Jorge Luis Borges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jorge Luis Borges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2019 Salı

Jorge Luis Borges - Rüyalar Kitabı

Rüyalarla aynı tornadan çıktık. Değil, rüyaların yapıldığı malzemedeniz, Shakespeare Prospero'ya bunu söyletiyor. Hepimiz yıldız tozuyuz, gerçi Sagan "star-stuff" diyor, bunu da "such stuff" şeklinde Prospero söylüyor, gerçi yıldız tozu daha yakışıklı duruyor. Steven Wilson, "Deform to form a star," diyor, "Here on earth, together," diye ekliyor. Rüyalarla varoluşun çok derinlerinde bir yerde aynıyız, var olduğunu "dayatan" bilincin bir yanı, hatta kendisi rüyanın bir parçası, tersi de geçerli. Bir rüyadayız, ölünce uyanırız. Bu bir hadis-i şerif, Borges bunu metnine almamış ama anılması lazım, ölmeden ölmenin anlamı bu sözle birlikte ortaya çıkıyor. Bu dünyanın bir uykudan, rüyadan ibaret olduğunu anladığımızda belki de derinlerde bir yerde gizlenen eşliği, anlamların denkliğini görebiliriz. Oyun yazarı, bilim insanı, müzisyen ve peygamber görür gibi olmuş, Borges'in derlediği metinleri okursak bu denkliğe bir nebze yaklaşmış oluruz, en azından bunun tarih boyunca hangi biçimlerle ve içeriklerle sezildiğine dair bilgimiz olur. Arada Borges'in kendi metinlerine de rastlarız, başka kitaplarında yer alan metinlerini buraya taşımış. Geri kalanları kutsal metinlerden, söylencelerden, edebi metinlerden ve bilimsel incelemelerden toplanmış, muhteşem bir seriyi bitirmek için nokta mahiyetinde şahane bir derleme. Önsöze bakıyorum, Joseph Addison'ın kitapta yer alan bir denemesinden alıntı yaparak rüya gören insanın bedenden kurtularak insan ruhunun hem bir tiyatro sahnesi, hem oyuncu, hem de seyirci olduğunu söylüyor Borges, böylece rüyaların edebi türlerin en eskisi ve en eksiksizi olduğu tezine varıyor. Kitap "varsayımsal tarih" için bir başlangıç niteliği taşıyor, Poe'dan Doğu'nun peygamberlerinin rüyalarına kadar pek çok malzeme bu tarihin parçalarını oluştururken belli belirsiz hissettiğimiz bir bütünlük hissini de ortaya koymaya çalışıyor. Rüya tabirleri binlerce yıldır insanlara yol gösteriyor, doğru veya yanlış. Gölgedeki dünyayı görünen dünyaya ekleme çabalarından sadece biri.

Gılgamış Destanı'ndan bir bölümle başlıyoruz, Gılgamış uykunun sürmesi için uğraşacak. Ölümden kaçmayı başarmış tek fani olan Utnapiştim'i bulmak için dünyanın sınırına gidiyor, adamdan ölümsüzlüğün sırrını istiyor. Utnapiştim'in anlattığı tufan hikâyesini biliyoruz zaten, dağın tepesinde kalan gemi var, hayvanların ve ailenin gemiye tıkıştırılması var. Bir de ölümsüzlüğün sırrı var ama bu yine ölmeden ölmek meselesine geliyor. Utnapiştim'in ölümsüzlüğünün kaynağı, rüyanın rüya olduğunu anlamakta yatıyor. Bu rüya-yaşam birlikteliğinin izlerini tarih öncesi insanlara kadar süren bir araştırma vardır mutlaka, bakmak lazım. Hatta bu tufanın da vardır, söylencenin ilk halini çıldırasıya merak ediyorum. Neyse, Gılgamış'ınki MÖ ikinci bin yıldan bir Babil öyküsü. İkinci parçayı Babil Kitaplığı'ndaki metinlerden birinden çekip almış Borges, Konuk Kaplan'dan. Burada yazarın adı Tsao Hsue-King olarak verilmiş ama kapakta Cao Xueqin olarak görüyoruz, hangisi bilmem artık. Neyse, Pao Yu rüyasında kendininkine benzer bir bahçede olduğunu görüyor, hizmetçilerinin yanına gittiği zaman kimsenin Pao Yu olduğuna inanmadığını görüyor, sonra yatak odasında uyuyan adamın Pao Yu olduğunu anlıyor, iki Pao Yu karşı karşıya geliyor falan, uyanış sırasında her şey baştan başlıyor. Kuyruğunu kovalayan bir hikâye. Kutsal kitaplardan alınan metinleri doğrudan geçmek istiyorum, Yusuf'la ilgili birçok bab mevcut, Tanrı'nın sözlerine yer verilmiş falan, ilahi kelamdan gelecek tasvirine inanmayan kulların başlarına gelen felaketler anlatılıyor daha çok. Bir alıntıyla geçeyim: "Eğer Yüce Tanrı seni ziyaret etmeleri için göndermemişse, rüyaları önemseme." (s. 39) Buradan Antik Yunan'a uzanırsak mitik olguların geçirdikleri değişimi adım adım takip etmeye başlayabiliriz, örneğin Zeus'un art arda gördüğü rüyalardan bahsedilir ki tanrıların rüya görmesi ilginç bir durum, insani nitelik kazanma olayı bu dönemden itibaren mi görülüyor acaba?

Sezar'ın ölümünde rüyaların etkisini Plutarkos anlatıyor, başka metinlerde parça parça gördüğümüz hikâye tamamlanıyor böylece. Mart ayının on beşine kadar büyük bir tehlikenin beklenebileceği söylenirmiş eskiden, Sezar'ın eşi Calpurnia gördüğü rüyaları bu felaket beklentisiyle bir tutarak ağlayıp yalvarmış, Sezar'ın senatoya gitmesini engellemek için elinden geleni yapsa da başarılı olamamış. Kurbanlar kestirmek, başka kehanet araçları kullanmak istemiş ama durduramamış adamı, ilginç. Sezar'ın mektuplarını içeren kurmaca bir metinden alınan parçaya bakarak, tabii biraz da gerçeklik payı olduğunu düşünerek bakarsak Sezar'ın da rüyalara çok önem verdiğini görebiliriz, garip bir durum ortaya çıkıyor o zaman. Sezar gücünü yitirmediğini göstermek istedi ya da kendi kehanetine sahipti, sonuçta ölümüne yürüdü. Gerçeği rüyadan ibaret sanmak inancın en derin noktasından doğuyor, böyle bir inanca sahip insanı yolundan çevirmek zor. Bir de tersi bir durum var, olduğu gibi alıntılayayım. Coleridge'ten: "Eğer biri rüyasında cennete gider ve ona orada olduğunun kanıtı olarak bir çiçek verilirse, uyandığında da elinde bu çiçeği bulursa... Ne demeli buna?" (s. 72) Borges'in Parmenides'i karakter olarak kullandığı bir öyküsü var, altın bir gülle alakalı sanırım. Diğer karakter Parmenides'in evini buluyor, adamla konuşuyor ve Parmenides adama altın bir gül verip uyanmasını istiyor. Sanırım. Adam uyanıyor, elinde altın gül. Ne demeli gerçekten? Machado'dan direkt alıntı yaparsam cevaba ulaşır mıyız?

"Bellekte tek değer taşıyan şeydir
Rüyaları hatırlama kıymetli hediyesi." (s. 87)

Cisimleşmiş bir rüya parçasının çok büyük bir hadise olduğunu düşünmemeye meyilliyim, somut dünyanın berisinde her şey karman çorman bir şekilde işlenmeyi, zihne veya dünyaya gelmeyi bekliyor. Altın bir gülün pek de doğaüstü bir yanı yoktur, var olması dışında. Gerçekte değil, rüyada. Başka bir bölümü ele alıp genişleteyim, beş-altı yaşlarında bir çocuğa anlatıcı gece ne rüya gördüğünü soruyor. Çocuk, adamı ahşap bir evde gördüğünü ve kapıyı kendisine açtığını söylüyor, sonra aniden, merakla soruyor, adamın o evde ne işi vardı? Sanki tek bir düzlem varmış da her şey orada gerçekleşiyormuş gibi. Aziz Augustinus rüyalarından sorumlu olmadığını anladığında Tanrı'ya teşekkür etmiş, kendisiyle arasında büyük fark olduğunu düşünüp rüyalarındaki yozluktan yaşamındaki Hıristiyan doktrini çalışmalarına dönebildiği için şükran doluymuş. Sezgiyi bu şekilde ortadan kaldırıyoruz belki de, savunma mekanizması haline geliyor. Rüyanın gerçek olmadığını düşünürsek düşsel sapkınlıklar gündelik yaşama sirayet edemez, bu yaşamı oldukça kolaylaştırıyor. Belki de durugörüyü engelliyor bir noktada, öteyi yaşamla perdeleyip ortadan kaldırıyoruz.

İki bölümü daha alıp bırakayım, ilki Mahşer Rüyası ya da Kurukafalar Rüyası. Dante'den mülhem bir metin ama mahşerin çeşitlenmiş tasvirlerini içerdiği için dikkate değer. Beddua edenlerden ve hırsızlardan başlanıyor, filozoflardan şairlere, İsa'dan Muhammed'e herkes yargılanıyor. Cevapları ilginç, gönderildikleri yerler üzücü. Örneğin filozoflarla şairler cehenneme gönderiliyor, gerçekliği çarpıttıkları gerekçesiyle. Dinin coşkusunu kendilerine yonttukları için de olabilir, aslında cehenneme gitmeleri için yeterli gerekçe var iblislere göre. İkinci metin Coleridge'in Kubilay Han'ını inceliyor. Şu yeter sanırım: "Bir Moğol imparatoru 13. yüzyılda rüyasında bir saray gördü ve aynen gördüğü sarayı inşa ettirdi. 18. yüzyılda, bu sarayın bir rüyadan yola çıkarak yaptırıldığını bilmeyen bir İngiliz şair rüyasında saray üzerine bir şiir gördü. (...) Daha önce yazıldığı gibi, başka bir açıklamayı sezmek ya da varsaymak mümkündür. Belki de insanlara hiç vahyedilmemiş bir arketip, (Whitehead'in adlar listesini kullanırsak) sonsuz bir nesne yavaş yavaş dünyaya girecektir; bunun ilk tezahürü saray, ikincisi ise şiir oldu. Biri kalkıp bunları karşılaştırsaydı ikisinin de esasen denk olduğunu görürdü." (s. 176, 178)

Hawthorne "gerçekliğin içgüdüsel algısı" diyor, hikâyelerden çıkan başka tanımlar var, söylenceler ve ritüeller anlamı bambaşka noktalarda arıyor. Nörobiyoloji tam gaz çalışıyor bir yandan, bilim daha somut verilere ulaşarak başka bir kanattan ilerliyor, hepsi rüyanın neliğini anlamak için. Rüya nedir? Binlerce yıldır insanın aklını kurcalayan bu sorunun yüze yakın cevabı, cevaba yaklaşan çeşitlemeleri var bu kitapta. Borges'ten Kitaplık'a yakışır bir nokta.

8 Ağustos 2017 Salı

Jorge Luis Borges & Adolfo Bioy Casares - Olağanüstü Masallar

Kabus. Borges'in kabusları, uykusuzluk durumlarının uzantısıdır. Olması gerekenin bir türlü olamaması, başka türlü olması, olma türlerine açıklığı anlamımıza bürüttüğümüz dünyayı teşkil eder. Zaman bükülür, kendine veya bir diğerine eklenir ve döngüler oluşur, minik veya devasa. O kadar devasa olur ki sonu yoktur, sonunun olmasının bir önemi de yoktur. Sonsuzlukta geleceğin anısı ve geçmişteki umut birdir. "Bu antoloji bir ana metaforlar, retrospektif kehanetler (Borges'in 'kehanet bellek'i'), olumlu ve olumsuz anıştırmalar antolojisidir de. Çevrimsel bir şekilde birbirlerini kopyalarlar, daha önce aynı şekilde kopyalanmışlardır ve Borges ile Bioy okumalarında onlarla coşkunluk içinde karşılaşıp -burada ve eserlerinde- onları bizim için yinelerler." (s. 6) Yinelemeler farklı masalların içine yerleşir, olan olana dönüşür ve ölümden kurtulunur, tekrarlanan bir şey nasıl ölebilir ki? Ön sözü yazan Anthony Kerrigan, bize bırakılan zaman olduğumuzu söyler, geçmiş ve gelecekle birlikte. Augustinusçu bir şimdilik hali. Şimdinin çeşitlemeleri bir şekilde kayboluş veya ölümle noktalanıyor, şu anın geçip gitmesinin ağıtını mı simgeler, metafor mudur? Waking Life'ı izlediniz mi? Sonda, pinball oynayan adamımız şimdilik, ölüm, Philip K. Dick ve başka şeyler hakkında uzun uzun konuşur ve sanırım Borges'in değişimlerine, aynalarına ve öz çoğaltımına -diyeyim, uydurdum- en yakın görüşlerden birine sahiptir. İzleyin, çok iyi.

Borges ve Casares'in son derece naif ve ser verip sır vermeyen temennisi: "Ey okuyucu, biz, bu sayfaların bizi eğlendirdiği gibi seni de eğlendireceğine inanıyoruz." (s. 13) Düşünmekten eğlenmeye vakit kalırsa...

Dünyanın her köşesinden masalları derlemişler, belli izlekler oluşturmuşlar ve ortaya müthiş bir antoloji çıkartmışlar. Hikâyeler birbiriyle gerçek bağlar kurabilecek kadar bakışımsızdır ama kolektif bilinç(altı) iyi iş görüyor ve rüyaları birbirine iliştirebiliyor.

Ölüm Hükmü: Aynalar için düşlerden daha iyi bir ikamet yok.

İmparator, düşünde kendisine niyaz edenin bir ejderha olduğunu ve Bakan Wei Cheng tarafından başının kesileceğini söyler. Ertesi gün imparator, bakanını satranç oynayarak oyalar ve ejderhanın canını kurtardığını düşünür. Oyun o kadar uzun sürer ki bakan uyuyakalır, iki yüzbaşı ortaya çıkarak imparatorun ayaklarının dibine bir ejderha başı fırlatırlar, gökten düştüğünü söylerler. Bakan da o sırada uyanır, düşünde böyle bir ejderha öldürdüğünü gördüğünü söyler.

Ogrelerin Yok Edilmesi: Bengal masalı. Prensese sırrı açan ogre, kahramanın ortaya çıkıp ölümlerine yol açmasına kadar sözün tek bir sahibi olduğunu düşünüyordu ama prenses mutlaka bir kahramanı da yanında taşımalıdır, dünyasının bir bölümünü onunla paylaşmalıdır ve kendine ait hiçbir şey kalmamalıdır. Tahakkümün sihri yok edişi.

Karşılaşma: Sevgi. Evlenmek isteyen çift kavuşamaz, adam sevdiğinin başkasıyla evlendiğini görmemek için yollara düşer ve kısa bir süre sonra, sevdiği karşısına çıkar. O da kalamamıştır, adamın peşinden gelmiştir. Çocukları olur, yıllar boyunca mutlu mesut yaşarlar ama kadın hükümdar babasının yanına dönmek ister, dönerler. Görülür ki kadın yıllardır komadadır, düşlerinde düşmüştür yola. Hayalle gerçek sarılır, tekilliğe döner. Güçtür bu; ruh öyle bir ıstırabın içine düşer ki paralellerden, aynalardan birini çekip kendine uydurabilir.

Fotoğrafta yer almayan bir tane daha: Bir kişi bir masal yazıyor -masal yazmak büyük küstahlık gibi geliyor bana, daha doğrusu yazılmış onca iyi örneği olmasına rağmen en iyilerinin yaşamın orta yerinde doğan, yazıya geçirilmeyen türden olduğunu düşünüyorum- ve masal durduğu yerde ilerliyor, karakterler düşünülmeyen şekillerde davranıyor, bazılarının varlığından şüpheye düştüğü de ihtimal dahilindedir. Sonuçta bu karmaşanın içinde yazar, kendini masalın kişilerinden biri haline getiriyor, gerçek yaşamdan bir farkı kalmayan masalın gerçek karakterlerinden biri oluyor. Üldes bu mevzuyu sevebilir.

Chuang Tzu: Chuang Tzu düşünde bir kelebek olduğunu gördü ama düş gören bir kelebek olmadığından emin değildir, ne de insan olup bir kelebeği düşlediğinden. Dünyalar arasındaki geçiş sert; varlık sadece bilincini kavrıyor da ötesi karanlıkta kalıyor. Kralın Vaadi da böyle bir karanlığın içinde geçer; iki kardeş yıllar sonra düşman olarak karşılaşır ve kimliklerini açık etmeden isteklerini söylerler, uzlaşamazlar ve savaşta birinin canı alınana kadar birini diğerinden ayıracak farklılıklar ortadan kalkmıştır, dünyevi farklar tinselliği hiçbir şekilde desteklemez.

Yapıt ve Şair: Hindu şair Tulsi Das, Hanuman ve maymunlar ordusu hakkında bir şiir yazdı, yıllar sonra hükümdar tarafından hapsedildiğinde onu kurtarmaya gelen bu ordu oldu. Mitlerin gerçeklik payı gerçekliğe yer bırakmayacak kadar az olabileceği gibi uzak, unutulmuş zamanların yaşanmış gerçekliğinden ibaret olabilir.


Oyunun Gölgesi: İki kral satranç oynarlar. Dışarıda kılıçlar parçalanır, savaş çığlıkları her yeri doldurmuştur. Akşama doğru krallardan biri mat olur ve kralın her yeri kana bulanmış habercisi gelip savaşın kaybedildiğini söyler.

Biz bunu izledik, çocukluğumuzda okumuş kadar olduk.


Hatta bilmeden kolektiviteye hizmet etmiş olabilirim; 2000'lerin başında kafeyi kapatıp saatlerce oynadığımız sırada şehirlerimi aynı biçimde kurardım ve dev haritalarda kopyalardan oluşmuş birçok krallığa hükmettiğimi düşünürdüm; her birinin merkezinde ben varım, kendimi o kadar çok çoğaltmışım ki aynı anda bin emir birden verebiliyorum, tek bir ben içinde oncası.

Tanrıların varlıkları, duvarları olmayan labirent olarak çöl, kilimlerdeki modellerin kitaplara tek bir izlek olarak yansımaları, masaldan doğan masallar... Sonsuz bir yansıma.

Baskısı tükenmiş, fahiş fiyatlara satılıyor. Bulursanız alın.

2 Ocak 2017 Pazartesi

Jorge Luis Borges - Yaratan

Borges'in en Borges kitabıdır demeye cüret ediyorum.

İletişim'den çıkan kitaplarında James Woodall'ın önsözü, Borges'in çok yönlü yaşamını pek güzel anlatıyor. Borges'in politik görüşü nispeten troll mantığı üzerinden yürüse de kendisi döneminin diktatörlerine giydirmekten keyif alıyor. Geç tanınıyor, görme yetisini tamamen kaybettikten birkaç yıl sonra adı dünya çapında duyuluyor ve Bloom'un kanonuna yerleşiyor. Kafka'ya Arjantin kanı pompalansa sonuç Borges. Büyülü gerçekçilik tanımlanmadan önce büyü yanı ağır basmakla birlikte bu türe giren yapıtlar ortaya koymuştu, bu açıdan çığır açıcı bir adamdır. Döngülere, sonsuzluğa, mistisizme kapılmış bir yazardır, bunu sıcak toprağının kıvrak diliyle süslemiş, mitolojiyle paketlemiş bir yazardır. Borges bir okuldur deyip Anti Klişe Timi'ni bekleyeyim.

Bu kitapta kısadan daha kısa öyküleri ve birkaç şiiri var, imza metinlerdir bunlar. Borges'in karalamalarıdır ama kalemin en özgür olduğu anlardan fırlamadır aynı zamanda. Üçünü beşini alayım, gerisini okur keşfetsin.

Yaratan: Dünyayı bütün duyguları ve bütün nesneleriyle sezdiği zaman tepedeydi Yaratan, aşağı indi. Anlatacak anıları, hikâyeleri vardı. Kendini mitolojiye sundu, karanlığa yürüdü. Etrafında gerçekleşen olaylar biçimlenip başka mitlere dönüşüyordu, İlyada etrafında biçimlenmişti. O aslında ampirik bir dünyada varlığını koruyordu, sezgiden uzaklaştıkça yarattı, deneyime yaklaştıkça yok oldu.

Dreamtigers: Borges'in öykülerinde çizgili kaplanlara rastlarız, Bengal olanlarına. Onlarla ilgili bir öyküdür. Bu hayvanlar yaratılmıştır, rüyada bozuma uğrar. Rüya, gerçekte var olan bir şeyi olduğu gibi yaratacak kadar kudretli değildir. Gerçi, bu kudret midir? İzdüşüm farklıdır, hiçbir varlık düşlerde aynı olmayacaktır.

Diyalog Üzerine Bir Diyalog: Llosa, Borges'in hayret verici fikirlerinden bahseder, bu da onlardan biri.

Ölümsüzlük üzerine bir konuşma dönerken dinleyicilerin yaptıkları anlatılır, sonunda anlatıcı rahatsız edilmeden tartışabilmek için intiharı teklif eder. Diyalog üzerine konuşan ikinci şahıs, mevzuya karar veremediklerini istihzayla söyler. Diyalog üzerine diyalogdan çıkılmış, direkt diyaloğun sınırlarına girilmiştir. İlk anlatıcı, o gece intihar edilip edilmediğini hatırlayamadığını söyler.

Konuşulan uzam dışında konuşulacak bir şey yoktur. Bağlam vüsattır.

Tırnaklar: Hap Poe. Tırnaklar uzar, tırnaklar her koşulda uzar ve anlatıcının dikkatini çeker. Ölü adam, tabutunda yatarken uzayan sakalını ve tırnaklarını düşünür.

Örtülü Aynalar: Ayna metaforu postmodernizme bulaşmış filozoflarca da incelenmiştir ama öncesinde Borges'in rahlesinden geçmiştir. Sonsuz bir kendini kopyalamadır ayna, her yansımada gerçek biraz daha sapar, yüzün sahibi kendi yüzünü hatırlayamaz hale gelir.

Borges bunu arkadaşlarından birine anlatır ve kadının delirmesine yol açar. Kendisi de delireyazmıştır gerçi; şiirlerinde de aynayı inceler, hatta bütün labirentlerin, bütün söylencelerin yaratanın yüzünü ortaya çıkardığı sonucuna varır. Yaratılanlar yaratanın yüzüdür, aynalar yaratanın yüzünü bozar, sonsuz sayıda alternatif yaratan/yaratılan oluşturur. Her kitap tekrar yazılacaktır, her yaşam tekrar yaşanacaktır, her tanrı tekrar doğacaktır. Farklı zamanlarda, farklı biçimlerde.

Öykülerde mevzu derin, şiirler bir kat daha dipte. Alıntının alıntısını yapıp bitiriyorum; Borges, Julio Platero Haedo'dan almış:

"Verlaine'in bir satırı var ki bir daha hiç hatırlamayacağım,
yakın bir sokak var adımlarıma yasaklanmış,
bir ayna var kendimi son olarak gördüğüm,
bir kapı var dünyanın sonuna dek kapattım.
Kütüphanemdeki kitaplar arasında (onları görüyorum)
kimisi var ki artık hiç açmayacağım.
Bu yaz elli yaşımı dolduracağım;
Ölüm hiç durmadan harcıyor beni." (s. 143)

Kitap bitti, London Grammar da beni bitirdi.

1 Ocak 2017 Pazar

Jorge Luis Borges - 25 Ağustos 1983 ve Diğer Öyküler

Önsöz Enis Batur'dan. Frano Maria Ricci ile Borges'in güçlerini birleştirmesiyle ortaya çıkan Babil Kitaplığı'nda yer alan kitapların önsözleri Borges'e ait, bu kitabınki hariç.

Batur, Ricci'nin kitaba aldığı Borges öykülerinde "temsil" özelliğinin ağır bastığını söylüyor. İki Borges; menşei Arjantin ve dünya vatandaşı. Sözü altına çevirebilen, filolojiyle ilgilenen Borges'in yanında metinlerini tekrar tekrar yazan, Kum Kitabı'nın şahidi bir diğeri var. Sondaki söyleşide Borges'in kesip kesip üzerine yapıştırdığı, kendini kırkyamaya çeviren dünyadan parçalar bulursunuz; edebiyat, dil, müzik, yolculuk, bir insanın yaratabildiği -kendi dahil- her şey.

25 Ağustos 1983: Borges, Borges'le karşılaşır. Bir Borges diğerinin düşü, yaşamı, metni içindedir ve ölecektir. Ölür. Diğeri uyandığında ölenin kendiyle karşılaşmasını yaşamaya yazgılıdır. Bu fantastik bir metindir, yaşamın ta kendisidir. Kaynayıp duran bir göl, akışsız su. Biri, sonsuza kadar diğerinin yaşamını sürdürmek, onun yazdığı kitabı yazmak zorundadır. Bu kitap çoktan yazılmıştır, lakin pek Borgesvari bulunarak yabana atılmıştır.

Bir metin daha kaç kez kendini referans gösterebilir?

Paracelsus'un Gülü: Araştırmalarıma göre Paracelsus'un mezarında şu yazmaktadır: vitam cum morte mutavit. "Yaşamla ölümü takas etti." Felsefe Taşı'nı ararken zannımca bilmeden tasavvufun sınırlarına da girmiş, sevmeden görmenin, bilmeden sevmenin imkansız olduğunu söylemiştir. "Sen seni bil sen seni" der kısaca, öğrencisi olmaya gelen genç adama. Adam bütün hayatını ustanın ilmini öğrenmek için feda edebilir ama karşılığında küçük bir mucize ister; yaktığı gülü tekrar eski haliyle görmeyi arzular.

Bu şeye benzedi, hangi film olduğunu hatırlamıyorum şimdi. "Eğer insanın aşık olup olmadığını nasıl anladığını sorarsan, aşkın ne demek olduğunu bilmediğini söylerim," gibi bir replik vardı. "Hayatın anlamını sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" da benzer bir mantıkla söylenmiştir. Sonuçta öğrenci gönderilir, Paracelsus bir şeyin varlığını ve yokluğunu Kabala'nın temeline, Kelam'a bağlamasıyla birlikte elinde beliriveren gülü okşar, ensesine vurup lokmasını alır falan.

Mavi Kaplanlar: "Eğer üç artı bir, iki ya da on dört olabiliyorsa, o halde mantık denen şey bir deliliktir." (s. 38) Sayıların insan beyninin işleyişini düzenlemeye yönelik doğal bir işlevleri yok, var oluş sebepleri kendiliğinden ortaya çıkmadı. İnsanlar onları bu amaç için icat ettiler. Bir örüntü, mantığa bürüme, bu tarz işler için sayılara güvenildi. Sonra metafizik icat olundu, mertlik bozuldu. Dostoyevski, Musil, Borges, Aronofsky sayılara o kadar da güvenilmemesi gerektiğini söyledi. İnanırım.

Doğu'nun mistik ortamından fırlamış bu öyküde doğuran taşlar, Pakistan ve bir adet Prometheus mevcuttur. Doğuran taşlar, köylüler tarafından kaplan metaforuyla gizlenir, Borges/anlatıcı bunu Blake'in şiirine benzetir, zira yaşamın kendisi kitaplarda mazruftur. Taşlar dört işleme gelmez, aritmetik, cebir, hendese ve sair işlerde kullanılamaz, herhangi bir iz taşımazlar, onlardan kurtulmanın yolu Tanrı'nın yolundan geçer. Anlatıcı caminin önündeyken Tanrı'yı çağırır, tanrı bir fakir kılığında gelir ve kendi yükünü sonsuza dek omuzlamak üzere adamdan alır. Tanrı kendi yaratılarından sorumludur, yazar kendi yazdıklarından.

Yorgun Bir Adamın Ütopyası: Bütün dünya Latince'ye dönmüş, okullarda unutma ve şüphe etme üzerine eğitim veriliyor. Ütopyanın niteliği değişiyor; geçmiş unutulmaya çalışılan bir ütopyaya dönüşüyor. Var olmayan ülke gerçekte var olmadığı için değil, unutulduğu için var.

Geri kalanı Borges röportajı.

Diyecek bir şey yok, baş köşede bulunmalı.

28 Temmuz 2013 Pazar

Jorge Luis Borges - Alçaklığın Evrensel Tarihi

Borges'in hikâyelerden oluşan ilk metni. Dünyanın her yerinden alçaklık hikâyeleri. Alçaklık yerine katakullileri anlayacağız, tabii Katakulliliğin Evrensel Tarihi gibi tırto bir çeviri hoş olmayacağı için "alçaklık" daha hoş.

Hikâyeleri okurken kitabın adını rehber olarak görmek gerekiyor. Karakterlerden ve olaylardan ibaret metinler değil bunlar, bir tarihçinin zamanı sayfalara sığdırma çabası demek doğru olur sanırım. Bunu uydurukçulukla birlikte yürütmenin zorluğunu düşününce, sözlük jargonuyla söyleyelim, insan gerçekten hayret ediyor. Olayların öncesi, adamımız, olaylar ve sonuç. Çok çeşitli detaylar. Böyle şeyler var hikâyelerde. Bazı bazı İhsan Oktay Anar tadı almak mümkün.

Korkunç Kurtarıcı Lazarus Morell: Morell bir güney soylusu. Vaazları gözlere yaş dolduracak kadar etkileyici. Aynı zamanda "zenci hırsızı". Zencileri kurtarırmış gibi yapıp tekrar satıyor. Adam öldürüyor, zina yapıyor, bir sürü şey. Bir zenci isyanı ayarladığı sırada akciğer kanamasından ölüyor.

İnanılmaz Sahtekâr Tom Castro: Bir deniz kazasında yaşamını yitiren leydi evladının yerine geçmeye çalışan bir adamın öyküsü. Arkadaşıyla birlikte kurdukları dümen tam başarılı olacakken işin beyin kısmı olan arkadaş ölüyor, bizimki ortada kalınca yakayı ele veriyor. Castro ilginç bir adam, bu dümen dışında bebek kadar masum. Hapisten çıktığı zaman kasaba kasaba gezip hikâyesini anlatıyor. İnsanlara kendini sevdirmek tek görevi.

Dul Ching, Korsan: Akla direkt Pirates of the Carribean: At World's End geliyor.

Ching bacımız, kocası öldürülünce koca bir korsan donanmasının başına geçer, imparatorlukla çekişmeye başlar. Japon komutanlar başarısız olur, harakiri falan yaparlar. En sonunda bacımızın donanması kuşatılır. Bacı teslim olur, köylüler kılıçlarını satar, her şey normale döner.

Haksızlık Üstencisi Monk Eastman: Bu da tam Gangs of New York. Önce bir New York çeteleri tarihi var, sonra Eastman geliyor. Eastman başarılı bir gangster. Bu başarıdan kol kırmayı, göz çıkarmayı vs. anlamalıyız tabii. Bir yandan da devlet hesabına çalışıyor. Sakat bir mevzu, bir taraf desteğini çektiği zaman ortada kalıyor Eastman. Hapse giriyor, o sırada patlayan savaşa gidiyor, dönünce beş kurşun yiyip ölüyor.

İlgisiz Katil Bill Harrigan: Kendisi Billy the Kid oluyor, ünlü suçlu. 14 yaşındayken nam salmış ünlü suçluları gözünü kırpmadan öldürmesiyle adını duyuruyor. Ününün doruğunda dostu Komiser Garret tarafından tek kurşunla öldürülüyor, cesedi sergileniyor ve sevinç gösterileri arasında gömülüyor.

Gibi. Üç hikâye daha var, üşendim.

Masal mı, tarih mi, hikâye mi? Azar azar üçünden de var. Mis kitap.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Jorge Luis Borges - Kum Kitabı

Sondeyiş'te, "Henüz okunmamış öykülere öndeyiş yazmak hemen hemen olanaksız bir iştir, çünkü önceden yapılması pek doğru olmayan öykü kurgularının çözümlenmesini gerektirir." (s. 105) diyen dayımız, Babil Kitaplığı için yaldır yaldır yazdığı ön deyişlerle kendini cortlatsa da, bazı bazı keyif kaçırsa da bunlar lazım, çünkü adamın her türlü deyişinde bir şeyler arıyorsunuz, bir öykü veya anı kırıntısı. Kütüphanede bir ömür geçiren adamdan daha azını beklemek olmazdı.

Kurgusal metinler için ön deyiş cinayettir. Güdülürsünüz, metnin sonunda çıkacağınız yerden bambaşka bir yerde bulabilirsiniz kendinizi ve hatta bulduğunuz yer hiç hoşunuza gitmeyebilir. Ön deyişi isterse yazar hakkında yıllar boyunca araştırma yapmış biri yazsın, böyle acayip manyak bilgiler versin, okuma ediminin özgürlüğünü okurun elinden alınır. Bir anlamda metnin gardiyanı olur ön deyiş, parmaklıklar arasından gördüğünüzü anlamaya çalışırsınız. Reklam boyutu da var işin tabii. Servet-i Fünun zamanında genç yazarlar Ahmet Midhat Efendi'den falan ön deyiş alabilmek için kırk takla atarlarmış. Eh, şimdi de kralı yok mu bunun, nice nice kral yazarlar ne yazılar yazıyorlar kitaplar hakkında. Bir bakıyorsun, fos. La neyse, bunları anlatmayacaktım ben.

Bazı bazı otobiyografik, fantastik hikâyeler var. Saygı duruşları var, sonsuzluk var, var da var. Bir de aralara serpiştirilmiş bazı metinler var ki iyi bir avcıysanız birini bile kaçırmak istemeyeceksiniz. Ne yazık ki hepsine ulaşılabileceğini sanmam. Plinius'un eserlerini nereden bulacaksınız mesela. Bir tane YKY basmış, Genç Plinius'un Anadolu Mektupları diye. Borges zannediyorum, örtük olsa bile, okuruna yol göstermekten zevk alan bir yazar. Eh, yazarların ne okuduğunu merak ederiz, o kitapları biz de okumak isteriz ama Borges konusunda biraz şanssızız, kütüphane çalışanı değilsek tabii.

Öteki: Bu hikâye, Celal Üster'in çevirdiği Borges ve Ben'de de mevcut. Otobiyografik olduğu için kitaba eklediğini söylüyor Üster.

Zamanın etkisiyle farklılaşan iki Borges var, yaşlı olan 75 yaşında. Anlatıcımız da bu yaşlı Borges. Genç olan 20'lerinin başında. Kariler, aynı insanın farklı yaşlardaki hallerinin birbirine düşman olabileceğini, hatta birbirini öldürmek isteyeceğini ilk defa Looper namlı filmde gördüm. Açıkçası başta aklım almadı, sonra zamanın insanı kendinden ayrı düşürebileceğini düşününce aklıma yattı. Borges de aynı şeyi düşünmüş tey o zaman.

"Amacım, iki konuşmacının iki ayrı kişi olmaları için birbirlerinden yeterince farklı ve tek kişi olmaları için de yeterince benzer olmalarını sağlamaktı." (s. 105)

Okunan metinler dışında ikisi arasında ortak çok az nokta var, o metinler de zaman içinde değişime uğruyor ister istemez. Okuduklarımızı değil, okuduklarımızdan kalanları hatırlarız. Yine zamanın bozucu etkisi. Karşılaşmalarının yaşlı olanın günlük yaşamında, gencin rüyasında olması ayrı bir beyin yakıcı hadise. On numara hikâye bu.

Ulrike: Aşk temalı. Borges, aşk temalı tek öyküsü olduğunu söylüyor bunun.

York'ta Ulrike adlı bir hanımla tanışan anlatıcımız, aşkı karanlıkta yüzlerce yıl boyunca akan kumlara benzetir ve bir an için ona sahip olur. İki insanın karşılaşması, bir gece ve bir sabah süren aşk. Sonra her şey kendi yolunda sürüp gidiyor.

Kongre: Bir amaç uğruna bir araya gelen insanların çıkmaza ulaşmasıyla ilgili. Kafka türünden bir uydurma diyor Borges. Çok da hatırlayamadım bunu dsfd.

There Are More Things: Ustam Lovecraft'a adanmış bir hikâye. Borges'e göre Lovecraft, Poe'nun hikâyelerinin parodilerini yapıyormuş. Şimdi onca şeyden buna mı taktım, buna taktım. Bütün kendimi bilmezliğimle adamın karşısına geçip, "Haddini bil ihtiyar," derdim ben. Ne demek lan parodisi. Within The Walls of Eryx neyin parodisiymiş? Yaşlı osuruk seni be.

Bu hikâye yanlış hatırlamıyorsam Cthulhu Mitosu Öyküleri'nden birinde vardı. Ölen amcasının izlerini arayan bir gencin bilinmeyenle karşılaşmasıyla ilgili. Neydi, insanın en çok korktuğu şey bilmediği şeydi. Eh, temel sağlam olunca ister istemez korkuyoruz bunda da. Merak, mutluluğu getirmiyor çoğu zaman.

Otuzlar Mezhebi: Yehuda'yla İsa'yı kutsal sayan bir mezheple ilgili bilgiler içeren elyazması. Mezhebe göre tanrı yiyecek verir, bu yüzden biriktirmeye gerek yoktur. Güzel bir kadını görünce akıldan geçen düşünceler, eylemler kadar günah doludur, bu yüzden bu konuda bir yasak yoktur. Mantık süper. Bir de inananların kendilerini çarmıha gerdirmesi olayı var, yazma orada bitiyor. Hikâye de bitiyor.

Armağanlar Gecesi: En beğendiklerimden biri bu oldu. Anlatıcının bulunduğu bir ortamda bilgi sorunu tartışılır. Bilgi doğuştan var mıdır, yoksa sonradan mı edinilir, mevzu bu. Platoncu-Davranışçı, zıt düşünceler. Her neyse, adamın teki bilmekle alakalı bir hikâye anlatıyor. İşte gençken bulunduğu bir evi askerler basmış da, bir tanıdığı ölmüş de, bilmem ne. En sonunda anlattığı şeyi kaçıncı defa anlattığını bilmediğini, ne kadarının gerçek olduğunu da bilmediğini söylüyor. Bazen anılarımızda küçük küçük şeyler siliniyor, yerini biz dolduruyoruz. Mesela geçmişte bir şey içtik, o su olur, kola olur, ne bileyim. Zaman değiştirir. Zaman bilgiyi de değiştirir, bu yüzden bilgi özneldir. Yapısalcılık kuramı.

Ayna ve Maske: Sembollü, kıssadan hisseli bir hikâye. Methiyeler düzülecek bir savaşın ardından İrlanda kralı, bir ozandan şiir yazmasını ister. Ozan gider, bir sene çalışır ve döndüğünde şiiri okur. Kral şiiri pek beğenir, daha güzel olmasını istediği bir şiir daha yazdırır. Ozan yine yazıp gelir, bu sefer şiir daha kısadır. Kral kaptırır, son bir tane daha ister. Bu son şiir tek bir kelimeden ibarettir, ozan da iyice hayattan bezmiş bir halde ortaya çıkar. Kusursuzluğa ulaşmak için daha az malzeme kullanmıştır, en sonunda tek bir kelimeye kadar indirir mevzuyu. Yeryüzündeki bütün eserler tek bir kelimede.

Hepsini de anlatmayacağım, sona geliyorum.

Kum Kitabı: Zirve bu. Sonsuz bir kitap, sayfalar belirip kayboluyor. Başı, sonu yok. Sayfaların numaraları çıldırmış. Adamımız, değiş tokuş yoluyla bu kitabın sahibi oluyor. Bir süre sonra Ulusal Kitaplık'a saklıyor kitabı, yeri orası çünkü. Kitaplık, sonsuz kitap, Borges. Böyle bağlantılı şeyler.

Borges'in anlatıcı olarak, "Bak bu hikâye yaşandı tamam mı, yemin ediyorum gerçek," deyişleri bir yana, neden olmasıncılık belli. Elbet bir zaman, bir yerde yaşanmış olaylardır bunlar, Borges vaka olarak inceler gibi yapıyor alayını. Bir arşivci, hatta vakanüvis. Animatrix'in bir bölümünde gerçekliği sorgulayan birine verilmiş bir cevabı hatırladım şimdi: "Neyin düş, neyin gerçek olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim, bunların benim aklımın ürünü olduğudur." Aşağı yukarı böyle bir şeydi.

Ne diyeyim, sıkı fantazya okurlarını kesmeyecek bir kitap ama Borges'in düş gücü kendisine bağımlı kılacak ölçüde. Bir kitapla hüküm vermiyoruz, okumaya devam ediyoruz.