Jean-Marie Laclavetine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jean-Marie Laclavetine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Jean-Marie Laclavetine - Adsız Yazarlar Kulübü

Laclavetine meşhur Gallimard'ın editörlerinden biri. Metindeki esas adam Cyril Cordouan da editör, bağımsız bir yayınevinin sahibi, yılda on metni basıyor ve tercih ettiği metinler ikinci baskıyı zar zor görüyor, iadeler yüzünden Cordouan'ın durumu pek parlak değil. Diğer yayıncılar tarafından burnu havada, bildiğinden şaşmayan bir odun olarak görülüyor ama kendince iyi metinleri basmada gösterdiği direnç sayesinde saygı gördüğünü de söylemeli. Edebi görüşlerine sıklıkla rastlayacağız. Bağırıp duracak, önüne gelen metinleri incelerken, "Sahtekârlık! Klişe! Soytarılık!" diye esip gürleyecek ve dosyaları çöpe atacak, dolu olmadığı söylenen bir silahın patlayıp tetiği çeken beynin parçalarını etrafa saçtığı ana dek. Martin Réal espri yapmıştı, oysa silah her zaman patlamalıdır, meşhur formül ölüm ve trajedi ister. Réal gecesini gündüzüne katıp yazdığı Zerdüşt ve Yüzme Öğretmeni'nin basılmayacağını öğrenince, Cordouan'ın aşağılamalarına maruz kalınca üstelik, en azından sahneyi kendisinin yönlendirebileceğini düşünüyor. Dan! Yirmi yıl önce kurduğu yayınevini edebiyatın kalesi olarak gören, kararlarından hiçbir şekilde dönmeyen, ilkeli insan Cordouan en sonunda bir şeylerin ters gittiğini anlıyor, özellikle de eşi Anita'nın ortadan kayboluşundan sonra. Rutin bir şey, tutkuyu sürdürmek için gidiyor Anita ve bir süre sonra dönüyor, oyun gibi. Cordouan için sabit bir tutku, edebiyat gibi. İnsanlar kötü metinler yazmaya devam ediyorlar, masaya her gün dosya üzerine dosya yığılıyor, Cordouan her gün sinir krizleri geçiriyor ve insanların anlattıkları acıların, sıkıntıların, insani durumların son derece basit ve yüzeysel olduğunu düşünüyor. Hayal ediyorum, Laclavetine/Cordouan bir gün Sait Faik'i karşısına alıyor ve, "Deliriniz efendim, siz sadece deliriniz!" diyor. Geri çevirdiği metinleri sadece kendi değerlendirmeleri üzerinden görebiliyoruz, piyasanın kendisine yaklaşımından çıkardığımız kadarıyla iyi denebilecek metinleri bastığını söyleyebiliriz ama arada doğradığı, lime lime ettiği yazarlar da var muhakkak. Çıldırdığı bölüm de burası, herkes yazıyor. Herkes kendi acısını yazıyor, ortalıkta bayağı acılar birikiyor. Mutluluğunu yazanlar çok daha fena. Bu insanlar için bir kulüp lazım, yazmamaları için terapi görmeliler. Martin için artık çok geç ama diğerleri için bunu yapabilir. Yapıyor da, kulübe dosyasını reddettiklerini davet ediyor, insanlara neden yazmamaları gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Bazıları durumu kabullenip iki haftadır yazmadıklarını söylüyorlar, alkışı alıyorlar. Bazıları iyi bir yazar olduklarını iddia ediyorlar ama sonuçta elleri kolları bağlı, kalıyorlar öyle.

Kurmacayla yaşam arasındaki dengeye dair bir şeyler görebiliyoruz yine, Cordouan haberleri izlemeyi ve okumayı seviyor, gerçekliğin içinde çiğ duran olayları bir müsveddede görse abartıya kaçıldığını düşüneceğini söylüyor içinden. Belki de gerçekten abartı olaylara denk geliyor metinlerde, gerçekliğin ne ölçüde absürtleşebileceğini bilmediğinden. Gerçeklikle ilgili kendi perspektifi dışında bir görüş açısına sahip olmadığı için. Anita'yla sürdürdüğü fırtınalı ilişkisinden, önceki evliliğinden olan oğlu Fred'le geçen sıkıntılı görüşmelerinden ve yayınevinden başka bir hayatı yokmuş gibi gözüküyor. Adamımızda bir gerçeklik noksanlığı var kısaca, anlatılanlar kendisinde bir karşılık bulamadığı ölçüde değersiz. Anita'nın eve dönüşü, barmen arkadaşı Felipe'nin mantıklı ve iyileştirici konuşmaları dışında yaşamla tartıldığı bir dengi yok. "Yazarları" yazma illetinden kurtarırsa, eh, yükü biraz hafifleyebilir. Yardımcısı Blanche'ı kurtardığı gibi. Kadın bir dosyayla çıkıyor karşısına, hemen reddediliyor ve azarlanıyor, üstelik düzülüyor ve sekreter haline geliyor. Yayınevine bir yerden bağlanma, edebiyattan uzağa düşmeme çabası. Reddedilenler bir şekilde yayınevinin etrafında bulunmak istiyor ama Martin'in eşi Luce Réal bunlardan biri değil. O intikam almak için geliyor, Cordouan'ı bir gün yok edeceğini söyleyerek hışımla çıkıyor mekandan. İşlerin karıştığı nokta. Martin'le aralarında tutkulu bir ilişki vardı, adam beynini dağıtana kadar. Toplantılara katılacak kadar yaşasaydı iyileşebilirdi belki, yazdıkları metinlerin adlarına indirgenen insanlar kendilerini anlatıp duruyorlar, neden yazdıklarını ve yazmamaları gerektiğini düşünüyorlar ve yazmayı bırakıyorlar bir noktada, yeterince güçsüz olanlar. Yanlarında Luce var şimdi, Luce adamı darmadağın etmek için akıllara zarar işler planlıyor, bir dalga Justine üzerinden. Justine güzel bir kadın, toplantılarda oldukça kararlı gözüküyor, kırdırmıyor kendini. Luce'nin planına göre Justine Cordouan'a yanaşacak, adamın aklını alacak ve metnini bastıracak. Bir ölçüde başarılı da oluyor, Anita'nın yokluğunda bir nevi intikam peşinde koşan ve libidosuna karşı koyamayan Cordouan kadınla yatıyor, pek güzel. En sonunda aklı başına gelince metni basmayacağını söylüyor ve kadını ağlatarak yolluyor evinden.

Planların diğer tarafında aslında öngörülebilecek bir sürpriz var, cüzdan düşürme taktiğini kullandığını sonradan öğrendiğimiz Lola'nın Anita'yla tanışması, Anita'yı evine davet etmesi ve sevişmeleri akla direkt Luce'yi getiriyor ama bunu anlatının sonuna kadar bilmeyeceğiz, Cordouan'ın Anita'yı takip ederek Luce'yle takıldıklarını anlayana kadar. Anita'nın kendisini bir adamla aldattığını düşünüyordu ama ortaya daha beter bir durum çıkıyor böylece, Anita'nın "çalınması" bir yana, Justine'le yaşanan ilişki de şantaja kapı aralıyor haliyle. Luce'nin iki talebi var, Martin'in ve Justine'in metinlerinin basılması. Dertleniyor Cordouan, berduşlar gibi dolanmaya başlıyor ama yapacak bir şey yok, basıyor metinleri. Edebiyat dünyası bir burnun daha sürtüldüğünü düşünerek gülüyor, eleştiri yazılarında metinlerin biraz şey olduğu söyleniyor, "iyi ve hafif". Yirmi yıllık bir kaidenin devrilişi ses getiriyor, metinler bir dünya ödül alıyor üstüne, Cordouan iyice yıkılıyor ama tekrar Anita'yla birlikte olabildiği ve işini sürdürebileceği için mutlu. Her şey mutlu sona bağlanıyor, Cordouan'ın yerin dibine soktuğu bir şey. Bunca ağırlığın altında ezilen editör yazmaya da başlıyor, kısacası eleştirdiği her şeyi kendisi de yapmaya başlıyor ve yazan insanları anlıyor bir yandan. Yazdığı metnin okuduğumuz metin olduğunu söylemeye lüzum yok, postmodern bir bayatlık ünlü bir editörün -belki de bilinçli olarak- yaptığı son bir muziplik olarak düşünülebilir.

Bazı noktalara değinip bitiriyorum. Her bölümün başında anlatıdan kopuk fragmanlar var, hepsinde Cordouan ölüyor bir şekilde, Kenny gibi. Sonlara doğru öğreniyoruz ki Cordouan'ı yıkan bir mesele daha var, Anita'nın yazmaya başlaması. Lola yüzünden. Sadece başlangıçlar var, gerisi gelmemiş ama hepsinde de ölmüş bizim adam işte, Anita'nın sevgilisine gösterdiği merhamet olarak görülebilir. Kısacası bu başlangıç parçalarının ne oldukları anlatının sonunda ortaya çıkıyor, bu bir. İkincisi, yayınevine gelen metinlerden bazıları gerçekten garip. Charabca bir metin geliyor örneğin, yazıldığı dili sadece yazarı biliyor. Üçüncüsü, aslında fazlalık olarak görülebilecek bir buluşma sahnesi. Cordouan, oğlu Fred'le buluşunca yayın dünyasının geleceğini görüyor ve oğlundan korkuyor biraz, hayranlık duymaya başlıyor bir yandan. Fred'e göre tamamen serbestiyet kazanacak bir edebiyatın geldiği görülüyor, babası gibilerinin kökünü kurutacak bir edebi anlayış hızla yaklaşıyor ve bütün yerleşik düşünceleri ortadan kaldırma konusunda pek çok destekçisi var, Fred de destekçilerden biri. İlginç şeyler.

Okunması lazım ama bir yandan da fazlalıklarla dolu bir anlatı olduğu için can sıkabilir bir yandan. Bilemiyorum, bence her türlü okumaya değer.

4 Ekim 2018 Perşembe

Jean-Marie Laclavetine - Yarın Dündür

Balıkçı'nın Bertrand Russell'a yazdığı bir mektup var, tarihin tekerrür etmediğine dair. Sonradan Russell düşüncelerini değiştirdiği zaman, "O da benim gibi düşünmeye başladı işte, durum bu," diyordu Balıkçı, hangi kitabında olduğunu hatırlamıyorum. Tarihin topyekun tekrarı zamanın doğası gereği mümkün değilse de binlerce yıl boyunca varlığını kimlik değiştirerek sürdüren sosyal, politik, ekonomik vs. yapılar, kültür gibi pek çok geciktirici veya önceleyici etkene göre belirli örüntüler ortaya koyabiliyor. Din savaşlarının on binlerce yıl önce ağaca tapanlar ve buluta tapanlar arasında çıktığı söylenebilir, bu savaşların günümüzdeki karşılıklarına baktığımızda insanın ahmaklığı tekerrür eder belki, tarih değil. İnsan tekerrür eder hatta. Arketiplere kadar yolu var, Kabil'in kardeşini deşmesi, biçmesi gibi cinai hamleleri farklı durumlarda, aynı şekilde ortaya çıkabiliyor. Laclavetine'in geçmişte mağaralara resim çizen adamıyla modern zamanların arkeoloğu arasında kurduğu ruhsal bağı bu tekrara bağlayabiliriz. Laclavetine, metnini insanlara ithaf ederken değişmezliğin bir yerinden kırılabileceğini umuyor olabilir, insanın değişmeyeceğini düşünüyor olabilir, aslında sadece olduğumuzu anımsatıyor olabilir, kendi bilir. İnsanın onca dünya acısının içinde kaybolduğu düşünülse bile bir yerden fırlayıveriyor, ayrık otu gibi. Sanırım bu fırlamaları güzelliyor kendisi; çağ ne olursa olsun hayvan kemiğiyle kafa yarılabilir ve en acımasız zamanlarda bile bir umut vardır.

İki farklı zamanın anlatısı bu; birinde pterodaktil eti yenen, çizim olaylarının yeni başladığı ilkel dünya, diğerinde günümüzün dünyası anlatılıyor, Noah ve Noé üzerinden. Bağlantı noktası, Noah'nın rüyalarının gösterdiği gelecekteki diğer zaman ve Noah pek az insanda olduğunu düşündüğü duyarlılığıyla geleceğin toplumsal yapısını, iletişim biçimlerini çözerek geleceği geçmişe getirmeye çalışıyor. Parodik bir anlatım tekniği yok, rüyaların açtığı geçit kolektif bilinçaltının kuvvetli bir yansıması olarak bütün zamanları bir araya getirmeye uğraşıyor ama her çağın kendine has problemleri ortaya çıktıkça bu birlik hayal ürünü bir yapı olarak kalıyor. Noah yine de çabalıyor, en azından çevresindekilere dilin ne olduğunu öğretiyor ki sağlıklı iletişim kurma yönünde faydasız bir çabadır bu, uzun vadede bunu kendisi görmeyecek ve geleceğin kaotik yapısından iki dünyayı birleştiremeyeceğini anlayamayacak, yine de tekrar tekrar deneyecek. Tekrardaki farkı bulmak için. Vahşet dolu dünyasını biraz olsun uygarlaştırmak için çabalayacak. "Noah'nın yaşı yoktu, o yorgunluklardan, kaba güçlerden dolayı bitik düşmüş ve artık türünün mükelleşmediğini göre göre umutsuzlaşmıştı. Birçok savaş, birçok gereksiz kıyım, yabani sevinç haykırışları içinde geçici olarak konakladıkları çayırların üzerine fırlatılan ve son nefeslerini verirken çırpınan cesetler görmüştü." (s. 11) Noah'nın insanın iyi tarafını simgelediği söylenebilir, kendisi zamanının bilim adamı, otacısı, şamanı, bir garip adamıdır. İnsanların acılarını dindirmeye çalışır, çalıştıkça da daha fazla acıya maruz kalır. Hiçbir şeyi sağaltamadığını görmek onun lanetidir, ne kadar didinirse didinsin diyalog kurarak problemleri çözmek yerine bir mızrak darbesine sığınan insanları görür her tarafta, şiddetin kolaylığı kendi zamanını ele geçirmiştir. Sadece kendi zamanını değil tabii, gelecekte şiddet de kimlik değiştirmiştir, farklı maskelerle karşısına çıkar. Noé'nin gözlerinden gördüğü dünyada da problemlerin çözülemediğini görür, orada farklı bir hikâye akmaktadır. Bu hikâyenin kendi dünyasına sızdığını görür, vahşilerin bir anlığına korkuyla göğe baktıkları bir zaman tepedeki uçağı görür, eşiyle karbon 14 dolu konuşmalar yapar. Rahmetli karısından sonra yalnızlaşıp kendini toplumdan soyutladığını söyleyebiliriz. İnsanlara ateşin sırrını vermeyi düşünür, avladıkları hayvanları daha çabuk öldürebilmek için düşündüğü yöntemleri öğretmek ister, öğreteceği şeylerin insanlar tarafından başka insanları öldürmek amacıyla kullanılmayacağını bilse bir an olsun beklemezdi.

Noé'yle Hélène'in dünyası, Noah bir gün uyanıp elindeki sarı saçları görünce biçimlenmeye başlar. Noah, Hélène'e ilgi duymaya başlar ve Noé'nin gözünden geleceğin dünyasını izler. Gelecekte büyük sıkıntılar yaratan çokevlilik yoktur, sosyal yapı aile düzeyinden başlayarak olabildiğince oturmuştur. Noé'nin ve Hélène'in ilginç ilişkisine bu noktada şahit olmaya başlarız. Noé işine aşık bir arkeolog olarak birçok kazı alanına gider, Hélène'in isteklerini yerine getirmez, kadını pek sallamaz ama kadın Noé'nin tam da bu huyuna aşıktır. Birbirlerinden kopamazlar, çocukları olur sonunda. Fantastik işler yine devreye girer; öbür tarafta Noah'ın yakın arkadaşlarından biri doğum yaparken çocuğunu kaybeder, o çocuk öbür tarafta, Hélène'in çocuğu olarak ortaya çıkar. Böyle pek çok geçiş var, tarih öncesinde uçak motorlarının sesinin yankılanması gibi geleceğin dünyasında da eski çağların kalıntıları yaşar, fosil ve bebek olarak. Sonuçta doğan bebeğin Noah zamanındaki zorbalar gibi olduğu anlaşılır, ilkel bir para kazanma makinesi. Parayı tarih öncesindeki kazançlar gibi düşünüyoruz, bu çocuk büyüdükçe ekonomiye merak salar ve Noah'ın etrafında örneklerini gördüğümüz despotların acımasızlığına sahip olduğu için tarihi mekânları rüşvetle, yıldırıcılıkla ele geçirir, kanunen yamuksuz işler yapar ama tarihi katleder, otel ve benzeri tesisler kurar, hatta bunların adlarını erdemli bir insanın davranışlarından aparır. Cömertlik Kulesi, Yardımlaşma Binası, bilmem ne. Adamlarını üç otuz paraya çalıştırır bu velet, eşine çok kötü davranır, saf çıkarcı bir elemandır. Hélène ve Noé ne yapacaklarını bilemezler, kendi oğulları olan -aslında öyle olmayan, "fantastik iş" çünkü- bir canavarla mücadele etmeleri gerekmektedir. Dünyalar arasında yardımlaşma yoktur, bir taraf izleyiciyken diğer taraf eyleyicidir, doğal durumun tam tersi. Atalarımızın yaptıklarını bir anlamda izleyebiliriz, neler olduğunu biliriz çünkü. Burada tam tersi, Noah izliyor ve geleceği geçmişe iteliyor. Zamanın lineer akışının bir öneminin olmadığını düşünmeye başlıyoruz, aslında geçmiş veya gelecek yok, insan ürettiği onca metanın, duygunun arasında hâlâ aynı, değişmiyor.

Değişmezlik üzerine bir roman. Zaman oyunları iyi, bir topluluğun iletişim ögeleri ile biçimlenmesi güzel, mizah dozunda, okunası bir metin.