Jean-Louis Fournier etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jean-Louis Fournier etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2017 Cuma

Jean-Louis Fournier - Kuzeyli Annem

Anne soğuk ama sadece bundan ibaret değil. Anne yüreğini soğutmuş çünkü kocasının çekilmezliğinin yanında üç çocuk var, büyütülmeyi bekliyorlar, çok hareketliler ve çok yiyorlar, para az, anne çalışsa baba dayak atıyor, çalışmasa başka dert.

Çocuklarına dediği: "'Yanınızdan ayrılırken size hayatımın temeli olduğunuzu ve sevinçlerin kederlere her zaman ağır bastığını söylemek isterim.'" (s. 7) Söylemek istersiniz ama bu sizin için geçerlidir, kederinize şahit olan çocuklarınız tam tersini düşünecektir. Annenin veya babanın saf üzüntüden ağlaması dünyanın sonu gibi bir şey, teraziyi onmayacak şekilde bozar. Neyse, Fournier babasını, ilk eşini, ikinci eşini ve çocuklarını farklı metinlerde anlattıktan sonra sıra anneye geliyor, babasını anlatırken arkada çocuklarıyla ilgilenen, çoğu zaman ne yapacağını bilemeyen annenin fotoğraflarından bir zamanlar ne kadar mutlu olduğu görülebiliyor ve baba karelere girer girmez ışıldayan gözler sönüyor, dudağın kenarında bir kırışıklık beliriyor, bir sürü şey. Fotoğraflardaki anne imajı italikle anlatılmıştır, asıl anlatının bir parçasıdır ve başka bir zamana ait olduğu için belki de en yabancı parçadır. Çocuklar için de yabancıdır; o anne çocukları tarafından bilinmez. "Yapbozu yeniden kurmaya çalışıyorum." (s. 11) Annenin parçaları birleştirilecek ve yeni bir anne yaratılacak, sonsuza kadar yaşayabilmesi için.

Yaşlı bir çiftin kızıymış, çok hayal kurarmış. Edebiyat öğrenimi görmüş, sanatla ilgiliymiş. Mauriac, Verlaine, Baudelaire, eski bir evde yaşlı ebeveynle büyümek melankoliyi getirmiş, yaprakların düşmesi ve yağmur yağması eskisi gibi değilmiş artık. Her şey büyülenmiş. Henri'yi sevmiş, kendisi gibi edebiyat öğrencisiymiş o da. Kasırga ortaya çıkınca genç adam sepetlenmiş. Paul'müş kasırganın adı. Doktor, güven verici, çekici... Adam anneyi altüst etmiş. Selçuk Baran'ın söylediğiydi, aşık olunan adamla evlenilmemesine dair. Adam sınır tanımayan doktor olabilirmiş ama taşrada bir hiçmiş, sınırlarını yıkabilmek için içmeye başlamış. Aile babası, eş, üzerine yapışan ne kadar kimlik varsa hepsinden kurtulmak istemiş. Bu sırada etrafında kim varsa mahvetmiş. İyi bir adammış aslında, Fournier'nin babası hakkında yazdığı metinde dediği şey geçerli; hassas insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için kötü şeyler yapabilirler, anlaşılabilir bir şey. Telafi için annenin gözyaşlarını siliyor baba, başlarda. Sonrasında alkole battıkça kendi yaşamından da geçiyor. Hastalarından para almıyor, karısına para bırakmıyor, anne babanın cebinden para yürütmek zorunda kalıyor, işe girmeye niyetlendiğinde sağlam bir sopa yiyor. Evlendiğinde yirmi yaşındaydı, taşıyamayacağı yükü yirmi yaşında omuzladı ve yaşamını kaybetti, bir daha bulamadı. Bir başka yaşamı sürmeye başladı, uyumsuz kaldı.

Kocasından utandı, onu eve almamak için kapıyı sürgüledi ve adamı soğukta bıraktı ama gönlü elvermedi, içeri aldı yine, adamın her türlü kırığını onarmaya çalıştı ama beceremedi. Öldüğünde rahatladı, rahatladığı için ağladı çünkü ölen adama hâlâ aşıktı. Aşkını kaybedince, kendini çoktan kaybettiği için elinde çocuklarından başka bir şey kalmadı. Çocuklarını yetiştirirken çektiği sıkıntılar çeşitli; taksimetrelere sıkıntı dolu bakışlar, geçim derdi, geçmeyen günleri neyle dolduracağını bilememesi, bir dünya dolusu kararsızlık... Kamplara, tatillere gidildiğinde, en mutlu anlarda ağlayan annenin sessiz iç çekişlerini işitmek kadar öldürücü bir şey yoktur çocuklar için. "Hayatı kötü bir rüya olduğu için ağlıyordu o. Elinden bir şey gelmezdi." (s. 69)

Tekrar evlenmedi, garip huylarıyla barışarak yaşlandı. Torunlarının dilinden onu okumanız lazım, kendine özgü bir nine olarak farklı kimliklere bürünmeye devam etti. Bir tek kocası hakkında kibarlığı elden bıraktı gibi geliyor bana; Fournier babasını anlattığı metni annesine okutur. Annenin cevabı belki de onca kabuktan sıyrıldığı tek anı gösteriyor olabilir. "'Ona nazik davranmışsın.'" (s. 140)

Öldüğünde yakılır, hatıra bahçesine konur. Fournier küllerin Kuzey Denizi'ne atılmasını tercih eder ama uzun vadede her şey birbirine karışacağı için önemi yoktur bunun, diğer her şey gibi küller de akıştadır.

Tipik Fournier metni; fragmanlardan oluşan yaşam. Anne sevgisi, acı çeken bir kadın olarak annenin gölgeli yüzü.

29 Eylül 2017 Cuma

Jean-Louis Fournier - Nereye Gidiyoruz Baba?

Arka koltukta iki çocuk, biri tren sesi çıkarırken diğeri usanmadan, "Nereye gidiyoruz baba?" diye soruyor. Bir, beş, on, yüz kez. Usanma yetisi yok, hayatta hiçbir şeyden usanmayacak, bildiğimiz kadarıyla. Babanın birinci, üçüncü, beşinci cevabından sonra bir daha cevap vermemesi kabullenişi gösteriyor, bir de bu metnin yazılacağını. Yazılmak zorunda olduğunu, öbür türlü yenecek bir kafa var ve yenmemeli. Ne olur, savunma mekanizması gelişir. Mizah. Kozmik bir şakaya karşı içten bir kahkaha, biraz hıçkırıklı.

Fournier'nin zihinsel ve fiziksel özürlü iki çocuğunun ve hep beraber -çocuklar, hayal kırıklığı, eş, mutluluk- yaşamanın hikâyesidir. Çocuklar benzersiz, kimseyi taklit edecekleri yok, aynılığın sıkıcılığına sahip değiller. Başka şeylere de sahip değiller, babalarıyla maça gidip bağıramayacaklar, birlikte Mozart dinleyemeyecekler, film izleyemeyecekler. Fournier yapamayacakları işlerin iki sayfalık özetini çıkarır. Bir kalemde iki sayfa, oysa çocuklardan biri babasının kuş benzetmesine uyarak uçar gider, diğeri otuz yaşını görür. Yıllar içinde yapılamayanların listesi kabarmıştır, belki de bir noktadan sonra anlamsızlık galip gelmiştir de kuşların tren sesi çıkarması kanıksanmıştır. Bu oluyor galiba. Çocuklar da neyin ters gittiğini anlamamışlarsa da sezmişlerdir sanırım. "Çocuklarım yaşlarını asla bilmediler. Thomas eski oyuncak bir ayıyı dişlemeye devam ediyor, ihtiyarladığını bilmiyor, ona kimse bunu söylemedi." (s. 102) Aynı şekilde Fournier de yaşlandığını bilmiyor, travmasının yaşında kalıyor. "Ben artık kim olduğumu pek bilmiyorum, hayatta nerede olduğumu bilmiyorum, yaşımı bilmiyorum. Hep otuz yaşında olduğumu zannediyorum ve her şeyle alay ediyorum. Kocaman bir oyunun içine demirlemişim gibi geliyor, ciddi değilim, hiçbir şeyi ciddiye almıyorum. Aptalca şeyler yapmaya ve yazmaya devam ediyorum. Yolum çıkmaz sokakta bitiyor, hayatım çıkmaz sokakta son buluyor." (s. 102) Her şeyle alay etmesine çocuklarının durumu dahil, insanlar tarafından garipsenmesi katlanılır bir sonuç. Kafasında bin fikirle dolaşan yaratıcı bir adamın eve geldiği zaman sabit, durgun bakışlara sahip, ağızlarından mantıklı bir şey çıkması zor çocuklarıyla karşılaşması akıl kaçırıcıdır. Kaçmaması için bu metin var.

Fragmanlar. Peygamber sabrına sahip olmadığını söyleyen Fournier, çocuklarından özür dileyerek başlıyor. Onları yeterince sevmediği, onlara katlanmak için elinden geleni yapmadığı itirafı acı verici olsa da gerekli. Bir ilk adım aynı zamanda; çocuklarıyla dalga geçtiğinde geldiği noktayı görüp aslında kendi zavallılığıyla dalga geçtiğini anlamasına kadar uzunca bir yolu var, üstelik çocuklar büyük umutlarla doğuyorlar, Mathieu ve ardından Thomas, iki yıl arayla, ikinci doğarken herkes umut dolu ama sonuç malum. Tanrı bir şikayet mercii değil, Meryem Ana bir ast olarak yardımcı olamaz, hiçbir şey hiçbir şeyi düzeltmeyecek.

Çocuklarla alakalı çok ayrıntı var, çember genişledikçe aile, arkadaşlar, bakıcılar ve tanrı da işin içine girecek. Fournier'nin çocuklarını gündeliğin içinde sayısız noktadan görüşü perspektifi genişletecek. Misal normal-anormal ayrımı. Çocuğun normal olmadığı mat camın ardından bakar gibi anlaşılıyormuş. Gözleri de bozuk, onlar da aynı şekilde görüyorlar her şeyi. Buzlu, mat bir dünya. Harfler sabit karıncalar gibi, anlamsız. Aynı hareketleri yapıp aynı sesleri çıkarmak, yıllar boyunca. Bunların içinden fırlayan imgeler; Mathieu'nün fırlattığı topun çok uzağa gitmesi, kimsenin alamayacağı kadar, alınması konusunda yardımcı olamayacağı kadar uzağa.

Gerçek olamayacak kadar kurgusal bir şey yaşadığını düşünür Fournier, ikinci çocuk Thomas'nın da engelli olduğu anlaşılınca içinde düştüğü durumun filmlerde bile kullanılamayacağını, gerçekliğin dokusunu bozacağını söyler. Daha da ötesi, çocukların rol yaptıklarını düşünür. Gece vakti herkes uykuya çekildiğinde ikisi bir araya gelip çok acayip, entelektüel işler başarmakta ve Shakespeare'in dizelerini tartışmaktadır mesela. Sabah oldu mu engelli rolüne bürünürler. Gerçek olamayacak kadar kurgusal, Vonnegut'ın Paldır Küldür'de yaptığı tam olarak buydu zaten. Engelli rolü yapan kardeşler de dahil.

Cinnet anları normale dönmeye başlar, suçluluk duygusu giderek azalır. Çocuklardan birinin veya ikisinin kazara ölmesi üzücüdür, kasıtlı olarak öldürülmelerinin üzücülüğü de aynı seviyeye iner bir süre sonra. Ne yaşadıkları, ne hissettikleri, Fournier ve eşinin hissettikleri katı, sabit bir dünya yaratır ve Fournier gaza basar, gözlerini kapar. Kaza yapmaz. Çocuklarını kalabalıkta bırakmayı düşünür ama her anımızı kaydeden makineleri düşününce bundan da vazgeçer. Yine bir savunma mekanizması aslında, yapacağından değil. En azından yaptığından değil. Mathieu, giderek çarpıklaşan omurgasının düzeltilmesi için ameliyat olur ve üç gün sonra bu dünyaya bir kuş gibi veda eder. Çocuklardan biri uçmuştur, engelli olup olmamasının bir önemi yoktur, acısı büyüktür.

"Büyüdüklerinde, her birine büyük birer ustura hediye etmek gibi bir fikir geldi aklıma. Onları banyoya kapatıp usturalarıyla baş başa bırakacaktık. Artık hiç ses gelmediğinde, bir paspasla banyoyu temizlemeye gidecektik.

Eşimi güldürmek için bunu ona anlattım." (s. 41)

Deliliğin boyutu. Üçüncü çocuğu da deniyorlar bu arada, o çok sağlıklı ve tatlı bir kız olarak büyüyor ve başına bir iş geliyor ama Fournier bunu anlatmıyor. Sanıyorum bu iki çocuğun yanına bir üçüncüsünün trajik yaşamının eklenmesi kayışı iyice zorluyor. Acaba ne oldu, hangi kitabında yazmıştır Fournier? Dul'da üç çocuğunun annesinden boşandığını, aşık olduğu kadınla evlendiğini ve çocuklarını görüyoruz ama az.

Babalar Günü mektubu, bir tanecik... Özlemlerin metni bu, bir de her şeye rağmen sevmenin, başa çıkabilmenin.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Jean-Louis Fournier - Dul

Sarı gökyüzü, yeşil yapraklar. O da biraz sarı. Belki sonbahar. Beyaz saçlı adamın gözü yolda. Kadın arkasına dönmüş, gülümsüyor. Belki kızına. Gidiyorlar veya dönüyorlar. Cam indirilmiş, çiçek kokularının içinden geçiyorlar, çiçeklerin içinden, yapraklar kucaklarına düşüyor. Yolun bitmeyeceği düşüncesiyle her şeyin bitecek olması o kadar buluşmazdır ki buluştuklarında birbirlerini bozarlar, o yol sanki hiç gidilmemiş ve hiçbir şey bitmemiş gibidir. Biri fotoğraftan çıkınca diğer her şey aynı kalır, bu nasıl mümkün olabilir? Fournier hatırlayarak mümkün kılıyor, hatırlamanın da ötesinde eşiyle konuşuyor ve anlatamadıklarını anlatıyor, eski ve yarım kalmış bir sohbeti uyandırarak tamamlıyor. Birçok fragman böyle sona eriyor ama sonuçta hiçbir şey bitmiyor, üzüntünün tekrarı her şeyi can acıtıcı biçimde canlandırıyor. Geçmiş, acıdan doğuyor.

Benzerini Son Mektup'ta görebiliriz, daha uzun süreli bir evlilik, benzer sallantılar, benzer mutluluklar, sadakatin ve sevginin sorgulanması... Yaşamın düşünceye, kalıplara sığmaması karşısında bir anlamı yok, sadece yaşananları yaşayabiliriz, korkular olmamışın şimdiye yansımaları. Bütün zamanları şimdiye yığmaktan kurtulmanın yolu yok mu?

İlk aşk sınırları çizdi, gerisi zaman içinde doldu. Bir fikrim var. Alışkanlığı da içeriyor, bıkkınlık da var, nefreti de kıyısına yanaştırabiliriz ama bir aradayken olacak bunlar. Balkonda otururken, misafirlikte, yolculukta, sevginin ve öfkenin zamanı olmayacak, bu bir. İkincisi de aziz ve azize olmadığımızı peşinen kabul etmiş olacağız ki aziz(e) bile günahkarlar arasından doğarmış, o zaman neysek o olduğumuzu bilerek yaşayacağız. Benim çuvalladığım nokta burası; bazen bunu unutuyorum.

Vonnegut: "Aşk, bulduğunuz yerdedir. Aramaya çıkmak bence enayiliktir ve gene bence, çoğunlukla ölümcüldür.

Geleneğe göre birbirlerini sevmek durumundakiler, kavga ettiklerinde karşılıklı şöyle diyebilseler keşke: 'Lütfen bir gıdım daha az aşk ve daha fazla karşılıklı nezaket.'"

Paldır Küldür, onuncu sayfa.

Üçüncüyü Vonnegut kısmen söyledi. İncelik. Biraz özveri. Bu olmayınca ilişki tek kişiliğe dönüşüyor, olmuyor. Fournier'nin eşini bu yüzden çok sevdim, yazarın anlattığı kadarıyla. Fournier de kendi fikrini anlatıyor. Eşinden önce ölmek istemesine rağmen ölemedi, nefret duyması normal değil mi? Kendini kabul ettiği ölçüde eşinin gerçekliğine ve sevgisine yaklaşıyor Fournier, okuru da yaklaştırıyor. Son derece içten bir veda diyeceğim, veda da sayılmaz bu anlatı. Bu, yukarıda bahsettiğim garip durumun bir izlenimi. Bitti ve bitmedi. Olumsuzluk ekinin anlamını yitirdiği nadir durumlardan biri sanırım.

Epigraf Voltaire'den: "Neşeli olmak nezaket gereğidir." Sylvie neşeli, nazik ve artık indirimli satışlara gidemeyecek kadar ölü. Bir evi kimliğiyle doldurduktan sonra zıt kutupta yer alan eşini de kendine çekmeyi başarmış ve yaşamını biçimlendirmiş. Gölgesi günden güne büyüyor ve büyüdükçe koyuluğu zayıflıyor. Yürekteki tek, kuvvetli bir ağrıdan her yere dağılmış belli belirsiz acılara dönüşmesi zaman alacak ve hiçbir şey daha iyi olmayacak. Nazikliği diğer insanlar tarafından takdir edilecek ama eşine uyguladığı çifte standart anlaşılmayacak, Fournier farklı bir muameleyle karşılaşmasını yadırgıyor ve seviyor. Diğerlerinden farklı bir yerde olduğunu bilmek.

"Sylvie beni terk etti. Ama başka biri için değil. Güz yapraklarıyla birlikte kibarca yere düştü." (s. 9)

Ölümden sonra gelmeye devam eden mektuplara merakla bakar Fournier, aralarında gizli bir aşığın mektubu olabilir mi? Kızmayacağını söyler, adamla veya kadınla oturup eşinden bahsedebilir. Tanımadığı birinde Sylvie'nin izlerini görmenin garip olacağını düşünmüştür, paylaşıldığı insanda kendini tekrardan bulmak ve tanımlamak ister. Kendi sadakatsizlikleri için böyle bir şey yok, onlarda Sylvie'yi aramaz, şöyle bir değinip geçer. Kendi karısının diğerlerinin karıları kadar güzel olduğunu fotoğraflardan anlar.


Uzun seyahatlerden günlük hayatın en küçük detaylarına kadar onlarca Sylvie var, birkaçına değineceğim. Bir, kimselerin beğenmediği Jean-Louis'ye kırk yıl dayanması. Gençken tanışıyorlar, kadın pek bir şey vadetmeyen adama kibar davranır, esprilere güler, sonunda yaşamını paylaşır. Jean-Louis neden tercih edildiğini çözememiştir, çözmesinin imkanı da kalmamıştır. Biraz da böylesi bir gizemin açığa çıkma şansının ortadan kalkması yüzünden acı çekiyor.

Yasla mücadele için okunan bir kitaptan leitmotif: "Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım." Jean-Louis kayıpla baş edemeyeceğini düşündüğü zamanlarda bu cümleyi tekrarlıyor ve güçlü olmaya çalışıyor ama yaşamın her anı farklı bir Sylvie'yi karşısına çıkarıyor.

"Bana inanıyordu, onun sayesinde ben de kendime inanmaya başladım." (s. 23) Eşinin başarılarıyla mutlu olan bir kadın var, samimi bir şekilde aynı şekilde davranamayacağını söylüyor adam. Aşkın bir temeli de budur, egoluk bir durum yok.

Beni biraz fazla etkiledi, son bir alıntıyla keseceğim. Dahasına elim varmadı, gücüm yetmedi: "Gittiğinden beri yedi milyon kırk sekiz bin sekiz yüze kadar saydım. Bu kadar zamanda saklanabilmiş olmalısın. Her tarafı arıyorum. Bulamıyorum, ümidimi kaybediyorum. Saklambaç oynamak çok uzun sürüyor. Tamam hadi, kazandın, çık artık saklandığın yerden. Artık oynamak istemiyorum. Çık neredeysen, kazandın. Çık ne olur, kaybettim, her şeyi kaybettim." (s. 44)

Sevginin örttüğü yaralar, sırlar, her şey. İnsan gerçekten sevip sevmediğini, aşık olup olmadığını her şey tam olarak sona ermeden anlamıyor galiba.

13 Haziran 2017 Salı

Jean-Louis Fournier - Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam

Öldürmez, çocuklarını yer. Kaç ölüm eder?

Fragmanlar. Benim alımlamam şablonu doldurmaya yetmedi, baba imgesi boş bir kabuk. İki anı hatırlarım; fırlatılıp yatağa düştüğüm ve televizyonun önünden geçtim diye tekme yediğim. Gerisinin olmaması iyi, mücadele namına bir şey kazanmadım, kendimden öte bir gölgenin peşine düşmedim. Belki ondan daha iyi biri olma, yıkılmayacak bir aile kurma hırsı, bu kadar. Baba orada olmasa bile bir rakip, kendimi kandırmayayım. Fournier'ye imrendim çünkü yere serilmemiş, ayakta ve babayı yok etmeden, olduğu gibi anlatmış. Çocuk gözünün basitliği babanın işlenmemiş halini ortaya çıkarıyor, yetişkinliğin görme biçimleri anlatıya sığıştırılmamış.

Sonuçta ortada bir baba var, yüzleşilip sevilmiş. Şunu her zaman bir madalya olarak boynumda taşıyacağım: "Şimdi büyüdüm, yaşamın zor olduğunu biliyorum ve hayatı daha dayanılır kılmak için 'kötü' yollara başvuran kimi daha hassas insanlara kızmamak gerektiğini de." (s. 81) Şöyle; yük ağırsa eğer, insan kendini omuzlayamıyorsa, çöküp kalmak istiyorsa olduğu yerde, kendine dik dik bakamıyorsa, kendine bakmaya katlanamıyorsa, kendi bildiğinden başka bir şekilde biçimlendiriliyorsa, kendini tekrar biçimlemeye zorlanıyorsa... O zaman bilmediği bir suya akmak, karışmak dışında başka seçenek kalmıyor. Dağılmaktır bu, farklı hisseden parçalara ayrılmak. Tutarsızlık. Tekrar bir araya gelene kadar, tekrar bir araya gelme umudunu sürdürebilmek için. Babada bunu sezdim.

Kitap anneye ithaf edilmiş. Birçok parçadan oluşuyor.

Noel'de Küçük İsa'dan bir tabanca istiyor çocuk, belli bir marka. Bir de anneyi öldürmeyen bir baba lazım, Küçük İsa her şeyi bilir ve mesajı gönderebilir ama mesajı alacak kişi de önemli. Sonuçta baba içmeye devam ediyor ve oğluna markasız bir tabanca alıyor. Her şey yarım.

Babayla çekilmiş bir fotoğraf, çocuk bir yaşında. O müşfik adamın gittiği yerde iyi karşılandığını düşünüyorum, geride kalanlar onu iyi anmışlar. Öldürdüğü hayvanlar için aynı şey geçerli değil. Hiç inek ezmedi, sadece koyunları ezdi ve sıra çobana gelince adamın tam önünde durdu. Belki bir fırt daha lazımdı. Bunun dışında tedavi ettiği hastalardan para almayan bir adam bu, insanlar deliliğiyle kabul etmiş, seviyorlar bir de. Yaşlı bir kadın muayenehaneye girip saatlerce çıkmıyor, baktıklarında uyuyan doktorun önünde sessizce oturduğu görülüyor. Mesela. Yırtık pırtık ayakkabılar, eski püskü elbiseler giydiği için de kendilerine yakın hissetmiş olabilirler. Anne ayakkabıları atınca viziteye terlikle çıkması kadar her hafta intihar teşebbüsünde bulunması da doğal olduğunun kanıtı gibi geliyor; dirseğin iç yüzünden tek bir damar kesilir, ortalık batmasın diye yatağın altına küçük bir kap konur, kan kaba damlar, o esnada okulla, arkadaşlarla ilgili sorular sorulur. Şöyle düşündüm; karbon bazlı yaşam formu olduğumuzdan aldığımız her nefes yaşamamızı sağladığı kadar öldürücü de, paslanıp ölüyoruz. Öyleyse bu da yaşamın başka bir biçimi değil mi? Rutin intiharlar?

Son bir fragmanla bitireyim. 1944, bombalar yağıyor. Baba hiç oralı değil. Herkes sığınaklarda, ölmemek için edilen dualar gökyüzüne yükseliyor ama baba umursamıyor, ne bombaları ne de ölmeyi. "Tanrı'nın 'Ayağa kalkın ölüler!' diyeceği, ölülerin dirileceği gün bile ayağa kalkacağını sanmıyorum." (s. 30)

Babasıyla azıcık meselesi olanlar için bir dünyadır Fournier'nin kitabı, ben kendi babamı yeniden yaratırken kitabı hatırlayacağım.