya şuraya gittim de çok etkilendim, böyle süperdi, şöyle harikuladeydi diye. Sonra hikâye olarak yazmış.
Yine bir yarıcı bölüm, Bodrum Kalesi'yle ilgili. Halikarnas mozolesi bulunuyor, ardından olay şu: "Alman mühendis Şlegelholt mozoleyi nasıl parçaladığını şöyle anlatıyor:
'Mermer anıtı gördük, yıktık, kırdık, parçalarıyla kireç yaktık.'
Eh maşallah! Yabani herife." (s. 86)
Derya bu kitap, Balıkçı'nın tatlı ihtiyar üslubuyla Anadolu'yu keşfe çıkacaksınız. On numara.
29 Ocak 2013 Salı
Halikarnas Balıkçısı - Ege'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek
Okuduklarım arasında en sevdiğim kitap bu oldu. Tahir Alangu demiş ki Sait Faik'in hikâyelerinde hayatla balıkçılar iç içe geçmiştir, Balıkçı'nın hikâyelerinde balıkçıların denizle mücadelesi vardır. Aşağı yukarı böyle bir şey. Sevmem böyle şu şunu demiş olayını ama baktığımız zaman sade bir mücadele değil bu. Hayatlarını denize, fırtınalara adamış insanlar var ve bu insanların yıkımı denizle alakalı değil, hayatla alakalı. Kafası patlamış kardeşinin kemikleriyle, beyniyle dolu başlığı kafasına geçirip kardeşinin katili olan denize dalan adamın durumunu başka türlü nasıl anlatabiliriz, bilemiyorum.
Derleme bir kitap bu, Balıkçı'nın diğer kitaplarından hikâyeler var. Kitaplara girmemiş hikâyeler de var. Balıkçı okumaya başlamak için en uygun kitap bu zannediyorum.
Balıkçı'nın ithafı: "Güney Anadolu'nun o masmavi göğü, menekşe denizi, ışığı ve toprakları; çeşit çeşit ağaçları, yemişler, çiçekler, insanlar, uygarlıklar yetiştirmişti. Bu hikâyeler de, o cennet gibi ellerin, dağ otlarının, kıyılarının, vahşi kayalarının, yıkıntılarının ve açık denizlerin ürünüdür.
Hepsini yine onlara adıyorum."
Knidos Afroditi: Mitolojiyle kurmacanın iç içe geçtiği bir hikâye. Bir heykelin, bir tanrıçanın izi sürülüyor ve tanrıçanın uygarlıklar arasında yaptığı yolculuk anlatılıyor. Bir de kent var, Knidos. Kaç bin yıl önce ortadan kalkmış bir hayal şehir.
"Zavallı Knidos!.. Bütün tayfayla birlikte ona denizden çınlayan bir 'merhaba!' yolladık... İki bin yıl önce ölen kent duydu mu acaba?" (s. 25)
Yedi Adalardaki Balık Bankası: Bir balık macerası ve Ege'ye güzelleme. Anlatıcının ortaya koyduğu para kadar balık tutamaması üzerine balıkçı arkadaşlar tuttukları balıklarını anlatıcıyla paylaşır, anlatıcı balıkları kimin verdiğini sorar ve cevap alamaz. Gülüp geçerler. Balıkçılar arasında böyle bir ilişki var.
"Aradan on yıl geçti. Balıkçı arkadaşların yarısı öldüler, bazıları da boğuldular. Denizde gece yıldızlara bakarım. Çünkü, balıkçı arkadaşlarımın her biri, gökte birer yıldız oldular.
Onlar hayatta iken onlara kılavuzluk etmiş olan kutup yıldızının çevresinde kayıklarını sürüyorlar. Onun için, yıldızlar birbirleriyle konuşurlarken dinlerim..." (s. 33)
Güzelliğe bakar mısınız? Şahane.
Ege'nin Öfkesi: Mahmut namlı dayımız bir foku öldürüyor, sonra deniz Mahmut'u öldürüyor. Gaia Bacı'ya çok selamlar.
Halikarnas: Balıkçı vapuru kaçırınca bir sonraki vapur için iki saat beklemek zorunda kalır. Beklemez, antik kenti dolaşmaya çıkar. Yine Helenler, Poseidon, kent ve güzellikler.
"Kenti yapan mimar değil ışıktır, mavi gök ve mavi denizdir. Meltem mavisi, Ege mavisi. Bununla birlikte insan, 'acaba deniz mi kentin güzelliğini süslüyor, yoksa kent mi kıyısıyla denizi süslüyor?' diye düşünüp şaşıyor." (s. 42)
Altmış Altı Bükün Oynadığı Oyun: Ya bu Afrodit'in aşık olduğu bir genç vardı, o da ya sulardan çıkıyordu, ya da suya çekiliyordu. Aynı olayın insanlısı. Ahmet, altmış altı bükü dolanıp sünger ararken denizden çıkan bir kızla karşılaşır, aşık olurlar ve Ege'nin büyülü güzelliğinde yaşarlar, ortadan kaybolmuşlardır tabii. Böyle hikâyelerini seviyorum Balıkçı'nın, efsaneyle gerçek arasındaki çizgi çok ince. Gerçi birini diğerinden ayıran sadece zamansa hangisi daha gerçektir, bilmiyorum.
Ege'nin Dibi'nde önceki kitaplardan bildiğimiz Ege insanı var. Haksızlıklara karşı mücadele, doğayla uyum sağlama uğraşları, insanoğlunun hayvanlığı, güzel tarafları. Bu tarz şeyler.
Merhaba Akdeniz'de Balıkçı'nın meşhur öyküleri var, mesela Gündüzünü Kaybeden Kuş. Mesela Kancay. Bu hikâyeler olmasa Balıkçı, Sait Faik'e iyice yaklaşmış olurdu, veya tam tersi. Bunlar fark yaratıyor, çünkü Anadolu insanının Anadolu toprağındaki mücadelesine böyle tanık oluyoruz. Sait Faik Anadolu'yu bilmediğini, dolayısıyla Anadolu insanını yazamayacağını söyler mesela. Fark burada.
Neyzen: Büyülü gerçekçiliğin bayrağı bu dört sayfacık hikâyede şevkle dalgalanır. Neyzen Tevfik'in Mesnevi'yi bellemesi, neyle tanışması... Nefis.
Sonraki öykülerde kayığın insanlar gibi konuşup anlaşabildiğinden tutun, denizle mücadelenin yine deniz sevgisinden kaynaklandığına kadar bir dünya olay ve doğayla bütünleşmiş insanlar var. Balıkçı'nın hikâyelerinde nerede olursanız olun, size doğru esen Ege rüzgarını hissedersiniz. Hayırlı imbatlar, lodoslar.

Balıkçı'nın ithafı: "Güney Anadolu'nun o masmavi göğü, menekşe denizi, ışığı ve toprakları; çeşit çeşit ağaçları, yemişler, çiçekler, insanlar, uygarlıklar yetiştirmişti. Bu hikâyeler de, o cennet gibi ellerin, dağ otlarının, kıyılarının, vahşi kayalarının, yıkıntılarının ve açık denizlerin ürünüdür.
Hepsini yine onlara adıyorum."
Knidos Afroditi: Mitolojiyle kurmacanın iç içe geçtiği bir hikâye. Bir heykelin, bir tanrıçanın izi sürülüyor ve tanrıçanın uygarlıklar arasında yaptığı yolculuk anlatılıyor. Bir de kent var, Knidos. Kaç bin yıl önce ortadan kalkmış bir hayal şehir.
"Zavallı Knidos!.. Bütün tayfayla birlikte ona denizden çınlayan bir 'merhaba!' yolladık... İki bin yıl önce ölen kent duydu mu acaba?" (s. 25)
Yedi Adalardaki Balık Bankası: Bir balık macerası ve Ege'ye güzelleme. Anlatıcının ortaya koyduğu para kadar balık tutamaması üzerine balıkçı arkadaşlar tuttukları balıklarını anlatıcıyla paylaşır, anlatıcı balıkları kimin verdiğini sorar ve cevap alamaz. Gülüp geçerler. Balıkçılar arasında böyle bir ilişki var.
"Aradan on yıl geçti. Balıkçı arkadaşların yarısı öldüler, bazıları da boğuldular. Denizde gece yıldızlara bakarım. Çünkü, balıkçı arkadaşlarımın her biri, gökte birer yıldız oldular.
Onlar hayatta iken onlara kılavuzluk etmiş olan kutup yıldızının çevresinde kayıklarını sürüyorlar. Onun için, yıldızlar birbirleriyle konuşurlarken dinlerim..." (s. 33)
Güzelliğe bakar mısınız? Şahane.
Ege'nin Öfkesi: Mahmut namlı dayımız bir foku öldürüyor, sonra deniz Mahmut'u öldürüyor. Gaia Bacı'ya çok selamlar.
Halikarnas: Balıkçı vapuru kaçırınca bir sonraki vapur için iki saat beklemek zorunda kalır. Beklemez, antik kenti dolaşmaya çıkar. Yine Helenler, Poseidon, kent ve güzellikler.
"Kenti yapan mimar değil ışıktır, mavi gök ve mavi denizdir. Meltem mavisi, Ege mavisi. Bununla birlikte insan, 'acaba deniz mi kentin güzelliğini süslüyor, yoksa kent mi kıyısıyla denizi süslüyor?' diye düşünüp şaşıyor." (s. 42)
Altmış Altı Bükün Oynadığı Oyun: Ya bu Afrodit'in aşık olduğu bir genç vardı, o da ya sulardan çıkıyordu, ya da suya çekiliyordu. Aynı olayın insanlısı. Ahmet, altmış altı bükü dolanıp sünger ararken denizden çıkan bir kızla karşılaşır, aşık olurlar ve Ege'nin büyülü güzelliğinde yaşarlar, ortadan kaybolmuşlardır tabii. Böyle hikâyelerini seviyorum Balıkçı'nın, efsaneyle gerçek arasındaki çizgi çok ince. Gerçi birini diğerinden ayıran sadece zamansa hangisi daha gerçektir, bilmiyorum.
Ege'nin Dibi'nde önceki kitaplardan bildiğimiz Ege insanı var. Haksızlıklara karşı mücadele, doğayla uyum sağlama uğraşları, insanoğlunun hayvanlığı, güzel tarafları. Bu tarz şeyler.
Merhaba Akdeniz'de Balıkçı'nın meşhur öyküleri var, mesela Gündüzünü Kaybeden Kuş. Mesela Kancay. Bu hikâyeler olmasa Balıkçı, Sait Faik'e iyice yaklaşmış olurdu, veya tam tersi. Bunlar fark yaratıyor, çünkü Anadolu insanının Anadolu toprağındaki mücadelesine böyle tanık oluyoruz. Sait Faik Anadolu'yu bilmediğini, dolayısıyla Anadolu insanını yazamayacağını söyler mesela. Fark burada.
Neyzen: Büyülü gerçekçiliğin bayrağı bu dört sayfacık hikâyede şevkle dalgalanır. Neyzen Tevfik'in Mesnevi'yi bellemesi, neyle tanışması... Nefis.
Sonraki öykülerde kayığın insanlar gibi konuşup anlaşabildiğinden tutun, denizle mücadelenin yine deniz sevgisinden kaynaklandığına kadar bir dünya olay ve doğayla bütünleşmiş insanlar var. Balıkçı'nın hikâyelerinde nerede olursanız olun, size doğru esen Ege rüzgarını hissedersiniz. Hayırlı imbatlar, lodoslar.
19 Aralık 2012 Çarşamba
Halikarnas Balıkçısı - Sonsuzluk Sessiz Büyür
Şadan Gökovalı'nın bir ucundan girip diğer ucundan çıkamadığı tonla yazıdan derlenmiş Balıkçı kitaplarından biri. 1950'lerde Demokrat İzmir adlı gazetede çıkan tarih yazıları, Gökovalı'ya göre İzmir tarihi konusundaki en ayrıntılı ve en özgün çalışmalardan biriymiş. Antik eserlerin resimlerini de kendi çizmiş Balıkçı, çizimler on numara.
Önce İzmir'in 3000 yıl önceki coğrafi durumuna bakıyoruz. Akarsuların isimleri nereden geliyor, Efes'in önü denizdi, böyle şeyler. Amazonların İzmir'le bağlantıları var mesela, İzmir adının kökenlerine gittiğimizde Amazonlara da denk geliyoruz. Buradan İskitlere yol oluyor, Kimmerler beliriyor ve o dönemde yakınlarda kim varsa hepsini bir bir görüyoruz. Birçok araştırmacıyı referans alıyor Balıkçı, sallama bilgiler değil bunlar. Mitolojilere de tarihle paralel olduğu yerlerde inandığını belirtmişti. Yeterince geriye gidersek her mitolojinin bir gerçeğe dayandığını düşünmek gerek, anlamadığımız şeyleri abartmaya, efsaneleştirmeye çok meraklı olduğumuz için mitoloji, söylence falan çıkıyor ortaya. Bence süper, masal gibi geliyor hepsi. Yok Hera İo'yu kovalamış, İo öküz olmuş, kaçmış da bilmem ne. Çok güzel lan.
Eski Söylencelerin İçyüzü adlı bir bölüm var ki Balıkçı'yı sevmek için yeterli. Şimdi bu İzmir'in kurucusu hakkında üç iddia var; biri bir Amazon savaşçısı, diğeri Tantalos namlı bir yarı-tanrı ki bu kardeşimizin hikâyesini öğrenip sinirlenmeyen insan yoktur sanıyorum, diğeri de başka bir adam. İşte bunların olayına Zeus falan da karışıyor, işin içine mitoloji girdi mi eski zaman tarihçilerinin dilleri bir değişiyor, bir süsleniyor. Ben buraya alamam hepsini, çok rica ederim 36. sayfadan itibaren bir okuyun.
Aslında bu yazıların tümü, bir iki yeni bilgi dışında Balıkçı'nın diğer kitaplarında da incelediği mitolojik hadiselerden ibaret. İşte Anadolu'da eskiden anaerkillik mevcutmuş, bu yüzden Kibele'ye tapılıyormuş, sonra güç sahipleri değişmiş, bu sefer ataerkillik baskın olmuş. Sümerlerin Tammuz'undan Adonis'e, başka bir ata tanrı çıkıyor ortaya ve ana tanrılar şekil değiştirip varlıklarını sürdürseler de geri planda kalıyorlar. Oysa Kibele'ye, Bereket'e tapmak için erkekler cinsel organlarını kesip toprağa gömerlermiş ayinlerde. İnsanlar kurban edilirmiş falan. Stephen King'te bile bunun izleri mevcuttur. Tarihle mitolojinin karışması da bu yüzden güzeldir zaten; gerçekliğinden emin olamadığımız şahsiyetler, arketipler olarak varlıklarını sürdürürler, günümüze kadar gelebilirler hatta. Gılgamış'ın Herkül'e dönüşmesi, çok basit bir örnek. Hristiyanlıktaki birçok geleneğin paganizm kaynaklı olması, daha neler neler.
Çok çok öküzce anlattım, bir dünya ayrıntı mevcut. Anadolu'nun tarihini incelemek isteyenler için birebir.
Büyük Kukuriko, bir distopya. Ya da bazılarının ütopyası. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak bir toplumun koyunlaştırılmasını inceleyen bir hikâye.
Güç sahipleri, birçok düşünürün görüşlerini alarak bir sentez oluşturuyor ve bu sentez, toplumun yönetilmesi için temel oluyor. Şurayı almakta da fayda var: "(...) İlk önce kahraman , Tanrı olarak tanınır. Sözgelimi Odin ve Thor gibi. Sonra peygamber olarak, daha sonra büyük bir şair olarak Dante, Shakespeare gibi. Bunların ardından asker ve edip olarak, vb... Eğer Carlyle günümüze kadar yaşamış olsaydı, endüstri ve makinalaşma çağımızda kahraman, büyük bir endüstri şefi olarak ortaya çıkardı." (s. 156)
Temel bu, ardından yapay yüz ifadeleri, yapay tepkiler, yapay düşünceler veriliyor insanlara. Bunlar elektronik aletlerle, maskelerle sağlanıyor. Böyle bir uyuşturulmuş, düşünemeyen, mutluluk sanrısı içinde yaşatılan toplum. Ben sadece bir noktaya dikkati çekmek istiyorum, bir arkadaşımdan aynı şekilde dinlemiştim çünkü. Gerçek bir olay! Büyük firmalar var ya hani, giyim firmaları. Öküz gibi paralara kıyafet satarlar. Artık öyle bir noktaya gelinmiş ki mesela bu firma bir takım elbise üretiyor, sadece 10 adet. Para babalarına haber uçuyor, benim giydiğimi başka kimse giymesin diye inanılmaz paralara alıyorlar bu elbiseleri. Başka kimse giymesin diye. Ben sizin aklınızın bam telini sikeyim çok affedersiniz. Ulan donunla birlikte yıkayacaksın o gömleği, pantolonu, ona özel çamaşır makinesi de al bari. Neyse işte, aynı olaydan Balıkçı da bahsediyor.
En sonda da dört beş deneme var, fıkra var, bir de radyo konuşması var. Böyle bir kitap. Balıkçı yine süper.
Önce İzmir'in 3000 yıl önceki coğrafi durumuna bakıyoruz. Akarsuların isimleri nereden geliyor, Efes'in önü denizdi, böyle şeyler. Amazonların İzmir'le bağlantıları var mesela, İzmir adının kökenlerine gittiğimizde Amazonlara da denk geliyoruz. Buradan İskitlere yol oluyor, Kimmerler beliriyor ve o dönemde yakınlarda kim varsa hepsini bir bir görüyoruz. Birçok araştırmacıyı referans alıyor Balıkçı, sallama bilgiler değil bunlar. Mitolojilere de tarihle paralel olduğu yerlerde inandığını belirtmişti. Yeterince geriye gidersek her mitolojinin bir gerçeğe dayandığını düşünmek gerek, anlamadığımız şeyleri abartmaya, efsaneleştirmeye çok meraklı olduğumuz için mitoloji, söylence falan çıkıyor ortaya. Bence süper, masal gibi geliyor hepsi. Yok Hera İo'yu kovalamış, İo öküz olmuş, kaçmış da bilmem ne. Çok güzel lan.
Eski Söylencelerin İçyüzü adlı bir bölüm var ki Balıkçı'yı sevmek için yeterli. Şimdi bu İzmir'in kurucusu hakkında üç iddia var; biri bir Amazon savaşçısı, diğeri Tantalos namlı bir yarı-tanrı ki bu kardeşimizin hikâyesini öğrenip sinirlenmeyen insan yoktur sanıyorum, diğeri de başka bir adam. İşte bunların olayına Zeus falan da karışıyor, işin içine mitoloji girdi mi eski zaman tarihçilerinin dilleri bir değişiyor, bir süsleniyor. Ben buraya alamam hepsini, çok rica ederim 36. sayfadan itibaren bir okuyun.
Aslında bu yazıların tümü, bir iki yeni bilgi dışında Balıkçı'nın diğer kitaplarında da incelediği mitolojik hadiselerden ibaret. İşte Anadolu'da eskiden anaerkillik mevcutmuş, bu yüzden Kibele'ye tapılıyormuş, sonra güç sahipleri değişmiş, bu sefer ataerkillik baskın olmuş. Sümerlerin Tammuz'undan Adonis'e, başka bir ata tanrı çıkıyor ortaya ve ana tanrılar şekil değiştirip varlıklarını sürdürseler de geri planda kalıyorlar. Oysa Kibele'ye, Bereket'e tapmak için erkekler cinsel organlarını kesip toprağa gömerlermiş ayinlerde. İnsanlar kurban edilirmiş falan. Stephen King'te bile bunun izleri mevcuttur. Tarihle mitolojinin karışması da bu yüzden güzeldir zaten; gerçekliğinden emin olamadığımız şahsiyetler, arketipler olarak varlıklarını sürdürürler, günümüze kadar gelebilirler hatta. Gılgamış'ın Herkül'e dönüşmesi, çok basit bir örnek. Hristiyanlıktaki birçok geleneğin paganizm kaynaklı olması, daha neler neler.
Çok çok öküzce anlattım, bir dünya ayrıntı mevcut. Anadolu'nun tarihini incelemek isteyenler için birebir.
Büyük Kukuriko, bir distopya. Ya da bazılarının ütopyası. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak bir toplumun koyunlaştırılmasını inceleyen bir hikâye.
Güç sahipleri, birçok düşünürün görüşlerini alarak bir sentez oluşturuyor ve bu sentez, toplumun yönetilmesi için temel oluyor. Şurayı almakta da fayda var: "(...) İlk önce kahraman , Tanrı olarak tanınır. Sözgelimi Odin ve Thor gibi. Sonra peygamber olarak, daha sonra büyük bir şair olarak Dante, Shakespeare gibi. Bunların ardından asker ve edip olarak, vb... Eğer Carlyle günümüze kadar yaşamış olsaydı, endüstri ve makinalaşma çağımızda kahraman, büyük bir endüstri şefi olarak ortaya çıkardı." (s. 156)
Temel bu, ardından yapay yüz ifadeleri, yapay tepkiler, yapay düşünceler veriliyor insanlara. Bunlar elektronik aletlerle, maskelerle sağlanıyor. Böyle bir uyuşturulmuş, düşünemeyen, mutluluk sanrısı içinde yaşatılan toplum. Ben sadece bir noktaya dikkati çekmek istiyorum, bir arkadaşımdan aynı şekilde dinlemiştim çünkü. Gerçek bir olay! Büyük firmalar var ya hani, giyim firmaları. Öküz gibi paralara kıyafet satarlar. Artık öyle bir noktaya gelinmiş ki mesela bu firma bir takım elbise üretiyor, sadece 10 adet. Para babalarına haber uçuyor, benim giydiğimi başka kimse giymesin diye inanılmaz paralara alıyorlar bu elbiseleri. Başka kimse giymesin diye. Ben sizin aklınızın bam telini sikeyim çok affedersiniz. Ulan donunla birlikte yıkayacaksın o gömleği, pantolonu, ona özel çamaşır makinesi de al bari. Neyse işte, aynı olaydan Balıkçı da bahsediyor.
En sonda da dört beş deneme var, fıkra var, bir de radyo konuşması var. Böyle bir kitap. Balıkçı yine süper.
9 Aralık 2012 Pazar
Halikarnas Balıkçısı - Merhaba Anadolu
Yine Hasan Kaplan abimizin yazısı mevcut:
"...Balıkçı Aşktır.
...Balıkçı Sevgidir.
...Balıkçı Topraktır.
... Balıkçı Masmavi Denizdir,
...Balıkçı bunların hepsidir,
ANADOLU'DUR...
21.3.1988 Hasan Kaplan"
Abimiz Balıkçı'yı nasıl sevdiyse artık, bir zamanlar sahip olduğu bütün Balıkçı kitaplarına bir şeyler yazıktırmış. Bende böyle bir ton kitap var. Kiminde Füsun yazıyor, paraf gibi bir şey de var. Kadıköy'de oturan psikolog bir ablaymış. Kadıköy Barlar Sokağı civarındaki Kelepir'e vermiş çoğu kitabını, oradan toplamıştım. Yaşamın Ucuna Yolculuk'un ilk baskısını almıştım, onunmuş. Sonradan oradaki sen yetkili bir abiye benziyona sordum, başka kitaplar da bırakmış, bırakıyormuş. Yaşam Kullanma Kılavuzu, Mitos'tan çıkan ilk baskı, onu da almıştım. Calvino bırakmıştı, onu da kaçırmadım. Ne bıraktıysa aldım, 1.5 sene önce falan oluyor bu. Yetkili abi, Füsun'un bir dahaki gelişinde beni arayacağını söylemişti, aramadı. Füsun'la tanışamadım. Niye tanışacaksam.
60'larda birine hediye edilmiş bir kitapta, "Batıyoruz oğlum, nice yıllara, nice kayıp günlerimize" yazıyor. Bir başkasında hayatının aşkına sevgisini haykıran bir adamın yazısı var, kim bilir ne oldu da kitap sahafa düştü. Neler oluyor, kim bu insanlar, neredesiniz ve neredeydiniz? Uykuya dalarken etrafımı raf raf kuşatmış kitaplardan onların fısıltılarını duyuyorum.
Şadan Gökovalı'nın kitabı değerlendirme bölümünde bir değerlendirme yok. Shaw'dan, Sinclair'dan falan yaptığı çeviriler veriliyor, Balıkçı'nın Anadolu hakkında yazdığı ve Kültür Bakanlığı'na verdiği kitapların hâlâ basılmayışından bahsediliyor. Bir de yazdığı onca makaleden, araştırmadan, hikâyeden, romandan. Gökovalı, Balıkçı'nın yaşadığı evin bodrumunda ıslanıp okunmaz hale gelmiş iki çuval yazıdan bahsediyor. İçim gitti. İki çuval lan. Bir yirmi kitap daha çıkarmış oradan.
Burada bir sürü makale, Anadolu'ya dair bir sürü mitolojik, tarihi hadise. Derya deniz. Bölüm bölüm bunlar, ilk bölüm Merhaba Anadolu.
Burada önce Anadolu ve Avrupa kelimelerinin etimolojik incelemeleri var. Bir de anaerkil yapının Anadolu'da tanrılara kadar kök salması, sonra kaka Batı'nın ataerkil baskınlığı, sonra hepsinin ataerkil baskınlığı. Ya. Bunlar böyle uzuun uzun var.
Troya'nın izi sürülüyor mesela ve Balıkçı'nın dediğine göre İstanbul az kalsın Troya'nın kalıntılarının yanı başına kurulacakmış. Troya sekiz defa falan kurulmuş, efsanevi savaştaki Troya yedinci olanmış. Sonra Konstantin, devleti Troya'ya kurmak istemiş, vazgeçip bilinen yere kurmuş. Bir de ilginç bir bilgi: "Fatih Sultan Mehmet, o zamanın papasına yazdığı mektuplarda kendi atalarının Traklar olduğunu ve kendisinin, Hektor'un öcünü almaya çalıştığını, dolayısıyla kendi müttefiki olması gereken İtalya'nın düşmanlığına bir anlam veremediğini yazar." (s. 20)
Harbici varmış böyle bir şey; İlyada'yı okumuş padişah ve böyle bir mektup yazmış, başka kaynaklarda da hadise mevcut.
Hikâyelerde sıklıkla karşımıza çıkan dalgıçlar burada da anılacak tabii: "Sosyal durumları ne olursa olsun, Anadolu halkını teşkil eden bütün fertler, dalgıçlığa son derece istidatlıdırlar. Akdeniz'in en usta dalgıçları Türklerdir. Eski püskü 'skafandar' dalgıç takımları ve solüsyonla yamanmış delik deşik hava boruları ile 54 kulaç derinliğe dalan Türk sünger avcıları, dünya rekorunu ellerinde bulunduruyorlar!" (s. 25) Yaşa Balıkçı.
Bir nokta çok önemli; Balıkçı mitolojinin gerçek hadiseler olmadığının üstünde önemle duruyor. Mitolojide bahsedilen olayları tarih çerçevesinde inceliyor, yani körü körüne bir inanış yok. Bir hayalciden ziyade araştırmacı olması da bunun sonucu zaten. Mesela Ege'deki ve Marmara'daki deniz savaşlarından ve efsanevi olaylardan bahsederken şöyle diyor: "(...) O yörelerde denize dalınırsa Orfeus'un lirinin denizde bulunacağı pek umulamaz ise de Deniz Tanrısı'nın heykelinin çıkarılması pek muhtemeldir." (s. 29)
"Dünyanın İlk Bankası Anadolu'da Kuruldu" diye bir bölüm var mesela, çok ilginç.
"İsa'dan önce altıncı ve beşinci yüzyılda Efes'teki Artemis Tapınağı, bugün bildiğimiz anlamda bir banka gibi işlemlere girişiyordu. Bu nedenle bazen Latincede Diyana Tapınağı da denilen Efes'teki Artemis Tapınağı; hem dünyanın yedi harikasından biri, Hem İyoniyen mimari üslubunun başlangıç ve prototipi ve hem de dünyanın ilk bankası olmakla ünlüdür." (s. 34)
Bankalar şairlere şiir sipariş edip bu şiirleri kapıya asıyormuş, böylece sanatçıya da destek olunuyormuş. Asıl ilginçlik şu ki bu tapınaklar neyin dinsel kurumlar. Buradan borç alınan para da tanrıdan alınmış gibi oluyormuş, dolayısıyla borç ödenmeyince tanrıların hışmına uğranacağı düşünülüyormuş. Dünyalara gel lan.
Gökova şöyle iyice bir güzelleniyor mesela, sonda da güzel bir bölüm var.
"Öyleyse, Gökova'yı mutlaka görmenizi önererek ve oraları candan seven, dost Sabahattin Eyüboğlu'nun bir sözünü aktararak bağlayayım Gökova yazısını: Halikarnas Balıkçısı'nı cennete götürmüşler, 'hani Gökova?' demiş.
Merhaba!.." (s. 37)
Şu kadar anlattım, daha kitabın onda birine gelmedim, arada yazmadığım bir sürü şey de var. Öyle dolu dolu, öyle şahane. Daha da anlatmıyorum, içeriğini unutmayacak kadar etkilendim. Garanti kaçırılmasın, gördüğünüz yerde yumulun. İzmir'in Kuruluşu diye bir bölüm var, of. Alın lağ.
"...Balıkçı Aşktır.
...Balıkçı Sevgidir.
...Balıkçı Topraktır.
... Balıkçı Masmavi Denizdir,
...Balıkçı bunların hepsidir,
ANADOLU'DUR...
21.3.1988 Hasan Kaplan"
Abimiz Balıkçı'yı nasıl sevdiyse artık, bir zamanlar sahip olduğu bütün Balıkçı kitaplarına bir şeyler yazıktırmış. Bende böyle bir ton kitap var. Kiminde Füsun yazıyor, paraf gibi bir şey de var. Kadıköy'de oturan psikolog bir ablaymış. Kadıköy Barlar Sokağı civarındaki Kelepir'e vermiş çoğu kitabını, oradan toplamıştım. Yaşamın Ucuna Yolculuk'un ilk baskısını almıştım, onunmuş. Sonradan oradaki sen yetkili bir abiye benziyona sordum, başka kitaplar da bırakmış, bırakıyormuş. Yaşam Kullanma Kılavuzu, Mitos'tan çıkan ilk baskı, onu da almıştım. Calvino bırakmıştı, onu da kaçırmadım. Ne bıraktıysa aldım, 1.5 sene önce falan oluyor bu. Yetkili abi, Füsun'un bir dahaki gelişinde beni arayacağını söylemişti, aramadı. Füsun'la tanışamadım. Niye tanışacaksam.
60'larda birine hediye edilmiş bir kitapta, "Batıyoruz oğlum, nice yıllara, nice kayıp günlerimize" yazıyor. Bir başkasında hayatının aşkına sevgisini haykıran bir adamın yazısı var, kim bilir ne oldu da kitap sahafa düştü. Neler oluyor, kim bu insanlar, neredesiniz ve neredeydiniz? Uykuya dalarken etrafımı raf raf kuşatmış kitaplardan onların fısıltılarını duyuyorum.
Şadan Gökovalı'nın kitabı değerlendirme bölümünde bir değerlendirme yok. Shaw'dan, Sinclair'dan falan yaptığı çeviriler veriliyor, Balıkçı'nın Anadolu hakkında yazdığı ve Kültür Bakanlığı'na verdiği kitapların hâlâ basılmayışından bahsediliyor. Bir de yazdığı onca makaleden, araştırmadan, hikâyeden, romandan. Gökovalı, Balıkçı'nın yaşadığı evin bodrumunda ıslanıp okunmaz hale gelmiş iki çuval yazıdan bahsediyor. İçim gitti. İki çuval lan. Bir yirmi kitap daha çıkarmış oradan.
Burada bir sürü makale, Anadolu'ya dair bir sürü mitolojik, tarihi hadise. Derya deniz. Bölüm bölüm bunlar, ilk bölüm Merhaba Anadolu.
Burada önce Anadolu ve Avrupa kelimelerinin etimolojik incelemeleri var. Bir de anaerkil yapının Anadolu'da tanrılara kadar kök salması, sonra kaka Batı'nın ataerkil baskınlığı, sonra hepsinin ataerkil baskınlığı. Ya. Bunlar böyle uzuun uzun var.
Troya'nın izi sürülüyor mesela ve Balıkçı'nın dediğine göre İstanbul az kalsın Troya'nın kalıntılarının yanı başına kurulacakmış. Troya sekiz defa falan kurulmuş, efsanevi savaştaki Troya yedinci olanmış. Sonra Konstantin, devleti Troya'ya kurmak istemiş, vazgeçip bilinen yere kurmuş. Bir de ilginç bir bilgi: "Fatih Sultan Mehmet, o zamanın papasına yazdığı mektuplarda kendi atalarının Traklar olduğunu ve kendisinin, Hektor'un öcünü almaya çalıştığını, dolayısıyla kendi müttefiki olması gereken İtalya'nın düşmanlığına bir anlam veremediğini yazar." (s. 20)
Harbici varmış böyle bir şey; İlyada'yı okumuş padişah ve böyle bir mektup yazmış, başka kaynaklarda da hadise mevcut.
Hikâyelerde sıklıkla karşımıza çıkan dalgıçlar burada da anılacak tabii: "Sosyal durumları ne olursa olsun, Anadolu halkını teşkil eden bütün fertler, dalgıçlığa son derece istidatlıdırlar. Akdeniz'in en usta dalgıçları Türklerdir. Eski püskü 'skafandar' dalgıç takımları ve solüsyonla yamanmış delik deşik hava boruları ile 54 kulaç derinliğe dalan Türk sünger avcıları, dünya rekorunu ellerinde bulunduruyorlar!" (s. 25) Yaşa Balıkçı.
Bir nokta çok önemli; Balıkçı mitolojinin gerçek hadiseler olmadığının üstünde önemle duruyor. Mitolojide bahsedilen olayları tarih çerçevesinde inceliyor, yani körü körüne bir inanış yok. Bir hayalciden ziyade araştırmacı olması da bunun sonucu zaten. Mesela Ege'deki ve Marmara'daki deniz savaşlarından ve efsanevi olaylardan bahsederken şöyle diyor: "(...) O yörelerde denize dalınırsa Orfeus'un lirinin denizde bulunacağı pek umulamaz ise de Deniz Tanrısı'nın heykelinin çıkarılması pek muhtemeldir." (s. 29)
"Dünyanın İlk Bankası Anadolu'da Kuruldu" diye bir bölüm var mesela, çok ilginç.
"İsa'dan önce altıncı ve beşinci yüzyılda Efes'teki Artemis Tapınağı, bugün bildiğimiz anlamda bir banka gibi işlemlere girişiyordu. Bu nedenle bazen Latincede Diyana Tapınağı da denilen Efes'teki Artemis Tapınağı; hem dünyanın yedi harikasından biri, Hem İyoniyen mimari üslubunun başlangıç ve prototipi ve hem de dünyanın ilk bankası olmakla ünlüdür." (s. 34)
Bankalar şairlere şiir sipariş edip bu şiirleri kapıya asıyormuş, böylece sanatçıya da destek olunuyormuş. Asıl ilginçlik şu ki bu tapınaklar neyin dinsel kurumlar. Buradan borç alınan para da tanrıdan alınmış gibi oluyormuş, dolayısıyla borç ödenmeyince tanrıların hışmına uğranacağı düşünülüyormuş. Dünyalara gel lan.
Gökova şöyle iyice bir güzelleniyor mesela, sonda da güzel bir bölüm var.
"Öyleyse, Gökova'yı mutlaka görmenizi önererek ve oraları candan seven, dost Sabahattin Eyüboğlu'nun bir sözünü aktararak bağlayayım Gökova yazısını: Halikarnas Balıkçısı'nı cennete götürmüşler, 'hani Gökova?' demiş.
Merhaba!.." (s. 37)
Şu kadar anlattım, daha kitabın onda birine gelmedim, arada yazmadığım bir sürü şey de var. Öyle dolu dolu, öyle şahane. Daha da anlatmıyorum, içeriğini unutmayacak kadar etkilendim. Garanti kaçırılmasın, gördüğünüz yerde yumulun. İzmir'in Kuruluşu diye bir bölüm var, of. Alın lağ.
8 Aralık 2012 Cumartesi
Halikarnas Balıkçısı - Parmak Damgası
Balıkçı'nın öyküleri. Manevi oğul Şadan Gökovalı, öyküleri derlerken Balıkçı'nın diğer üç kitabına girmemiş öyküleri seçtiğini belirtiyor.
Bir de kitabın ilk sayfasında şöyle bir yazı var:
"Anadolu Halikarnas Balıkçısıyla doğdu
O'nunla birlikte büyüdü
O'nunla birlikte ölmedi
fakat...
Can çekişiyor.
Sahiller betonla, denizler pislikle.
İonya'yı İonya, Karya'yı Karya
yapmaksa biz gençlere düşüyor.
24.3.1988 - Hasan Kaplan"
Bununla birlikte Balıkçı'nın üç kitabını daha almıştım sahaftan, hepsinde Balıkçı'ya duyulan sevgiyle yazılmış notlar var. Sahaf ikinci elcilerden yok pahasına aldıklarını satıyor, Hasan Kaplan'ın kitaplarının spotçulara düşmesinin sebebini ölüme bağlıyorum ister istemez. Sürekli gittiğim üç dört spotçudan birine sormuştum, "Abi ya hediye kitaplar geliyor buraya, ya da bir yaşlı ölüyor, onun kitaplarını getiriyorlar," demişti. Hediye edilen kitapları sudan ucuza eskiciye vermek zaten ayrı bir danalık da bu ölüm olayı garip. Çok üzücü bir şey; ölüyorum ve eşim, annem, kimse o, kitaplarımı eskicilere veriyor. Versin, öldükten sonra umursayacağımı pek sanmıyorum ama şu an, harcanan onca emeği, çöp kitapların arasında didik didik aranıp güzel bir kitabı bulmanın zahmetini düşününce gayet basit ve insani bir bencillik hissediyor insan. Ben de başkalarının geride kalmış hayatlarındaki emeklerini topluyorum gerçi, böyle iğrenç, nalet bir insanıböğhühüa.
Balıkçı'nın muazzam bir araştırmacı olduğu malum, kendi üslubuyla mitoloji tarihini bir anlatıyor, köpek olmamak elde değil. Kendisinin böyle dört beş kitabı var, hepsinde benzer konular olmasına rağmen Balıkçı'nın anlatımı değişiyor. Kimi bildiğin akademik araştırma, kimi deneme, kimi de hikâyelere yedirilmiş mitolojik mitolojik şeyler. Yazacağım bunları. Bu son grupladığıma bir örnek bu.
Dalgıcın Parçaları: Dalgıçlara hemen her Balıkçı kitabında rastlarız. Üç kuruşun peşinde, ekmeğini çıkarmaya çalışan insanlar. Güvenlik önlemi neymiş o zamanlar. Vurgun yerler, hava hortumu dolanır, bir boklar olur. Sünger avcısı gördüğünüz yerde peşinen üzülün, çünkü başına boktan bir iş gelecektir.
Burada da bir işçi dalıyor, boğulmuş olarak çıkarılıyor. Vücut şişmiş. Kafayı kesiyorlar, bu sefer kafa başlıktan çıkmıyor. Parçalıyorlar kafayı. Beyin ve kemik parçalarının yapıştığı başlığı işçinin kardeşi giyiyor, ekmek parası çünkü. Deniz emekçisinin çilesini bir Sait Faik'te, bir de Balıkçı'da gözlemleyebilirsiniz.
Gerçeğin Direkleri: Gönül kıran ve hatasını anlayan bir hocanın pişmanlığı, anne olan bir kızın kahramanlara yaraşır hoşgörüsü ve mitolojiden fırlayan olaylar, olaylar. Naif.
Etrim Yolunda: Balıkçı'nın ağzından bir Anadolu güzellemesi. İlyada, Troya ve kaybolmuş bir şehir: Etrim. Diyecek bir şey de bulamıyorum, şunları okurken bir yandan da oraları gezmek lazım aslında.
Ege'nin Dibi, bundan sonraki hikâyelerin yer alamadığı kitap. Balıkçı bir yazısında, "Ben Ege Diplerinde olsun istemiştim, Ege'nin Dibi yapmışlar. Elinin körü dermiş gibi," diyordu. Haklı, yazarın istediğine uysanıza kardeşim.
Bu hikâyeler Balıkçı'nın büyüsünü taşımayan, insanın biraz daha merkeze alındığı hikâyeler.
Pazen Don: Daktilo Gülşen'in Bay Haşmet'i tavlama çalışmaları. Tam amacına ulaşacakken pazen don giydiğini fark ediyor, istediği olmuyor ama arkadaşlarına da ballandıra ballandıra yalan söylüyor. Böyle.
Domino Ayşe: Ayşe'nin kötü yola sapıp bir süngerciyle mutluluğu bulması. Bir de bir meczup, "Ölüm de var!" diye bağırıyor ikide bir. Hemen Gölgesizler'in, "Kar neden yağar?" diye haykıran adamını hatırlıyoruz ama Toptaş başka bir yerden esinlenmiş, bununla bir alakası yok. Yine de böyle bir şeyi ilk kez Balıkçı'nın kullandığını görüyoruz.
Karabulutoğulları: Yine bir emekçi hikâyesi. "Milas yolunun taşları kadar kalabalık" aileden birkaç erkek kalır, onlar da denize açılırlar. Başa gelen malum, bunu bir de ana Kara Ayşe'ye söylemesi var. Acı bir hikâye.
Fosforlu Handan: Handan'la okullu bir gencin ilk bakışta ccozurtlayıp tanışmasından sonra Handan'ın hapisten yeni çıkmış belalısı kızcağızı öldürür, olaydan haberi olmayan genç de arkadaşıyla konuşurken kızın güzelliğini anlatır. Yine acı.
Dönmeyen: İzmir'e okumaya giden bir çocuğu serseriler vapurdan atıyorlar. Çocuğu gören olmuyor bir daha. Bu da acı.
Haydut: Kerimoğlu Hasan bir eşkıya. Karaya yanaştığı bir gün, kendisinden korkmayan bir kızı görüyor ve ona mücevher veriyor. Eşkıyalıktan da bıkmış açıkçası, kız da hayatında önemli bir değişiklik. "Başın derde girerse aha şu kayalara odun dik," mi ne diyor, bunu yakalamak isteyenler de kızın aldığı mücevheri öğreniyorlar ve odun vasıtasıyla Hasan'a tuzak kuruyorlar. Olayı çok geç çakıyor Hasan, lakin korkmuyor. Battı balık gerçekten de yan gidiyor; vücudundaki onlarca delikle denize düşüyor haydut.
Parmak Damgası: Bir şey diyeceğim; şu hikâye edebiyatımızdaki en güzel aşk hikâyesi olabilir.
Seniha Öğretmen, köye geldiğinin ilk zamanlarında köylülerce pek beğenilmez. Yedibenli Huriye'nin çocuğunu okula kabul etmesi mesela, hiç hoş karşılanmaz ama çok iyi bir öğretmen olduğu anlaşılır ve zamanla köylülerce sevilir. Ardından Balıkçı Mahmut, öğretmene balık getirmeye başlar sürekli. "Parayla değil hoca abla," der, balıkları bırakıp sıvışır. Aşık olmuştur, etrafındakiler, "Birader, okumuş kadın alma, sen ona yetemezsin," derler, adam, "Hayır, başıma hiçbir şey kakmaz," der. Aşık lan işte. Haber Seniha'ya uçar, Seniha kıpkırmızı olur, "Olur," der.
Nikah masası. Mahmut'un okuması yazması yoktur, parmak basar. Seniha bir okkaya, bir Mahmut'a bakar ve kocasının parmak izinin yanına kendi parmağını basar. Ne kadar güzel bir hikâye, kısacık ama bir mutlu oluyor insan, deme gitsin. Sevda böyle bir şey.
Ege'nin Dibi: Ah be abi...
Bay Haşmet'in paralarının olduğu gemi batmıştır, bu paragöz göt de yok pahasına bir dalgıçla anlaşır. Dalmamasını söylerler buna, hem para azdır, hem de enkaz bayağı derindedir. Bizimki dalar, paraları bulur, bir de günlerce telgraf beklediği, hasretinden yandığı aşığını bulur orada. Bir adamla gemiye binmiş, kazada boğulmuştur. Aliş intihar eder orada. Ciğerim kebap oldu Balıkçı kardeş. Merhaba!
Dört Kaptan: Aşık oldukları kız için zar atan, yarışan dört arkadaş. Eğlenceli.
Hoşbulduk Selim Dede: Şadan Gökovalı, bu öykünün daha önce Ötelerin Çocukları adlı romanda yer aldığını söylüyor ama eksik söylüyor, zira Ege'nin Dibi, Haydut, Yaşasın Atlar ve Domino Ayşe de o romanda vardı müstakil parçalar olarak.
Dedemizin büyüttüğü anasız babasız çocuklar var, bunlar denize açılıp kimi ölünce, kiminin yeri yurdu belirsizliğe karışınca bir martıyla dost oluyor dede. Bir gün martının yırtıcı bir kuş tarafından parçalandığını görüyor. Bu martıyla gerçekten çok iyi arkadaştı, "Naa! Naa!" diye bağırınca martı geliyormuş mesela. Neyse, martının yavrularına bakıyor dedemiz. Bu yavrular uçmaya çalışırken uçurumdan aşağı atıyorlar kendilerini, dede de arkalarından.
Beş on hikâye daha var, onlar da şahane. Balıkçı işte; Ege'nin mitolojiyle büyülendirilmiş insanları. Süper.
Bir de kitabın ilk sayfasında şöyle bir yazı var:
"Anadolu Halikarnas Balıkçısıyla doğdu
O'nunla birlikte büyüdü
O'nunla birlikte ölmedi
fakat...
Can çekişiyor.
Sahiller betonla, denizler pislikle.
İonya'yı İonya, Karya'yı Karya
yapmaksa biz gençlere düşüyor.
24.3.1988 - Hasan Kaplan"
Bununla birlikte Balıkçı'nın üç kitabını daha almıştım sahaftan, hepsinde Balıkçı'ya duyulan sevgiyle yazılmış notlar var. Sahaf ikinci elcilerden yok pahasına aldıklarını satıyor, Hasan Kaplan'ın kitaplarının spotçulara düşmesinin sebebini ölüme bağlıyorum ister istemez. Sürekli gittiğim üç dört spotçudan birine sormuştum, "Abi ya hediye kitaplar geliyor buraya, ya da bir yaşlı ölüyor, onun kitaplarını getiriyorlar," demişti. Hediye edilen kitapları sudan ucuza eskiciye vermek zaten ayrı bir danalık da bu ölüm olayı garip. Çok üzücü bir şey; ölüyorum ve eşim, annem, kimse o, kitaplarımı eskicilere veriyor. Versin, öldükten sonra umursayacağımı pek sanmıyorum ama şu an, harcanan onca emeği, çöp kitapların arasında didik didik aranıp güzel bir kitabı bulmanın zahmetini düşününce gayet basit ve insani bir bencillik hissediyor insan. Ben de başkalarının geride kalmış hayatlarındaki emeklerini topluyorum gerçi, böyle iğrenç, nalet bir insanıböğhühüa.
Balıkçı'nın muazzam bir araştırmacı olduğu malum, kendi üslubuyla mitoloji tarihini bir anlatıyor, köpek olmamak elde değil. Kendisinin böyle dört beş kitabı var, hepsinde benzer konular olmasına rağmen Balıkçı'nın anlatımı değişiyor. Kimi bildiğin akademik araştırma, kimi deneme, kimi de hikâyelere yedirilmiş mitolojik mitolojik şeyler. Yazacağım bunları. Bu son grupladığıma bir örnek bu.
Dalgıcın Parçaları: Dalgıçlara hemen her Balıkçı kitabında rastlarız. Üç kuruşun peşinde, ekmeğini çıkarmaya çalışan insanlar. Güvenlik önlemi neymiş o zamanlar. Vurgun yerler, hava hortumu dolanır, bir boklar olur. Sünger avcısı gördüğünüz yerde peşinen üzülün, çünkü başına boktan bir iş gelecektir.
Burada da bir işçi dalıyor, boğulmuş olarak çıkarılıyor. Vücut şişmiş. Kafayı kesiyorlar, bu sefer kafa başlıktan çıkmıyor. Parçalıyorlar kafayı. Beyin ve kemik parçalarının yapıştığı başlığı işçinin kardeşi giyiyor, ekmek parası çünkü. Deniz emekçisinin çilesini bir Sait Faik'te, bir de Balıkçı'da gözlemleyebilirsiniz.
Gerçeğin Direkleri: Gönül kıran ve hatasını anlayan bir hocanın pişmanlığı, anne olan bir kızın kahramanlara yaraşır hoşgörüsü ve mitolojiden fırlayan olaylar, olaylar. Naif.
Etrim Yolunda: Balıkçı'nın ağzından bir Anadolu güzellemesi. İlyada, Troya ve kaybolmuş bir şehir: Etrim. Diyecek bir şey de bulamıyorum, şunları okurken bir yandan da oraları gezmek lazım aslında.
Ege'nin Dibi, bundan sonraki hikâyelerin yer alamadığı kitap. Balıkçı bir yazısında, "Ben Ege Diplerinde olsun istemiştim, Ege'nin Dibi yapmışlar. Elinin körü dermiş gibi," diyordu. Haklı, yazarın istediğine uysanıza kardeşim.
Bu hikâyeler Balıkçı'nın büyüsünü taşımayan, insanın biraz daha merkeze alındığı hikâyeler.
Pazen Don: Daktilo Gülşen'in Bay Haşmet'i tavlama çalışmaları. Tam amacına ulaşacakken pazen don giydiğini fark ediyor, istediği olmuyor ama arkadaşlarına da ballandıra ballandıra yalan söylüyor. Böyle.
Domino Ayşe: Ayşe'nin kötü yola sapıp bir süngerciyle mutluluğu bulması. Bir de bir meczup, "Ölüm de var!" diye bağırıyor ikide bir. Hemen Gölgesizler'in, "Kar neden yağar?" diye haykıran adamını hatırlıyoruz ama Toptaş başka bir yerden esinlenmiş, bununla bir alakası yok. Yine de böyle bir şeyi ilk kez Balıkçı'nın kullandığını görüyoruz.
Karabulutoğulları: Yine bir emekçi hikâyesi. "Milas yolunun taşları kadar kalabalık" aileden birkaç erkek kalır, onlar da denize açılırlar. Başa gelen malum, bunu bir de ana Kara Ayşe'ye söylemesi var. Acı bir hikâye.
Fosforlu Handan: Handan'la okullu bir gencin ilk bakışta ccozurtlayıp tanışmasından sonra Handan'ın hapisten yeni çıkmış belalısı kızcağızı öldürür, olaydan haberi olmayan genç de arkadaşıyla konuşurken kızın güzelliğini anlatır. Yine acı.
Dönmeyen: İzmir'e okumaya giden bir çocuğu serseriler vapurdan atıyorlar. Çocuğu gören olmuyor bir daha. Bu da acı.
Haydut: Kerimoğlu Hasan bir eşkıya. Karaya yanaştığı bir gün, kendisinden korkmayan bir kızı görüyor ve ona mücevher veriyor. Eşkıyalıktan da bıkmış açıkçası, kız da hayatında önemli bir değişiklik. "Başın derde girerse aha şu kayalara odun dik," mi ne diyor, bunu yakalamak isteyenler de kızın aldığı mücevheri öğreniyorlar ve odun vasıtasıyla Hasan'a tuzak kuruyorlar. Olayı çok geç çakıyor Hasan, lakin korkmuyor. Battı balık gerçekten de yan gidiyor; vücudundaki onlarca delikle denize düşüyor haydut.
Parmak Damgası: Bir şey diyeceğim; şu hikâye edebiyatımızdaki en güzel aşk hikâyesi olabilir.
Seniha Öğretmen, köye geldiğinin ilk zamanlarında köylülerce pek beğenilmez. Yedibenli Huriye'nin çocuğunu okula kabul etmesi mesela, hiç hoş karşılanmaz ama çok iyi bir öğretmen olduğu anlaşılır ve zamanla köylülerce sevilir. Ardından Balıkçı Mahmut, öğretmene balık getirmeye başlar sürekli. "Parayla değil hoca abla," der, balıkları bırakıp sıvışır. Aşık olmuştur, etrafındakiler, "Birader, okumuş kadın alma, sen ona yetemezsin," derler, adam, "Hayır, başıma hiçbir şey kakmaz," der. Aşık lan işte. Haber Seniha'ya uçar, Seniha kıpkırmızı olur, "Olur," der.
Nikah masası. Mahmut'un okuması yazması yoktur, parmak basar. Seniha bir okkaya, bir Mahmut'a bakar ve kocasının parmak izinin yanına kendi parmağını basar. Ne kadar güzel bir hikâye, kısacık ama bir mutlu oluyor insan, deme gitsin. Sevda böyle bir şey.
Ege'nin Dibi: Ah be abi...
Bay Haşmet'in paralarının olduğu gemi batmıştır, bu paragöz göt de yok pahasına bir dalgıçla anlaşır. Dalmamasını söylerler buna, hem para azdır, hem de enkaz bayağı derindedir. Bizimki dalar, paraları bulur, bir de günlerce telgraf beklediği, hasretinden yandığı aşığını bulur orada. Bir adamla gemiye binmiş, kazada boğulmuştur. Aliş intihar eder orada. Ciğerim kebap oldu Balıkçı kardeş. Merhaba!
Dört Kaptan: Aşık oldukları kız için zar atan, yarışan dört arkadaş. Eğlenceli.
Hoşbulduk Selim Dede: Şadan Gökovalı, bu öykünün daha önce Ötelerin Çocukları adlı romanda yer aldığını söylüyor ama eksik söylüyor, zira Ege'nin Dibi, Haydut, Yaşasın Atlar ve Domino Ayşe de o romanda vardı müstakil parçalar olarak.
Dedemizin büyüttüğü anasız babasız çocuklar var, bunlar denize açılıp kimi ölünce, kiminin yeri yurdu belirsizliğe karışınca bir martıyla dost oluyor dede. Bir gün martının yırtıcı bir kuş tarafından parçalandığını görüyor. Bu martıyla gerçekten çok iyi arkadaştı, "Naa! Naa!" diye bağırınca martı geliyormuş mesela. Neyse, martının yavrularına bakıyor dedemiz. Bu yavrular uçmaya çalışırken uçurumdan aşağı atıyorlar kendilerini, dede de arkalarından.
Beş on hikâye daha var, onlar da şahane. Balıkçı işte; Ege'nin mitolojiyle büyülendirilmiş insanları. Süper.
29 Mayıs 2012 Salı
Halikarnas Balıkçısı - Ötelerin Çocukları
Nazlı Eray'ı, Hasan Ali Toptaş'ı, hatta Marquez'i bir kenara bırakalım ve Balıkçı'nın önünde saygıyla eğilelim, zira kendisi 1950'de büyülü gerçekçiliğin kralını yazmıştır.
Balıkçı'nın insanlarını biliyoruz; doğayla, özellikle denizle savaşan -sevişen de denebilir- insanlar. Paragöz ağalar. Onca toprağın içinde tarlayla uğraşıp, bakkal dükkanıyla uğraşıp bir süre sonra her şeyi bırakıp çok sevdiği denizine geri dönen amcalar, abiler, gençler... Bu kitabın kahramanları yine onlar, fakat bu sefer yalnız değiller. Mitolojisiyle, dağıyla, rüzgarıyla Anadolu da var. Büyülü gerçekçiliğinin kaynağında, daha doğrusu büyü olayının özünde Anadolu'nun payı pek büyük. Bir iki mitolojik gönderme bulabildim, lakin konuya pek fazla vakıf olmadığım için pek engin malzemeyle dolu olan bu kitaba o tür bir okumayla girişseydim hakkını verebilmem mümkün değildi. Mesela biri bir şeyden kaçmış, Haliç'e gelmiş. Altın Boynuz denmiş Haliç'e. Sen neyden kaçtın, neden Haliç'e geldin, "Neyin boynuzu hocu?" diye niye sormadın. Mesela. Lakin bu konuyla ilgili bir tez yapılmış. "Halikarnas Balıkçısı'nın Eserlerinde Mitolojik Öğeler" galiba, YÖK'ün sitesinden bulunabilir. Okuyacağım, lakin şu aralar değil.

Çok, çok zengin bir kitap. Nereden başlayayım, ne yapayım, çaresiz kaldım. Muhtemelen güzel bir yazı da çıkmayacak ortaya. Deneyeyim.
Romanın biri diğerini kapsayan iki zaman katmanı var. Birincisi aşağı yukarı 1900-1914 aralığı. Kesin bir tarih yok, dönemin sosyal olaylarından çıkarıyoruz bunu. Yüzyıllık Yalnızlık gibi. İkinci zamansa olay örgüsünün yer aldığı, karakterlerin belli bir zaman sıralaması gözetmeksizin ortaya çıkarıldığı kurgusal zaman. Sarmal bir kurgu var. Lan terim bilsem çat diye söyleyeceğim, rahat olacak da böyle kırk takla atıyorum, fark etmişinizdir. Kuramsal bir şeyler okumak lazım dsfd. Bu zaman olayı mesela ne gibi, Magnolia gibi. Kesin bir adı vardır o tekniğin de bilmiyorum. Zaman atlamaları mevcut; ölen bir karakterin ölmediği zamanlara gidip oradaki olaylara dahil olabiliyoruz. Postmodernist bir şeyler bir şeyler, zamanlar. Flashback, flashforward, enkonştır mayntenks. Böyle şeyler.
Birçok karakterin önemli olduğu bu romanda önce Ötegillerin Elif'in doğumuna şahit oluyoruz. Elif, Karakız, romanın başından sonuna kadar bir belirip bir kaybolan onca insanın içinde varlığını tam anlamıyla sürdüren, büyüdükçe hayatına daha yakından bakacağımız bir karakter. Kerimoğlu namlı bir efeyle tanışıyoruz ardından. Kerimoğlu, zenginden alıp fakire veren bir korsan, bu yüzden kendisine "deniz defterdarı" diyorlar. İkisi karşılaşıyor, Elif Kerimoğlu'ndan hiç korkmuyor. Kerimoğlu da Elif'e bir beşibirlik veriyor ve kıza dokunmuyor. Burada biraz geriye gidiyoruz ve Kerimoğlu'nun bir yörük kadınını ve kadının kocasını koruma altına alışını görüyoruz. Onca iyiliğe rağmen iftiralar ağızdan ağıza yayılıyor, Kerimoğlu'nun ırz düşmanı bir hırsız olduğu fikri köylere pompalanıyor. Parası tehlikede olan ağalar var sonuçta. Hacı Resul, romanın mekan olarak çatısını oluşturan Çatalkaya adlı köyün ve civar köylerin en sırtı pek adamı. Ütopyalar için ada neyse büyülü gerçekçilik için de köy o galiba. Neyse, Hacı Resul romanın kötü adamı. Bu olayları öğreniyor ve Kerimoğlu'na tuzak kuruyor. Kerimoğlu delik deşik ediliyor, bedeni denize düşüyor. Perde kapanıyor kendisi için.
Şimdi ince ayrıntılarda neler neler var, hepsini anlatmayacağım. Güzel bir örnek vereyim. Mesela Kerimoğlu dar bir bölgeden geçiyor kayıkla. Kızanları yanında. Ay yok, karanlık. Karşıdan başka bir kayığın sesi geliyor. Herkes put kesiliyor, silahlar çıkıyor ortaya.
"(...) Sonunda yüklü olduğu duygu nedeniyle, uzun menzilli bir namlunun ta dip yivlerinden parlayıp gelen bir, 'Merhaba!' bağırışı karanlıkları yendi.
Kerimoğlu'nun selamına karşılık öteki kayıktan Barba Vangel'in şükran dolu bir "Yassas!"sı (Sağ olun, yaşayın) yükseldi."
Kerimoğlu öldü, kurguda başka bir yere atladık. Kokoz Cemal, Fransa'ya köpek pisliği satarak zengin olmuş bir adam. Ulalı diye bir zengin arkadaş daha var, ikisi konuşuyorlar. Bu arada Kerimoğlu'nun öldürüldüğünü gazetede okuyorlar, Hacı Resul de birinci rütbeden Mecidî nişanı almış hatta. Bu işler hâlâ böyle değil mi?
Metinlerarasılık açısından büyük bir zenginlik var. La dame aux camélias geçiyor mesela, bir de şu:
"Bade iç, güzel sev, var ise akl-ı şuurun; Dünya var imiş ya ki yoğimiş ne umurun"
Kokoz Cemal söylüyor bunu. Paran varsa problem yok tabii.
Haşmet Bey, Cemal'in yardımcısı. Çingenelerden hayvan pisliklerini o alıyor. Bir çingene kızına öküz gibi yaklaşıyor, tekmeyi yiyor tabii. Kadın problemi çok büyük; kadına insan gibi davranılmıyor. Kadın, erkekleri eğlendirici bir varlık. O kadar.
Hoşbulduk Selim Kaptan... Yine ani bir zıplayışla Kerimoğlu'nun cesedini fark etmek üzere olan Selim Kaptan'ın yanında buluyoruz kendimizi. Kendisi ne kadar terk edilmiş çocuk varsa hepsini alır, büyütür, kimini gemici yapar, kimini süngerci.
"Hoşbulduk Kaptan, aya, 'Sana da, bana da hayırlı yolculuklar!' diye bağırdı."
Selim Kaptan'ın martı arkadaşı da vardır, "Na! Na! Naa!" diye anlaşırlar. İyi insandır, iyi bir insan olduğu için de sevdiklerini bir bir kaybedecektir. Önce tarlası, gemisi elden çıkar. Fakirleşir. Üç çocuğu önceden ölmüştür, karısı da ölünce hepsi bir yerde Selim Kaptan'ı beklemeye başlarlar. Danacıların Hanife'ye satılır ev. Hanife'yle Hacı Resul bir çıkar ilişkisi içindedirler, kötüler birbirlerini bulurlar.
Selim Kaptan'ın hayvanlarla konuştuğu, kırklara karıştığı söylenir, zira artık tek başınadır ve doğaya tutkuyla bağlıdır. Ölümü de kardeş bellediği martıların haykırışları içinde gerçekleşir: Uçurmaya çalıştığı martı yavrularıyla uğraşırken uçurumdan denize düşer.
Selim Kaptan'ın hayvanlarla konuştuğu, kırklara karıştığı söylenir, zira artık tek başınadır ve doğaya tutkuyla bağlıdır. Ölümü de kardeş bellediği martıların haykırışları içinde gerçekleşir: Uçurmaya çalıştığı martı yavrularıyla uğraşırken uçurumdan denize düşer.
Köydeki Kısmet Taşı, evlenmek isteyen kızların, kadınların tek umudu. Burada, "Bahtım! Kocaya gidecek vaktım!" diye bağırıyorlar. Elif'in üç ablası da bağırıyor böyle. Evlenemeyecekler bir türlü, pek zengin değiller ve yaşlanmışlar biraz. Babaları Şerif, pars avında ölüyor. Anadolu'da çeşit çeşit hayvan var o zamanlar. 100 yılda güzelim memleketin Amarcord. Tebrikler bize.
Kitabın ikinci bölümünde Cafer isimli berber genç, aşık olduğu Emine'yle köyden kaçar, iki tiyatrocuyla karşılaşırlar. Bir komedi gösterisi faciayla sonlanır, dördü de toz toprak içinde kaçarlar. Onları gören kadınlar, "Evliyalar sökün etti!" diye, "Hortlaklar mezarlıktan akın etti!" diye bağırırlar. Dolmuştaydım burayı okurken, pkmpf diye gülmüştüm ya.
Bunlar kaçarlarken iki müfettiş geliyor o bölgeye, oradan birinin söylediği şey ilginç: "A canım, ha müfettişler, ha komik(ler), ikisi de bir yola çıkar." Devlet kapısına düştükleri zaman kurtuluşun olmadığını düşünüyorlar. Devlet, padişah, onlar için facia. Anadolu çok çekmiş vergilerden, zorbalıktan, savaşlardan. Yine Yüzyıllık Yalnızlık.
Emine'nin dramı büyük. Yollar ayrılıyor, hayat kadını oluyor Emine bu Hanife karısı yüzünden. Dalgıç Hasan'la evleniyor ardından. Dalgıç Hasan, Hoşbulduk Selim Kaptan'ın büyüttüğü çocuklardan biri.
Ya ben daha fazla olaylardan devam etmiyorum, zira birbirine geçmiş o kadar çok olay ve insan var ki... İki saattir yazıyorum, kitabın dörtte birine gelemedim. Sıkıldım, ben de insanım. Yine kıvrıklardan gidiyorum.
İkide bir, "Ölüm de var!" diye bağıran bir adam ve her bağırdığında başını sallayan insanlar... "Kar neden yağar kaar?"
Bunu harbiden beceremedim, bırakıyorum. Sayın kariler, size şimdiye kadar hiçbir kitap için mutlaka alın, okuyun demedim. Bana ne sonuçta. Ama bakın, bunu bir yerlerden bulun. Devlet-köylü ilişkisi, Ege'nin o güzel doğası, mucize insanları, trajediler, mutluluklar, Osmanlı'nın çöküşü... Anlatamıyorum, kafam yetmedi. Tek bir şeyle bitireceğim:
"Zaten sevmek insanoğluna en yakışan şey değil miydi?"
Not: Diyalogların çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki büyünün bozulmaması için tertemiz bir İstanbul Türkçesi kullanılmış. Yerellik katan çok az şey var.
Not: Diyalogların çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki büyünün bozulmaması için tertemiz bir İstanbul Türkçesi kullanılmış. Yerellik katan çok az şey var.
7 Kasım 2011 Pazartesi
Halikarnas Balıkçısı - Anadolu'nun Sesi

Böyle bir sürü olay anlatılıyor, güzel kitap.
Türü: Deneme
184 Sayfa
Basım yılı: 2008, 7. Basım
184 Sayfa
Basım yılı: 2008, 7. Basım
6 Kasım 2011 Pazar
Halikarnas Balıkçısı - Gençlik Denizlerinde

Sait Faik var, bir de Halikarnas Balıkçısı var. Denize sevdalı bilmediğim, aklıma gelmeyen başka yazarlar vardır, lakin bu ikisi kraldır herhalde. Hele Balıkçı. Mavi Sürgün'ünü okuyanlar bilir olayları. Bodrum'a sürülüş, oraya, denize doğan aşk. Sonrası gelir zaten... Filmi de var, ben izlemedim. Mavi Sürgün'ün.
Bu kitapta bir dünya öykü var. Deniz insanları, denizden uzak kalmış insanlar, deliler, cesurlar, korkaklar, bir sürü insan. Tek bir insan var merkezde, onun yaşadıklarını okuyoruz. Bir de fırtınalar var, Akdeniz var, Ege var. Oralardan böyle üfür üfür deniz havası alıyoruz. Çok hoş.
Balıkçı'nın insanları genelde mücadeleci. Denizden uzak kalmış olan denize dönmeye çalışıyor, denizdeki adam yaşamaya çalışıyor, fırtınalara, cahil insanlara, kötü insanlara, insanlara karşı koyuyor, giderli yaşıyor. Sonunda keskin sirke de oluyorlar, murada da eriyorlar.
Çok hoş kitap, Anadolu'nun güneyinden, batısından böyle üfül üfül. Hoş.
Türü: Öykü 272 Sayfa Basım yılı: 2010, 6. Basım |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)