Heretik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Heretik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık 2019 Çarşamba

Samuel Alexander - Yeteri Kadarsa Çoktur

Thoreau'nun Alternatif İktisadı alt başlığı Walden'a geri döneceğimizi gösteriyor, dönelim. Göl kenarındaki kulübeye, fasulye tarlasına, kısacası doğanın ortasında iki yıl iki ay boyunca yaşayan, sonrasında kente döndüğü zaman doğada edindiği deneyimleri tekrar tekrar canlandıran adamın yaşamına göz atacağız, Alexander mevzuya iktisadi açıdan yaklaşıyor ve Thoreau'nun yaşamının sürdürülebilir olup olmadığından, sürdürülebilirse hangi motivasyon kaynaklarına dayanması gerektiğinden ve genel olarak Thoreau'nun neyi niçin yaptığından bahsediyor. Uzunca bir makale okuyacağız aslında, Alexander metninin iki kısa bölümünü çeşitli dergilerde yayımlamış ve incelemelerini derinleştirerek yüz sayfalık bir metin haline getirmiş. Yoğun bir akademik dille, formüllerle vs. cebelleşmiyoruz, daha en başta Thoreau ile oturup bira içmenin nasıl olacağını düşünüyor Alexander, bunun mümkün olmadığını söyleyerek metnini Thoreau'ya ithaf ediyor "en azından". Önsözde kapitalizmin can çekişmesi sırasında bireyin hissettiği acıdan bahsediyor sonra, sistemin içinde yer almanın ızdırabı varken kapitalizmin ölüme doğru koşmasıyla bu ızdırabın artacağını söylüyor. "Bana göre bu konuda belki de en huzursuz edici olan, bundan sonra ne geleceğinin belli olmamasıdır. Ayrıca karşılaştığımız küresel sorunların pürüzsüz, acısız çözümleri olup olmadığı bile belli değil. Vakit karanlık ve yeni ve parlak bir şafak garantisi de yok." (s. 9) Kapitalizm sonrası çağ için sayısız öngörü mevcut ama insanın yaşayacağı sarsıntıdan kurtulmak için ne yapılması gerektiğine dair bir şey... vardır, sonuçta öngörülerin ortasında insan var, insanın geçireceği değişim sırasında neye "tutunacağı" konusunda fikirlere bakmak gerek. Bakayım. "Bu devasa, çözülmeye uğrayan sistem içinde minik mikroplar misali, çeşitli yeni dünyaların ortaya çıkabileceği toprağı inşa ederek kendi küçük yöntemlerimizle yaratıcı bir çalışmaya davet ediliyoruz gibi. Kısacası, karşımızdaki güçlüğün - tarihin bu noktasında- kapitalizmden kompost yaratkmak; ve direniş ve yenilenmenin zengin topraklarındaki görevimizin, kolektif görevimizin ise yeni bir Dünya öyküsü tohumu ekmek olduğunu söylüyorum." (s. 11) "Yeni bir Dünya öyküsü" tarihin yeni bir sayfasını açmakla aynı anlama gelecek gibi gözüküyor, medeniyetin binlerce yıllık akışından sapmayı fakat akışı durdurmamayı içeriyor, tüketici yaşam biçimlerinin kökten değişimini simgeliyor, sadeleşmeyi ve basitleşmeyi falan, bu tür şeyleri geleceğimize taşıyor açıkçası. Bu öykünün yazılması ve anlatılması bambaşka zorluklar taşıyor ama kaçınılmaza doğru ilerlerken zorluklarla başa çıkabilmeliyiz, farklı yaşam biçimleri yaratmamız gerek. Thoreau'nun biçimi daha önce ele alınmamış bir şey değilse de tarihi bağlamına bakarsak müthiş bir yenilik. Ofislerin dünyası yeni yeni ortaya çıkıyor, teknoloji hızla ilerliyor ve her yere elektrik direkleri döşeniyor, tren yolları inşa ediliyor, yeni iş kolları ortaya çıkıyor ve kapital, toplumu "sistematik" biçimde şekillendirmeye başlıyor. Sekiz saatlik çalışmanın sonunda elde edilen parayla tüketim ihtiyacı gideriliyor ama ihtiyaç giderildikçe büyüyor, böylece çalışma süresi on altı saate kadar çıkarken para hiç el değiştirmiyor neredeyse, temel ihtiyaçların ötesindeki harcamalar yaşamı kolaylaştırmaktan ziyade yeterince meta elde edememenin acısına dönüşüyor, bu da daha fazla çalışma saati, daha fazla yetersizlik duygusu ve daha fazla mutsuzluk demek. İlk elden bir örneğim var, tanıdığım biri kahve yapabileceği malzemelerinin olmasına rağmen kahve makinesi almıştı, sonra makinenin daha iyi bir modelini görüp onu da aldı, elinde iki kahve makinesi ve kahve yapımı için gereken diğer gereçlerle birlikte hemen hiç kullanmadığı mutfak malzemeleri vardı. Son gördüğümde pek mutlu değildi, yaşamı bu tür bir ihtiyaç giderme döngüsü üzerine kuran hiçbir yaşamdan coşkun, saf bir mutluluk, yaşama sevinci beklememek mantıksız olmaz herhalde. Kısacası hayvan gibi tüketiyoruz, Ekşi Sözlük'teki bir yazı geldi aklıma, bir insanın kilolarca çöp üretebilmesinin ne kadar korkunç olduğundan bahsediyordu. Bu ağırlığı kaldıramayacak noktaya doğru gelirken ne yapacağımıza dair bir fikrimiz olabilir, Thoreau okursak. Adam bu çürümenin makine gibi işlemeye başladığı zamanlarda yaşamış, Harvard'dan 1837'de mezun olmuş ve mezun olur olmaz etrafındaki insanların yaşamlarına göz atmış. Materyalist kültürden başka hiçbir şey görememiş, "kurumsallaşmış din" kavramından hiç hoşlanmadığı için devletle veya dinle bağ kurmamış hiç, hukukla ve politikayla da uğraşmamış, devletten olabildiğince uzak durabilmek için öğretmenliği seçmiş. Görüldüğü gibi tamamen kopamıyorsunuz, devletle bir şekilde ilişkiniz oluyor ama öğretmenlik iyidir, devletin üç beş insanıyla uğraşırsınız en fazla, onun dışında rahatsınız. Thoreau'ya doğrudan bir yakınlık duyuyorum, öğretmenliği aynı rahatlıktan ötürü seviyorum sanırım. Neyse, Thoreau öğretmen oluyor ama okulundaki öğrenci dövme politikasından ötürü tutunamıyor orada, yaramaz çocukları dövmediği için uyarı üstüne uyarı alıyor ve en sonunda -bu da çok ilginç- rastgele altı öğrenci seçip onları pata küte dövüyor, ardından istifa ediyor. Farklı işler deniyor, Emerson'ın evinde joker elemanlık, özel ders öğretmenliği, bahçıvanlık, bir sürü şey. Yirmilerinin sonlarına kadar bu tür işler yaparak geçiniyor ve düşünüyor, "nasıl yaşamak gerektiği" konusunda okullarda hiçbir şey öğretilmemesi en çok düşündüğü şey olabilir. Adam Smith gibi adamların ekonomi konusundaki fikirleri sular seller gibi ezberleniyor, paranın yönetimi konusunda sayısız ders alınıyor ama yaşama biçimleri konusunda hiçbir şey yok, öğrencilerden tüketim toplumunun yılmaz fertleri olmaları bekleniyor. Thoreau en sonunda kafayı kırıp Emerson'ın topraklarındaki kulübeye gidiyor, bu. "Yaşamını kazanmak için yaşamının büyük bir bölümünü tüketen insanın yaptığından daha ölümcül bir ahmaklık olamaz." (s. 21) Thoreau'dan alıntılarla metnini destekliyor Alexander, temel izlek olarak da Lao Tzu'nun bir sözünü alıyor: "Yeteri kadarına sahip olduğunu bilenler zengindir." Yeteri kadarına sahipsek kovalayacak bir şey yok demektir, durup manzarayı seyredebiliriz. Süper olay.

Thoreau'nun birkaç fikri üzerinden bir yol haritası çıkıyor, teknolojinin sunduğu imkanlara bakalım. Demiryolu güzel bir yenilik, ulaşımı kolaylaştırıyor ve hızlandırıyor ama tüm dünyayı çürüten ekonomik sistemin de imzası durumunda, sağladığı hız meta üretimini ve tüketimini de artırıyor. Thoreau'ya göre demiryolunun üzerinde gitmiyoruz, demiryolu bizim üzerimizde gidiyor ve insanların "uyanmasını" engelliyor. Dünya tek bir biçime sahipmiş gibi düşünüyor insanlar, alternatif yokmuş gibi. Bunun tek çıkar yolu başka bir yaşamı sürdürüp sürdüremeyeceğimizi düşünmek değil, deneyip görmek. Eylemler yeni ve cesurca olmalı, böylece yaşamdan vazgeçmek yerine yaşamı onaylamış oluruz, istediğimiz biçime kavuşturduktan sonra. "Ölü zaman" olmadan yaşamak isteyen Thoreau bu düşüncelerle Walden'a gidiyor ve yaşamaya başlıyor, "Transandantal bir kapitalist" olarak görüyor kendini, Göksel İmparatorluk'la bağını koparmadan doğaya karışıyor. Giyinme, barınma ve beslenme ihtiyaçları konusunda yaptıkları ve söyledikleri bu incelemenin bir bölümünü oluşturuyor, buralara çok girmiyorum, Thoreau'yu okuyanlar hatırlayacaktır. "Paris'te başına şapka geçirilen bir maymunun" dünyanın öbür ucunda "moda" denen bir zehri yarattığından zamanını sırf yiyecek satın alabilmek için çok ucuza satan insanların çıkmazına kadar pek çok meseleye değiniyor adam, koca koca evlerin sebep olduğu israf bir yana, insanın en değerli varlığı olan zamanı israf etmesinden de bahsediyor ki diğer tüm olumsuzlukların yanında en üzücüsü bu. Yeterli olanın sınırları sürekli genişletildiği, insanların daha iyiyi ve daha büyüğü elde etme isteği ateşlendiği için yeterliliğin varlığı giderek silikleşiyor, neyin yeterli olup olmadığını, neye gerçekten gereksinim duyduğumuzu düşünmüyoruz. Alexander bu problemi çözebilmemiz için istencimizi parçalara ayırıp sunuyor: konfor, lüks ve araçlar. Thoreau üçüne de meylediyor, yaşamını bunlara bağımlı olarak yaşama tehlikesi doğurmadan.

İki yılını bu şekilde geçirdikten sonra Walden'dan ayrılıyor, belki de en çok merak edilen nokta bundan sonrası. Thoreau neden kulübesinden ayrıldı, ömrünü kulübede geçirmedi? Medeni yaşamda bir misafir olarak yaşamak istediği için, kendi deyişiyle durum bu. Kısa süreli ve bolca gezebildiği işlerde çalışıyor, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek parayı kazanır kazanmaz işi bırakıyor ve parası bitene kadar geziyor, şiir yazıyor, mis gibi yaşıyor kısacası. Alexander'a göre tam anlamıyla bağımsız ve kendine yetecek bir yaşam sürme açısından Thoreau'nun deneyi başarısız, çünkü biriken işleri için işçi tutuyor, zaten en başta Emerson'ın topraklarında yaşadığı ve sağdan soldan ödünç malzeme aldığı için mutlak bir kendi kendine yetme durumundan bahsetmek mümkün değil. Bunun yanında başardığı şey o kadar önemli ki eksiksiz bir zaferin pek de uzağına düşmediğini görüyoruz. Walden'da yaşarken üç metin yazıyor, yaşamını en coşkun hazlarla dolduruyor ve ölü zamanı ortadan kaldırıyor. "'Belki birkaç kez daha dünyaya geleceğimi düşünmüşümdür ve şu anki yaşamım için daha fazlasını biriktiremeyecektim.'" (s. 91)

Uğruna savaşmaya değer bir şeyler için yaşayan insanların en önemlilerinden birini biraz daha anlayabilmek için okunsun, değerlendirilsin, bir şeyler değişecek durumdaysa katalizör olsun, ne bileyim. On numara metin bence.

2 Ağustos 2019 Cuma

Eric Fassin - Popülizm: Büyük Hınç

Eric Fassin son dönemlerde öne çıkan bir isim, demokrasinin krizden krize koştuğu günümüzde sağ popülizme ışık tutarken Türkiye'den ABD'ye kadar pek çok ülkedeki seçimleri ve seçim atmosferlerini karşılaştırmalı olarak inceliyor. Fassin, Türkçe basım için yazdığı önsözde "birleşmiş bir halk" oluşturmak amacıyla hızla yükselen aşırı sağı ve neoliberal politikalarla "savaşan" %99'luk kesimi incelediğini, ikili bir siyasi bağlam üzerinden çıkarımlarda bulunduğunu söylüyor, aşırı solun karşı cepheyle benzer bir söylemi kullanmasının sağ seçmeni çekemeyeceğini, iki tarafın benzer hınçları taşımadığını belirtiyor. Max Scheler'ın Nietzsche'den apardığı "ressentiment" kavramından ilerlersek değeri olan şeylere karşı duyulan bir öfkeden bahsedebiliriz, çok renkliliğe duyulan nefret Trump'ın en son yediği herzelerde açıkça ortaya çıktı örneğin, adam mekanizmanın oldukça uygun biçimde şekillendirilmiş başat bir parçası olduğu için kitlelerin desteğini sağlayabiliyor, insanlardaki hıncı ortaya çıkarıp başkan olabildi. Fassin halkın oy verme sebeplerine odaklanırken Trump'ın ciddi oranda oy alabildiği göçmen nüfusun tercihlerini analiz ediyor. Göçmen karşıtlığı had safhadayken göçmenlerden nasıl oy alınabilir, mantıksız değil mi? Sadece bu politika üzerinden gidilirse evet ama Trump/popülist sağ kültürel ve ekonomik kanatlardan da saldırıya geçtiği için, kısacası at izi it izine karıştığı için, siyaset siyasetsizleştirildiği ve Fassin'in deyimiyle "aktivizm bunalımı" ortaya çıktığı için neoliberalizm önüne dişe dokunur bir engel çıkmadan tam gaz ilerliyor. "Neoliberal sağa göre başka alternatif yok; fakat bu, uzun süredir sosyal demokratların da kabul ettiği bir şey. Geriye solun solu kalıyor. Lakin ilerlemenin ateşli savunucuları da bugüne kadarki mağlubiyetleri yüzünden, sürekli kaybetmeye mahkûm olduklarını düşünüyorlar. Diğer bir deyişle, bu aktivistler, kendilerine bile itiraf edemeseler de içten içe alternatifin olmadığından korkmuyor ve dolayısıyla buna inanmıyor mu? İşte bu, günümüzde aktivizmi tehdit eden bunalımı çok iyi bir şekilde özetliyor." (s. 9) Bu hikâyenin dünyanın her yerinde görülebileceğini söylüyor Fassin, Erdoğan'ın AKP'sinden de örnekler veriyor makalelerinde. Demokrasi adına, demokratik biçimde yapılan darbeler kimi ülkelerde diktatörleri alaşağı ediyor, ediyor gibi görünüyor ama demokrasi de hayvani şirketler için işlevsel bir enstrüman haline getirildiğinden beri içi boş bir şekilde tıngırdamaktan başka bir şey yapmıyor ne yazık ki. "Fransa'da yaşayan biri olarak, Türkiye'de olan bitenin maalesef Türkiye'ye özgü olmadığını söyleyebilirim. Aynı dünyada yaşıyoruz ve karşı karşıya olduğumuz tehditler de aynı." (s. 11)

Makalelerden ortaya karışık yapayım, önce popülizmin gidebileceği uç noktalara bakalım. 2016'nın sonunda Times'ın kapağında Trump vardı, bir önceki yıl kapaktaki Merkel'e bakıp Twitter'dan protesto etmişti: Neden göçmenlere kapılarını açıp -ne kadar açtığı da tartışılır- Almanya'yı mahveden bir kadın yerine Meksika sınırına duvar örmeyi öneren kendisi yoktu kapakta? Merkel bu durumda Avrupa'daki faşizme karşı dik duran bir figüre evrilebilirdi, evrildi. Gerçekten böyle mi peki? Bizde de örneği görülen "yanlama" taktiklerine bakalım, Donald Trump dünya üzerinde ırkçılıktan en çok nefret eden adam olduğunu söyleyebiliyor, televizyonların karşısında. LGBT'ye yakınmış gibi görünüyor, pratikte yapmadığını bırakmadığı insanların yanındaymış gibi gösterebiliyor kendini. "Popülizm patlaması" denen bir olgu bu, bir şekilde acı çeken insanların yanlarında olma duygusu uyandırıldığı için eşcinsellerden veya göçmenlerden oy toplayabiliyor Trump, inanılmaz gibi görülen bir şey akışkanlık ve politika sayesinde mümkün oluyor. Halkı oluşturan bir toplumsal grup yok, popülizmi tanımlayan bir ideoloji yok, o zaman siyasetçiler kendi değerlerini oluşturarak, toplumun her kesimine dilediğini söyleyerek -ses getirecek bir tepki görülmemesi de başka bir inanılmaz ama inanılır olay- iktidara gelebiliyor. Erdoğan'dan bir örnek var burada: "Biz halkız, siz kimsiniz?" söylemi olduğu gibi dışlayıcı, aslında özetlendiği gibi takım tutmaktan bir farkı yok bu olayın. İnsan hakları, bilim vs. gibi insanın bir parçası olan değerler değersizleştirildiği için söylemlerden öteye bakılamıyor ne yazık ki. "Halkın inşası" diyor buna Fassin, belirli hakikatlerin gözlerden silinip yerine içi boş sözcüklerin konması. İkinci makaleden itibaren solun popülizmi bu kişiliksizleşmiş halk üzerinde uygulayıp uygulanamayacağının, hangi koşullarda ve şekillerde uygulanabileceğinin değerlendirilmesi başlıyor, bu sırada yeni muhafazakârlıkla neoliberalizmin kesişme noktalarına geçiliyor. Liberal demokrasiyle piyasa imparatorluğu arasındaki gerginliğin demokrasiden uzaklaşma yoluyla gerçekleşebileceği, popülist söylemlerin bu noktada işe yarayacağı da bir başka konu, bir yerden sonra popülizm ve demokrasi siyasetin ta kendisi haline geliyor, böylece "onlar" ve "biz" karşıtlığı da kusursuz bir şekilde yaratılmış oluyor. Bizde herkesin şikayetçi olduğu bölünmeyi düşünelim, onca söylemden ve devlet politikalarından sonra gerçekleşmesi kaçınılmazdı. Militarizm ve sermaye himayesinde demokrasiden çıkış, Achille Mbembe'nin analizi bu. "Dünyanın zencisi olmak" da aynı düşünüre ait bir başka durum.

Enstrümanları inceleyelim, insanların homojenliğini bozan her türlü politikadan birkaçına değiniyor Fassin. "Ulusal-liberal" kavramı üzerinde duruluyor, küreselleşmenin bir ürünü olarak -başlangıca varmak gibi düşünebiliriz ama dopingli bir başlangıca- ulus-devleti düşündüğümüz zaman kültürel kimliğin ulusal kimliği biçimlendirmesinin yanında tersine bir süreç de başlamış olur, milliyetçilik üzerinden neoliberal politikalara ulaşabiliriz. Bugün bir röportaj gördüm, Suriyeli işçi çalıştıran milliyetçi bir işveren alenen vergi kaçırdığını, gelirini artırmak için Suriyeli çalıştırdığını falan söylüyordu, şaşırılacak bir durum yok. İnsan haklarını geçtim, milliyetçilik gibi ithal edilmiş ideolojiler sermayenin çoktan entegre edilmiş halini gösteren unsurlara dönüşmüş durumda. Altında buluşulacak çatı küçükse hemen bir büyüğü inşa ediliyor, ümmetin siyasi birliği sağlanamadığı zaman hemen ulus-devlet pompalanıyor, ardından şak, neoliberalizm, şaak, göçmen nefreti, şaşırıyor millet, diyorlar ki neler oluyor, oysa burada nelerin döndüğünü biliyorlar. Burada sömürünün son modeli işletiliyor, farklı bir biçim alana kadar eldeki en iyi biçimi bu. Korkunç.

Sonrası daha çok ABD seçimleriyle ilgili analizler içeriyor ama dünyanın her yerinden benzer örnekler veriyor Fassin, kısacık makalelerinde çarkların işleyişini değerlendiriyor.

2 Temmuz 2019 Salı

Arthur Asa Berger - Bir Postmodernist İçin Postmortem

Şimdi metin postmodernizmi orasından çekip burasından ittiği için kendisinde de postmodern bir dalga var mı diye dikkatle okudum. Evet, metin kendini de dalgaya alıyor, karakterden karaktere geçişlerde veya karakterlerin gelişimlerinde, gelişmeden tekamül etmelerinde, pek çok şeyde parodinin izi açık. Modernist metinlerde de var bu, postmodern nerede? Postmodern, postmodernin bütün klişelerini bilinçli olarak kullanmasında. Postmodernin türevi alınınca olur postmodern, sanırım. Ben çok anlamam bu dönem işlerinden, tür meselelerinden falan. Ama bu metin postmodern. Evet. Polisiye üzerinden postmodern postmodern yürümek de anlamlıdır, çünkü eylem tarihi, toplumsal ve bireysel bağlamından koparıldığında ortaya kocaman bir belirsizlik çıkar, hemen her yöne çekilebilen anlatının zemini kayganlaşır, metinde söylenenleri ele alırsak katilsiz bir maktulün neden-sonuç zincirinin bir kutbundan fazlası anlamına gelmemesi, zincirin diğer halkalarının kayıp olması koca metni patlamayan bir tüfeğe, silaha çeviriyor zaten, klasik anlatıya muhalif bir şey. İkincisi, yazar durumu iyice muğlaklaştırıp arazi olma derdinde. "Yazarın Notu" bölümünde bu metnin kendi eseri olduğunu, iddia edildiği gibi kurmacadaki bir roman yazarının eseri olmadığını söylüyor. Kör göze parmak. Bayatlıktan yeni bir tazelik çıkıyor mu, eh, aynı teknikleri kullanıp ortaya yeni bir şey ortaya koyduğunu düşünen yazarlarınkinden daha iyi bir iş olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle mesela; metin içinde metin olayı, karakterin yazmaya başladığı romanın okuduğumuz roman olduğunun ortaya çıkması gibi mevzular kabak tadı bile vermiyor artık. Merkezde öznellik/insan/sağlam zemin olmayınca anlatı oyunlarından öteye gitmeyen kuru metinlerle karşılaşıyoruz. Ara bölümlerden birinin epigrafını alayım, postmodernin edebiyattaki klişelerine değiniyor: "Metinde alışveriş listeleri, menüler ve/veya yemek tarifleri var mı? Roman olarak aynı başlığa sahip bir roman içinde roman içeriyor mu? Kapağında bir sürü küçük geometrik şekil ve Robert Coover'dan bir alıntı var mı? Céline bir sürü Tab içmiş olsaydı, size Céline'i hatırlatır mıydı? Elinizdeki romandan nefret etmek kolay mı?" (s. 189) Yeterince örnekle karşılaştıktan sonra artık çok kolay. Okumayı bıraktığım metin sayısı çok çok az, okuduğum şeyi ne olursa olsun bitirmeye çalışırım ama Ruhi Mücerret'i otuz küsuruncu sayfadan sonra bırakmıştım, yazarın ilk metnini ayıla bayıla, ikincisini ittire kaktıra okuduktan sonra üçüncüye sabrım kalmamıştı artık, oyundan gına gelmişti. Zıt kutbu düşünüyorum, Kâğıt İnsanlar mesela. Bu metinde "aslında gezegen olan bir adam" vardır, karakter. Anlatısında yitirdiği bir kadının sözü çok geçer, kadın bunu gezegene bakarak anlar -bunu uydurdum ama keşke böyle olsaydı, belki de böyledir- ve adama mektup yazar, acının anlatıyı bozmamasını, gerçekliği çarpıtmamasını ve nasılsa öyle yazılmak istediğini söyler, aksi halde adama romanını yeniden yazmaya başlamasını söyler veya metni hiç yazmamasını rica eder. Çat! Metin yeniden başlar. Başlık, bölümler, bir süreliğine başa döneriz. Karaktere ayrılmış bölümler boştur, adam gerçekten konuşmaz, boş sayfaya veya sayfanın boş olduğu bölümlere bakarız. Bundan bahsediyorum. Bu artık oyunluktan da çıkıyor bir süre sonra, acının biçimleri haline geliyor. Acı parçalar, yapıştırır, gerçekliği bozar. Gerçeklik dediğimiz şey hayatımızı oluşturan hikâyelerimizi bir arada tutma çabasından başka nedir? Birinin gelip bu hikâyeleri çektiğini, alıp götürdüğünü veya hikâyelerin yanlış/yalan olduğunu söylediğini düşünün. Kurmacada bundan daha iyi bir akrobasi görmedim henüz, bunu arıyorum, yaşadığından emin olan karakter arıyorum ama bu eminlikten olabildiğince şüphe duymasını istiyorum. Evet.

"Kişiler" bölümünde kişiler var. Ettore Gnocchi üniversitede profesör, yardımcılarıyla birlikte postmodernizm konulu bir konferans düzenliyor, hazırlık aşamasında. Elim olay yardımcılarıyla yediği bir akşam yemeği sırasında gerçekleşiyor, dört farklı şekilde öldürülüyor. Aynı anda. Shoshana TelAviv, Gnocchi'nin İsrailli eşi. Postmodernist ve eşiyle aynı üniversitede profesör. Güzel bir kadın. Alain Fess'le ilişkisinin olabileceğinden bahsediliyor. Henüz bir halt bilmiyoruz. Alain Fess, Fransa'dan parlak bir filozof, Gnocchi'nin danışmanlığında yazdığı tez ses getirmiş, TelAviv'le ilişkisi olabilir, olmayabilir. Slavomir Propp, Rus dilbilimci ve postmodernist. Yaşlı bir adam, göbekli. Yemek sırasında elinin TelAviv'in bacağında ne işi var, bilmiyoruz ama biliyoruz. Myra Prail, Gnocchi'nin yüksek lisans öğrencisi. Çok güzel, çok zeki ve çok tehlikeli. Basil Constant postmodern edebiyatta bir mihenk taşı, Prail'ın eserleri üzerine tez yazdığı adam. Thomas Pynchon olduğu söyleniyor, yeni Calvino yakıştırmaları yapılıyor, eşcinsel olabilir. Miyako Fuji, Tokyo'dan şık bir felsefe profesörü. Hocası ve tez danışmanı Gnocchi. İnsanlara dik dik baksa da kibar bir insan. Solomon Hunter, cinayeti aydınlatmaya çalışan müfettiş. Postmodernizm hakkında hiçbir fikri yok, metin bu bilginlerin Hunter'a postmodernizmi anlatmaları üzerinden şekilleniyor, postmodernizme giriş mahiyetine sahip oluyor böylece. Her karakterin bir gizemi, garip bir davranışı vs. var ve anlatıya henüz geçemedik, bu bölümün anlatıcısı fitili ateşleyip kenara çekiliyor, son bölüme kadar sesini duymuyoruz bir daha. "Birinci Bölüm" Gnocchi'nin yemek masasındaki durumuyla açılıyor, yardımcılarıyla yediği rutin akşam yemeklerinden birinde, evinde elektrikler gidiyor ve geliyor, aa, adam ölmüş. Başında bir delik var, kurşunlanmış. Sırtında gümüş bir hançerin sapı. Tahtadan uzun bir ok yanağına saplanmış. Kadehinden sülfürik bir buhar yükseliyor. Yüzünde bir gülümseme. Hunter mekana teşrif edince neden direkt kanıtlara yönelmiyor, evde arbalet veya silah aramıyor da masadakileri sorguya çekiyor, onu da postmodernizmin huyuna verin. Sorgulamaların her birinde postmodernizme dair parçalar buluruz, ayrıca hikâye de dallanıp budaklanır. Aşıklar, sevişenler, ayrılanlar, bir sürü bilgi çıkar ortaya. Gnocchi'nin üzerinden çıkan notta, "Kuramcıyı yakalamak için kuram gerekir" yazmaktadır, dolayısıyla Hunter'ın masadakilerden eğitim alması şart. TelAviv sorguya çekilen ilk karakter. Amerikan toplumunun mevcut durumunu anlamak için postmodernizmi ve postmodernizmin toplumlar üzerindeki etkisinin anlaşılması gerektiğini söylüyor ve devam ediyor, postmodernizm bir inançlar, değerler toplamı ama bu inançlarla değerler yeni bir mamul, her şeyi içeren çorbadan iki kaşık. Kitlesel medya devrimiyle başlıyor, yüzeysellikten ve gösterişten zevk alan, ironiden hoşlanan insanlar yaratıyor. "'Artık herhangi bir bütünlük ya da doğrusallık yok. Gerçeklik her birimiz için farklı.'" (s. 35) Sinematik bir dünya, gerçeğin temsilleri gerçeğin yerini almış durumda. Çok kapsamlı bir mesele olduğu için Lefebvre'den Nietzsche'ye kadar uzanabilecek bir düşünceler toplamından bahsediliyor genel olarak, Nietzsche bilinç sayısı kadar gerçeklik olduğundan bahsederken Lefebvre bu gerçekliklerin mekanın yaratımında kapitalizmin bir enstrümanı haline geldiğinden dem vurur, kısacası her yönden kuşatma altındayız, biz anlam arayanlar. Çok affedersiniz, boku yediğimizi siz de hissetmiyor musunuz? İnsanlar anlamı bulamadıkları için pırıl pırıl delirmişler, psikologlara harcanan bir dünya para ve zaman, başka insanlara ettikleri zulüm derken ne yaşadıklarından bihaberler. Korkunç ama çözümü var, televizyonu açıp ahmaklaştırıyorlar kendilerini, böylece çıkışı da umursamaz hale geliyorlar. Umutsuzluktan midem bulanıyor bazen. Neyse, Alain Fess'e geldik. Amerika'da "geleceği" bulduğunu Fransızların bu yüzden heyecanlı olduğunu söylüyor. Amerika'yı Amerikalılara açıklamak konusunda Fransızların ata sporu olduğundan, bunun De Tocqueville zamanından beri sürdüğünden bahsediyor. Modernizm ve postmodernizm arasındaki farklılıklardan girerek postmodernizmi tarihi bağlamına oturtuyor ve cinayetlerde gerekçelerin mutlak suretle konu dışı olduğunu anlatıyor. Bir de şu: "'Evlilikler modernisttir; ilişkiler postmoderndir.'" (s. 46)

Propp'a geliyoruz, masalını açıklasın. Anlatılar ve simülasyon üzerinden yürüyor. İlki insan için yıkıcı, bireysellik ortadan kalkınca hangi anlatının hangi gerçeğine veya kurmacasına tutunacağız? Kendi hayatı ve hisleri olmayan hayaletler gibi yaşamaya başladığımızı söylüyor Propp. Bir aktör, aktris, karakter özdeşleşim için orada hazır bekliyor, onun duygularını yaşamaktansa risk alıp neden hayatı yaşayalım, değil mi? Kamusal anlatılar kül yığınına dönüştüğü için parçalı, kişisel anlatılardan başka bir şey kalmıyor elde. Devreye Lyotard giriyor ve meta-anlatılara duyulan şüphenin postmodernizmin tanımı olduğu fikriyle Propp'un sorgusunda yerini alıyor. Araya cinsellik giriyor, geriye hazdan başka bir şey kalmadığı için yalandan da başka bir şey kalmıyor geride. "'Sevgi mi? Sevginin bununla ne ilgisi var? Sevgi, modernist bir soyutlamadır. Postmodernistler seksle daha çok ilgilenirler... ve şüphesiz şiddetle.'" (s. 58) Myra Prail, Frederic Jameson üzerinden yürüyor ve postmodernizm için "kapitalizmin kültürel aşaması" yorumunu yapıyor. Filozofları dedektif olarak görüyor, postmodernizm bir hastalıksa tanısı ve ele geçirilmesi şart. Sonuçta ölen bir toplumun tepesinde postmodernizm dikiliyor, kanıt bulunduğu an tepetaklak edilecek ama bilin bakalım ne yok?

Kalanları geçiyorum, Gnocchi'nin mektuplarına geleyim. Konferansa davet ettiği insanlar yıldızlar karmasını oluşturuyor: Jameson, Lyotard, Baudrillard, Habermas. Her birinin eserleri üzerinden özetleyici çıkarımlarda bulunuyor ve bu düşünürleri okura tanıtıyor Berger, hoş. Sonrasında Gnocchi'nin son dersini içeren bir video izleniyor, Gnocchi dünyanın içinde bulunduğu durumun analizini yapıp umudun gençlerde, karşısında duran öğrencilerde olduğunu, insanlığı bu cehennemden yeni ruhların kurtarabileceğini söyleyerek dersi bitiriyor. Aynı şey bu metnin okurları için de söylenebilir, bir şeylerin ters gittiğine inanan gençler bu metinde Gnocchi'nin son dersini bulacaklar. Hunter'ın iki saat içinde postmodernizm konusunda ihtisas yapmış kadar bilgi sahibi olma sürecini de bulacaklar. Adamın konuşması, hareketleri, her şeyi değişiveriyor onca sorgulamadan sonra, aydınlanma hali. Adlardaki ve soyadlardaki sembolizme dikkatinizi çekerim. Sonra ne oluyor, Gnocchi'nin zaten öldürülmeden önce öldüğü anlaşılıyor, doğal sebeplerden. Hunter, bir dizi insanı ölü bir adamı öldürmekten hapse tıkmak istemediğini söyleyerek kendi rolünü oynuyor ve sahneden çekiliyor. Basil Constant'ın klişesiyle de bitiriyoruz, Bir Postmodernist İçin Postmortem adlı metnini yazmaya başlıyor, perde kapanıyor.

Meseleye ilgi duyanlar okumalı, sıkı kurmaca okurları da okumalı. Hem bir postmodernizm özeti, hem de bir cinayet hikâyesi. Ama değil.

5 Mart 2019 Salı

Michael Finkel - Ormandaki Yabancı

Çadırın yanındaki ağaçlarda çamaşırlar asılı, birkaç bidon yan yana dizili, dışkı için çukurlar kazılıp kapatılmış, tüp tehlike yaratmayacak bir noktada duruyor. Ağaçların arasında küçük bir yaşam alanı, bu alanı yaratan adam yakınlardaki bir depoyu patlatırken polislere yakalanıyor. Yirmi yıldan fazladır pek kimseye görünmeden yaşıyordu ama gelişen teknoloji kameraları ve hareket sensörlerini de beraberinde getirdi, gölün kıyısına sıralanmış evlerin sahipleri her sene yaşadıkları hırsızlık olayları yüzünden güvenlik önlemleriyle donandılar, böylece yerel efsane, Münzevi en sonunda yakayı ele verdi ve kendisine doğrultulmuş silahı görünce mücadele etmeden emirlere uydu, kelepçelendi ve yaşamının ikinci kısmını geride bıraktı. Kendince bir ahlak anlayışı vardı, değerli hiçbir şeyle ilgilenmiyordu, sadece yemek çalıyordu. Yaptığının yanlış olduğunu biliyordu ama yaşaması için besine ihtiyacı vardı, ihtiyacı kadarını alıp gerisini bıraksa da kaçırdığı huzur yüzünden mülk sahiplerinin öfkesini üzerine çekmişti, yakayı ele vermesi kaçınılmazdı. Ormanda yıllarca yaşadığını inanılmadı; bir evinin, bir otel odasının olduğu düşünüldü, Maine'in ormanlarında kış soğuğundan kurtulmak mümkün değildi, öyleyse bu adam bir sahtekardı, akıl hastasıydı, hikâyesini herkese yedirmek isteyen bir şarlatandan fazlası değildi. Aslında fazlasıydı, insanlar çok öfkeliydi sadece.

Christopher Thomas Knight, 7 Aralık 1965 doğumlu. Adresi yok, adından başka hiçbir şeyi yok. Girdiği evlerden topladığı bozukluklar bir gün işine yarar diye düşünmüş, belki bir şey alması gerekirmiş ama böyle bir şey hiç gerçekleşmemiş, pek bir şeye ihtiyaç duymamış. Biraz parasının olduğunu da söyleyebiliriz, onun dışında her şeyi etraftan toparlamış. Utanıyor, hırsız olarak yetiştirilmediğini ve yaptıklarından memnun olmadığını söylüyor yakalandıktan sonra. Sorgu faslını ve yakalanma sürecinden sonrasını Finkel'ın olayla ilgili hemen herkesle yaptığı görüşmeler sayesinde öğreniyoruz. Dava sürecini ve sonrasını da yakından takip ediyor, aralarda da Münzevi'nin hikâyesini anlatıyor. Bazı noktalarda rahatsızlık duyulması normal; Finkel sınırları biraz zorlayıp Münzevi'nin hayatına fazlasıyla dahil oluyor ve adamın uyarılarıyla sadece uzaktan takip etmeye başlıyor bir süre sonra. İnsanlardan uzak durmaya çalışan birini durmadan rahatsız etmek gazetecilik etiğine ne kadar sığar, tartışma konusu. Yine de Finkel'a bir teşekkür borçluyuz, Münzevi'nin yaşamını en ince detaylarına kadar anlattığı için. Bir röntgencinin teşekkürü olur bu, ister istemez gözetleyici konumuna düşüyoruz. Gerçi sonlara doğru hikâyesinin anlatılmasını istiyor Münzevi, her şey bittikten sonra. Biraz avunabiliriz.

Kendisini yakalayan memurlardan biri bütün dünyayı geride bırakmasının nedenini sorduğu zaman Münzevi kesin bir neden veremeyeceğini söylüyor. Hiç hasta olmamış, yirmi yedi yıldır hiç konuşmamış, piller, el fenerleri ve tüpler dışında pek bir şey yürütmemiş, kendi yaşamını sürdürebileceği kadarını almış. Yatak hırsızlığı var, yatağı pencereden çıkaramadığı için dış kapıyı menteşelerinden sökmüş, yatağı çıkarmış, kapıyı yerine takmış ve pencereden çıkmış. Yaşamını otuz yıla yakın bir süre bu şekilde sürdürürken evlerin sahipleri hırsızlıkların kesilmesi için kendilerince önlemler almışlar, örneğin kapılara, "Bir şey çalmayın, neye ihtiyacınız varsa yazıp bırakın, ihtiyaçlarınızı gidereceğiz!" yazan notlar bırakmışlar, yiyecek bıraktıkları da olmuş ama Münzevi bunlara hiç dokunmamış, besinlere zehir konduğundan şüphelendiği gibi tuzak kurulmasından da korkmuş. Yaşam alanının yakınlarına gelen doğa yürüyüşçülerinin seslerini duyarmış, ses çıkarmadan geçip gitmelerini beklermiş. İlk zamanlarda geri dönme isteğini zorlukla bastırmış ama sonuçta kendisiyle kalmaya alışmış. Yakalanmasaymış ölene kadar ormanda yaşamaya devam edecekmiş. Ederdi, özgürlüğün ne olduğunu keşfettiği yerden ayrılmamak istemesi anlaşılabilir. İnsanların anlamadığı şey, çocukluğunda gayet neşeli ve esprili olan Münzevi'nin o hale nasıl geldiği. Joyce ve Sheldon Knight'ın beşinci çocuğu ve beşinci oğlu Münzevi, sessiz ve pek sosyalleşmeyen bir ailenin zeki çocuklarından biri. Sosyalleşme olayına bilimsel verilerle yaklaşıyor Finkel, vazospressin hormonu miktarı yüksek olan kişilerde daha az sosyalleşme ihtiyacı duyumsandığını söylüyor, Knightlar ailece sosyalleşme ihtiyacı hissetmiyor, tanıdıkların Finkel'a söyledikleri bu yönde. Münzevi ortadan kaybolduğunda kayıp ilanı vermemişler, polisi aramamışlar bile. Gitmesinin geçerli bir sebebi olduğunu düşünmüşler ve yaşam devam etmiş, bu kadar. Sessiz, utangaç ve asosyal olduğu söylenmiş ama kendisiyle takılan okul arkadaşlarına göre son derece zeki ve komik bir çocukmuş Münzevi, herhangi bir sportif veya kültürel aktiviteye katılmamış olmasına rağmen çok okurmuş, çok dinlermiş ve öğrenmeye meraklıymış. Görünmez bir çocukmuş açıkçası; dikkat çekici değil, işine gücüne bakan, kendi halinde biri. Bir gün arabasına atladığı gibi gidiyor ve geri dönmüyor, benzini bitene kadar gidip arabayı ormanın bir köşesinde bırakıyor ve yeni yaşamına adım atıyor.

Sadece hikâye anlatmıyor Finkel, münzeviliğin tarihine ve sosyallikle yalnızlığın biyolojik, kültürel, sosyolojik pek çok bileşenine değiniyor. Genel olarak üç gruba ayırıyor münzeviliği; protestocular, hacılar ve takipçiler. Protestocular arasında Lao Tzu ve Rousseau var, hikikomorileri de aynı sınıfa sokuyor ama bence orada daha farklı dinamikler var. Neyse, hacıları da biliyoruz, ilahi meselelerle uğraşan insanlar bunlar. Takipçilerin en çağdaş münzeviler olduklarını söylüyor. Thoreau, Melville, O'Connor, bu tür sanatçılar kendi tercihleriyle -en azından bir süre- münzevi olarak yaşıyorlar. Gerçi Thoreau'nun münzeviliğini küçümsüyor Knight, tam bir amatör işi olduğunu söylüyor. Knight'a göre Thoreau "hakiki münzevi" değil, fikirlerini meta haline getirdiği için. "İşte oradaydım ve şimdi buradayım!" diye bağırıyor Thoreau, oysa Knight yakalanmasaydı hikâyesi bilinmeyecek, dünyanın herhangi bir noktasında kaybolup gidecekti. İnsanlardan uzak durmak istediğini başlarda söylemese de mahkeme aşamasından sonra, belki de düşüncelerini toparlamaya başladığı zaman kaçış fikrine çıkıyor. İnsanı sevse de insanları sevmiyor, tüketim ve gösteri toplumunu sevmiyor, basıp gidiyor bir gün, bu kadar.

Onca yıl yalnız yaşamış adamın hapishane süreci korkunç, yüzlere bakmak zorunda. Yüzlerde çok fazla, altından kalkılamayacak kadar çok ifade, paylaşım olduğunu söylüyor. Yüzler okunmak zorunda ve o pek bir şey okumak istemiyor, sevdiği yazarlar dışında. Deep Purple, Led Zep gibi zamanının on numara beş yıldız gruplarını seviyor, özellikle Lynyrd Skynyrd'a bayılıyor. Sonrasında klasik müziğe dönüyor, doğayla daha iyi bütünleştiğini fark ediyor böylece. Adamın dört duvar arasındaki günleri korkunç; ölü suskunluğu gözlerine yürümüş, içi boş bir kabuk gibi yaşamaya çalışıyor. Sonrası zorla sosyalleştirilme çabası tabii; hukuk sistemi önündeki avı bir güzel yakaladıktan sonra ceza olarak topluma uyum sağlama etkinlikleri veriyor. İş bulmak, sosyal tedaviler, daha çok insan, bir dünya insan. Münzevi'nin ölümü ve sosyal bir ucubenin doğumu aynı anda gerçekleşiyor. Bizde de vardı ya böyle bir şey; Antalya'da mı ne, bir yerde adam mağarada yaşıyormuş da hemen sosyalleştirmişler adamı, bir eve yerleştirmişler, adam da, "Birader siz insanlardan kaçıyorum ben zaten ya," demişti. Sistemin dışında var olabiliyorsunuz, örnekleri var ama sistem buna izin vermiyor, yerleşik hayata geçip bir sürü numaraya ve kağıda sahip olmanız gerekiyor. Faturanız, tapunuz, kimlik numaranız, her şeyiniz tam olacak. İstememe hakkı yok.

Meditasyon yapıyor Münzevi, günlük işlerini bitirdikten sonra sınırsız özgürlüğünü bu yolla buluyor ve her şeyin anlamını meditasyon yaparken idrak ediyor. Hayat herkesin kaybettiği sürekli, amansız bir mücadele ve başarılar, başarısızlıklar, zaferler, yenilgiler sonsuzluğun içinde anlamsız. Gündüz düşleri bir kovanın üzerinde otururken geliyor, rüyalar kat kat yatağın altında soğuktan korunmaya çalışırken beliriyor, aslında Münzevi'nin dünyası son derece zengin. Fırtınalar kampı dağıtabilir, yağmur her şeyi sürükleyip götürebilir ama bu zaten doğal bir süreçtir, her şeye baştan başlamanın her şeye sahip olmaktan pek de bir farkı yoktur. Vadede her şey bir döngüden ibarettir. Münzevi bu döngüye uyum sağladıktan sonra yaşadığını hissediyor.

O kadar sıradan olması gereken bir yaşam ki insan bir an tersini düşündüğü için utanıyor. "'Derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak sağlıklı olmanın ölçütü değildir.'" (s. 145)