Italo Calvino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Italo Calvino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ağustos 2017 Salı

Italo Calvino - Sen "Alo" Demeden Önce

Unuttuklarımı gördükçe mutlu oluyorum. Üç ay önce okuduğum bir kitaptan iki öykü dışında aklımda hiçbir şey kalmamış. Boşa okuyorum, üzerimde hiçbir iz kalmıyor. Hiçbir değişim hissetmiyorum. Aralarından geçip gidiyorum, ben de iz bırakmıyorum. Yolculuk sessizce sürüyor.

Sunuş kısmında Calvino'nun kaygılarını görürüz. Faşizm can çekişmektedir, en azından aktif zorbalık ortadan kalkmak üzeredir, öyküler bu dönemlerde ortaya çıkmıştır ve ahlaksal öykünün zulüm dönemlerini yansıtması, o dönemlerin bilinmesiyle değer kazanır. Sonrasında öyküler simgesel anlamlarını taşımayı sürdürürler ama bağlamdan kopmuşlardır, değişim öykülerin canlılıklarını paslatır, en azından anlatılan açısından. Yazarın dönüştüğü de malum; Calvino daha çok çabalayıp daha iyisini başarabileceğini düşünür ama ahlaksal zorunluluk yakasını bırakmaz, yazmaya başladığı zamanlarda çağdaş anlatım biçimlerini kullanıp en iyi şekilde anlatmayı düşünürken gerçeklere dayalı nesnel anlatımla ilerlemeye karar verir. İtalyan Komünist Partisi'ndeki görevinde edindiği izlenimler dahil olmak üzere ahlaki disiplinini etkileyen ne varsa öykülerinde kullanmak zorundadır, ancak bu şekilde tatmin edici bir anlatıma kavuşabilir. "Çoğu kez insanı yazmaya iten şey yaşanan tatminsizliklerdir ve kâğıt üzerinde ulaşılan anlatım yaşamın anahtarıdır." (s. 9) Sokaklar, işçiler, yoksullar vs. kozmokomikliğin dışında kendilerine has bir gerçeklik yaratırlar ve sanırım Calvino'yu tatmin etme noktasında daha başarılı olmuşlardır.

Kıssalar ve Hikâyeler bölümü 1943-1958 arasında yazılan öyküleri kapsıyor.

Teresa'ya Seslenen Adam: Bunu okulda, teneffüste okuduğumu çok iyi hatırlıyorum. Dönemin son sınavlarını yapacaktım, kişisel problemler yüzünden geleceğe dair hiçbir fikrim yoktu, kapana kısılmış gibi hissediyordum ve öykü bittikten sonra çok mutlu olmuştum, hatta öyküyü hemen Cemile'ye göndermiştim. Vay be.

Basit; kaldırımın kenarında bir adam Teresa'ya seslenir. Birkaç kişi yanaşır, onlar da bağırmaya başlarlar. Birbirlerine akıl verirler, daha yüksek sesle bağırırlar. Sokaktaki kalabalık Teresa'nın cama çıkmasını bekler, durmadan bağırır. Uyumsuz sesler bağıranları rahatsız eder, düzen kurmaya çalışırlar.

"Teresaaa!"

Orada Teresa diye biri yoktur, ilk bağıran adam şehrin öbür ucunda yaşadığını söyler, Teresa diye birini tanımamaktadır. Son kez bağırırlar, kimse çıkmaz. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken arkada kalan son kişi bağırmayı sürdürür, inat etmiştir.

Bu ne incelikli bir öykü!

Şimşek: Tedirgin ruhlar anlayacaktır.

Anlatıcının başına bir kez gelmiştir, kalabalığın içinde. Bir şeyler ters. Bir şeyler yolunda gitmiyor. Trafik lambaları, yollar, binalar, anıtlar, üniformalar... Hüseyin Peker'in dediği aslında; uygarlık boğucu bir şeydir. Adamımız yanındakilere hissettiklerini söyler, kimse saçma ya da yersiz bir şey göremediğini söyler. Oysa bir parıltıdır o an, farklı bir bilgeliğe kavuşmaktır. Her şeyin bambaşka olabileceği duygusunu, belki öngörüsünü fark etmektir. Fark ihtimalinin kaybedilişinin üzüntüsüdür. Topyekun bir yıkımın özlemiyle yaşayan insanları tanımadınız mı hiç? Anlatıcı öyle değil, aşırı yoruma kaymayayım ama bu hissin yeterince uzun sürmesi kıyameti dört gözle beklemeye yol açar.

Elindekiyle Yetinmesini Bilmek: Yasakların delirttiği halk ve etki-tepki üzerinedir. Tepeden inme hiçbir şey iyi değil, "halkın iyiliği" çok kaypak bir mevzu.

Vicdan: Luigi, Alberto'yu öldürmek için askere yazılıyor. Alberto kim? Düşman. Bu kadar, Luigi Alberto'yu bulana kadar önüne kim çıkarsa öldürüyor, teslim olan Alberto'yu da. İnsan görmek istemez, görmez.

Dayanışma: Kimliksizleşme üzerinedir. Anlatıcı polis, hırsız ve duyarlı halkın bir ferdi sanılır, oradan oraya koşturup durur. Kimin kim olduğu birbirine girer falan. Kaypak insanoğlu.

Yüz Karası: Yozlaşma üzerinedir. Birey yozlaştırır, toplum yozlaştırır, devletler yozlaştırır ve sona kalan dürüst adam açlıktan ölür. Ne güzel.

Yolunu Şaşıran Alay: Emre itaat ve beyinsizliğe berat. Yolunu şaşıran bir ordunun çatılara çıkması, subayların kafa karışıklığı üzerine güzel bir çuvaldızlama.

Kütüphanede Bir General: Bu şey, geçenlerde bir kısa film çıkmıştı. Polisin kovaladığı gençler kitapların içinde kayboluyordu falan, Türk yapımı. Onu seven bunu da sever. Askerler yasaklı kitapları belirlemek üzere kütüphaneye girerler ve okudukça değişirler ama dünya aynı kalır, kendilerinin de aynı kalması lazımdır çünkü onlar askerdir, askerliğin mantığı bellidir ve dünyaya böylesi zıt bir mantık varlığını kütüphanede nasıl sürdürebilir?

Muhteşem öyküler var, anlattıklarımı fikir versin diye kısalardan seçtim ama geri kalanlar müthiş.

Öyküler ve Diyaloglar bölümü 1968-1984 arasında yazılan öykülerden oluşuyor.

Dünyanın Belleği: Zihin bir kütüphanedir, kütüphane kendini çoğaltır, zihin de çoğaltır ve doğurduğuna her şeyini aktarır, en büyük parçada en küçüğün izlerini bulmak mümkündür, tersi de mümkündür. Belleğin uzamda sürmesi ve diğerleriyle eş zamanlı olarak devinmesi üzerinedir. Anlatıcı istifa etmiştir, yerine atanacak olan Müller'i çağırtır ve hikâyesini anlatmaya başlar, anafora Müller, anlatıcının eşi ve pek çok karakter katılır, döngü tamamlandığında silahın doğrultulacağı daha baştan belliyse de bu döngüden okurun haberi olmaz. Sonlara doğru olur, olaylar adım adım çözülürken Müller'in anlatıcı tarafından doldurulan kişiliği bir yapı, anlam oluşturur ve nihayetinde çöker. Gerçeğin belleği öznel bellekten farklıysa, çoğaltılanlar birbirine eklemlenir ve gerçek düzeltilir.

Başkanların Boynunun Vurulması: İktidar, kaybedeceği çok şey olduğunda görevini iyi yapar mı? Devrim, güç ve toplum üzerine bir kurgu.

Neandertal Adamı: Bu arkadaşla bir müddet beraber yaşamışız, sonrasında her şeyi tükettiğimiz gibi bunu da tüketmişiz. Yetmemiş, bir de karşımıza alıp röportaj yapıyoruz ve birbirimize üstünlük kurmaya çalışıyoruz. Daha doğrusu biz ondan daha iyi, yaşamaya daha değer olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz.

Sen "Alo" Demeden Önce: Özlenen bir kadının bütün kadınlara hatta adım adım bütün dünyaya dönüşmesiyle ilgilidir. İyidir.

Calvino'yu da "tüketmek" istemiyorum, her yıl bir kitabını okuyacağım. Muazzam bir öykücü; insanın anlık durumlarını, düşüncelerini yakalayıp yeni bir dünya kurabiliyor. Diyelim ki ağaç, dere. Ağacın dallarının eğilip derenin üzerinde köprü oluşturduğunu düşünürseniz Calvino bu olaydan bir öykü çıkarabilir, başta anlattığım görüşlerinin süzgecinden geçirerek.

Tavsiye, tavsiye, tavsiye...

19 Mayıs 2017 Cuma

Italo Calvino - Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler

Görme yeteneğine düşer iş; beton yığınlarının arasını doğa doldurur ve canı sıkkın bir çocuk olduğu için oyun oynar, ansızın ortaya çıkaracağı bir sürprizi hep vardır, görmek isteyen için sürpriz hep oradadır. Denk gelince bencillik yaparım ve izlerim, tam da o sırada sevgi sözcükleri söyleniyor olabilir, bir cevap bekleniyor olabilir ama an o andır, bir daha o anın büyüsüyle kolay kolay karşılaşılmayacaktır. O zaman sevgimi erteleyip bulutları izlerim, kendimi sohbetten koparıp dallarını suya eğmiş ağacın üşüdüğünü veya serinlediğini düşünürüm. Kişileştirmeden kurtulamıyorum ama soyut düşünceden bağımsız olan doğanın sessizliğini ve döngüsünü sezebiliyorum. Bu sezginin benzerini Calvino'nun diğer kitaplarında da bulduğum için adama büyük bir saygı duyuyorum.

Marcovaldo vasıfsız bir işçi. Yoksullukla, karısıyla, beş -kesin sayı için birden fazla diyelim- çocuğuyla ve beton yığınlarıyla boğuşuyor. Beton yığınları en büyük problem gibi gözüküyor, tabii betonla birlikte yaşamı yönlendiren teknoloji de sıkıntı. Şehir insanı sıkıntılı kısaca; görmeyen, hissetmeyen, incelikten yoksun. Marco bu insanların arasında bir güneş gibi parlıyor ama bir iki pırıltıdan sonra üzerine hemen parasızlık, bürokrasi, çimento dökülüyor. Bir müddet ortadan kaybolan Marco için hiçbir şey bitmiş değil, başka bir mevsimde doğaya dönüş projeleriyle tekrar ortaya çıkıyor ve çabalıyor. Döngü. Calvino'nun tüketim toplumuna, doğa katline dair sağlam giydirmeleri, hikâyelerin kopartıcı mizahının yanında kendini gösteriyor.

Beş döngü, yirmi mevsimlik yirmi öykü.

Baharla başlıyor, Mantarlar Kentte. Bahar rüzgarı çiçek tohumlarını savurdu ve kaldırımların arasındaki bir tarha düşürdü, filizlenen mantarları Marco'dan başka kimse görmedi. "Ayakkabısını bağlamak için eğilip daha iyi baktı: mantardı, gerçek mantardı, kentin tam orta yerinde bitiyorlardı! Çevresini saran karanlık, kalleş dünya birden gizli zenginliklerini sunuyormuş, yaşamdan hâlâ, toplusözleşmenin saat ücreti, ek ücret, çocuk yardımı, pahalılık yardımı dışında da bir şey beklenebilirmiş gibi geldi Marcovaldo'ya." (s. 8) Marco'da hemen bir mülkiyet duygusu, kıskançlık uyandı ve çocuklarına mantarların yerini kimseye söylememelerini dayattı. Yoksulluğun yanında paylaşımın yeri kalmıyor, Marco için üzülüyoruz ve onu anlıyoruz. Sonrasında çöpçü Amadigi'nin de mantarları fark etmesiyle iş yarışa dönüyor ve mantarlarını tek bir kişiye kaptırmaktansa herkesle paylaşıyor Marco, doğayı herkesin kullanımına açıyor ve oradan geçenleri mantarlardan haberdar ediyor, herkes mantar topluyor ve içlerinden biri hep birlikte yeseler ne güzel olacağını söylüyor ama hiç kimse umursamıyor o adamı. O adam, senin gözlerinden öpeyim ben. Neyse, yine de herkes bir araya geliyor. Gece. Hastanede. Zehirlenme.

Park Sırasında Bir Yaz Gecesi. Açık havada, yıldızların altında, ağaçların yanında uyumak isteyen bir adet Marco'muz var ama kentin çöp kamyonları, trafik lambaları, reklam panoları, binlerce ışık kaynağı ve ses kaynağı var. Calvino'nun yarattığı çerçevelerden çeşit çeşit can sıkıntısını detaylarıyla görebiliriz; banka uzanan Marco'nun bakış açısıyla baktığımızda ağaçların, gökyüzünün yanında trafik ışığı da görünür, gelmesi beklenen kuş seslerinin yanında gece işçilerinin gürültüleri de duyulur. Şehrin sundukları Calvino'nun incelikli anlatımında canlanır.

Karda Kaybolan Kent. Çok güldüm buna. Marco karları kürer ve yola atar. Yolu temizleyen adam da kaldırıma atar. Bir süre tartışırlar, sonra adam Marco'ya karlardan set yapmayı gösterir, böylece sıkıntı çözülür ve Marco'nun aklına kar setleri yoluyla şehri yeniden üretmek gelir. Baştan düzenlenmiş kentte hiçbir şey kalıcı olmayacak, yerleri değiştirilebilecek veya yeniden yapılabilecek. Pencerelerin hep aynı manzarayı sunması ne büyük bir sıkıntı, her gün duyumsuyorum ve her gün buralardan gitmek istiyorum, içimde uzun zamandır bir sıkıntı büyüyor. Marco gidemez, o zaman teselli olarak şehri olmasa da bir kodamanın arabasını kardan üretebilir, üretiyor ve miyop olan kodaman arabasına binmek yerine bir kar yığınının içine giriyor. O sırada yandaki binaların çatılarındaki karları temizleyen bir tayfa, Marco'yu kara gömüyor ve yaptıkları kardan adama havuç takmak için evlerine gidip gelen çocuklar görüyorlar ki kendilerininkinin yanında bir tane daha kardan adam var, ona havuç takıyorlar ve havuç kayboluyor, Marco aç. Biber takıyorlar, biber kayboluyor. Kömür takıyorlar, tükürülen kömür çocukları korkutup kaçırıyor falan, nefis bir öykü bu.

"Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı ve itici bütün günlerin nesneleriyle, her zamanki avlu belirdi." (s. 25)

Bir tane daha, Yağmur ile Yapraklar. O kadar güzel bir öykü ki gözlerim doldu, güzellik karşısında başka bir şey olmuyor bende.

İş yerindeki bir bitkiyi ödünç alır Marco, amacı bitkinin yağmur suyuyla beslenip büyümesidir. Patronunun söylediklerini kulak arkası eder ve bitkiyi büyütür ama bitki gerçekten büyür, Bahçeler Müdürlüğü'ne götürmeye karar verir, böylece daha küçüğünü alıp iş yerine götürebilecektir. Üzülür tabii, kendisine bu bitki kadar yaşama sevinci veren başka bir şey olmadığını düşünür, yine de motosikletinin arkasına koyduğu bitkiyle birlikte yola çıkar. Yolda yağmur kesilir, bitkinin yaprakları yavaş yavaş sararmaya başlayıp savrulur, yaprakları motosikletin arkasındaki ağacı takip eden bisikletli, motosikletli, arabalı bir güruh yakalamaya çalışır. Gerisi saf güzellik: "Rüzgâr esmeye başlamıştı; her esintide altın yapraklar havada uçuşarak sokaklara dağılıyordu. Arkasında hâlâ bol yapraklı, yeşil ağacın olduğunu sanan Marcovaldo bir ara -belki de rüzgâra karşı korunmasız olduğu için- geriye döndü. Ağaç yoktu: Çıplak sapların yayıldığı ince bir sopayla, tepede tek bir sarı yaprak kalmıştı yalnızca. Ebemkuşağı ışığında, geri kalan ne varsa, kaldırımlardaki insanlar, dirsek oluşturan evlerin cepheleri hep kara görünüyordu; bu karanın üstünde, havada yüzlerce altın sarısı parlak yaprak dönüp duruyordu; onları yakalamak için gölgeden yüzlerce kırmızı ve pembe el yükseliyordu; rüzgâr altın sarısı yaprakları dipteki ebemkuşağına, ellere, çığlıklara doğru havalandırıyordu; son yaprağı da koparttı, sarı yaprak turuncu oldu, sonra kırmızı, mor, mavi, yeşil, sonra yeniden sarı, sonra da gözden yitip gitti." (s. 80)

Biraz olsun bunaldıysanız -kendinizden, çevrenizden, kentten- bu kitap size iyi gelecek, çok iyi.

19 Nisan 2015 Pazar

Italo Calvino - Zor Sevdalar

Anlık tedirginlikleri diyeceğim, montunuzu asmak için yanda oturan kadını rahatsız edip etmeme ikilemini. Başka, otobüs yolculuklarında ikram sırasında pencere kenarındaysanız yandakinin üzerinden eğilip keki, çikolatayı bir an önce alma telaşı. Loşluğun içinde, insanların arasında göz göze geldiniz, acaba tanışabilecek misiniz? İhtimallerin boğuculuğunda canlı kalma sanatı! Yapacağınız bir hareket öyle hoşa gitmeyecek ki seks o anda sonsuza uzayacak, büyük bir sıkıntıyla. Acaba ne kadar anlaşılabiliyorsunuz, ne kadar anlıyorsunuz, kelimeler yetecek mi, bakışlar ne kadar doğru söyler? Çıkamazsınız işin içinden. Sadece denersiniz veya denemezsiniz. Yollar, ihtimaller diğerlerine açılır. Takıntılı mısınız? Bittiniz o zaman; mantığın parlak ışığında duygularınıza ket vurmak istersiniz. O bilinmeyenin sıkıntısını yaşamadan böyle bir şey mümkün değil.

Calvino'nun öykülerinde ikiliği hissedersiniz; karakterlerinin iletişimle ilgili problemlerinin yanında dünyayı ve diğerini/diğerlerini anlamlandırma çabası arasındaki çıkmaz son kertededir. Her bir insan ayrı bir dünyadır, kısıtlı iletişim yollarıyla onları gözlemleriz, dinleriz, anlamaya çalışırız. Olabildiğince. Katmanlar arasında bir yol açmak pek kolay olmaz. Psikoloji başlı başına bir derttir, statü öyle, can sıkıcı pek çok şeyle birlikte.

Bunlar başarı veya başarısızlık değil, insana bir diğerinin ne kadar uzağında kalabileceğini gösteriyor bu öyküler. Sosyal bir varlığız, bunun ödülüyle birlikte laneti de bizimle birliktedir. Şimdi aklıma mevzuyla alakalı bir kulüp geldi, ben kurmuştum. Fikir düzeyinde benzer sıkıntıları ben de düşünmüştüm. Takıntılı bir insanım. Calvino ne güzel öyküleştirmiş!

İşi Gücü Olmasa Evden Çıkmayacak Olanlar Kulübü

Bir Piyade Erinin Serüveni: Önce basit bir dokunmayla başlıyor, trende yan yanalar. Sonra asker kardeşimiz, ampirik bakış açısıyla bütün yaşamını birleştirir ve kadının da kendisine dokunduğunu düşünür. Sonra ermeyecek bir yolda atılan onca küçük adım -bacak sıkma, yaslanma, yalama falan derim ama şaka, yalama yok- askerin ileri gittiğini düşünmesiyle birlikte sonra erer. Bir titreyiş, özne-nesne arasında kurulmuş hatalı benzerlik bağını koparır, askersin sen asker kal, at dedi bombaları.

Bir Haydudun Serüveni: Gim polislerden kaçarken Armanda'nın evine sığınır. Polis çavuşu evi aramaya gelir, Armanda'yı ve kocası Lilin'in tanıdığıdır. Aslında mahallenin bütün erkekleri Armanda'nın tanıdığıdır. Neyse, Gim tuvalete falan saklanır ve beklemekten sıkılır, çavuşla Armanda fanfinfon edeceklerdir ve beklemeye dayanamayıp tutuklanmak üzere saklandığı yerden çıkar. Gecenin şanslısı Lilin olur, iki erkeğin ortadan kaybolmasıyla yatağına geri döner.

Denize Giren Bir Kadının Serüveni: Eyvah, kadının mayosunun altı kaybolur. Denizin ortasında kalakalır kadın, ne yapacağını bilemez. Hiç o kadar rahat ve rahatsız bir konuma düşmemiştir, bunun ikilemini yaşarken kimliğinin tam olarak farkına varır. Mayo seçimi bir arayışın sonucudur, cezalandırılmanın ve arınmanın arayışında bir çocuktur kadın. Sevişmelerinde kaçamak bir şekilde farkına vardığı vücudunun tamamen farkındadır artık. Vücudunu anlamlandırır ve bunun sonucunda bütün insanları tehdit unsuru olarak görür. Erkekler avcıdır, kadınlar düşmandır falan.

Balıkçılardan biri ve adamın çocuğu kadının farkına varır, sandalla mayo getirirler ve beraber karaya çıkarlar. Kadın için bu ikisinin fark etmiş olması sevindiricidir, başkaları olacağına bunların olmasını tercih eder. Bilinen düşmanlar bilinmeyenlerden iyidir. Bir sırrı paylaşınca aradaki mesafe de ortadan kalkar belki, öyle ya.

Bir Memurun Serüveni: Anlatırsam rezil ederim, en güzel öykülerden biriydi. Bir şey deyip diğerine geçeyim; rutin yaşamımızın pek dışında bir olay gelirse başımıza eğer, o olayı yaşamımıza ne kadar yedirirsek o kadar az acı çekeriz. İnsan bir anda değişmez, neyse odur. Kısmet.

Bir Fotoğrafçının Serüveni: Evet, bir diğer güzel öykü de bu. Sevdiğimiz bir kadını fotoğraf kareleriyle yaratmaya çalışırsak, yani onun varlığını dilimlere bölünmüş zamanın parçalarına hapsedersek her anı çekmemiz gerekir. Sayısız fotoğraf demektir bu. Çekemediğimiz kareler -anlar, mekanlar, uzam desek de olur- de kadının bir parçası olduğuna göre... O zaman hıyar soyun da yiyelim.

Bir Yolcunun Serüveni: Şimdi yol aşığı olmayanlar bunu anlamaz. Arkadaşlar, ben ayda 1200 kilometre yol yapan bir adamım. Her bir yolculuğum altı saat civarı sürer. Bu altı saatin altısını da ayrı ayrı değerlendiririm. Zamanı kullanışım bir yana, mekanı da kendime göre ayarlarım. Perdeden yastık yapmak, yağmurluğumu belli bir noktaya yerleştirmek, yanımda biri oturmuyorsa iki koltuğa sığmaya çabalamak, ikram geldiğinde uyanık olmak, bunlar başlıca hobilerimdir. Unutmadan; Pamukkale'yle yolculuk ederseniz ve siz uyurken ikramı kaçırmışsanız bir post-it yapıştırıyorlar ekranınıza. "Geldik de uyandırmaya kıyamadık, uyanınca lütfen tepenizdeki düğmeye basın da size ikram edelim çikolata falan" tarzında bir şeyler yazanından. Çok tatlılar lan. Neyse, e ne oldu, varacağımız yerden ziyade yol daha önemli mi oldu desem, nasıl desem onu. Yol daha bir sizden oldu, onu diyebilirim. Varışınız elbette mühim, belki sevdiğiniz bekler sizi ki beni Sezin bekler. Dünyanın en süper kızıdır, tanısanız çok seversiniz. Ben sevdim. Yolu da kendime benzettiğim için sevdim.

Öyküden çok kendimi anlattım ama öykü de aşağı yukarı bunu anlatıyor, bir şey kaybetmediniz.

Bir Okurun Serüveni: Adam: Kitapla kadın arasında kaldı. İkisi arasında bir türlü tercih yapamadı, bu sayede kadını kazandı. Kadın: Bir kitaba tercih edilmemek için hırs yaptı, adamı açık açık hacamat etti. Sonunda seks oldu, kitap da adamın elinde kaldı. Ne güzel!

Bir Miyobun Serüveni: Gözlük aldınız, nihayet. Dünyanın çözünürlüğü küçük detayları görebileceğiniz bir kaliteye erişti. Bununla başa çıkmaya çalıştınız, başarılı olup olamadığınız şüpheli. Siz de kasabanıza döndünüz, bildiğiniz yer. Uzun yıllar geçmiş, her yer değişmiş haliyle. Geçmişinizden bir iz aramaya başladınız, bir zamanlar ilgilendiğiniz bir kadını gördünüz. Peşine düştünüz hemen. Sonra bu çözünürlük değişiminin, taktığınız gözlüğün hayatınızın son macerasına yol açtığının farkına vardınız. Çok acı. Dünya değişti, gördüklerinizden korktunuz ve Freud'un "gerileme" miydi, öyle bir şey dediği savunma mekanizması harekete geçti. Cenin pozisyonu almanıza ramak kaldı, bir gözlük yaptı bunu.

Evli Bir Kadının Serüveni: Kadın dünyayla aynı seviyeye gelmek istiyordu, kocasını aldatmak sıkıntı olmamıştı onun için. Aldattığı kişi de önemsiz biriydi zaten. Erginlik duygusu, kadının yaşamak istediği buydu. Sabaha karşı evine geldi, kocası dönmeden eve girmek istiyordu ama dış kapının anahtarını unutmuştu, kapıcının kapıyı açmasını beklerken bir bara girdi. Erkekler. Bir işçi, bir gececi, bir avcı, hepsiyle konuştu. Onlardan biriydi, arada herhangi bir engel kalmamıştı. Evlilik bağı mıydı engel, kocası mıydı? Rahatlığı hissetti sadece, hepsi bu.

Dört beş öykü daha var, özellikle Bir Otomobil Sürücüsünün Serüveni çok hoş. Tavsiye ederim, alın bunu.

Kitaplara uygun şarkılarla devam ediyoruz. Tam Blackfield bir gece bence.

20 Eylül 2014 Cumartesi

Italo Calvino - Palomar

Şeylerin düzeni üzerine düşünen, görüngüleri kendi mantığıyla çözümlemeye çalışıp sadece görüngülerle bir yere ulaşamayacağını anlayan, sonra kendi mantığından da sıkılan bir dayı Palomar. Kahvede pişpirik oynayan emekli Hilmi Dayı gibi düşünün kendisini, tabii çok daha sofistike bir versiyonu.

"Dünyanın karmaşıklığı ve anlaşılmazlığı karşısında bütünlüğünü yeniden kurmaya, kendi varlığına anlam vermeye çalışır." (s. 32) Işıl Saatçıoğlu, Görünmez Kentler için kaleme aldığı sunuş yazısında Palomar için böyle diyor. Dayı, saf bilince ulaşmaya çalışır ve bunun için nesneleri kendi bilinci, düşüncesi yoluyla kavramaya, var etmeye çalışır. Fenomenoloji. Nesnelerin özü hiçbir zaman olduğu gibi anlaşılamayacaktır, öyleyse neden bunu bilincimiz yoluyla anlamaya çalışmıyoruz. Gibi bir şey. Şunların kaynaklarını tez vakit okumam lazım.

Palomar kumsalda, bahçede. Gökyüzüne bakıyor, taraçaya gidiyor, alışverişteyken düşünüyor, toplum içinde yerini anlamlandırıyor. Palomar çok şey yapıyor aslında, pek bir şey yapmadığı düşünülürken bile.

Dalgaları izlerken tek bir dalgaya odaklanıyor, o dalganın diğer dalgalardan bağımsız olmadığını, hatta her devinimde o devinimi engellemeye çalışan kuvvetlerin de dahil olduğu bir toplamı ifade ettiğini kavrıyor. Kaos bu. Kaosla otoyolda, sigara dumanında, kuşların uçuşunda -ki bunlara benzer olayları Palomar da gözlüyor- karşılaşabilirsiniz. James Gleick'in Kaos'u, mevzu hakkında bilgilenmek için güzel bir kaynak. Neyse, kaosun henüz anlaşılamamış bir düzen olduğu, bir durumun değil de bir sürecin bilimi olduğu, bir varoluşun değil de bir oluşumun bilimi olduğu söylenir. Kaos bir anlam arayışının başladığı noktadır, aslında kaos üzerinden kendini arar insan; düzende, süreçte kendini bir yere oturtmaya çalışır. Bunun için enfarktüsü ve ülseri göze alıyor Palomar, tüm rahatsızlığına rağmen büyük bir problemi çözmeye çalışıyor, dalgalara bakıp dinlenebilse, keyiflenebilse her şey daha farklı olurdu. Sonunda elde etmeyi başardığı bilgi, evreni anlamlandırmaya yetmiyor ve sıkılıyor beyefendi.

Güneşin denizdeki yansımasını görünce diğer yansıyan şeylerle birlikte kendini de düşünüyor. Bir dönüşümün farkına varıyor; benmerkezci düşünen adamının yanında ruhsal çöküntülü bir ben daha var. Bir yansıma, güneş gibi. "Bütün bunlar, ne denizde, ne güneşte oluyor -diye düşünüyor Palomar yüzerken- kafamın içinde, gözlerle beyin arasındaki devrelerde oluyor. Zihnimin içinde yüzmekteyim; bu ışık kılıcı yalnızca burada var; beni çeken de işte bu. Şu ya da bu biçimde tanıyabileceğim tek öğem benim." (s. 16)

"There is no spoon."

Şeylerin biçimlenmesini, denizden çıkarken orada olmayacağı zaman bile yansımaların hep aynı kalacağını düşünüyor Palomar.

Mesela kaplumbağaların çiftleşmesi sırasında hayvanların "billurlaşmış bir içsel bilgiye" sahip olabileceklerini düşünüyor, çünkü insan ilişkileriyle, hormonlarla vs. zibilyon yerden etkilenecek bir sistemleri yok. Biz bozulmuşuz biraz aslında. Karatavukların ıslıklarını dinlerken de bunu düşünüyor, bir sonuca varıyor sonra: Farklı bilişsel süreçlerden geçtikçe sınıflandırmalarla kısıtlı edinimlerin tutsağı oluyoruz. Çocukluğun o saf, işlenmemiş bilinci uzaklarda kalmış oluyor. Palomar, karatavukların ıslıklarını özgün bir ayrıştırma sürecine dahil edemeyince... İşte öyle şeyler.

Bağlar Gazoz reklamı var çok eski, orada bir dayı, "Bağlar! İçiniiiz!" diye haykırıyor, insan korkudan içiyor. Ben de Calvino okuyunuz derim. YKY'den sömürün.


Bunu da dinleyiniz!

14 Eylül 2014 Pazar

Italo Calvino - Görünmez Kentler

Bir kenti anlatabilmek kolay değil, eksik kalacak pek çok şey var. Doğa, insan, zaman, bir yerden açık veriliyor. Kent imgeleri olduğu gibi aktarılamıyor veya anlatılan şey göstergelerden ibaret kalıyor veya geçmişin şimdiye bağlı olan kesiminden başka anlatılacak bir şey bulunamıyor veya karmakarışık sokakların, birbirini ölçüsüzce kesen caddelerin kaosundan yeni bir düzen çıkartılamıyor veya veya veya. Her şehrin bir öyküsü var, ne kadar o öykü görmezden gelinmeye çalışılsa da bu öykünün etkisinde kalmadan kente dair başka bir şey anlatabilmek mümkün değil bana göre; ben ona ne kadar farklı anlam, farklı çıkış yolu sunacak olsam da onun kimliği çoktan belirlenmiştir, yıkılmaz bir kesinlik içindeki yapılar yerine oturmuştur ve beni, hayal gücümü ezip geçer o şehir. Kim olduğumu yitirmemek için geriden bir şeyler getiririm, geçmişi şimdiye taşımaya çalışırım ve geçip gittiğim şehirleri ister istemez şimdikine taşırım. Şiiri var, Kavafis'in, şarkısını da yaptık:

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de."

Sahtegi - Şehir

Kişisel bir şey tabii ama aynı düşünceleri Calvino'dan okuyunca aklımdaki kent imgesi çokyüzlü bir kristale genişleyiverdi. 

Calvino, Görünmez Kentler'in yazım serüvenini anlatıyor başta. Fikirlerini koyduğu dosyalar var mesela, eşyalara dair, hayvanlara dair, tarihi kahramanlara dair falan. Bir kentler kitabı düşüncesi ortaya çıkınca bu fikirlerden yararlanmış, sonra biçime gelmiş sıra. Birçok gruplama ve alt gruplama düşünmüş Calvino, kentler ve anı, kentler ve göstergeler gibi. Bunları tam olarak oluşturduktan sonra kentleri nasıl inceleyeceğini düşünüyor. Önceden yazılmış metinlerden bir ölçüde esinlendiğini, kentlerin de birbirinden esinlendiğini, böylece "başka yer" diye bir şeyin olmadığını, bütün bir dünyanın tek bir şekle bürünmeye başladığını düşündüğünü belirtiyor ve metinlerarasılık işin içine giriyor; birbirinin üzerine inşa edilen metinler, birbirine dönüşen kitaplar. Kent imgelerinin birbirinin üzerine inşası gibi.

Calvino, "Benim Marco Polomun kalbinde yatan, insanları kentlerde yaşatan gizli nedenleri, krizlerin ötesinde değerleri olan nedenleri keşfetmek." (s. 13) dedikten sonra okuru bir labirente yerleştirip çıkışı okura bırakıyor. Bir kentin diğerine sızdığına sıklıkla rastlanıyor; astronomiye göre kurulan şehirlerin yıkıldığı ölçüde başka bir şehir ayak uydurabiliyor buna. Calvino'ya göre rasyonel zihinsellikle bunun sözcüklerle anlatımında ikilik olması, kent düşüncesinin kendi içinde sıkı bağlar kurmuş zıtlıklar bulunmasını olanaklı kılıyor. Bu, anlatıcıya göre, okura göre, kentin kimliğine göre değişebiliyor, yine de bir duvarla karşılaşırsanız bu bir sonu değil, yön değişikliğini ifade ediyor. Bir şehrin çıkışını başka bir şehirde bulabilirsiniz, ne de olsa dünya birbirine benziyor, öyle ya.

Işıl Saatçıoğlu, doktorasını Calvino üzerine yapmış bir çevirmen. Sunuş yazısında Calvino edebiyatını öncesiyle birlikte inceliyor. Oulipo tayfası, özne-okur ilişkisi, dil-edebiyat ilişkisi, edebiyat-felsefe ilişkisi, Borges'in labirentine yaklaşım, bir sürü şey. Calvino için kentin "dev bir kolektif anı, başvurulacak bir ansiklopedi" olduğunu söylerken Perec'in apartmanı geldi aklıma, yapbozun bir parçasının eksik olmasıyla kentlerin görünmemesi birbiriyle ne kadar ilişkilidir, düşündürücü. Düşündüm yani. Nadiren yaptığım bir şey. Neyse, bu faslı da Saatçıoğlu'ndan bir alıntı yaparak kapıyorum: "Görünmez Kentler sonsuzlukta, çoğullukta ve tarihsiz bir zamanda yaşanan bir kimlik krizidir." (s. 37)

Görünmez Kentler'in Sistemi

Arkadaş gayet nefis anlatmış, Queneau'nun veya Oulipo'nun oyunculluğunu Calvino'da görmek mümkün.

Bu bölümlerin arasında yer alan Marco Polo'yla Kubilay Han'ın diyalogları, kentlerin bir olmasına sağlayan bir çatı. Satranç metaforu bu açıdan incelenebilir; Han'ın fethettiği şehirler satranç tahtasıdır, taşlar da ordular, insanlar falan. Tahtayı oluşturan lifler çözülebilir, öyle olursa bütün tahta etkilenir. Bir de fetih amacı var. Taşlar orada olsa da, ortadan kalksa da kent imgesi daima orada kalacaktır. Kent çok şeye karşı koyabilir, ne kadar değişirse değişsin zamansızdır, sabittir, düşünülmediği zaman bile varlığını sürdürebilir. Han bunun farkına varır, Polo'ya tek bir kenti anlattığını söyler. Polo bunu kabul eder, aklındaki kent Venedik'tir ve her kente Venedik'ten bir şeyler taşır. Aslında kendinden bir şeyler taşır, insan uzunca bir süre bir yerde yaşarsa orası haline gelir. Oranın göstergelerini taşır. Han'ın göstergeler hakkında söylediği de bununla ilgilidir; bir kent anlatıldığında belirli şeyler üzerinde durulur. "Yüce Han göstergelerin anlamını çözüyordu ama göstergelerle görülen yerler arasındaki ilişki belirsiz kalıyordu." (s. 71) Han, Polo'ya bütün amblemleri tanıdığı zaman imparatorluğuna sahip olup olamayacağını sorar. Polo'nun cevabı bir kentin sahibi olunamayacağını belirtir: "Hiç heveslenme Hünkârım: o gün sen kendin amblemler arasında bir amblem olacaksın." (s. 72) Kent sahipliği, orayı anlama çabasını da içeriyor. Bir başkasıdır kenti anlayan, en azından anlamaya çabalayan kişi. Sürekli bir dönüşümdür bu, kişi de aynı kalamaz.

Kentler ve anı, kentler ve arzu, kentler ve göstergeler, diğerleri, bir zaman, mekan, kişilik olayıdır. Anılarda kentler durağandır, çözülürler. Sünger gibi emerler anıları, şişerler, buna rağmen değişmezler. Göstergeler kenti etiketler. Belli bir kimlik kazandırmada göstergeler işe yarasa da sınırlıdır bu kazanım, dille sınırlanmıştır. Yanıltıcıdır, çünkü kenti kapsamaz. Kişileri kapsar. "Yalan, sözlerde değil şeylerdedir." (s. 106) Dilin yetersizliği, yanıltıcılığı bir kenti kopyalayabilir, baştan yaratabilir, yok edebilir.

Kentlerde mutlak bir şimdi yaşanır, geçmiş biçim değiştirip şimdiye katılır. Zamanın tek bir noktada toplanması gibi mekan da tek bir noktada toplanmıştır; kentlerin sürekliliğinde bir kentin çıkışı yoktur, her kent başka bir kente açılır. Gökyüzü de kente hapsolmuştur, biçim değiştirir ve kentin bir parçası haline gelir. Tersi olduğunda, bir kent gökyüzüne benzemeye çalıştığında yok olur, yıkılır. Kent neyse odur; bir şeye benzemez, suretleri de kendidir. İnsanlar göğe taşındığında bile, aşağı bakıldığında oradadır. Kaybolmaz, görünmez bir imgedir. İki yol vardır acı çekmeden yaşamak için; ya kentle bir olmak ki cehenneme ayak uydurmak demek bu, diğer yol da cehennemde cehenneme dair kim, ne varsa onu bulmak. Polo'nun son sözleri bunlar.

Kitabın üstünde "Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan biri" yazıyor. Buna da ayrı kılım, kim böyle düşünüyorsa hortlayıp korkutmak lazım, sonra kitabı okuruz. Neyse, Calvino. Sütle çikolatanın muazzam buluşması. Arrivederci.