Jaguar Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jaguar Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2019 Cumartesi

Sergio Chejfec - Benim İki Dünyam

Arkadaşım Baran Güzel geçenlerde Gökhan Yılmaz'ı merak ettiğini söylemişti. Ne yapıyordu, hâlâ yazıyor muydu, yazmıyorsa neden yazmıyordu, keşke yazsaydı, böyle şeyler. Yılmaz'ın YKY'den çıkan öykü kitaplarından ilkini okuyup beğenmiştim ama ikincisini hiç okuyamayacağım sanırım, Yılmaz telefon edip iki kızı olduğunu, yazı çizi işinden nihayet kurtulduğunu söylemiş. Beğendiğim yazarların sona kalan bir iki kitabını okuyamıyorum, geriye okuyacak başka bir şey kalmayacağı için. Neyse, üzüldüm ve sevindim. Üzüntüm bencilce, sevintimin nedeniyse insanın iyi yaptığı bir şeyi kendi isteğiyle, belki yüce bir amaç için bırakabilecek iradeye sahip olduğunu görmek. Bu yapılabilir, geçici bir süreliğine olsa bile. Peki ne olur, yani bu dürtü ketlenirse insanın gündelik yaşamı bundan nasıl etkilenir? Metinle ilgili birkaç yazı okudum, yürüyüş ve yabancılaşma üzerine odaklanılmış ama ben daha geniş bir açıdan yaklaşmak istiyorum mevzuya, yaz(a)mayan bir yazar, sanat yapmayan veya yapamayan bir sanatçının dünyası nasıldır, iki tane midir gerçekten? Ramachandran'a döneceğim, Öykücü Beyin'den yola çıkarak dünyalar arasındaki simetriyi değerlendirmek geniş bakış açıları sunacak bize. Sanatın nörobilimsel incelemelerinden bir şeyler çarpıyorum: "Sanatçı, sıkıcı aşırı düzenlilikle tam bir kaos arasında denge kurmaya çalışıyor gibi duruyor." (s. 307) Yılmaz'ın şu anki dünyasında dengeyi kurabileceği araç elinden çıkmış, yerine başka ögeler geçmiş gibi gözüküyor. Öykülerindeki kaosa meyilli anlatıyı düşününce sanatın aracılığının oldukça yıprandığını da düşünebiliriz, bunun yanında sıkıcı düzenlilik -öğretmen kendisi, memuriyet düzenli bir ölüm demektir- de bastırıyor bir yandan. Korkunç bir baskı seziyorum burada, birlikte var olabilip muazzam çatışmalara yol açan, yaşama dair en temel iki kaynaktan fışkıran parçalardan nasıl kurtuluyor Yılmaz, örneğin sokakta yürürken veya herhangi bir şeyle uğraşırken "dengeleme güdüsünü" nasıl bastırabiliyor, çok merak ediyorum bunları. Belki şudur: Oradan bir parça, şuradan bir tane, bunu da alalım ve metni yazmaya başlayalım. Gözümüzün önünden binalar geçiyor, kuşlar bedenlerimize göre konumlarını değiştiriyorlar, biz gözümüzde çakıp sönen sözcüklerle uğraşıyoruz. Bacaklarımız otobüsün arkalarını gözümüze yaklaştırıyor, kırmızı buton parmağımızın baskısıyla içeri geçiyor ve önceki pozisyonuna dönüyor, biz metne son noktasını koyup açılan kapıdan aşağı iniyoruz. Ayağımız yola basar basmaz metin tamamlanıyor, sonra hiç var olmamış gibi kayboluyor, biz de patafizikten fiziğe dönüp merkezlikten çıkıyoruz. Araç beynin ta kendisi, hiçbir şey yazmak zorunda değiliz. Değil miyiz? Beyin farklı bölgelerini de işe koşup şeyleri birleştirme çabasında her zaman, bunun yeterliliği sorgulanabilir o zaman. Her şeyin özeti, bir yazarın dünyaları -sadece iki taneyle sınırlı olduğunu sanmıyorum, metnin bağlamında da öyle- belirli yollarla bağlanıyorsa ve bu yolların kesişim noktaları kasıtlı olarak silinmişse, ortadan kaldırılmışsa yazarı nasıl bir dünya bekler? Chejfec'in anlatısını tamamen bu bağlamda okumak bambaşka noktalara kapı açacaktır diye düşünüyorum, sadece yürüyüş kapsamında ele alıp meseleyi bilinç akışına bağlamak metni kısırlaştırıyor.

Vila-Matas'ın önsözünü sona bırakıyorum ama bir cümlesinin yeri tam burası, alayım: "Ben de şimdi bir önsöz yazarı olarak bu kitaba yayılmış o muazzam malzemeyi içine sıkıştıracağım bir formülle özetlemek gibi benzer bir sıkıntı yaşıyorum. Yine de, eğer bir biçimde özetlemem gerekiyorsa, ellinci yaşını doldurmak üzere olan ve muhtemelen bu kritik tarih yüzünden bir yazar olamayana dönüşmek isteyen bir yazarın hikâyesi karşısında olduğumuzu söylerim." (s. 9) Yazmak/yazamamak meselesi için yine Bernhard'ı anacağım, onun metinlerinde yazma ediminin yazılmaya çalışılan metinle doğrudan bir ilişkisi vardır, ikisinin olanaksızlığı, var olamamaklığı ontolojik bir yıkıma varır, zihinle bedenin birbirinden çok da ayrıksı olmadığı son nörobilimsel verilerle kanıtlanmış durumdaysa ve biz bu olamamaklığa bu açıdan da yaklaşabilirsek de ayrıklığı göz önünde bulundurarak düşünelim, zihnin bir eylemi tamamlayamaması, bir bütün haline getirilememesi gibi başarısızlıklar bedeni ortadan kaldıracak noktaya getiriyor, zaten yazamayan, besteleyemeyen vs. karakterler ya zihinle bedenin dumura uğratıldığı bir yalıtılmışlığa çekiliyorlar ya da intihar ederek ikisini birden ortadan kaldırıyorlar. Bernhard'ın anlatısal çözümü yok oluş üzerine kurulu, bu açıdan Chejfec'in anlatıcısından ayrılıyor ama çok da uzağına düşmüyor, yazar/karakter/anlatıcı yazmak istemediği için yaşamını bir kurmaca düzlemine çıkartıyor/indiriyor. Anlatının sonlarına doğru yazıyla ilişkisine değinirken içinden çıkamadığı duruma dair söylediklerinden kendi çıkarımını yapabilir okur, buraya girmiyorum. Neler döndüğüne bakalım bir. Brezilya'nın güneyinde bir şehir, yürünecek bir istikamet, ulaşılmaya çalışılan bir nokta. Anlatıcı bir edebiyat konferansına katılmak için orada, doğum gününe birkaç gün kalması yaşanmış zamanları düşündürüyor, iki arkadaşının yazdığı kitaplar tetikleyici vazifesi görüyor, bu yazar arkadaşlara anlatı boyunca sık sık rastlayacağız. Anlatıcının ulaşmaya çalıştığı park genişçe, olabildiğince insansız bir yer sahasına sahip. Sıkışmışlık hissinden kurtulmak için parka ulaşmaya çalışıyor anlatıcı, yürüyor, yürürken şehri algılarıyla ve imgelemiyle baştan kuruyor ki bu da başlı başına kendi yaşantılarına dönmesi demek, çok somut örnekler sunmasa da insanların ve binaların anlamını geçmişteki anlamlarıyla denkliyor. Bunun yanında her açıdan zengin bir şehir var karşısında, sayısız renk, sayısız insan, nesne, hepsi bir nevi yenilik taşıyor ama bu yenilik bir anlamda yaşantılardan çıkarılanlara iliştirilmek zorunda. Üst üste yığılmış anlam katmanlarını bir düzene oturtabilme gayreti mi yazdırıyor insanlara, belki. Bu sadece bir itki de olabilir, bastırılması şeylerin düzenini bozarak sadece oldukları gibi görülmelerine yol açıyor. Bazı hızlı geçişlerden bunu çıkarabiliriz, anlatıcının "bir insana hayatta eşlik etmek için en iyi sentaksa sahip fiziksel meleke" olarak gördüğü yürüyüş boyunca sarmal bir akışa kapılırız, anlatıcı kendi benliğini kurma çabaları boyunca etrafında olup bitenleri irdeler, sayısız gözlemde bulunur, kendisi olamama tehlikesinin farkında olduğunu belirtir, herkes tarafından dayatılan dil, edebiyat, insana dair ne varsa her şey tarafından kuşatıldığını düşünür, bunun yanında kendi sesini korumak için zihni sürekli hareket halindedir, zihin kendi yürüyüşünü yapmaktadır, fiziksel ve zihinsel edim birbirini mükemmel bir şekilde tamamlamaktadır. Kendini koruma çabalarının sebepleri bu hareket "sonucu" diyeceğim, ortaya çıkar. Anlatıcının yayımlanan son romanına dair oldukça olumsuz bir eleştiri yazısını okuduğu an geçmişten çekilip çıkarılır, bir öz değerlendirme uğraşının parçasına dönüşür. "Romanlarım, ister iyi ister kötü olsunlar, istemedikleri bir hizmete koşulmuş ve kendisiyle kavgalı karakterler yaratıyordu. Ben bile onlardan biri olabilirdim." (s. 23) Bingo. Her uğraşın kümülatif olduğunu belirtiyor bir yerde anlatıcı, hayal kırıklığı ve öfkesi bu yığınsal birikimin temel kaynaklarıymış gibi gözüküyor. Bir nevi düzensizlik, kendilik algısının dış dünyayla uyuşmaması, kurmacayla gerçekliğin durmadan çakışması sağlam bir sıkıntı kaynağına dönüşüyor. Ramachandran'ın söylemlerinden "tesadüflere duyulan tiksinti" kavramını eşeleyeceğim, iki dünya bağlamından yola çıkarak anlatıcının iki farklı akışına göre değerlendirirsek bir tesadüfün tiksintisi arka planda kalıyor, biz zaten beklenen bir şeyle, anlatıcının beklediği bir alçaltılmayla karşılaşıldığını, karşılaştığımızı düşünebiliriz, yazar adına ve okur olarak kendimiz adına. Bir de arka plana bakalım, yazarın kurmacaya varmayacak ama kurmaca niteliğindeki düşünceleri bize aslında olumsuz yorumlarla karşılaşmak istemediği, uğraşını da sürdürmek istediği için insanların eline geçmesini imkansız kıldığı bir metni yazmayı düşsel bir dünyada sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Keyif aldığına dair bir emare yok, "yürüyüşçünün savruluşu" gibi kendi icadı olan kavramlarla yürüyüşü, zihinsel anlatısını sürdürmeyi sağlayan eylemi olumlayarak, irdeleyerek aslında eylemini sürdüreceğini üstü örtülü de olsa anlatmış oluyor. Anlatılan iyidir, olumsuz eleştiri bir tesadüf olarak değerlendirilebilir, anlatıcı bu yüzden insanlardan uzak durmaya çalışmaktadır ve parka doğru yürümektedir. Ne zaman ki devinimini sona erdirir, düşüncelerinin birliği tavsamaya başlar, Papini'nin anlatıcısını anımsatmayı bırakır, anlatıdan fırlamaya çalışan sivri uçları gösterir. Miras bırakabileceği eşyalardan çakmağın mekanizmalarına kadar pek çok, nasıl diyeyim, metnin dışına çıkmaya çalışan nesneleri anlatmaya başlar, ta ki yazarlığını düşünmeye geri dönene kadar.

Yine Ramachandran'dan bir alıntı yapıp bitireyim: "Sanat doğanın kendi sanal gerçekliği olabilir." (s. 318) Anlatıcımız bu sanal gerçekliğin -zihinsel kurmacanın- içinde kendi gerçekliğini, kendi yaşamını doğanın yansımaları/parçaları arasında sabitlemek istiyor, başka bir sanal gerçeklik yaratmadan yapmak istiyor bunu. Aslında Spinoza'nın Natura naturans ve Natura naturata kavramları üzerinden incelense bu metinden çılgın şeyler çıkabilir, çok ilginç bir araştırma olur bu.

Mutlaka okunması gereken bir metin. Jaguar'ın güzelliklerinden biri.
Ek: Vila-Matas'ın önsözü kaldı. Valla övüyor metni işte. Şöyle güzel, böyle süper diyor.

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Camilo José Cela - Arı Kovanı

Herkesin herkesle dostmuş gibi olmasının bir yolu da insanların birbirlerine karşı korkunç bir kayıtsızlık içinde yaşamaları. Akrabalıkla bağlıdırlar, dostlukla bağlıdırlar, cinsellikle bağlıdırlar ama çürük, çözülebilir bağlar onları sadece bir arada tutar, derinleşmelerine izin vermez. Görünürdeki yakınlıklarının altında kaypak bir zeminden başka bir şey yoktur. Bunun farkındadırlar, yaşamak zorunda olduklarının da farkındadırlar, bu yüzden iş olsun diye yaşarlar. Güzel bir örnek; genelevin koridorlarında karşılaşan babayla kızın düşüncelerini okuyabiliriz, babası kızının söylediğine inanır ve kızın bir arkadaşını görmek için orada olduğuna inanır. Kız da babasının üfürdüklerine inanır, sunulan nedeni sorgulamadan kabul eder, o günden sonra sofralarında derin bir sessizlikten başka bir şey bulunmaz. Besin maddelerini tedarik etmek başlı başına sıkıntıdır, insanlar üçün beşin hesabını yaparlar. İç Savaş'tan sonra toplumsal dayanaklar, inançlar -artık her neyse- tepetaklak olur, karakterler -çok sayıda karakter, onlarca karakter, kameranın önünden geçen onca karakter- geçinebilmek için fahişeliğe başlar, yancılıkta ihtisas yapar, tuzu kuru tayfa da daha iyi sömürebilmek için elinden geleni ardına koymaz. İki günlük süreç bir kıyamet filmi gibi çıkar karşımıza. Madrid'in birkaç sokağı ve caddesi onca hikâyeyi birbirine bağlar ama hikâyelerin sahiplerini bağlamaz, böyle bir ortamda sağlıklı ilişkilerin gelişmesi mümkün değil.

Faşist rejim dehşet saçıyor bir yandan. Cela'nın 1965'te yazdığı giriş mahiyetindeki metne bakarsak popoyla alakalı sağlık problemlerini görürüz, Cela birkaç defa ameliyat olmuştur, fitilinin ambalajını çıkarmadığı için zamazingoyu kullanırken acı çekmemek için popo sağlığını feda etmeye niyetlenmiştir ama şapşallığı ortaya çıkınca fitil kullanımına devam etmiştir. Cela'nın poposuyla faşizm arasında ince, derin bir bağlantı vardır; rejimin yasaklamalarının ve uyguladığı sansürün acısı mabat ve makat bölgesinde yoğunlaşmaktadır. Cela bir yandan işin bu yönüne değinirken metninin basılma macerasını ve eşinin kahramanlıklarını anlatır. 1945'te yazılmaya başlanan metin 1948'de tamamlanır, 1950'ye kadar tekrar tekrar ele alınarak orasından çekilir, burasından itilir, şurasından eksilir ve her yerinden tamamlanır. Sonra ne olur, Sansür Kurulu metni kışkışlar. Cela orijinal metnin yazılı olduğu tomarı dramatik bir şekilde ateşe atar, çok sevgili eşi koşarak tomarı kurtarır ve, "Salak mısın ya sen?" der. Demez ama çok kızar, patlatır bir tane. Patlatmaz ama çimdikler belki. Ardından metin Peron'un at koşturduğu Arjantin'de basılır, oranın Sansür Kurulu da arıza çıkarır ama metin basılır. Cela'nın başına gelecekler bellidir, Madrid Basın Kurulu'ndan şutlanır, İspanyol gazetelerinde adı yasaklanır. Kendi memleketinde parya olur, dünya çapında ün kazanır. 1989'da da Nobel'i alır zaten. Sağlam bedel ödemiştir Cela, sesini yükseltip doğruları dile getirdiği için. Modernistlerin son yüzlüğünde bayrağı en önde taşıyanlardan biridir aynı zamanda. Onlarca yaşamı bir arada tutmak için yüzlerce parçalık bir anlatı çatar, anlatısına kattığı karakterler vasıtasıyla kattığı yeni karakterleri de aralara sıkıştırır, kiminin izini sürmeyi hemen bırakır, kimini kilit noktalara doğru yolculuklarına çıkarır. Şöyle bir kapak buldum, hoş. Ortadakileri adları anılıp sahneden hemen çekilen karakterler olarak düşünebilirsiniz. Sokaklarda veya mekanlarda kaybolur bunlar, olay örgüsüne etkileri yok denecek kadar azdır. Cela'nın bu insanları neden ele aldığını düşününce, eh, belki çoklama bir dünya düşünmüştü ve başka hikâyeler anlatacaktı, bu insanların ortaya çıkmaları gerekliydi yani. Başka bir sebep, ele alınanlardan başka insanların da olduğunu, odaklanılanın dışında da bir dünyanın varlığını duyurmak.

Arka kapakta "üç yüzden fazla insan" denmiş, insandan geçilmiyor gerçekten. Karakterlerin arasındaki ilişkiye dair tablo mablo var mı diye aradım biraz, bulamadım. Not almak gerekebiliyor bazen, kimin kim olduğu karışıyor. Yüzyıllık Yalnızlık'ta yeterince delirmeyen varsa bu metne meydan okuyabilir. Evet. Bütün karakterleri ele almak için sabrım yok, birkaç kişi üzerinden yürüyüp noktayı koyacağım, sonra bisikletle Maltepe Park'a gideceğim. D&R'da Can Yayınları'nın kampanyası başlamış, 7 TL'ye muazzam kitaplar var. Geçen gün, bizim burada Hilltown var, oradaki kitapları yüklendim. Dün Akasya'ya gittim, orayı didikledim. Bugün Maltepe, yarın başka bir yer. Böyle gider. Neyse, Bayan Rosa'yla başlıyoruz, birilerine bağırıyor. Bayan Rosa'nın sahibi olduğu kafeye insanlar gelip gidiyor, bazılarının hayatlarına şahit olacağız. Aslında mekanlardan da bahsedilebilir; bir tanesi bu kafe. Sokaklar, tramvaylar, bir lokanta, bir kafe daha, evler. Bu kadar. Bayan Rosa'ya döneyim, huysuz ve tatsız bir kadın. Çalışanlarına kötü davranıyor, müşterilerine de bir o kadar kötü davranıyor. İyi davrandığı kimse yok. Masalarının mermerleri mezar taşlarından yapılmış, taşların üzerindeki isimler okunabiliyormuş. Manidar. Endazeyi göstermekten, kaçırmamaktan bahsediyor Bayan Rosa, yemeklerdeki malzemelerin oranlarını bağır çağır düşürüyor, içkilere musallat oluyor falan, sıkıntılı bir tip. Anlatı II. Dünya Savaşı zamanına oturtulmuş, dolayısıyla savaşla ilgili düşüncelerinden karakterler hakkında daha çok bilgi sahibi olabiliyoruz. Dükkanının kaderini Hitler'in kaderine bağlamıştır mesela Bayan Rosa, Hitler'in savaşı kazanmasını ister, haliyle "kızıllardan" nefret eder ve rencide edeceği adamı mutlaka kızıla benzetir. Fakir kızıldır, meymenetsiz kızıldır, kızıl olmayan insan az gibidir.

Meteliksiz bir şairi dükkanından atmasıyla anlatının yönünü değiştiren yine kendisi olur, adama odaklanırız bu kez. Martín Marco sözcüklerle oynar, şiirden başka pek bir şey düşünmez ve üniversite zamanlarındaki arkadaşları dahil olmak üzere hemen herkesten borç bulmaya çalışır. İşsizdir, aylak aylak dolanmaktadır. Pansiyoncu bir tanıdığının kendisine sağladığı odayı ve kadınları geri çevirmez, yaşamını bir şekilde sürdürmeye bakar. Yakınlarda gerçekleşen bir cinayetin ortaya çıkarılmasının sonucunda kendisinin önemi artacaktır, sonlarda. Bayan Leocadia'yı da anayım, kendisi kestaneci. Tramvay durağı civarında kestane satıyor, önemli karakterler mutlaka uğrayıp kestane alıyorlar kendisinden. Kimin odak noktası olacağını kestirmek güç, Cela rastgele bir yol izlendiği izlenimini yaratıp anlatısını kurmaya devam ediyor.

Zor bir biçim. Polisiyeyle dirsek teması var, bireyselliği çürüten dandik toplumsallığın eleştirisi var, faşizmi kafaya alma durumlarının yazara çıkardığı sıkıntıları zaten söyledim. Bu metin okunsa iyi olur, girift bir anlatıyı kurma biçimleri konusunda fikir verebilir, anlatılan hikâyelerin nitelikleri bu makinevari tekniğin yapaylıktan uzaklaşmasını sağladığı için o açıdan da bir gedik yok. Şahane.

8 Mart 2019 Cuma

Horacio Castellanos Moya - Yılanlarla Dans

Akıl sağlığının bozukluğundan bir iki yerde bahsediliyor, Eduardo Sosa işsiz bir sosyoloji öğrencisi. Sosyolojik bir şey denediğini söyleyebiliriz, insanların gerçekliği biçimlendirme şekillerini harekete geçirip ortalığı iyice karıştırdıktan sonra elde ettiği verileri değerlendirmek üzere karmaşadan kurtulup kendi kimliğine, evine dönüyor. Sonrasında gazetelerden ve televizyondan gördüklerini bir araya getirip birtakım çıkarımlarda bulunabilir, o kısmı bizi ilgilendirmiyor, bizi ilgilendiren bölüm kaosun ne anlama geldiği.

Eski püskü, sarı bir Chevrolet kalburüstü insanların yaşadığı bir muhitte, şık bir dükkanın önüne park eder. Arabanın sahibi de en az araba kadar lüzumsuzdur ve sinir bozucudur, Bay Jacinto gündüzleri arabadan çıkıp aylaklık eder, yiyecek bir şeyler bulup tekrar arabasına döner. Dükkan sahipleri ve mahalleliler bu adamdan kurtulmak ister ama arabayı tam o noktaya park etmesini engelleyecek bir kanun yoktur, çağrılan polis de adamın çıkışmalarına karşılık veremez ve oradan uzaklaşır. Müşterilerinin kaçtığını gören dükkan sahibi kadın delirmek üzeredir ama hiçbir şey yapamaz, adamla atışıp takışarak mahalleyi eski haline döndürmeye çalışsa da başarılı olamaz. Bu noktada ortaya Sosa çıkar. Ablasının ve eniştesinin yanında yaşayan Sosa, Jacinto'yla konuşmaya çalışır ve huysuz, ayyaş herifi biraz konuşturmayı başarır. Muhasebeci olduğunu söyler Jacinto, her şeyi geride bırakarak arabasında yaşamaya başladığını anlatır ama Sosa zorladığı için, bir şeyler anlatmadığı zamanlarda genci tersleyip durur. Başka da bir şey bilmiyoruz kendisi hakkında, nereden gelip nereye gittiği, ailesi, hiçbir şey yok. Sosa kafayı kırmaya başladığı zaman, arabanın torpido gözlerindeki fotoğraflardan ve kimlik bilgilerinden öğreniyoruz meseleyi ama önce işlerin iyice çığrından çıktığı zamana gitmek lazım. Jacinto'nun gitmeyi teklif ettiği barlardan birinde Jacinto'nun önceden tanıdığı Coco'yla tanışıyor Sosa, bu üçü dolanmayı sürdürüyor ve gecenin karanlık sokaklarından birinde Coco'nun Jacinto'yla oral münasebeti başlıyor, ansızın. Jacinto durmadan sigara ve viski içerken Coco işini görüyor, sonra adamın penisini ısırarak kahkaha atıyor. Jacinto çok sinirleniyor, elindeki şişeyi cücenin kafasında parçalayıp kırık kısmı adamın karnına saplıyor, bağırsaklar ortalığı süpürüyor. Burada geçiş çok hızlı; Sosa cebindeki çakıyı çekip Jacinto'nun boğazını kesiyor. İki ölü. Sosa'nın Jacinto'ya dönüşme süreci başlıyor böylece.

Arabada yaşayan bir adam vardı, alkolik bir herif. Kovulmamak için elinden geleni yaptı, insanlarla dalaştı ve herkesi bertaraf etti. Anlatı bu mücadele üzerinde biçimlenecek gibi dururken hop, kırık şişeler ve yerleri süpüren bağırsaklar girdi işin içine. Neler oluyor? Sosa arabadaki yılanları da fark etti, dört tane. Arabada uyudu, uyandı, her şeyin bir halüsinasyon olduğu korkusu hemen geçti, yaşam olanca normalliğiyle akışına devam ediyordu. Sonuçta araba yerinde yok, mahalleli derin bir nefes aldı, her şey çözümlendi. Süper. Elde eski bir Chevrolet ve dört yılan var, Sosa yaşamını sürdürebilir, normalliğinin tadını çıkarabilir. Yılanlardan Jacinto'nun hikâyesini dinleyerek güne başlıyor, Jacinto bir aynasızın eşiyle ilişki yaşarken kadının polis eşi mevzuyu öğreniyor ve eşini öldürtüyor, bütün hikâyeyi de Jacinto'nun eşiyle kızına anlatıyor. O arada neler oluyor bilmiyoruz ama Jacinto sokaklara düşüyor, arabasında yaşamaya çalışıyor. Sosa'yla karşılaşana kadar. Öldürüldüğü yerde boğazı kesik bir şekilde yatıyor ama aslında yaşamını sürdürüyor; Sosa'nın leş kokusundan görünüşüne kadar her şeyi Jacinto'ya benziyor. Adamın kişiliğini üzerine geçiriveriyor Sosa, sonra eğlence başlıyor. Mektuplardan Jacinto'nun evinin adresini öğrenen Sosa eve gidip kim varsa öldürüyor, yılanlar basıyor mekanı falan, dört yılan kimle karşılaşırsa ya ısırıyor ya da boğuyor. Başlangıç anı da güzel; Sosa'ya birden bir huzursuzluk çöküyor ve konuştuğu kadını arkadan bıçaklayıveriyor. Yalvarıp yakaran insanlara da acımıyor, öldürmeye devam ediyor. Sonra Raúl'ün evine gidiyor, aldatılan polis iş arkadaşlarıyla birlikte ot içip poker oynarken kapıda Sosa'yı buluyor ve her şeyden haberi olan bu adamı bir güzel pataklıyor. Mekana yılanlarla dönüyor Sosa, sonrası katliam. Benzin istasyonu havaya uçuyor, insanlar ölüyor, medya yaygaraya başlıyor, ortalık savaş alanına dönüyor, sonra ünlü bir politikacının evini basıp onu da öldürüyorlar, bu noktada Sosa'nın anlatıcılığındaki bölüm sona eriyor. Şenliğe ara.

Emniyet Müdür Yardımcısı Lito Handal'ın objektifinden baktığımız bölümle devam ediyoruz, anlatıcı değişti. İşler tabii karışıyor, çünkü Latin Amerika'nın siyasi ortamı acayip kirli olduğu için Raúl'ün önemli bir operasyonu yürüten önemli bir polis olması, öldürülen politikacı falan, her şey birbirine bağlanıyor ve komplo teorileri havalarda uçuşuyor. Handal meseleyi çözmeye çalışıyor ama yukarıdan baskı yedikçe neye inanacağını, neyin peşinde olduğunu bir türlü anlayamıyor, Jacinto'yu yakalamak için bütün teşkilatı seferber etse de başarılı olamıyor. Olsa da yakaladığı kişi Jacinto olmayacak, Jacinto artık Sosa çünkü. Eski bir Chevrolet aranıyor, eski Chevrolet şehrin çeşitli yerlerinde belirip ardında sayısız mezarlık bırakıyor. Kovalamaca. İki bakış açısından gördüğümüz olaylar arasındaki bağlantılar da ilgi çekici, örneğin ormanlık bir alanda iki evsizin cesedinin bulunduğu haberi geliyor ama Handal umursamıyor pek, bu kargaşayla bir ilgisi olmayacak meselelerle uğraşmıyor. Uğraşsa cesetlerden birinin Jacinto olduğunu anlayacaktı oysa. Sosa'nın ettiği telefonu hem Sosa'nın hem de Handal'ın bakış açısından görürüz, aslında sıkıntıdan ötürü edilen telefonların farklı çerçevelerden bakıldığında etkilerinin çeşitliliğini görmek de ilginç bir anlatısal oyun haline geliyor.

Asıl meseleye bakarsak -muhtemelen- darbelerle sınanmış bir ülkede politikanın sadece ereksellik için bir araç olduğu fikri var, emniyet teşkilatıyla kodaman siyasetçiler arasındaki çıkar ilişkileri metinde Handal üzerinden gösteriliyor. Medyanın çarpıtılmış gerçekliğini insanların bir güzel yemesi de var, ayrı bir bölümde anlatıya dahil edilen gazeteci bir kadın üzerinden anlatılıyor. Köstebekler var, gazetecilere haber uçuran. Sonra, elbette medyanın haricinde kök salan gerçeklik. Böyle ülkelerde yılanlarla konuşulur, insanlar kolaylıkla öldürülür, her şey havaya uçar çünkü her şey uçucudur, tutunulacak bir sabitlik, emin olunan bir gerçeklik yoktur. Kayışı koparma anlatısı olarak görülürse çok eksik kalır bu metin, aşağıda akan suyu da görmek lazım.

Eğlenceli ve korkunç. Jaguar'dan. Güzel bir günde aldım bunu. Yeşim'le Kadıköy'de kahve içiyorduk, Korkuyu Beklerken'e gidecektik de oyunun saatinin gelmesini bekliyorduk. Sonra yanda bir bavul gördüm, içi kitap dolu. Oradan. Ex Libris vurulmuştur, gün hatırlanmıştır. Sevinmeye devam edelim.

28 Şubat 2019 Perşembe

Ernst Jünger - Cam Arılar

Atıl duruma geleceğiz. Kaku'nun adını hatırlayamadığım bir incelemesindeki deneyi hatırlıyorum, bilgisayar programının yazdığı eser için, "İddia edildiği gibi Mozart'ın kayıp eseridir bu," demiş uzmanlar. Oysa iddianın aksine kayıp eser falan yok. Üretilen algoritmalar işe koşuluyor ve yapay zekanın yazdığı roman usta işi bir eser olarak niteleniyor, buna benzer pek çok örnek var. Halihazırda olan şeyler bunlar, olacaklar hayal gücümüzle sınırlı ama sonuç belli; makineler bizim yaptığımızdan daha iyisini yapacak. Hepsi hepsi sözcüklerden ve notalardan ibaretiz, duygulanımımızın vardığı nokta bu parçalar olduğuna göre rahatlıkla kopyalanabiliriz ve eserlerimizin çok daha iyileri yaratılabilir. Atıl duruma geleceğiz, gelişen teknolojiyle birlikte emeğimize ve zamanla hayal gücümüze ihtiyaç duyulmayacak, böyle bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Harari de söylüyordu, günümüzün çoğu mesleği kısa ve orta vadede ortadan kalkacak. Şoförlük, avukatlık gibi mesleklere büyük çapta veda edilecek. Gerçi Kaku geleceğimizi kurtarıyor yine, Mağara Adamı Etkisi dediği nane sayesinde insani iletişim ihtiyacından ötürü tamamen makineleşmeyeceğiz gibi gözüküyor ama ne olacağını kim söyleyebilir? Yüzbaşı Richard'a eski dünyanın bir parçası olduğu söylendiği zaman bunu kendi yaşamındaki yenilgilerle birleştirip işe yaramaz bir adam olduğunu kabul etmesini, distopik bir dünyada kıvranan insanlardan biri haline gelmesini düşünüyorum, geleceğin bu şekilde acı verici değişimlere yol açacağı giderek daha bariz bir hale geliyor ama gerçekten de insanın yıkımı mı bu? Kendimizi yeniden inşa etmek zorunda kalır mıyız, söz gelişi siborglaşacak mıyız? Bu gerçekleşecek gibi gözüküyor, insanlığımızdan çok şeyi feda edeceğiz ve yeni insan olarak kendimize çok şey katacağız. Richard'ın ulaştığı gibi bir dengeye ulaşmak zorunda kalacağız, zorlanacağız ama bunu yapacağız.

Richard'ın durumu geleceğin öncülü olarak dikkat çekmeli. Süvari yüzbaşısıyken, savaşın orta yerinde genç bir askerin tüfeğinden çıkan kurşunla vuruluyor ve düşüyor, bir çağın sonu. Otomasyona bağlı araçlar karşısında şoförlerin durumunu düşünün, Richard'ın onlardan pek bir farkı yok şu durumda. Eski asker Richard yoksullukla mücadele edip eşi Theresa'ya sıkıntı yüzü göstermemek isterken pek fazla seçeneği yok, arkadaşı Twinnings'in teklifini kabul etmek zorunda. Zapparoni adlı mucit bir iş adamının yanında çalışmaktan başka bir şansı yok. Arkadaşları tarafından dışlanacağını biliyor ama ekonomik sıkıntıdan kurtulmak için adamla görüşmeyi kabul ediyor ve Zapparoni'nin malikanesine gidiyor. Metinde hepi topu iki mekan var; Twinnings'in işi bağladığı bar ve Zapparoni'nin evi. Olay ağırlıklı bir anlatı değil bu, dünyanın geçirdiği değişimin izlerini Richard'ın anlatıcılığında takip ettiğimiz, tek bir bilince sığmaya çalışan dünyanın devinimlerini izlediğimiz türden, son derece kişisel bir kaybediş. Daha doğrusu bir dengelenme çabası. Dünyayı dengeleme çabası aynı zamanda. Jaguar'ın yeni serisinden. Jaguar ne güzel bir yayınevi. Jaguar, bastığın çok az şeyi edinmedim, bilerek. Elimde olmayan bir şeylerin kalsın istiyorum, yoksa okumadığım pek bir şeyin kalmayacak. Capote'nin Soğukkanlılıkla'sını aynı sebepten okumuyorum, on yıldır bekliyor. Calvino'yu, Márquez'i, Cortázar'ı da aynı sebepten bekletiyorum. Üniversitedeyken, bu mecrada bir şeyler karalamıyorken şimdikinden daha beter okuyordum, bu saydıklarımın pek çok metnini o zaman okumuştum, şimdi de bazen burayı kapatıp, hatta ıssız bir yere tayin isteyip deli gibi okumak istiyorum. Bir şey yazmak istemiyorum, gitar çalıp bir şey okumak istiyorum. Günün birinde yapacağım bunu. Yeşim'e söyledim, Ankara civarında çok güzel ve ıssız yerler olduğunu söyledi. Puanımın Ankara civarına henüz yetmeyeceğini söyledim, bekleyebileceğimizi söyledi. Hem sonsuzluktan, hem de uzun vadeli sonluluktan konuşabilmek çok güzel bir şey, çok özlemişim bunu. Neyse, Richard'ın düşüncelerinde geziniyoruz, zaman ağır ağır akıyor. Eski askerlerin çoğu iyi işleri kapmış, Richard girdiği işlerde tutunamamış ve Twinnings'ten yardım isteyene kadar sıfırı tüketme noktasına gelmiş. Twinnings görüşmeyi ayarlama konusunda Richard'ı ikna etmeye çalışırken dünyadan fırlatılıp atılmasına akıl erdirmeye çalışıyor Richard, bir yandan da Zapparoni'nin dehasını öğreniyor. Zapparoni teknik kabiliyetiyle tekelleşme yolunda ilerliyor, buluşları dünyanın çehresini değiştirecek düzeyde. İşçilerine verdiği maaş bakanların maaşıyla yarışıyor ve çalışanlar istedikleri saatlerde mesaiye başlıyorlar, günlük işlerini bitirmeleri yeterli. Şirket sırlarını kaçıramıyorlar, Zapparoni muazzam koşullarda çalıştırıyor işçilerini. Sırların kaçırılmaması için gereken şartlar sağlanmış durumda zaten, patron her şeyi düşünmüş ve uygulamaya koymuş. Yine de bağımsız bir zihnin hizmetlerine ihtiyaç duyabiliyor, bütün sözleşmelerin ve anlaşmaların dışında, bu yüzden "kirli işlerini yürütecek bir adam" olarak Richard'ı düşünüyor, Twinnings vasıtasıyla.

Görüşme kararlaştırılırken Richard geçmişe, Twinnings'le ve diğer arkadaşlarıyla tanıştığı okul yıllarına dönüyor. Harbiyede öğrencilik zamanları, Binbaşı Monteron'dan edinilen hayat dersleri, her şey geri geliyor. Kanı kaynayan öğrenciler hafta sonu izinlerinde takıldıkları mekanlarda sayısız olay çıkarıyorlar ama bir şekilde kapanıyor mevzular, alınan büyük bir dersle. Her şeyi geride bırakmak istiyor Richard, geçmişin bataklığından kurtulmalı ki yüzünü geleceğe dönebilsin. "Artık bu fosilleşmiş yargılarımı geride bırakmanın zamanı gelmişti. Geçenlerde birisi bana, konuşurken 'eski silah arkadaşlarım' veya 'kılıcının püskülü üzerine yemin etmek' gibi artık çağdışı kalmış pek çok ifade kullandığımı söyledi. Bu ifadelerim, çoktan bayatlamış iffetiyle övünen ihtiyar bir kız kurusunun yapmacık tavırlarına benziyormuş. Bu kahrolası alışkanlığa bir an önce son vermeliydim." (s. 26) Eskilik dile sirayet etmiş durumda, Zapparoni adına çalışmaya başlar başlamaz arkadaşlarının kendisini kınayacağını biliyor ama kendini ve Theresa'yı kurtarmak zorunda, öyleyse eski günleri son bir kez hatırlayıp her şeye veda edebilir. Siciline işlenmiş suçları düşününce kapıyı kapamak daha kolay; vatan uğruna tehlikeye atılıp vatana ihanetle suçlandıktan sonra darbe alan değerlerini tamamen bırakabilir.

Teknolojiye karşı psikolojik tepkiler geliştirmiş arkadaşların intiharlarından Zapparoni'nin icatlarına bilinç akışı, çok dağıtmadan. Mağara Adamı Etkisi'nin ilk izlerini görüyoruz bir yerde; çocuklar Zapparoni'nin ürettiği filmlerin müptelası olmuş durumda ve duygusal olarak aşırı yüklenen çocukların akıl sağlıklarının bozulmasından korkuluyor ama bir yandan da çağa ayak uydurmak fikriyle bütün gelişmeler yavaş yavaş kanıksanıyor. Zapparoni'nin toplumu etkisi altına aldığı söylenebilir, elinde büyük bir güç var ve yeni buluşlarla dünyayı bambaşka bir hale getiriyor, bunun bir sonu yok gibi gözüküyor. Richard'ın uyum sağlayamadığı nokta tam da burası; askerlikle ilişiğini kesmesinin travması henüz geçmemiş, öğrencilik yıllarından savaş zamanlarına kadar pek çok anısı bu travmanın etkisiyle ortaya çıkıyor, sanırım. Bir de dünyanın tamamıyla bir değişim mücadelesine girişecek gücü yok, zaten kişisel sebepleri de bundan geri koyuyor kendisini. Babasıyla ve annesiyle olan ilişkisi de problemli, özellikle babasıyla. "Adam" olması isteniyor, Richard elinden geleni yapsa da babasına yaranamıyor bir türlü. Belki bu kez yaranabilir, bu değişim fırsatını kaçırmak istemiyor bu yüzden. Vatan kavramı da anlamını yitirmiş durumda, çok sevdiği Monteron'un ölümünden sonra vicdanının sızlamasını dindiremiyor, her şeyin boşuna yaşandığı düşüncesi var aklında.

Zapparoni'yle karşılaşma ve cam arıların ortaya çıkışı final bölümünü oluşturuyor, genişçe bir bölüm. Bir nevi sınav. Richard bir karar vermek zorunda, Zapparoni'nin manipülasyonuna kapılmadan, olabildiğince özgür iradesini kullanarak. Kuklalar, otomatlar, cam arılar, kesik kulaklar ve etik, Richard'ın yaşama dair fikirleri. Hepsi birbirine karışıyor, ortaya psikolojik bir gerilim ânı çıkıyor. Düğüm çözülüyor sonra ama kesin bir sonuca varamıyoruz, Richard'ın kararını bilsek de dünyanın daha iyi bir yer olup olmayacağına dair öngörüler dışında elimize bir şey geçmiyor ki geçmesin, gelecek henüz ortaya çıkmadı. Ufukta bile belirmedi, şimdiden başka bir şey yok elimizde. Richard biraz da bu fikre bel bağlıyor, belki de cebinde iyi niyet taşlarını biriktirmeye başlıyor.

Sıkı kurulmuş bir distopya diyeceğim, diyemiyorum. Distopik atmosfer kuşatmış metni, tamam ama yine de... Bilemiyorum. Belki benim cebimde de birkaç taş vardır.

18 Ocak 2019 Cuma

Aleksandros Papadiamantis - Hadula

Ari Çokona'nın bir röportajında Papadiamantis anılıyor, Çokona'ya göre Türkçeye mutlaka çevrilmesi gereken bir yazar. Bir öykü derlemesi çevrilebilirmiş mesela. Attım hafızaya, sonra Jaguar'ın kitaplarını incelerken Papadiamantis'in bir romanının çevrildiğini gördüm, alıp okudum. Jaguar'ın ne şahane işler peşinde koştuğunu anlatmaya, söylemeye gerek yok. Bastıkları birçok kitabı aldım, birkaç tane kalmıştır almadığım, onları da zamanla. Okumadığım daha çok, onları da zamanla. Her şey zamanla. Ben kendilerine buradan teşekkür eder, daha da muvaffak olmalarını dilerim. Bir okurunuz garanti, paşa gönlünüze göre istediğinizi basabilirsiniz. Gerçi aynı şeyi söylediğimde Pinhan'ın başındaki abi, "Depodaki yedi yüz elli kitabı ne yapacağımı düşünüyorum, onlar biterse Kosztolányi'den başka şeyleri basmayı düşünürüm," demişti. Kısacası alalım, okuyalım. Çünkü süper bir şey. Ben mesela, her gün okuyorum. Üç saat yolda, iki saate yakın evde, yeter. Telefon, televizyon gibi zararlı alışkanlıklarım yoktur, zamanım bolcadır. Uyumadan önce mutlaka şiir okurum, rüyalarım bazı bazı nesre döner, zira iki negatif bir pozitif eder. Yürürken bol bol düşünürüm, genelde Jaguar'ı. On iki bin küsur adım atmışım bugün, demek ki yeterince düşünmemişim, yarın daha çok yürüyüp daha çok düşüneceğim. Yarın bambaşka bir gün olacak. Çünkü daha gelmedi.

Herkül Millas'ın önsözü. Okunabilir, spoiler yoktur. Değindiği meseleleri az az ele alayım. Birincisi, Yunan edebiyatının eserlerinin pek az çevrilmesi. Aynı şeyin onlar için de geçerli olduğunu söylüyor Millas, Halit Ziya Uşaklıgil örneği üzerinden giderek bu büyük yazarın Yunancaya çevrilmesinin gecikme nedenlerini düşünüyor. Değersiz bulunduğu için mi? Uşaklıgil'in öyküleri müthiştir, üstelik zamansız bir müthişliktir bu. Papadiamantis de müthiş, Millas'ın kıyasına göre. Sait Faik'in Yunanca çevirilerinin de piyasada bulunmadığı söyleniyor, aynı durumdan. İdeolojik meselelerden bahsediliyor, uzun hikâye. Yazar anlatılıyor sonra, numunelik bir adam. Atina Üniversitesi'nin felsefe bölümünde okumak için doğup büyüdüğü adadan ayrılıyor ve okulunu bitirmeden geri dönüyor. Fransızca öğreniyor, resim yapıyor, ders vererek geçiniyor. Öyküleri pek beğeniliyor, romanları da. Sakalı karmakarışık, düzensiz giysili, çamurlu ayakkabılı, defolu görünüşlü bir adam kısaca. 1906'da  Atina'daki yazar kahvelerinde görünüyor, Kazancakis'in de takıldığı mekanlarda. Yaşamını sürdürmek için sürekli yazıyor, çeviriyor ve hastalanıp adasına dönüyor, 1911'de de ölüyor. Millas'ın çizdiği portre böyle. Edebi kişiliği hakkında ilginç bilgiler var; Yunan kimliğini ve dünyasını en gerçekçi ve çarpıcı biçimde yansıttığını düşünenlerle sıradan ve ahlaki öyküler yazdığını düşünenler karşı cephelerde. Muhafazakarlar ve Ortodoks Hıristiyanlar pek severmiş kendisini, halkın inançlarını ve değerlerini sıklıkla dile getirdiği için. Dil meselesi de ilginç; ağdalı bir dil olan Katharevusa ile halk dili Dimotiki'nin mücadelesi varmış, ideolojik bir savaş. Kathaverusa'yı kullanmış Papadiamantis, yenik grupta yer almış.

Yazarın Dostoyevski'ye benzetilmesini anlamlı buluyor Millas. Karakterlerin dönüşümleri, zıt kutuplar arasındaki gidiş gelişler Papadiamantis'in de esas meselesi. Hadula'ya baktığımız zaman tam Dostoyevskilik bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Halktan biri, şifalı otlarıyla geçinmeye çalışan, çocuklarına ve torunlarına bakmaya çalışan bir kadın. Bir noktada deliliğin kucağına düşene kadar şefkatini kimseden esirgemiyor, kırılışının ardından da sinsiliğini ve kurnazlığını seriyor ortaya. Papadiamantis ara ara karakterlerin geçmişlerini de kurcalıyor, Hadula'nın yardım ettiği insanları ve kendi çocuklarını Hadula'nın hafızası üzerinden metnin güncel zamanın dışına sıkıştırıveriyor ve anlatıyı derinleştiriyor, karakterleri de. Başta bilindik bir açılış var, Hadula'nın kişiliği hakkında biraz malumat. "Küçük bir çocukken ailesine hizmet ediyordu, evlendiğinde de kocasına kul köle olmuştu. Belki kendi mizacından, belki de kocasının yetersizliğinden, onun bakıcısı olma noktasına gelmişti. Çocukları olduğunda, onlar için saçını süpürge etmiş, çocukları da çoluk çocuğa karışınca, kendini tamamen torunlarını büyütmeye adamıştı." (s. 20) Anlatının geçtiği dönem bağımsızlık mücadelesinin çok uzak olmadığı bir dönem, yoksulluğun evin duvarlarında kök saldığı zamanlar. Arnavutlar ve Makedonlar ülkeye geliyorlar, Yunanlar bu iki ülkeye gidiyor, insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için hareket halindeler. Hadula ve ailesiyse yaşadıkları adada -Papadiamantis'in de yaşadığı ada, Skiathos- hayatta kalmaya çalışan yoksullardan. Kocasının biraz kolay kandırılabilir ve para tutamayan yapısı yüzünden Hadula kocasının maaşına allem ve dahi kallem edip el koyuyor, kara mizah devrede. Evliliklerinden öncesi ve sonrası da oldukça sıkıntılı; ailelerle alakalı problemlerde Hadula'nın hırsızlığı ve ailesini zor duruma düşürmesi gibi meseleler var. Tam bir objektiflik hakim, kadın ne bir azize, ne de bir günahkar. İyilik ve kötülük yan yana yürüyor.

Çocuklarının hikâyeleri Hadula'nın çileli yaşamına ayna tutuyor. Erkek çocuklarından biri suç makinesi olarak büyüyor, bir diğeri evlenip beş çocuk doğuruyor, diğerleri başka şeyler yapıyor, sonuçta baş ağrısından beş adet var. Kardeşler birbirlerini bıçaklıyorlar, polislerden kaçıyorlar, ABD'ye uzayanları var, çeşit çeşit. Torunlarından sonuncusu doğduğu zaman kızın dünyaya gelmemesini istediğini dile getiriyor Hadula, yaşlı haliyle çocuğun da kendisine benzeyeceğini, kaderinin kendisininkiyle bir olacağını düşünüyor ve hayatla başa çıkamamaya da bu son çocuklar birlikte başlıyor. Metnin yarısından itibaren soğukkanlı bir katile dönüşmesini izliyoruz kadının, çocukları öldürmeye başlıyor, şifa dağıtmak için girdiği bir evdeki yeni doğanı öldürüyor, sonra iki kız kardeşi öldürüyor, etrafındaki insanlara masum rolü kesip kirişi kırmaya çalışıyor ve dağlara çekiliyor. Bir bebeği de burada öldürüyor, peşinden gelenlerden yırtmak için yalan üstüne yalan söylüyor. Yaşamın getireceği zenginlikleri belki de çocukluğundan beri duyup görmemiş, her bebeğin yeni bir başlangıca sahip olduğunu düşünmekten deliriyor belki, bebekleri kıskanıyor ve cinayet işlemeye başlıyor. Kuruluşu açısından sağlam bir karakter; havada kalan bir davranışı yok, geçirdiği dönüşüm akla yatkın, makul bir karakter. Makullüğü ölçüsünde başarılı, herhangi bir gevşekliği yok, kurmacaya sıkı sıkıya ilişik.

Dönemin şarkılarından parçalar, insanlarından diyaloglar, denizlerinden balıklar ve patikalarında kaçışlar var bu metinde, zamanının iyi bir kaydını tutmuş Papadiamantis ve insanın doğasını bir güzel çeşitlemiş. Pek hoş, okunmasını tavsiye ediyorum. Kundera da övmüş Papadiamantis'i, bu da önemli bir şey. Dilerim Jaguar Papadiamantis'ten başka bir şeyleri de basar. Kitap okurken metroda ve vapurda belli yerlerim vardır, okula gittiğim günler aynı saatlerde, aynı koltuklarda görürsünüz beni. Kosztolányi basmadılar ondan sonra, üzülüyorum. Oğuz Tansel'in şiirlerini seviyorum. Bahar gelse de bisiklete binmeye başlasam yine. Bu arada, gecenin suyundan içtiniz mi? Göle taş, göze yaş düştünüz mü?

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Wilhelm Genazino - Aşk Aptallığı

Sonsuzu iki şekilde sezebiliyorum, doğayı ve ölümü düşünerek. İkisi de birbirine dönüşebildiği için tek bir noktaya çıkılıyor ama o noktanın ne olduğunu bilmiyorum, sayısız isimle adlandırılmışsa da bir isim diğerini dıştalıyor, o yüzden adı es geçiyorum, işim sonsuzla. İnsan sonsuza bakıp kendine bir çeki düzen verebilir. Kimi de veremez, döngünün bir parçası olduğunu hissedemez ve yüce bir şeyin karşısında olmaktan öteye geçemez. Geçebilseydi her şeyin dönüşebilirliğini, kendinin dönüşebilirliğini anlayarak bir başkası olurdu, en azından karanlıkta kalan yanlarını görürdü, kararsızsa ne yapacağını bilirdi. Yine Vonnegut; denizin hakikati, ağacın gerçeği her şeyden daha çok itimat doğurur. Kopkoyu bir acının karşısında ağacı, suyu ve toprağı dinlemeden, daha doğrusu dinlemenin sonucunda ortaya çıkan o kısılmışlıktan kurtuluşun yolunu göremeden kurtulamayacak insan. Yetenek bu; doğaya-ölüme bakmak için çaba harcayanlarda bile bulunmayabiliyor. Neye bakıyorlar o zaman, bir adım ötesini görememelerinin sebebi ne, denk gelirsem soracağım. Ne diyeceğim gerçi. "Pardon, görmüyor musunuz ya?" derim herhalde.

Ölümü düşünmek veya doğaya bakmak. Elli iki yaşındaki adamın bunlarla pek bir işi yok. Kendi düşüncelerinin salınımını takip ediyor, şimdiye kadar başka türlü bir uğraşı olmamış. Genazino'nun üslupçuluğu; Türkçeye çevrilen diğer metinlerinde de aynı adamla karşılaşırız, aynı uğraşları görürüz. Yürümenin anlatısıdır aslında, yürümenin sağaltıcılığı olmadan. Sokaklar, insanlar, nesneler, diyaloglar, garip kişilikler, kıyaslar ve kendini bunların içinde bir yere konumlandıramama. Aşk aptallığından bahsediyor, hatta kuramlaştırmaya çabalıyor anlatıcı ama aşkı bir sözcükten öteye uzandırdığını hiç sanmam, aşkla hiçbir ilgisi yok kendisinin. Sevgiyle de. Belki biraz var ama hayatındaki iki kadına karşı kalbiyle hareket ettiğine dair bir işaret yok. İçi boş sözcüklerle tanımlıyor onları, tamamen kendi perspektifinden gördükleriyle yetiniyor, empati kurabildiği şüpheli. Verdiği kıyamet seminerlerinde yeni faşizm modellerini ve insanoğlunun sonunu getirecek iletişimsizliğin tehlikelerini anlatırken bile sadece bir iş bu, ötesi değil. Ötesinde insanlık için kaygılanması umulur ama bu da elde yoktur. Hissiz bir adamın yaşamını anlatır Genazino, belli bir zaman aralığında kronolojik biçimde ilerler, geçmişin izi pek azdır. Anlatıcı daimi bir şimdide yaşar gibidir, geçmişine ket vurmuş gibidir. Ara ara çocukluğuna döndüğü olur, orada sadece travmatik anılar vardır. Sıkıntı büyük ama ne olduğunu da tam anlatmaz, sadece sürüklenişini gösterir.

Pizza yenecekse Sandra veya Judith hazır, sadece seçmek kalıyor. Sandra otuz dört yaşında, şef sekreter olarak çalışıyor. Yirmi üç yıldır tanışlar, başlarda evlenmek üzerelerken anlatıcı çocuk sahibi olmak istemediği için Sandra bir başkasıyla evleniyor, çocuk doğuruyor ve anlatıcıyla tekrar görüşmeye başlıyor, evlilik sürerken. Boşanmanın ardından tekrar beraberler, Sandra hedefini gerçekleştirdikten sonra adamımızla doludizgin yaşamaya devam ediyor. Genellikle Sandra'nın evinde buluşuyorlar, adam eve pek çağırmıyor Sandra'yı. Judith'i de. Judith anlatıcının yaşlarında. Gençliğinde umut vadeden bir piyanistken sıçrama yapamadığı için istediği seviyeye gelemiyor ve ders vermeye başlıyor, şehrin her yerinde öğrencileri var, yabancı dil ve müzik öğretiyor. Sandra'ya göre daha entelektüel, tercih edilme sebebi muhtemelen bu. İki kadının birbirlerinden haberleri yok, adam "hayata çift demir atmak" için iki kadınla birlikte. İkisinin de hassas noktalarını biliyor, nelerden hoşlandıklarını biliyor ve davranışlarını bu özelliklere göre belirliyor. Sonunda yine kendi bencilliğine varıyor; Sandra'nın tembihlerine rağmen o yokken çiçeklerini sulamaya gitmediği için birkaçının ölümüne sebep oluyor, yenilerini alıp olayı çaktırmamak için plan yapıyor, bunun gibi şeyler. "Hesaplaşmam gereken biri var ve o benim." (s. 16) Adam yaşlandığını hissediyor, varisleri kendisine acı veriyor ve sağlık problemleri ardı ardına belirdikçe bir tercih yapmaya doğru sürüklendiğini hissediyor. Tercih, tartının hangi kefesi ağır basarsa onu seçecek. Yalnızlığını, korkularını ve umutsuzluğunu düşünürsek Sandra'yı tercih ettiğini söyleyebilirim, Sandra adama uzun yıllar bakabilir. Çıkardan başka bir şey yok, günümüz toplumunun kara mizahi bir anlatımı. Sevgisizlikten, ilgisizlikten ölmenin mümkün olduğunu söylüyor Tomris Uyar, bu adam sıkı bir katil olabilirdi, birlikte olduğu kadınlar da kendisine biraz olsun benzemeseydi. Sandra adama evlenme teklif ediyor, sırf kendi ölümünden sonra emekli maaşı adama bağlanabilsin diye. Burası karanlıkta, anlatıcı bilerek anlatmıyor ama kadının ölüm korkusundan faydalandığını söylemek mümkün. "Tek eşlilerin acıları" kendisi için katlanılabilir değil, korkusu ayyuka çıktıktan sonra çok eşliliği de söz konusu değil. Anlatıdaki zaman tam bu kırılma noktasında akıyor.

Kendisini dondurmuş gibi hissediyor adam, belli bir yaşta sonsuza kadar kalabileceğini düşünürken yılların geçtiğini fark etmesi zaman alıyor. Eski eşiyle karşılaşması, eskisi gibi ereksiyon olamaması gibi sorunlar alarm zillerini çaldırıyor, çünkü seminerlerinde anlattığı kıyametin kendisi için çoktan geldiğini, bunun farkına varmadığını anlıyor. Bağlanma probleminin yanında kendine güvensizliği de pek çok olayda görülebilir, insanların kendisi hakkında ne düşündüklerini çokça umursuyor. Başka, bırakamıyor. Düşünce zincirinden kurtulamıyor, uçan kuşun konduğu binada yaşayan insanlardan biriyle çorba içerken kaşığını yere düşürür düşürmez, onca düşüncenin ağında, hiç istemediği bir şekilde kapana kısılıyor. Kendinden kurtulması için kendinden kurtulmaktan başka bir yol olmadığını göremiyor, terapist benzeri bir adamdan yardım istiyor nihayetinde. Adamın salık verdiği olay çok hoşuma gitti, ben de deneyebilirim. Eski bir bavul veya çanta alıyorsunuz, eski eşyalarınızı -yeni de olabilir, size kalmış- bavula koyuyorsunuz, sonra bir banka oturuyorsunuz ve bavulu görebileceğiniz, işlek bir noktaya bırakıyorsunuz. Biri gelip bavulu alıyor, gidiyor. Gitmesine izin veriyorsunuz. Tarihinizin bir parçası kayboluyor, sizi biçimleyen nesnelerden kurtuluyorsunuz ve yeni biçimlenmelere açılıyorsunuz. Adamımız buradan ölümün hiçliğine ulaşıyor; ölmek her şeyin götürülmesi, ortadan kaybolması demek. O zaman fark ediyor adam, seçme zorunluluğunu kendisi uydurdu, o zaman eski bir çantaya seçme zorunluluğunu koysun, yaşlılığını koysun, üzüntü veren ne varsa koysun ve her şeyin kaybolmasına izin versin, bir sonraki atağa kadar. Başlanan noktaya dönüş. Yeterince yargıladım zaten, biraz daha yargılayayım. Tom Hardy'nin Locke diye bir filmi var, Hardy'nin oynadığı karakteri pozitif kutba koyarsak bu adamı negatife koyabiliriz. Filmde adam iki kadınla sürdürdüğü ilişkinin doğurduğu problemleri -karısı ve çocukları kendisini evde beklerken o bir iş seyahatinde tanışıp seviştiği, hamile bıraktığı kadının doğumuna yetişmek üzere yola çıkmıştır- ve iş yerindeki sıkıntıları birkaç saatlik yolculuk sırasında, telefonla çözmeye çalışır. O kadar dirayetli, kişiliğinden ödün vermeden hareket eder ki... Bilemiyorum, sanırım gerçeklikleri eşitleme diye bir şey uyduracağım. Derin bir ilişki kurduğunuz insana bilmesi gerekenleri -o insanın taleplerine göre belirlenir bunlar, dengelenir, itilip çekilir, olmazsa ilişki derinlikten uzaklaşır ve kopar- söylersiniz veya söylemezsiniz. Söylerseniz gerçeklikleri eşitlersiniz, söylenecek şeyler sizin için çok önemli şeyler olabilir, bu durum o insanın da çok önemli olduğunu gösterir. Değer verdiğinizi gösterirsiniz. Sessiz kalarak farklı bir gerçekliğin üretilmesine yol açıyorsanız, o zaman o insanın onurunu, kişiliğini, kısacası yaşamını umursamadığınızı gösterirsiniz. Sanırım dünyada bundan daha büyük bir haysiyetsizlik yoktur. İnsan olan yapmaz diyelim. Haysiyetsiz lan bu herif kısaca. Hardy'ye bakın, adam telefonda çat çat eşitliyor gerçeklikleri, eşine durumu anlatıyor, çocuklarıyla konuşuyor, bedeli ne olursa olsun. Helal be.

Gevezelik bir yana, adamımızın dünyasında her şey bir tedirginlik kaynağı. İletişim kurmak zorunda kaldığı insanlar, sokakta karşılaştıkları, evindeki eşyalar dehşet verici. Kadınlarıyla birlikte olduğu zamanlarda biraz rahatladığını hissedebiliyoruz, o da biraz. Açık alanda yapılan seks, kalçalar orijinal bir pozisyondayken yapılan seks, seks, seks, seks. Ölüm de adamı yola getiremediğine göre iktidarsızlığa kalıyor iş, o da pek uzakta değil zaten.

Genazino'dan bir kent insanı daha. Yalnız, kaygılı, sorunlu, onmaz.

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Machado de Assis - Mezarımdan Yazıyorum

Etini kemiren ilk kurda ithaf ediyor metnini Cubas, bir tek o kurt okuyacak ve sonrasında her şey yok olacak. Sonra Okura diye ayrı bir bölüm oluşturuyor, Stendhal'ın eserlerini yüz okur için yazdığını duyanların şaşırmaması gerektiğini, kendisinin belki de beş okura seslendiğini söylüyor ama doğru değil bu, az önce sadece bir kurda sesleniyordu, mezarından yazıyordu, bu yüzden yazdıkları onca dağınık ve kötümserdi, zira mezarından yazan bir adam iyimser ne yazabilirdi, üzerinde biten çiçekleri mi, geceleri ıssızlıkta şarkı söyleyen rüzgarı mı yazacaktı, daha da ne olacaktı, Sterne veya Xavier de Maistre gibi serbest bir tarzı tutturmanın bir anlamı olduğunu sezdirecekti, bunlar tek bir odada kendini sekizden fazla kez katlayabilen kağıtlara ve adımlara bir dünya sığdırmışlardı, Cubas da sığdırabilirdi ve sığdırdı, mezarında. Bu yüzden kitabının uçarılar ve ağırbaşlılar tarafından sevilmediğini söylüyor, aslında pek de hoş bir konu değil, ölüm korkusu yüzünden yaşamlarını mahveden insanlardan ölümü aklına hiç getirmeyen insanlara kadar pek çoğu için görmezden gelinecek bir kitap bu, belki de Assis lafa giriyordur ve bu metnine kadar pek satmayan kitaplarını da göz önüne alarak konuşuyordur, bilemiyorum, yine Cubas konuşsun: Halkın teveccühünü kazanmak istemiyor, saygı istemiyor, sadece yaşamının hikâyesini anlatmak istiyor. Sondan başa, mezardan yine mezara. "Kitabı yazmış ve ölmüş değilim, ölmüş ve yazmaya başlamış, yani mezarında yeni bir hayata başlamış bir yazarım." (s. 11) Şehrazad'ın ölümden kaçışı gibi mi, zaten metinde de sıklıkla geçiyor o masallar, birbiri ardınca gelen sudaki çemberler genişliyor, hikâyeler dağılıyor ve anlatacak bir dolu şey çıkıyor ortaya, bu da bitmeyen metinlerden biri, anlatılanlar kadar anlatılmayanlar da hâlâ orada bir yerde, okurun köşesinde duruyor, durur. Cubas olabileceklere de olanlar kadar yer açıyor, hatta daha fazlasına.

Harold Bloom'un 100 dâhi arasında gösterdiği de Assis'i Philip Roth da çokça övüyor, de Assis Brezilya'nın en büyük yazarı olarak görülüyor. 1881'de yazdığı bu olağanüstü metin tek başına yeterli, de Assis dünyanın uzak köşesinden Kafka'yı müjdeliyor ve kendi zamanının Avrupalı yazarlarının ötesinde bir anlatı zenginliği oluşturuyor. Okuyup esinlendiği yazarların etkilerini görmek mümkün; Shakespeare'in çıkmazları, Stendhal'ın kadın-erkek meseleleri, Lord Byron'ın mistisizmi, hatta adı geçmese de Kant'ın ahlak felsefesi metinde kendine yer bulur. Okura sesleniş zaten anlatının temelinde yer alır ki ben tek bir kurda sesleniş olarak değerlendiriyorum bunu. Taktiği kes, böylece güvenilmez anlatıcının ortaya çıkması için de sağlam bir temel oluşturdu de Assis. Tabii ortaya çıkarırsa. Mezarından yazan bir adama ne konuda, nasıl güveneceğiz? Okur olarak işimiz sadece okumak. Yargılamak başka bir şey, biz sadece anlatılanlara tanıklık edeceğiz. Gevezeliğe de katlanmak gerekiyor biraz; Cubas konuşkan bir adam ve hayatı boyunca olmayacak işlerin peşinde koştuğu için palavra atmaya çok yatkın, kendine güveni tam, sözcükleri ve cümleleri parıltılı. Şık bir ölü Cubas.

Vadesi dolan adamımız, altmış dört yaşında bir bekâr olarak gömüldü. Cenazesine pek az kişi geldi, kız kardeşiyle kız kardeşinin eşi dışında bir de sürekli ağlayıp kendi kendine Cubas'ın öldüğünü söyleyen kadın var, bu kadının kim olduğunu anlatının sonunda anlıyoruz tabii. Bir yakı icat ettiğini, onunla parayı kırdığını söylüyor ama bu yakının bahsi metnin sonuna kadar hiç açılmıyor, hikâyesini bekliyoruz ama gelmiyor, yine yakı muhabbetiyle bitiyor olay. Başlarda anlatmaya çalışıyor ama lafı oraya getirmeye çalıştığı her seferde başka bir yere gidiyor kafa, başka şeyler anlatıyor adam. Kafasının çok karışık olduğunu, her şeyi her an düşünebileceğini söyleyebiliriz. Patlamayan tüfeği duvara asıyor Cubas, her tüfeğin patlamayacağını gösteriyor bir açıdan, şık bir hareket. Ailesine gelirsek, büyük büyük dedesi fıçıcı bir adam, fıçı işiyle uğraşıyor, aileyi o kuruyor. Babası nispeten zengin, oğlunu seven bir adam. Çok uğraşacak oğlunu iyi yerlerde görebilmek için ama Cubas sürüklenmediği zamanlarda garip kararlar alacak ve bir başına kalacağı mezara kadar adım adım yalnızlaşacak. Psikolojisini az çok bilebiliyoruz, zaten kendisi de konu hakkında gevezelik yapıyor: "Bildiğim kadarıyla şimdiye dek kendi hezeyanlarını anlatan kimse yok. Bunu ben yapacağım, bilim dünyası da bana minnettar kalacak." (s. 23) Psikolojik olgular üzerinde düşünmeyi sevmeyen okura diğer bölüme atlamasını salık veriyor adam, bölümler arasında ani geçişler yapıp metnin bir ucunu diğer ucuna bağlayabiliyor, onun için doğal hareketler. Trapez diyordu galiba, bütün düşüncelerin biriktiği ve dengede durmaya çalıştığı beyni bir gösteri alanı. Çöplük, hazine odası da denebilir. Geçişler burada doğar, Cubas okura nasıl bir yeteneğe sahip olduğunu göstermek için Virgília'nın hezeyan başlatıcı özelliğini anlatır, bir bölüm buna ayrılmıştır, anlatı kronolojik sayılabilir ama o kadar çok dala ayrılır ki doğrusal zamandan sürekli olarak çıkarız ve geri dönmek için diğer bölümü beklemek zorunda kalırız, tabii Cubas bambaşka bir yere atlamazsa.

Okuluna gidip gelir Cubas, babasını memnun eder ama çok yaramazdır, olmadı şeyler söyler, insanları utandırır, babasından nadiren şamar yerse de şeytan tüyü onu hep kurtarır. On yedi yaşına gelince Marcella'ya tutulur. Civarın en zillisidir, herkesin gözü ondadır ama o zenginlerle takılır, onları bir güzel yolar. Cubas da bir güzel yolunur, babası onu Avrupa'da okumaya yollayana kadar. Orada da küstah ve acımasızdır, Cubas kendini pek güzel eleştirir, okurdan hiçbir şey gizlemez. Okulu bitirip döndüğünde politikacı olması istenir, politikacı olmak için sağlam bağlantılara ihtiyacı vardır ve Virgília'nın ailesi sağlam bir bağlantıdır. İlk karşılaşmaları bu. Cubas aşık değildir, dolayısıyla Virgília bir başka adamı tercih ettiğinde kalp ağrısı çekmez pek. Sonrasında, tekrar karşılaştıklarında ve yıllar sürecek kaçak aşkları başladığında ikisi de yeterince acı çekecektir. Tam bu noktada şahane bir alıntı yapmam lazım: "Ah benim patavatsız, kör cahil sevgilim, bizi dünyanın hâkimi kılan yeteneğimiz budur: Geçmişi yeniden kurmak. Böylece kanılarımızın değişkenliğini, sevgilerimizin beyhudeliğini kanıtlamış oluruz. Pascal, insanın düşünen bir kamış olduğunu söylemiş. Yanlış... İnsan düşünen bir dizgi hatasıdır. Hayatın her dönemi, bir öncekini düzelten yeni bir basımdır ve her dönem, bir sonraki tarafından düzeltilecektir; ta ki nihai basım yapılana kadar, ki yayıncı bu basımı kurtlara adamıştır." (s. 84) Bu yüzden acı verenler değişmese de acı hep yenilenir, ilk kez çekiliyormuş gibi hissedilir. Altmış yaşında terk edildiği için intihar eden insanları anlamak kolay, hiç altmış yaşında öylesi bir acıyla karşılaşmamışlardır. Bu yüzden Cubas da anlatı boyunca yaşlanır, yirmilerini harcar, otuzlarını, kırklarını, ellilerini ve altmışlarını harcar, sonra kurt için bir itirafname hazırlar, yaşamını ve acılarını diri tutabilmek için.

Siyasi meselelerle, deli bilgelerle, bitmeyen aşk maceralarıyla dolu, çağının çok ötesinde bir metin bu. Daha yazılacak çok şeyi var, benden bu kadar. Mutlaka ve mutlaka okunmalı, hatta okuma sırasında önlere alınmalı.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Kjersti Skomsvold - Hızlandıkça Azalıyorum

Saudade bir duygu, tanımı şu: "Uzaktaki veya kaybolmuş bir kişiye ya da nesneye duyulan melankolik özlem. Hep orada, yüzeyin hemen altında atan, yasla karışık umut. Muğlak bir özlem var ama vazgeçiş ve geçmişin sevinçlerini hatırlamanın keyfiyle karışmış." (s. 240) Kolektif'ten çıkan Duygular Sözlüğü, yitirilenlerin hissettirdiklerini farklı kültürlerdeki yansımalarıyla birlikte ele alsa da pek çok duygunun arasında nokta atışı yapan bir tek bu var. Gülten Akın, "acının eşiğini aşmak" olarak imler bunu, acının bir ötesinin "yasla karışık umut" olması son çizginin gerçekten bitiş çizgisi olduğunu, ötesinde aşılan duyguyla bağlantılı başka bir duygunun olduğunu gösteriyor. O yas hep oradadır, zaman geçtikçe yanında başka yaslar da birikir. Yeterince çözemediğimiz zaman tortuları görürüz, dibe inerler. Yük ağırdır ama bir kez oluştu mu zevk verir, tabii bir noktadan sonra. Daha zevkli olan şey, bir şeyleri başka türlü yapabilecekken yapmamanın sonucu olarak ortadan kalkan alternatif gerçekliklerin düşüncesi. Burada da öncekinin tersi bir durum var sanırım; eşik aşıldığında korkunç bir mutsuzluk doğar, öfke de doğar. İkisinin arasında bir yerlerdeyiz; iyi ki yaptık ve keşke yapmasaydık. Sanırım daha çok "keşke yapmasaydık".

Belli bir eşiğe ulaşmadan muhasebeyle uğraşmak doğru değil, kaçırılan çok şey olabilir. Hesap yanlış çıkar muhtemelen. Bir şeyin içindeyken onu görmek mümkün değil, daha da içine girmek gerek. Mathea son noktada, belki tam ortada ve odağa dönüşür dönüşmez o da izleyenlere bakmaya başlıyor. Anlatıcı rolünü buna uyduruyorum, Mathea bir boşluk ve boşluğun gözleri var. Etrafı kırışık, yetmiş yılın rüzgarını yiyen bir yüzde ne kadar çizgi birikmişse her birinin anlatılacak bir hikâyesi var, Mathea çizgilerinin hikâyesini anlatıyor. Çok sevdiği, çocukluk aşkı olan eşiyle ayrılışının, sonrasında eşinin ölümünün ardından, Epsilon'la geçen onca yılın dökümü yapılabilir hale geliyor. Hiçbir zaman odak olmayan, insanlardan uzak duran ve toplumsal çözülmenin hızlandığı bir çağda korkularını var ederek yaşayan Mathea için sayım vakti. Bilincinin parçalarında birikenler bir bir sayılacak, Epsilon'la geçen yaşamıyla yalnızlığını kıyaslayacak ve yaşlılık, ölüm, sevgi, aşk gibi hayatın temel kavramlarını bu parçaların arasından söküp birleştirmeye, yeni bir şey oluşturmaya çalışacak. Yeni bir yaşam algısı arayışı, bir başınalığı kabulleniş, sessiz bir isyan. Ne için yaşanıyordu, bunu kim hatırlayacak? Mathea bile hatırlamayacak, sadece o anki konumuna gelene kadar yaşadıklarını gözden geçirecek. "Geriye kalan azıcık yaşamımı, onunla ne yapacağımı bilene kadar saklayabilmeyi isterdim." (s. 12) Anlamlı bir şey düşünme çabasıyla dalınan uykudan acıkmış olarak uyanmak gibi küçük olaylardan kaç dünyaya ulaşılır, bu durum neler çağrıştırır, üzerinde saatlerce düşünülecek bir mevzu. Denge isteği beliriyor; sözlerin karşısına birkaç parça peynir konmalı. Epsilon'un yokluğu, yol üstünde öylece bekleyip Mathea'yı her gördüğünde saati soran adamla tartılmalı. Gündelik olaylarla yılların ötesine uzanan acılar birbiriyle ölçülmeli, fazlalıklar törpülenmeli. En sonda gördüğümüz bu.

Mathea'nın çok ince biri olduğunu söylemek gerek, sokakta yürürken etrafındaki yapraklardan doğurduğu düşüncelerle zamanın içinde kaybolup başka bir yerden çıkabilir, çocukluğunu izleyebilir ve geri döndüğünde her şeyi yerli yerinde, hiç değişmemiş olarak gördüğünde kabullenebilir; nereye giderse gitsin kendisine dönecektir. Çok parçalı kendisinin her bir bölümü için ayrı bölümler kurulmuştur, metnin birçok parçası Mathea'nın farklı açılardan izlenebildiği pencereler olarak düşünülebilir. Birbiriyle ilgili bölümlerdir bunlar, gerçi Mathea'nın izin verdiği ölçüde. Aynı apartmanda oturduğu June'un ve annesinin anlatı içindeki rollerini metnin sonlarına doğru öğreniriz, başta sadece komşu olduklarını biliriz. Her şey ortaya dökülmez, anlatılmayanların anlatılanlardan daha sesli olduğu hikâyelerdendir bu. Adım adım kurulur. Norveç'in soğuğu, sokakların ıssızlığı, insanlarla iletişim kurma çabasının "artık hiçbir şeyden emin olmayan" biri tarafından gösteriye dönüştürülmesi, Schopenhauer'ın düşünceleri üzerinden Epsilon'la sürdürülen sohbetler, iz bırakmış ne kadar an varsa hepsi hikâyenin içindedir.

Çocukluklarında birbirlerinde buldukları şey yaşlılıkta nasıl kaybolur, yasın daha derin bir boyutu var mıdır, bunların cevabı Mathea'da. Epsilon tam bir mantık insanı, emekli olmayı bekliyor ki Mathea'yla daha çok zaman geçirebilsin. Bunu Mathea bekliyor galiba, Epsilon'un böyle bir niyetinin olup olmadığını söylemek zor. Hareketli biri olduğunu söylemek zor, eşine göre daha çözümleyici ve sakin. Eşiği içinde taşıdığı söylenebilir, bir şeyin olmasını bekler gibi geçirdiği yıllardan sonra komşu kadınla kurduğu ilişkinin sebebini sadece olabilirliğe bağlamasına bakarsak yaşadığı şeyin kendisine yetmediğini, daha da yaşamak istediği düşünülebilir. Zaman içinde bir kök çürüyor, iki insanın arasına azalan ihtimaller giriyor ve nihayetinde kopuş gerçekleşiyor. Arkadaşlık da ortadan kalktığı için, belki de empati kurmakla uğraşmadığı için Mathea'nın keşfetmesini bekliyor Epsilon, belki de hiçbir şey söyleyemeyecek kadar yorgundur, uzun süre beklediği emeklilik de pek bir şey değiştirmemiştir, kendini bir başkasının yanında bulmuştur. Mathea'nın bu durumu Monty Hall Problemi'yle anlatması ve ikisi arasında geçen enfes diyalog çok basit bir çözüm sunuyor aslında: Kapıyı değiştirirseniz kazanma şansınız artar ama keçiyi/ilk tercihinizi bırakmış olursunuz. Bir şeyi seçtiğimizde diğerlerini yitiriyoruz, Mathea'ysa yitemeyecek kadar seçilmiş durumda. Epsilon'da tükenen yakınlığı diyalogların soğukluğundan, yaşama bakış açılarının farklılığından sezebiliriz. Geriye bir tek eşyaları kalmıştır, öylesi bir yalnız gidiştir onunki. Ölümünün şiirselliği de bir yalnızlıktır ama bu kez Mathea açısından. İmgeler uçuşur, üzüntü yüz farklı biçime bürünür. Eşyalardan, nesnelerden kurtulmak gerekir, yaşlılığın ve üzüntünün işbirliğine karşı koyamayacak kadar yorgundur Mathea, Epsilon'dan kalan saati yol kenarında sürekli saati soran adama verir. Ne kadar çok verirsek o kadar özgürmüşüz, Mathea bu özgürlüğü tanıdı böylece. Epsilon'un hayaleti ortalarda gezinmeyecek, bir süre sonra.

Yaşlılıkla mücadele. Mathea, kendinden sonra arkada kalacak eşyalarını düşünür ve onlar için bir sandık hazırlar. Bir eşya dökümü müddetince hikâyeler birikir, nesnelerin dünyasına derinden bakılmasa da "yeni" anılara yer açılmış olur. Bir zamanlar birbirini sevmiş iki insanın yaşadıkları, konuşmaları, ölümün bir durak öncesinde hatıraları oluşturan maddeden tekrar yaratılır. Şimdiyi yaşamanın gerekliliğini söyleyen Epsilon'a karşı albümlerine özenle bakan Mathea. İki farklı insanın paslanmış tutkusu ölüm gibi bir şey olsa gerek. 45 Years'taki hüznün bir benzeri.

İşe Yarar Bir Şey'de geçen "hiçbir sözcüğün 'turuncu'yla kafiyeli olmadığı" bahsi bu metinden alınmıştır. Gerçi Skomsvold da Holst'tan çarpmış. Aslında bu bir çocuk şarkısından veya bir söylenceden geliyor olabilir, bilemiyorum. Sonuçta böyle bir bilgi var ve vereyim bence. Verdim gitti.

Norveç, canım memleket. Skomsvold, inceliğinden öptüğüm.

5 Temmuz 2018 Perşembe

Guillermo Rosales - Felaketzedeler Evi

Otobiyografik, bu yüzden novellanın ardından gelen Guillermo Rosales ya da Entelektüel Öfke başlıklı inceleme yerinde olmuş. Rosales'in sürgünlerini, Küba'nın komünizm adı altında yol açtığı totaliter baskıyı bilmeden metin güdük kalır. Zaten unutturulmuş, basılana kadar sayısız ret yemiş bir metin bu; Küba'nın dışladığı ve görmezden geldiği, ABD'nin "gündemi oluşturmayan bir mesele içermesi sebebiyle" ilgilenmediği bir metin. Tam bir yalıtılma ve yabancılaşma. Aidiyet duygusu ortadan kalkınca insan bir parça daha özgür olduğunu hissedebilir ama bu kez de kapitalist sistemde hayatta kalabilme problemi ve Rosales'in psikolojik hasarı özgürlüğü engelliyor. Korkunç bir bakımevine hapsedilmiş insanların sömürülmeden hayatta kalamayacaklarını görüyoruz. Hapsedilmek parmaklıklar ardına atılmak gibi bir durum değil, dışarıda tek başına yaşamı sürdürememe durumu. Orta sınıfın kadim korkusu. Bunu iyi beceriyor sistem; aslında ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar yaratıyor ve aslında sahip olunmayan parayla bu ihtiyaçları gidermeyi sağlıyor, zinciri takıveriyor bu sırada. Tabii burada daha dolaysız bir biçimde takılan zincirden bahsetmek gerek.

Rosales komünist ve kapitalist toplumlarda da yaşamış, ikisinin de birbirinden farksız olduğunu söylüyor. "Nefretle yazılan bir roman" bunun kanıtı. "'Tanrıya inanmıyorum. İnsana inanmıyorum. İdeolojilere inanmıyorum.'" (s. 98) Bakımevindeki akıl hastalarından birinin Küba'daki bütün malları elinden alınmıştır, komünistlere sallayıp durur bu yüzden. 1980'de muhaliflerin ABD'ye gitmesine izin verilmesiyle birlikte binlerce kişi Küba'dan kaçar ve arkalarında koca bir geçmişi bırakırlar, yeni bir ülkede, bu sefer başka bir yırtıcının pençeleri arasında yaşamaya çalışırlar. Küba'nın boğucu atmosferinden kurtuldukları söylenemez, ABD her ne kadar özgürlükler ülkesi olsa da  -ya da öyle olduğu iddia edilse de- malum sistemi dolayısıyla insanları öğütür, posalarını çıkarır. Posaları çıkmış insanların hikâyelerini göreceğiz, başta Rosales'in personası olan William Figuares'in. Figuares, figür. O, ismini bildiğimiz sayılı örneklerden. Rosales ömrünün son zamanlarında geçirdiği sefilliğin karşısına çıkardığı insanları yazsaydı sürünmenin sagasını ortaya çıkarırdı ama yazdıklarını yok eden bir yaratıcı o da, Bernhard'ın romanlarından fırlamış gibi. Kardeşi, Sokrates adlı bir roman yazan Guillermo'nun yaşamından bir kesit sunuyor: "'Onu yazmak için bir ay odasına kapandı. Hiç sokağa çıkmadı. Daha sonra yaktı o romanı. Kendini mahvetme yeteneği böylesine gelişkin başka hiç kimseye rastlamadım hayatımda. Her an sönebilecek bir ışıltı gibiydi o.'" (s. 107)

Bir de şu: "Yazdıklarını düzeltme, değiştirme yoluna gitmiyordu. Hızla yazıyor hızla yırtıp atıyordu yazdıklarını. Annesi yazdıklarını dolaba kilitliyor; o dolabın arkasını söküp kâğıtları buluyor, yok ediyordu." (s. 107) Aslında kendisinin Bernhard tarafından anlatıldığını düşünüyorum, Bernhard kendisini hiç duymamıştır muhtemelen ama duysaydı ne düşünürdü, çok merak ettim. İntiharına kadar birebir anlattığı biri, dünyanın öbür ucunda dünyanın acısını omuzlamış ve bu kokuşmuşluğa belirli bir süre katlanabilmiş, hayatına son verene kadar. İntihar kararında görmezden gelinmesinin etkili olduğu söyleniyor, zaten kendisine hiç güvenmediğinden eserlerini yok ediyor ama birkaçının yayımlanmasına -arkadaşlarının zoruyla da olsa- izin veriyor. Hayatının zirvesi, Octavio Paz'ın son kararıyla kazandığı Letras de Oro adlı yarışmanın ertesi olabilir. Umutlanmıştır, yeni eserler yazacağını düşünmüştür, yazmıştır da. Yok etmediği metinleri bulunmuş, onlar da Türkçede yayımlanır umarım. Hayatın adaletsizliğine karşı entelektüel şiddet, onun savunusu bu. Sert bir gerçeklik, her şey olduğu gibi. Kötülük sokaktaki bir adam olarak dolanıyor ve bütün gerçekliğiyle anlatılıyor, metinler kafaya inen bir baltaya dönüşüyor. Rosales'in yeterince keskinleştiremediğini düşündüğü baltalar bir yana, bu metin bile ne kadar kızgın olduğunun kanıtı. Yaşamında da son derece acımasız ve sertmiş, etrafındaki insanlara pek tahammülü olmadığı söyleniyor. Gergin olmadığı zamanlar komikmiş, mizah duygusu çok gelişmiş bir adammış. Duygusal zekasının ardında sürüklenen bir adam Rosales, onca adaletsizliğe karşı öfkelenmekten başka yapabileceği bir şey yok.

"Dışarıda bakımevi diyorlardı oraya, ama mezarım olacağını biliyordum ben." (s. 7) İlk cümle ve metnin kilit cümlesi bu, zira hastaların istedikleri zaman çıkabildiklerini görüyoruz ama hep geri dönüyorlar. Berbat yemekten üç kaşık alıp dördüncüyü tüküren, bakımevi çalışanlarının rezilliklerine şahit olan, terk edilmiş, hor görülmüş insanlar, özellikle Figuares gibi deli olmadığı psikiyatrist tarafından da söylenen bir adam neden geri döner? Özgürlük de üzerinde oldukça durulan bir olgu olarak belirir metinde, her şeye rağmen özgürlüğü seçen ve hayatını yaşayan arkadaşları Figuares'te herhangi bir korku uyandırmaz, hatta özgürlüklerine tutundukları için onları içten içe takdir eder adamımız. Öyleyse neden kendisi de çıkıp gitmiyor? Aralarına sonradan katılan Francis'e tutulduğunda, birlikte eve çıkma ve o pislik yuvasından kurtulma hayalleri bakımevi sahibince engellendiğinde, Francis annesi tarafından götürüldüğünde yaşamak için, özgürlüğünü elde etmek için sebeplerin en güzeli var elinde ama kurtulmuyor, kurtulmak istemiyor ve bakımevinde kalıyor. Bunun üzerine düşündüm, Figuares'in -metinde Figuares olarak geçiyor, arka kapakta Figueras, hangisinin doğru olduğunu bilmiyorum ve araştırmayacak kadar tembelim- sağaltılamayacak ölçüde kırıldığı sonucuna vardım. Bulunduğu ortamdaki düşkünlere şiddet uygulamaya başlaması, onların eşyalarını aşırması, Francis aralarına katıldığı zaman kadına çektirdiği işkence, pek çok şey onun da ezenlerin yanında yer almak istediğini gösteriyor. Gücün elinde olması ve istediği zaman kullanabilmesi, muktedir olanın eziyeti sürdürebildiğince görmezden gelmesini, yaşadığı ortama katlanmasını sağlıyor olabilir.

Francis için ayrı bir paragraf lazım. Güzel kokuyor, diğerleri gibi leş kokusu yok. Güzel giyiniyor. Figuares'in dikkatini çekiyor hemen, kendisine ne yapılırsa yapılsın onaylayan cevaplar veriyor. Marina Abramović'in performansını hatırlıyorum, gözlerinden yaşların aktığı bir fotoğrafı var. Üzerine dikenli bir dal saplanmış, izleyiciler performansın bir parçası olarak sanatçıya acı çektirmişler ve sanatçı sanatını sürdürmek için dimdik ayakta. Francis de böyle; Figuares kendisine tecavüz ediyor, boğazını sıkıyor, türlü eziyetlerle kendisinin kılmaya çalışıyor ama sadece onaylıyor Francis. Figuares bu noktada varlığını sorguluyor, kırıldığı noktayı bir ölçüde onarıyor ve kadını gerçekten seviyor, vuruluyor bayağı. Birlikte kaçıp gitme planları kuracak kadar. Kadın tam da bu noktada iletişim kuruyor adamla, sadece onaylamıyor artık, konuşuyor ve planlar yapıyor. Bu ilişki oldukça ilginç, düşündürücü.

Figuares kim? Yazar, yazar arkadaşları var. Küba'dan kaçıp ABD'ye geliyor ve zengin akrabaları tarafından, halasının vasıtasıyla bu bakımevine kapatılıyor çünkü ailesinin yüz karası bir akıl hastası gibi davranıyor, uyumsuz, kazananların yanında yeri yok. İngiliz şairlerinin, Romantiklerin şiirlerini okuyor ve onların bunaltısını kendi yaşamına eklemliyor. On beş yaşında bütün büyükleri okumuş: Hemingway, Faulkner, Kafka, Musil, Joyce... Hemingway bir noktada hayatını kurtarmasını sağlayabilirdi; Francis'le kaçmayı düşündükleri sırada polis tarafından yakalanınca karşısına çıkarıldığı psikiyatrist Hemingway hayranı çıkıyor ve ilk kez yaptığını söylediği bir şeyi yapıyor, bakımevi sahibiyle konuşup özgürlükleri için uğraşıyor. Francis annesi tarafından götürülmemiş olsaydı mutlu bir son izleyecektik. Gerçi ben Figuares'in her şeye rağmen çıkıp gittiğini ve Francis'i aradığını düşünerek alternatif bir son yarattım kafamda, bu kadar acıya bir tanecik mutluluk olsun.

Mekân. Rosales'in katı gerçekçiliği o kadar şiddetli ki klozete tıkılmış kıyafetlerin üzerine işeyip sıçan hastaların yaydığı koku duyuluyor. Bakımevi çalışanlarının hastalara tecavüz etmeleri, eşyalarını yürütmeleri, pek çok şey işi karikatürleştirme tehlikesi yaratıyor ama buna izin vermiyor Rosales, kendi deneyimlerini kurarken olabildiğince doğrudan bir anlatı kullanıyor. Dehşete düşmemek elde değil.

Rosales bir temiz deşti. Ya da kendi deşiğini gösterdi. Okurda iki çukur oluşacak, omuzlarda ve kalpte.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Wilhelm Genazino - O Gün İçin Bir Şemsiye

Baturay o kadar çok önermişti ki nihayetinde okumuştum, Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk beni darmadağın etmişti, toparlanmak zaman almıştı. Toparlanmak için sahilde bisiklete binmiştim bir süre, günde elli kilometre kat ettiğim oluyordu, canım çıkıyordu ama fiziksel bir aktivite bütün düşüncelerimi alıp götürüyordu, kuru kafamdan daha fazla bir şey dökülmeyesiye kendimi yoruyordum. Bir doksan boya yetmiş beş kilo yakışmıyordu, hastalıklıymışım gibi göründüğümü söylüyorlardı ama kendime engel olamıyordum, sigarayı bırakmam da bir şey yememe yol açmamıştı, sadece daha da basitleşmeye çalışıyordum, yaşamımı daha basit yaşamak için elimden geleni yapıyordum. Bu bir hafta öncesine kadar böyleydi, şimdi onca ağırlığı kaldırıp indirmede herhangi bir mantık aramamama rağmen vücudun alarm verdiğini hissettiğimden lor, hindi füme, balık gibi protein namına kafayı yemiş ne kadar besin varsa alıp haşat ettiğim kaslara gönderiyorum. Bir şeye takıntım olacaksa, basitleşmenin yolu buysa kendimi değiştirmeliyim, diye düşündüm, koltukta otururken. Bu koltuktan ölüme bakıyorum, doksanlık anneannemin hastanenin tek kişilik odasında tek kişilik ölümünü izliyorum, on gündür. Kalbinin çok kuvvetli olduğunu söylüyorlar, böbreklerinin iflas etmiş olmasına rağmen onu kalbi ayakta tutuyor, anneannemin basitleşmesinin karşılığı da bu. Ölümün yalınlığı bana tekrar Genazino okuttu, Baturay'a ben önerdim bu sefer.

"Baturay, adamın bu metnini okudun mu?"
"Listeye eklenmiştir."
"Ne listesi lan, başla çabuk."

Ekle de, bu sefer de aynı şey. Bir metni atlatabilmek için gerekenleri listeleyeceğim, belki yardımı dokunur. Askere gitmek iyi bir fikir, düşünce namına ne varsa silip süpürülür. Askerlik olmazsa fiziksel bir iş şart, markette çalışmak iyi fikir. Gelen malları indirmek, depoya yerleştirmek, raflara dizmek bütün bir günü alan süper bir iş. Yürümek iyi bir iş değil, iyi olsa şemsiyeliğinden pek de memnun olmayan adamımız zannediyorum ki nesneleri, anıları, insanları ve yaşamını birbirine karıştırmazdı. Anlatıcı olarak kendisinin hikâyesini dile getirir, bu iyi değildir. "Hayatımın, hayatımın bir incelemesine dönüşmesinden hoşlanmıyorum." (s. 155) Bir şeyin güzelliğini düşünmenin o güzelliği örselemesinden nasıl kaçınılacak, idrak etmeden yaşamanın bir olasılığı düşünme yetisinden uzağa düşmekte yatıyor bu, evet ama toplum böyle bir yaşamı istemiyor, toplum insanı bilincini koruması yönünde zorluyor, aksi halde parmaklıklar ardına atıyor ve diyor ki, "Sen bu halinle işime yaramazsın, bu tür maddeler kullanmamalısın." Madde kullanmak. Bir olasılık, tehlikeli olanından. Adamımız tehlikeden biraz uzak, herhangi bir şey kullanmıyor. Kırk altı yaşında. Ayakkabı denetçisi. Giydiği ayakkabılarla kentte dolanıp duruyor ve hissettiklerini raporlaştırıp işverenine teslim ediyor. İşi bu. Ölümden uzak, ölümle bir işi olmasa da adım adım yaklaşan bir karanlık var, bu onu çabalayan birine dönüştürüyor. Çabalamayı bırakırsa delirir, bazen delirmeyi çok istiyor ama yaşamı, dünyayı her şeyiyle, olduğu gibi kabul edemiyor bir türlü, kabul edebilseydi, işte o zaman delireceğini düşünüyor. Ölümü olduğu gibi kabul edemiyoruz, yaşamı da aynı şekilde, tam bir yalınlığı deliliğin yüzlerinden biri olarak görüyoruz.

Hızlı geçişlerden bahsetmem gerekiyor, mutsuz olduğu zamanlarda mutluluğu arayan adamı hatırlıyorum, yaşamın olağanlığındaki detayları fark ederek yırtıyordu mutsuzluktan. Ha, neydi, aslında yavaş yavaş kayışı koparıyordu ama mutluluğun derecesi arttıkça önemsizleşiyordu bu. Her zaman izlenecek bir şeyler, düşünülecek bir şeyler vardı, burada da var. Adamımız yürüdükçe okul çocuklarını görüyor, okul çocukları üzerinden kendi yaşamını biçimliyor ve havada süzülen bir kağıt parçasına takılıyor bu kez, kendi yaşamının uçuculuğuna bağlanıyor, her şey birbirine bağlanıyor ve bütün bunlar, nesnelerle düşüncenin iletişimi çizgi üzerine çizgi çekiyor, çizgiler koyuruyor ve derinleşiyor, yüzeyde iz bırakmaya başlıyor ve daha derine işliyor. Daha derine, adımlar sürdükçe. Adamımız yürüyor, başka hiçbir şey yapmıyor. Tanıdıklarına rastlıyor, yirmi yıl öncesinin arkadaşları, sevgilileri, tanıdıkları, nefret ettikleri, hepsi şehrin bir yerinde karşısına çıkıyor ve hepsiyle bir şekilde iletişimini sürdürüyor. Onların yaşamlarını hatırlıyor, ne iş yaptıklarını biliyor ve yalanlara başvurarak hepsini anlatıyor. Doğruları aralardan seçebiliyoruz, isteğince. Dalgıç gözlükleri yüzünden terk ettiği ilk sevgilisi, mekanik bir sevişmenin sonunda dükkânından çıktığı kadın, yeşillendiği bir başkası, hepsinin bir noktada birbirine bağlanabilmesi adamın düşüncesini sürüklüyor, düşünce peşte bir sürüngene dönüşüyor, üç kuruş paraya yapılan işin asıl getirisi düşünceler ve delirmekten biraz daha uzaklaşmak oluyor. Üç kuruş, "dünyada kendi icazeti olmaksızın dolanan bir adam" için gayet yeterli ama kendisini terk eden sevgilisinin istekleri için acınası ölçüde yetersiz. Kadın, adam için ortak hesaplarında bir miktar para bırakmış, adam bu paraya dokunmak istemiyor. Başkaca, çocukluğunu hatırlamak istemiyor, çocukluğunun bir anlatıya dönüşmesini istemiyor. Bunlar izlek. Genel olarak hatırlamamak istiyor ve en büyük yardımcısı yürümek, yürümezse hatırlayacak. Yürümekle ilgili onca kitap okundu, yürümekle kaybolmak arasındaki bağlantıları hatırlayın. Solnit'in anlattıklarını, Le Breton'u ve Gros'u hatırlayın, sonra yürümeye başlayın ki hatırlamayın. Yürümek, evet, ilk adım hatırlayıştan gelir, ikinci ve sonrakiler unutuştan.

Düşünce panayırı, oradan oraya atlayışlar ve pek çok sokak, adımlanacak yollar düşüncenin sokaklarında filizleniyor önce. Martıların sokaklarının uçuşta filizlenmesi gibi. Ailenin attığı ilk tohuma da bir yerde rastlıyoruz; öpülmeye isteksiz bir annenin babayı ve diğer erkek kardeşi itmesi de bu sokakların ortaya çıkarken çarpılmasına yol açtığı bariz, adamın karşılaştığı onca kadın, ulaşılmazlar topluluğu olarak hep bir adım ötede duruyor. Küçük kıçını bir güzel çavuşladığı kadın bile ulaşılabilecek bir yerde değil, bir insanın diğerine dokunamayacağının farkında bu adam, Ishiguro'nun hiçlik zeminini hatırlıyorum hemen. Derinlik sandığımız şeyin yoklukta beliren bir yanılsama olduğunu anlamıyoruz, yokluğa daha da fazla kapılıyoruz, ötesinde hep bir şeylerin olduğunu düşünüyoruz ama sonsuz bir düşüşten başka bir şey yok. Her insanın kuyuluğu bu nafile çabada beliriyor. Kendisini terk eden kadına, Lisa'ya yaklaşmaya çalışan adamın başına sadece "yaşamın geldiğinden" haberi çok sonra olacak, her şey olup bittikten sonra. Öğrencileriyle baş edemeyen Lisa, malulen emekli olup kafayı kırınca yapacak hiçbir şey kalmıyor. Bu şeye benziyor; bir ânın hayatımızın en güzel ânı olup olmadığını, o an anıya dönüşmeden bilemeyiz, dolayısıyla o ânı hiçbir zaman yakalayamayacağız, yakalar gibi olacağız ama bunun boşa çabalamak olduğunu bileceğiz. Bunu bir kere anladıktan sonra -yine an- gideni rahat bırakabileceğiz, yoksa omuzda bir çöküntü olarak kalacak.

Sadece yürümek, sadece akış, tercihlerle beliren düzen, sürüklenilen kaos, Genazino yine biraz kül, biraz duman bırakıyor geriye. Yine denizin sakin hakikatini aradım bugün, dalgaların gelişini ve gidişini Calvino'dan başkası anlatmamalı belki ama Genazino'nun "yaşayan" insanlarından başkası da sezdirmemeli.

30 Haziran 2018 Cumartesi

Kjersti Skomsvold - 33

Metni okumaya başlayana kadar hiçbir şeyim yoktu, Norveç ellerinden soğuk soğuk bilinç akışlarında kaldığımdan mıdır, nineyi kaldırdığımız hastanenin bekleme odasının soğuğundan mıdır, çok acayip çarpıldım. Bugün dördüncü gün, kendime geldim. Otuz olduğumu hatırlatmak içindi sanırım, artık yarım gün yatıp akşama iyileşmek diye bir şeyin olmayacağını hatırlatmak istedi virüs kardeşler. Sağ olsunlar. Denk geldi; K. olan Kjersti -veya tersi- de otuz üç yaşındaydı ve akciğer arıyordu, böyle hatırlıyordum, o gece soğuktu, muhtemelen Kayışdağı esintisi ciğerlerime doluyordu ve dinen öksürüğüme yeşil mantar gibi ekstra can veriyordu. Ben sigarayı bıraktım ama K.'nın akciğer transplantasyonundan başka şansı yoktu, hiç sigara içmemişti, ciğerlerini hiç zorlamamıştı ama ölmek üzereydi. Bunun adaletle ilgili bir şey olduğunu sanmıyorum; en yakın arkadaşlarımdan biri ağzına sigara sürmezdi, devlet sanatçısı ve deli sporcu olan babası akciğer kanserinden ölünce herif bacaya döndü. Yaşamdan adil olmasını -diğer pek çok şey gibi- bekleyemeyiz, sadece onu yaşamayı bekleyebiliriz. K.'nin anlattığı da sadece yaşamak. Yaşamak zaten başlı başına bir iş, bir yük, ölüme yakın olunca daha da bir iş. Ferdinand var, intihar eden sevgili. Eh, daha ne kadar iş olabilir gündelik?

K.'nın parlak düşüncelerinde takılabileceğimiz noktalar var, bir de takip edemeyeceğimiz bağlantılardan çıkılan yaşantı parçaları. Fotoğraflar insanların yaşamlarına açılabildiği gibi karanlığı dolduran gölgelerden başka bir şey ifade etmeyebiliyor, tamamen anlık bir akış. Pesimist Samuel'in ve müntehir Ferdinand'ın arasında kararlarını gözden geçiriyor K., bir bebek ve Samuel'le mutlu olabilir ama mutluluk düşüncesini aklından silebilirse. Düşünüldüğü an ortadan kaybolan bir şey bu, K. da pek optimist bir insan sayılmaz, sıkıntılı sınıflarıyla, baskıcı müdürüyle, tatminsizliğe yol açan öğretmenliğiyle meslek yaşamı pek yardımcı olmuyor. Bunun yanında atladığı balkondan aşağı düşmeden önce elini uzatan Ferdinand'ın havada açtığı boşluğun kapanma sesi de kulaklarından silinmemiş. Daha da kötüsü, pek bir şeyi sevmediğini söylüyor. İnsanları, hayvanları, ne varsa sevmiyor ki çocuğunu nasıl sevecek, hele Samuel'i, bu sevmeme olayı bir travma sonucu mu, kaybettiklerinin ardından ortaya çıkan bir duygu mu, bilebiliriz veya bilmeyebiliriz, biz sadece dinlemekle mükellefiz ve anlatıyor K., dikkatli adımlar atarak yaşamış şimdiye kadar, matematiği bu yüzden sevdiğini ve öğretmeye çalıştığını söylüyor. Matematik kesin, formüllere oturan sayılar, belirli uzaylarda belirli biçimde davranan denklemler, hepsi bu. Elbette işin uçucu bir yanı var, matematik diğer her şey gibi buharlaşır ve hayal gücünün ulaşabileceği yerlerde somutlaşmaya başlar ama K. işin bu boyutuyla pek ilgilenmiyor, o sadece acısıyla ilgileniyor. "Bir yaşamı olmayan insan, yanılsama yaratmak zorunda kalır." (s. 8) Acısını yanılsamalarla çoğaltmaya da meyilli, eyvah. Bir konuşsa dünyanın depresyona gireceğini söylüyor, bu kadın tehlikeli. Bu kadın temizinden bir ömür törpüsü olabilir. Bazıları var, çıkarmaya çalışırsınız ama battıkları çukurda iyidir onlar, günü gelince kendi haline bırakıp gidersiniz. K. da onlar gibi, Samuel'le karşılaşana kadar. Daha derin bir çukurda batan biri Samuel, daha pesimist, daha yazar, daha çıkışsız ve yaşamını bu şekilde sürdürebiliyor. Daha kötü durumda olan biri sağaltıcıdır, iyidir ama iyileşene kadar. Sonrasında sadece batışı görülür ve o da arkada bırakılır ama bu da bizim problemimiz değil, Ferdinand'ın problemi ki K.'ya Samuel'den çocuk yapmasını, onunla sevgili olmasını söyleyen Ferdinand. Ferdinand bir albatros, bu imgeyle sık sık karşılaşacağız ve karakterlerin her biri için bir albatros tüyü koparıp saçlarına sıkıştıracağız. Albatrosların pençelerini geçirdikleri türdeşlerine tecavüz etmeleri pek iyi bir çağrışım taşımıyor ama bırakamama-kurtulamama döngüsü birbiriyle uyumsuz üç insanın ilişkisini iyi yansıtıyor sanırım. Üstelik K., kendinden bile kurtulamadığını kabul ettiğinde, Ferdinand'ı Paris'te ve Samuel'i İrlanda'da bıraktığını, kendisinin Norveç'te sıkışıp kaldığını düşündüğünde kentlerin pençelerini de hissediyor. Ciğerlerinin iflası bu pençeler yüzünden olabilir. Bir başkasının ölümünü bekliyor ki son model ciğerlerine kavuşabilsin. Aldığı hava bir başkasının çok önceden sahip olduğu organla alınırsa belki bir başkası olabilir, umutsuzluğundan kurtulabilir ki bu bilimsel bir mevzudur, organ hafızası mıydı neydi, her nakilde önceki sahibin bir parçası yeni sahibe geçebilir. Yeni organı eskiymiş gibi düşünmek, ilk sahibiymiş gibi düşünmek şart, yoksa vücut yeniyi kabul etmiyor. Beyin demeliyiz aslında. Yaşam da biraz böyle; yaşamı olduğu gibi kabul etmezsek hiçbir zaman bizimmiş gibi algılayamayız, hep dışımızda bir yerde durur, olması gereken yerden çok uzakta. Yaşam, tam gözlerimizin arasında, burnun az üzerinde olmalıdır. Bence yeri orası. Yaşama daha güzel bir yer düşünemem, her şeyin merkezinde olmalı.

Edebiyatı düşünüyor K., Ferdinand istedi düşünmesini. Edebiyat, bir şeyler yazmak, K.'nın kurtuluşunun anahtarı olabilir. "İçimdeki şeytanlarla başa çıkmak için kendimi edebiyata yönlendirmem gerektiğini söylemişti." (s. 11) Ferdinand'ı neden bırakmadığını düşünüyor K., Ferdinand öldü. Ferdinand acılarına dayanamayıp Paris'te kendini aşağı attı ve hayaleti musallat oldu, K. geriye kalan tek şey hayalet olduğu için başka bir şeye tutunmuyor, başka bir şeye ihtiyacı yok, Samuel'i görene kadar. Ferdinand'ın hayaleti olmasa belki de Samuel'e de ilgi göstermeyecekti, helal hayalet. Sözcükleri sahtekarlık için kullandığını söyleyen bu kadına başka bir yol gösterdin ve güvenilmezlik pelerininden arındırdın onu, helal.

Tüylü Bir Şeydir Şu Yas'ı beğenenler bunu da beğenir. Melankoli ve yas bir yaşamı nasıl kemirir, neye çevirir, ikisinden nasıl kurtulunur, hep bunlarla alakalı bir anlatı. K.'nın kendiyle yüzleşmesi çok duru, açık. Jaguar'dan hoş bir metin. Şu sıcaklarda İskandinav hüznü iyi gelir, tavsiye ederim.

14 Ekim 2017 Cumartesi

Junichiro Tanizaki - Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın

Cuniçiro mu, Juniçiro mu, Junichiro mu, nedir bilmiyorum. Adamın Türkiyede üç farklı ismi var, hangisi tutuyorsa artık. Adamın metinlerinin isimleri de problem; İhtiyar Çılgın olarak okuduğum sonradan Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi olmuş. Değişik.

Tanizaki'nin kedili fotoğrafı meşhur, kedileri seven birinin kedi ruhunu anlayıp benimsediği ön kabulüyle bakarsak Şozo alığının da bir kedi olduğunu söyleyebiliriz. Büyük bir kedi. Keyfine düşkün. Kolaylıkla yönlendirilebilir, keyfi kaçmasın diye kolaylıkla yönlenir. Çatışmalardan uzak durur, bulaşmaz. Mesela Şozo'nun anası Orin ve Fukuko arasında tartışma çıktığı zaman, tartışmanın sebebi kendisi olmasına rağmen aralarına girip konuya açıklık getirmez, oradan topuklayarak kaçar. Kedi davranışı. Şu da var, "Aslına bakarsanız, bu uyumsuzluğun nedeni, ikisinin de karakter sahibi olmasıydı." (s. 27) Karakterler çatışıyor ve anlaşmazlıklar çıkıyor, bunlar da kedi işi değil mi? Karakterlerin hemen hepsini koca kediler olarak görmeye başladım, Lili'nin etrafta olup bitenlere biraz şaşkın ama bildiği olaylara bakarmış gibi baktığını düşünüyorum.

Lili, kedi. Şozo, oğlan. Anası Orin. Eski eşi Şinako. Yeni eşi Fukuko, kuzeni. Dördü arasında hesaplı kitaplı davranışlar, itmeler, çekmeler, üstünlük kurma çabaları... Tam bir çatışma. Neden? Şozo yelkenli olduğu için. Şinako bu herifi niye geri istiyor? Savaşı çok erken bıraktığı, Orin'le Fukuko karşısında erken pes ettiği için. Kendisine yamuk yapılıyor ve ne kadar şapşal bulsa da kocasından ayrılmak zorunda kalıyor. Araya nifak sokacak ve ikisini ayırmaya çalışacak, altta yatan plan bu. Fukuko'ya mektup yazıyor ve aslında istemediği Lili'yi istediğini söylüyor. "Kendi hayatından daha değerli olan o adamı" vermiş, karşılığında kediyi almak çok bir şey olmasa gerek. Şinako'nun dırdırını katlanılır kılmak için Lili vardı, şimdi sevdiği kadınla birlikte olan Şozo'nun kediye neden ihtiyacı olsun? Yoksa yine mi var, Fukuko'yu da terk etmek istiyor olabilir mi? "Ama sen yine de dikkatli ol, alt tarafı kedi deyip geçersen o kedi de senin yerine geçer." (s. 9) Şinako akıllı kadındır, bunlara pabuç bırakmaz ama rezillik çıkmasın diye evden gider ama saatli bombayı bırakır böylece. Şozo kediyi çok sevdiği için Şinako'ya vermek istemiyor ve Fukuko'yu bahane ediyor. Bunu öğrenen Fukuko zaten Lili'yi pek sevmediğinden kediden kurtulmaya karar verir ama Şinako'nun zafer kazanacağı düşüncesiyle duraksar, işin hesabını yapar. Şozo'nun Lili için aldığı yiyeceklerin kendi öğünlerini de oluşturduğunu dehşetle fark eden Fukuko için sonrası kolaydır, kocasına dünyayı dar eder ve bir haftalık alışma süresinin sonunda kediyi yollamayı kabul ettirir.

Fukuko, Şinako'ya duyduğu öfke ve Şozo'ya duyduğu öfke arasında kaldıktan sonra doğru kararı verdiğine inanır. Pek sabırlı değildir, düşünmeye de zaman ayırmamıştır, doğru karara çabucak varıp onun arkasında durur. O da bir nevi Şozo'dur zaten, paraları olduğu zaman gezip tozarlar, geri kalan zamanda kavga ederler. Evde huzursuzluk havası eser, Orin'in eseri. Bu Şozo biraderimiz hiçbir yerde dikiş tutturamaz, babasını kaybeder, sonra hayta olup çıkar. Zücaciye dükkânları zarar etmeye başladığında Fukuko'nun sahip olduğu parayı düşünen Orin, Şinako'nun ayağının evden kesilmesi için Şozo'yu doldurmaya başlar, bir yandan da Fukuko ve babasıyla sıkı fıkı olur. Şinako her şeyin farkına varsa da mücadele edecek gücü kendinde bulamaz. Hikâyeleri bu. Pek bir şeye kıymet vermeyen Şozo'nun Lili takıntısı bu gidişatı durduracak tek etkendir, Şinako hassas noktadan saldırmıştır.

Lili'yle Şozo'nun on senelik mazisi vardır. Kedi uzaklara gönderildiğinde kilometrelerce yolu yürüyerek geri döner, köpekler gibi. Huyu suyu uzun uzun anlatılır, Şozo'yla münasebeti uzun uzun anlatılır, aralarındaki bağın kuvvetini anlarız. Kedi Şinako'ya gönderildiğinde Şozo çok üzülür, çok endişelenir ve yasağı yer; hamama gitmesi haricinde evden çıkması Fukuko tarafından yasaklanır ki Şinako planında başarılı olamasın, Şozo'yu kedi bahanesiyle yanına çekmesin.

Şinako'nun kediyle ilişkisi de ilginçtir; Lili kadına önceleri yüz vermez hatta yağmurlu bir günde evden kaçar ve kadına tekrar terk edilmiş gibi hissettirir ama en sonunda yorgun, ıslanmış olarak geri döner. Yaşlanmıştır, Şozo'nun coşkulu sevgisine ulaşmaya çalışmaktan vazgeçer ve huzuru bulduğu yerde kalır. Bu da kedinin insanlaşması olsa gerek. Şinako da değişir; eski evinde Lili'ye birazcık olsun ilgi gösterseydi yuvasının dağılmayacağını düşünür. O zamanlar Lili'nin kakası kötü kokar tabii, bacaklarına kum yapışır, yağışlı günlerde evin kokusu ağırlaşır, bilmem ne. Aslında son derece itici ama iş sevilenler uğruna katlanılanlara dönüyor zaten. Özgecilik, fedakârlık, bu nevi işler ilişkilerin sürdürülmesini sağlıyor. Özgeci olmayanlar, benciller ilişkiyi cehenneme çeviriyor. Bir odunla birlikte olduğunuzu fark etmeye başlıyorsunuz falan, burada durmalıyım çünkü Şinako odun değil. En azından hepimiz kadar, bazı şeylere katlanamayanlar kadar odun. Suçlu yok.

Şozo'nun Şinako'nun evine gelmesiyle sona ulaşırız. Gizli gizli gelir, Lili kendisine yüz vermediğinde yıkılır ve kedinin yediği yiyeceklerin kabuklarını gördüğünde kafasında bir ışık yanar. Metnin karakter değişimi üzerine olduğunu da söyleyebiliriz, şöyle ki Şinako artık çalışmak zorundadır, Lili'yi beslediği yiyecekler de pahalı olduğuna göre fedakârlık yapmaktadır. Kadının ruhunda vardır bu, Şozo görememiştir ve etrafındaki herkesin hayatını kendisinin zorlaştırdığını anlar. Şapşallığının farkına vardığı an etrafındaki herkesten daha kötü bir duruma düştüğünü anlar, Şinako'nun ayak seslerini duyar duymaz ön kapıdan kedi gibi fırlar.

Değişimli, kavgalı bir Japon mucizesi. Tanizaki'nin kadınlarıyla erkekleri arasındaki husumet çok yeni ve yaratılış kadar eski. Bu duygu varsa iyidir. Tanizaki çok iyidir.