Kırmızı Kedi Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kırmızı Kedi Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2020 Pazartesi

Marion Rankine - Şemsiyoloji - Hayatta ve Edebiyatta Şemsiyenin Tarihi

Charles Dickens, romanlarında şemsiyeye 120 kez atıfta bulunmuş. Eski, yeni, büyük, küçük şemsiye, siyah veya çok renkli şemsiye, çeşit çeşit. Anlamı farklı, kurmacaya katkısı farklı, sayısız. Rankine İngilizce edebiyatta bir şemsiye kataloğu oluşturmaktan çok daha fazlasını yaptığını anlamadan önce metnini bir deneme olarak görüyormuş ama işin içine farklı coğrafyalardaki yansımalar ve sosyal yaşamda şemsiyenin sembolize ettikleri girince iş büyümüş. "Şemsiye olma hali" üzerine düşünerek başlıyor incelemeye, böylece iki yüz yıldan fazla bir süre boyunca biçimini değiştirmeden gelen -antik dönemlerdeki şemsiye benzeri nesneler incelemenin konularından biri olsa da şemsiye değiller sonuçta- bir eşyanın tabiatına neleri sığdırabileceğini gösteriyor. Haşin veya yumuşak bir şekilde yaklaşabiliriz şemsiyeye, Dag Solstad'ın Mahcubiyet ve Haysiyet'inde geçmişin kapılarını açan nesneliğin yanında, doğrudan olmasa da farklı çağrışımların peşinden gidebiliriz. Bir yerde unutabiliriz, şemsiye öylece durur. Şemsiyeyi ve unutmayı hatırlarız, Derrida'dan alıntı yaparak bir unutuşun farklı anlamlarına da eğiliyor Rankine. Edebiyattaki şemsiyelerin tamamını incelemek zor, zaten bir arkadaşı uyarmasa Madam Bovary'deki şemsiye bahsinden haberdar olmayacakmış, aramaları sırasında Flaubert bir kez olsun karşısına çıkmamış mesela. Metni şemsiyenin tarihine ve edebiyata mütevazı bir katkı olarak görmek de zor, Batı'nın eserlerinden pek uzaklaşmasa da oldukça kapsamlı bir araştırmanın ürünü olduğu için önemli. "Seçkinlik İşaretleri" bölümüne bakalım örneğin, James Smith & Sons adlı şirketin kuruluşuna, 1830'a dönüyoruz ve nesnenin seçkinliğe katkısını görüyoruz. R. L. Stevenson bir denemesinde şemsiyenin piyasaya çıkar çıkmaz bir elitlik, efendime söyleyeyim, eleganslık göstergesi haline geldiğini yazmış. Gelip geçici nesneler her ne kadar değersiz olarak görülürse de bu nitelikleri pahaları ölçüsünde değişebiliyor. Bugün fırtınalı havalarda şemsiye ölülerini yol kenarlarında sıklıkla görürüz ama o zamanlar muhtemelen tamir ettirmek üzere bir yerlere götürürdük, az sayıda üretiliyorlardı çünkü. Orta sınıf kuvvetleniyordu ve şemsiyeye rağbet ediyordu, bunun yanında işçi sınıfına istihdam sağlanıyordu, yolunacak kazların artmasıyla birlikte üretim de artmıştı, insanlar şemsiye istiyorlardı. Günümüzün otomobili gibi bir şey, statü yarışlarında şemsiye ön plandaydı. Üç bin yıldır böyleydi bu üstelik, Dickens bir yazısında üç bin yıl önce Eski Mısır ve Asur halkının şemsiye kullandığından bahsediyor. Güneşten korunuyorlardı herhalde, bu eylemden türeyen anlamlar bile başlı başına bir inceleme konusu olabilir. Mesela adamın biri güneşten korunuyor ama hasmına göre Güneş Tanrısı'na isyan ediyor, idam. Başka bir adam yağmuru engellediği, ekili alanların sıcaktan kavrulmasına yol açtığı için öldürülüyor, tanrıların yağmur yağdırmamalarına yol açtığı için. Kapalı bir alanda şemsiye açmanın uğursuzluk getirdiği söylenir, bu inancın şemsiyeleriyle birlikte yok yere suçlanan adamlara kadar geriye gideceğini düşünüyorum ve evin içinde şemsiye açıp koşturduğum günleri hatırlıyorum, salondaki avizenin cam parçasını yanlışlıkla düşürüp kırdığım için annemden yediğim tokadı düşününce, evet, buna inanabiliriz. Hükümdarlar da bu kadar şanssız olabiliyormuş bazen, kuraklığa sebep oldukları için tahttan indirilip öldürülürlermiş, sonuçta önce ekmek, sonra hükümdar. Burma'da kadim başkent Ava'nın kralına "Beyaz Fillerin Kralı ve Yirmi Dört Şemsiyenin Efendisi" denirmiş, demek ki bir süre sonra, bu kuraklık olayı zaman olgusunun anlaşılmasıyla birlikte tarih olmuş, insanlar dilediklerince kullanmışlar şemsiyelerini, hatta şemsiye kraliyetin önemli nesnelerinden biri haline gelmiş bazen. Eski Mısır'daki yazıtlarda görülmeye başlanmış bir süre sonra, gölge anlamına gelirmiş. Onca yıldan sonra Dickens'ın romanlarına zıplamış, E. M. Forster ve Roald Dahl şemsiyeye saygılarını sunmuşlar, Mary Poppins şemsiyesiyle oradan oraya uçmuş. Rankine pek çok alıntıyla örnekliyor durumu, hatta bazı hayvanların daha eşit olmasına benzer bir durumu şemsiyenin odağa alınmış biçimiyle de görebiliyoruz, alıntılardan birinde herkesin eşit olduğundan, özellikle şemsiyelilerin eşit olduklarından bahsediliyor. Robinson Crusoe'dan da bahsediliyor, çocukken benim de ilgimi çeken bir bölümde Crusoe kendine bir şemsiye yapıyordu, sanki bu aşamadan sonra değişiyordu her şey. Evini inşa etmesi, kendi ürünlerini yetiştirmeye başlaması, Cuma'yı yamyamların elinden kurtarmasına kadar gidecek olan bir süreci başlatan ayak iziyle karşılaşması, her şey şemsiyeden sonra. Sanırım, öyleydi galiba. Medeni insan şemsiye kullanır yani, ıssız bir adaya düşse bile öyle hoy hoy dolanmaz, hemen bir şemsiye imal edip uygarlığını adım atılmamış topraklara taşır. Neyse, bu olay öyle bir ses getirmiş ki konuşma diline yerleşmiş, şemsiyeye bir süre "robinson" demiş adamlar. Çok ilginç. Bunun yanında zıt çağrışımlar da türemiş, kadın haklarının ilk savunucuları ellerinde şemsiyelerle resmedilmişler, şemsiye hemen protest bir nitelik kazanmış.

Fransa'da şemsiyenin akıbeti nedir, şemsiyeyle ilgili neler yaşanmıştır, ona da bakalım. Adamlar başta hiç sevmemişler bu zamazingoyu, Balzac'a göre şemsiye "baston ile faytondan olmuş bir piç". Arabası olmayan insanların şemsiye kullandıklarına dair bir görüş yayılmış hemen, böylece statü göstergesi olarak arabalar değer kazanmış, şemsiye yerin dibine sokulmuş. Kapitalizm metalar arasındaki ilişkileri nasıl da düzenleyiveriyor, ilginç. Neyse, şemsiyeler şapkalaşmaya başlayınca yine tepkiler doğmuş ama fötr şapka yayılmış bir süre sonra, taşıması daha kolay bir eşya sonuçta. Bu tür değişimlerin kanlı bir şekilde sonuçlandığı da olmuş, İngiltere'de ilk hava tahmin bürosu kurulduğu zaman öngörülemeyen bir fırtına yüzünden gemiler batmış, büroyu kuran adam intihar etmiş, üstüne İngiltere hava durumu tahminlerini on üç yıl boyunca yasaklamış. Şemsiyenin kullanımının artmasıyla birlikte bu yenilikle dalga geçenler de çıkmış, şemsiye kullananları sınıflandırıp her bir sınıf için karikatürler çizmişler. "Göğü Delen" var bir tane, şemsiyesini aşırı bir şekilde yukarıda tutanlar için söyleniyor. "Kalkanlı" var, adı üstünde. Bu arada şemsiyesini gerçekten de kalkan olarak kullanan iki figür varmış tarihte, Kraliçe Victoria bir suikast girişiminden sonra birkaç şemsiyenin zincirli zırhlarla birlikte sıralanması emrini vermiş, böylece saldırılardan korunabileceğini düşünmüş. Diğeri Nicolas Sarkozy. Koca kafa Sarkozy 10000 sterline Kevlar kaplama şemsiye yaptırmış. Başka bir tarihi figür, JFK suikastı sırasında, güneşli havada şemsiyesini havaya kaldıran Louie Steven Witt. Mevzu hakkında deli komplo teorileri bugün bile dönüyor, bu adamla ilgili de sayısız araştırma yapılmış örneğin. Şemsiye ne iş, suikastın gerçekleştirilmesi için mesaj mı gönderdi, bir dünya uyduru.

Unutma ve unutulma faslıyla bitireceğim. İngiltere'de toplu taşıma araçlarında her yıl 80000 şemsiye unutuluyormuş, elden ele dolaşan veya çöpü boylayan onca şemsiyeyi düşününce bir nesnenin bu kadar önemli ve önemsiz olması kafa kurcalıyor. Japonlar bu unutulma işini inançlarına katmışlar hemen, loş ve eski evlerin içinde kenara köşeye atılmış eşyaların "ruhlandığına" dair bir korku var, tsukumogami denen varlıklara dönüşürlermiş bu eşyalar. Küstahlaşmış, vahşileşmiş eşyalar kendilerini hatırlatıyorlar böylece. Bir çizim var, şemsiyenin içinden insana benzeyen acayip bir varlık fırlıyor, korkunç ama şu haiku bence daha korkunç, Yosa Buson 18. yüzyılda yazmış:

"Ah kış yağmuru,
Ayışığının aydınlattığı bir gecede
Eski bir şemsiyenin gölgesi titrer." (s. 128)

Toplumsal cinsiyet, ekonomi, sanat derken şemsiyenin farklı yüzleriyle, aslında insanın da farklı yüzleriyle karşılaşıyoruz, sıkı bir metin bu. Denk gelinirse okuna.

12 Kasım 2019 Salı

Jorge Luis Borges - Rüyalar Kitabı

Rüyalarla aynı tornadan çıktık. Değil, rüyaların yapıldığı malzemedeniz, Shakespeare Prospero'ya bunu söyletiyor. Hepimiz yıldız tozuyuz, gerçi Sagan "star-stuff" diyor, bunu da "such stuff" şeklinde Prospero söylüyor, gerçi yıldız tozu daha yakışıklı duruyor. Steven Wilson, "Deform to form a star," diyor, "Here on earth, together," diye ekliyor. Rüyalarla varoluşun çok derinlerinde bir yerde aynıyız, var olduğunu "dayatan" bilincin bir yanı, hatta kendisi rüyanın bir parçası, tersi de geçerli. Bir rüyadayız, ölünce uyanırız. Bu bir hadis-i şerif, Borges bunu metnine almamış ama anılması lazım, ölmeden ölmenin anlamı bu sözle birlikte ortaya çıkıyor. Bu dünyanın bir uykudan, rüyadan ibaret olduğunu anladığımızda belki de derinlerde bir yerde gizlenen eşliği, anlamların denkliğini görebiliriz. Oyun yazarı, bilim insanı, müzisyen ve peygamber görür gibi olmuş, Borges'in derlediği metinleri okursak bu denkliğe bir nebze yaklaşmış oluruz, en azından bunun tarih boyunca hangi biçimlerle ve içeriklerle sezildiğine dair bilgimiz olur. Arada Borges'in kendi metinlerine de rastlarız, başka kitaplarında yer alan metinlerini buraya taşımış. Geri kalanları kutsal metinlerden, söylencelerden, edebi metinlerden ve bilimsel incelemelerden toplanmış, muhteşem bir seriyi bitirmek için nokta mahiyetinde şahane bir derleme. Önsöze bakıyorum, Joseph Addison'ın kitapta yer alan bir denemesinden alıntı yaparak rüya gören insanın bedenden kurtularak insan ruhunun hem bir tiyatro sahnesi, hem oyuncu, hem de seyirci olduğunu söylüyor Borges, böylece rüyaların edebi türlerin en eskisi ve en eksiksizi olduğu tezine varıyor. Kitap "varsayımsal tarih" için bir başlangıç niteliği taşıyor, Poe'dan Doğu'nun peygamberlerinin rüyalarına kadar pek çok malzeme bu tarihin parçalarını oluştururken belli belirsiz hissettiğimiz bir bütünlük hissini de ortaya koymaya çalışıyor. Rüya tabirleri binlerce yıldır insanlara yol gösteriyor, doğru veya yanlış. Gölgedeki dünyayı görünen dünyaya ekleme çabalarından sadece biri.

Gılgamış Destanı'ndan bir bölümle başlıyoruz, Gılgamış uykunun sürmesi için uğraşacak. Ölümden kaçmayı başarmış tek fani olan Utnapiştim'i bulmak için dünyanın sınırına gidiyor, adamdan ölümsüzlüğün sırrını istiyor. Utnapiştim'in anlattığı tufan hikâyesini biliyoruz zaten, dağın tepesinde kalan gemi var, hayvanların ve ailenin gemiye tıkıştırılması var. Bir de ölümsüzlüğün sırrı var ama bu yine ölmeden ölmek meselesine geliyor. Utnapiştim'in ölümsüzlüğünün kaynağı, rüyanın rüya olduğunu anlamakta yatıyor. Bu rüya-yaşam birlikteliğinin izlerini tarih öncesi insanlara kadar süren bir araştırma vardır mutlaka, bakmak lazım. Hatta bu tufanın da vardır, söylencenin ilk halini çıldırasıya merak ediyorum. Neyse, Gılgamış'ınki MÖ ikinci bin yıldan bir Babil öyküsü. İkinci parçayı Babil Kitaplığı'ndaki metinlerden birinden çekip almış Borges, Konuk Kaplan'dan. Burada yazarın adı Tsao Hsue-King olarak verilmiş ama kapakta Cao Xueqin olarak görüyoruz, hangisi bilmem artık. Neyse, Pao Yu rüyasında kendininkine benzer bir bahçede olduğunu görüyor, hizmetçilerinin yanına gittiği zaman kimsenin Pao Yu olduğuna inanmadığını görüyor, sonra yatak odasında uyuyan adamın Pao Yu olduğunu anlıyor, iki Pao Yu karşı karşıya geliyor falan, uyanış sırasında her şey baştan başlıyor. Kuyruğunu kovalayan bir hikâye. Kutsal kitaplardan alınan metinleri doğrudan geçmek istiyorum, Yusuf'la ilgili birçok bab mevcut, Tanrı'nın sözlerine yer verilmiş falan, ilahi kelamdan gelecek tasvirine inanmayan kulların başlarına gelen felaketler anlatılıyor daha çok. Bir alıntıyla geçeyim: "Eğer Yüce Tanrı seni ziyaret etmeleri için göndermemişse, rüyaları önemseme." (s. 39) Buradan Antik Yunan'a uzanırsak mitik olguların geçirdikleri değişimi adım adım takip etmeye başlayabiliriz, örneğin Zeus'un art arda gördüğü rüyalardan bahsedilir ki tanrıların rüya görmesi ilginç bir durum, insani nitelik kazanma olayı bu dönemden itibaren mi görülüyor acaba?

Sezar'ın ölümünde rüyaların etkisini Plutarkos anlatıyor, başka metinlerde parça parça gördüğümüz hikâye tamamlanıyor böylece. Mart ayının on beşine kadar büyük bir tehlikenin beklenebileceği söylenirmiş eskiden, Sezar'ın eşi Calpurnia gördüğü rüyaları bu felaket beklentisiyle bir tutarak ağlayıp yalvarmış, Sezar'ın senatoya gitmesini engellemek için elinden geleni yapsa da başarılı olamamış. Kurbanlar kestirmek, başka kehanet araçları kullanmak istemiş ama durduramamış adamı, ilginç. Sezar'ın mektuplarını içeren kurmaca bir metinden alınan parçaya bakarak, tabii biraz da gerçeklik payı olduğunu düşünerek bakarsak Sezar'ın da rüyalara çok önem verdiğini görebiliriz, garip bir durum ortaya çıkıyor o zaman. Sezar gücünü yitirmediğini göstermek istedi ya da kendi kehanetine sahipti, sonuçta ölümüne yürüdü. Gerçeği rüyadan ibaret sanmak inancın en derin noktasından doğuyor, böyle bir inanca sahip insanı yolundan çevirmek zor. Bir de tersi bir durum var, olduğu gibi alıntılayayım. Coleridge'ten: "Eğer biri rüyasında cennete gider ve ona orada olduğunun kanıtı olarak bir çiçek verilirse, uyandığında da elinde bu çiçeği bulursa... Ne demeli buna?" (s. 72) Borges'in Parmenides'i karakter olarak kullandığı bir öyküsü var, altın bir gülle alakalı sanırım. Diğer karakter Parmenides'in evini buluyor, adamla konuşuyor ve Parmenides adama altın bir gül verip uyanmasını istiyor. Sanırım. Adam uyanıyor, elinde altın gül. Ne demeli gerçekten? Machado'dan direkt alıntı yaparsam cevaba ulaşır mıyız?

"Bellekte tek değer taşıyan şeydir
Rüyaları hatırlama kıymetli hediyesi." (s. 87)

Cisimleşmiş bir rüya parçasının çok büyük bir hadise olduğunu düşünmemeye meyilliyim, somut dünyanın berisinde her şey karman çorman bir şekilde işlenmeyi, zihne veya dünyaya gelmeyi bekliyor. Altın bir gülün pek de doğaüstü bir yanı yoktur, var olması dışında. Gerçekte değil, rüyada. Başka bir bölümü ele alıp genişleteyim, beş-altı yaşlarında bir çocuğa anlatıcı gece ne rüya gördüğünü soruyor. Çocuk, adamı ahşap bir evde gördüğünü ve kapıyı kendisine açtığını söylüyor, sonra aniden, merakla soruyor, adamın o evde ne işi vardı? Sanki tek bir düzlem varmış da her şey orada gerçekleşiyormuş gibi. Aziz Augustinus rüyalarından sorumlu olmadığını anladığında Tanrı'ya teşekkür etmiş, kendisiyle arasında büyük fark olduğunu düşünüp rüyalarındaki yozluktan yaşamındaki Hıristiyan doktrini çalışmalarına dönebildiği için şükran doluymuş. Sezgiyi bu şekilde ortadan kaldırıyoruz belki de, savunma mekanizması haline geliyor. Rüyanın gerçek olmadığını düşünürsek düşsel sapkınlıklar gündelik yaşama sirayet edemez, bu yaşamı oldukça kolaylaştırıyor. Belki de durugörüyü engelliyor bir noktada, öteyi yaşamla perdeleyip ortadan kaldırıyoruz.

İki bölümü daha alıp bırakayım, ilki Mahşer Rüyası ya da Kurukafalar Rüyası. Dante'den mülhem bir metin ama mahşerin çeşitlenmiş tasvirlerini içerdiği için dikkate değer. Beddua edenlerden ve hırsızlardan başlanıyor, filozoflardan şairlere, İsa'dan Muhammed'e herkes yargılanıyor. Cevapları ilginç, gönderildikleri yerler üzücü. Örneğin filozoflarla şairler cehenneme gönderiliyor, gerçekliği çarpıttıkları gerekçesiyle. Dinin coşkusunu kendilerine yonttukları için de olabilir, aslında cehenneme gitmeleri için yeterli gerekçe var iblislere göre. İkinci metin Coleridge'in Kubilay Han'ını inceliyor. Şu yeter sanırım: "Bir Moğol imparatoru 13. yüzyılda rüyasında bir saray gördü ve aynen gördüğü sarayı inşa ettirdi. 18. yüzyılda, bu sarayın bir rüyadan yola çıkarak yaptırıldığını bilmeyen bir İngiliz şair rüyasında saray üzerine bir şiir gördü. (...) Daha önce yazıldığı gibi, başka bir açıklamayı sezmek ya da varsaymak mümkündür. Belki de insanlara hiç vahyedilmemiş bir arketip, (Whitehead'in adlar listesini kullanırsak) sonsuz bir nesne yavaş yavaş dünyaya girecektir; bunun ilk tezahürü saray, ikincisi ise şiir oldu. Biri kalkıp bunları karşılaştırsaydı ikisinin de esasen denk olduğunu görürdü." (s. 176, 178)

Hawthorne "gerçekliğin içgüdüsel algısı" diyor, hikâyelerden çıkan başka tanımlar var, söylenceler ve ritüeller anlamı bambaşka noktalarda arıyor. Nörobiyoloji tam gaz çalışıyor bir yandan, bilim daha somut verilere ulaşarak başka bir kanattan ilerliyor, hepsi rüyanın neliğini anlamak için. Rüya nedir? Binlerce yıldır insanın aklını kurcalayan bu sorunun yüze yakın cevabı, cevaba yaklaşan çeşitlemeleri var bu kitapta. Borges'ten Kitaplık'a yakışır bir nokta.

29 Temmuz 2019 Pazartesi

David Toscana - Son Okur

Gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı zorlayan yazarların arasına Toscana'yı da katıyorum, sıranın önlerine geçmesini sağlayan biçemi takdire oldukça değer. Yer yer postmodern klişelere yaslansa da Meksika'nın kaotik ortamında biten -neydi o her yerde biten arsız ot?- insanların yaşadıkları dünya gerçek, mesela Meksika diye bir yer yok. Kurmaca bir Meksika var, Sancho Villa ve diğer isyancılar gerçek ama hikâyeleri anlatılan toprakların var olup olmadıkları konusu dönüp dolaşıp kurmaca duvarına tosluyor. Aslında anlatılan her şey bu duvara toslamak zorunda ama okur olarak sınırsız bir güce sahibiz, mesela ben anlatılan her şeye inanıyorum. Meksika diye bir yer var, kayıp bir çocuğun cesedini kuyudan çıkarıp armut ağaçlarının dibine gömen bir adam var, bu adamın tek başına açtığı ve hiç kimsenin gelmediği kütüphanesinde gerçekliği okuduğu metinler üzerinden yaratan bir babası var, bunların hepsi gerçek, gerçeklikleri değillenemez. Galileo'dan mülhem, "Ben gerçek değil desem de gerçek." O yüzden Toscana'nın dünyasında neyin gerçek olduğuna odaklanıyorum şu an ama önce klişeler. Okuduğumuz metnin anlatının sonunda bir karakter tarafından okunmaya veya yazılmaya başlanması, bir. İç savaş zaten o coğrafyanın kaderi ve kederi, bunu klişeden saymayabiliriz veya yarım sayalım, tamamen gerçek bir mevzu olduğu için. Gerçekliği okuduğu metinler yoluyla tekrar kuran -tersi de geçerli- karakter, iki buçuk. Bir kayıp, bir yitim sonucu gerçeklik algısı kaymış olan bir karakter, üç buçuk. Toplamda bu klişelerin gayet iyi bir şekilde kullanıldığı iyi bir metin var elde, okunmasını öneririm. Toscana'nın iyi bir buluşu, çevirmen Pınar Savaş'ın da notunda belirttiği gibi gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırı ortadan kaldırmak için noktalama işaretlerini ketlemek. Alıntılarda, diyalogların başında ve sonunda vs. herhangi bir tırnak veya ayırıcı bir işaret yok, virgül ve noktadan başka. Diyaloğun nerede başlayıp nerede monoloğa geçtiği, anlatı zamanının nerede kesilip karakterin okuduğu metindeki anlatının nerede başladığı olabildiğince belirsiz kılınmış ki metin içindeki metin ana metinden ayrılmasın, diyaloglar tek bir karakterin ürünü olsun veya monologlar herkes tarafından söylensin. Aşırı deneysel bir durum yok, yine de dikkatli bir okuma şart. İsyancılarla askerler arasındaki çatışmaların, ülke tarihindeki ayaklanmaların ele alındığı bölümler nispeten lineer anlatıya uyuyor ama karakterlerin dahil olduğu her bölümden bir oyunculluk bekleyebiliriz. Şöyle aslında, Rushdie'nin Geceyarısı Çocukları nam muazzam, olağanüstü metnini ele alalım, meseleyi çok daha basitleştirelim ve noktalama işaretlerinden kurtaralım, Toscana'nın metnine ulaşabiliriz diyeceğim ama ulaşamayız, Geceyarısı Çocukları'nın girift yapısı bu sihirli dünyaların anlatısını çok uç bir noktaya ulaştırmış durumda. Sonuç olarak elimizde anlatım tekniği açısından yeni -bildiğim kadarıyla yeni tabii- ama ele alınan meseleler açısından çok da yeni olmayan bir metin var.

Güneş kavurucu, insanlar yoksul, su kuyuları kurumaya yüz tutmuş. Icamole'de durum aşağı yukarı böyle. Melquisedec'in kuyusu iş görüyor, bütün köy adamın kuyusunu ihtiyatlı bir şekilde kullanıyor ama Remigio bol bulmuş gibi saçıyor biraz, yıkanmak gibi biraz lüzumsuz işlerde kullanıyor suyu. İlk bölümde suyun önemini anlıyoruz, kuyuya atılan ölü bir hayvanın bütün kuyuları kirleteceğini, yer altındaki su yollarının birbirine bağlı olduğunu söylüyor Lucio, Remigio'nun babası. Mesela Remigio kuyuda bir kız bulduğu zaman onu hemen oradan çıkarmak gerektiğini düşünüyor, zaten azaldıkça azalan suyun kirlenmemesi için. Önce kızın ölü olup olmadığını anlamıyor, çıkarınca anlıyor. Kızın civar yerleşimlerden olmadığını anlıyor, babasının da fikrini alarak armut ağaçlarının dibine gömüyor bedeni. Bu ağaçlar önemli, civardaki sayılı besin kaynaklarından biri olan armudun ana vatanı, yetiştiği yer, toplandığı mekan, yendiği gölgelik, düşmeye teşne yaprakların meskeni bu ağaçlar. Lucio için kütüphanesi kadar önemli. İnsanlar Lucio'ya yemek getiriyorlar, bir de kitap alıyorlar, ödünç. Lucio kitaplarına öyle bağlı ki tek başına inşa edip doldurduğu kütüphaneye devlet yardımı kesildiği zaman bile açık tutuyor mekanı, tek başına işletiyor. Sözün gelişi işletmek, bütün gün oturup kitap okumaktan başka yaptığı bir şey yok. Yazarların metinlerinde yer verdikleri yemekleri gördüğü zaman siniri bozuluyor, gerçek yaşamda bahsedilen yemeklerin uzağından yakınından geçmediği için. Keşiş gibi yaşıyor, Fransızca bir metin okuduğu zaman Fransızlaşıyor, bir katilin anlatılıyorsa küçük bir kızın ölüsü civardaki kuyulardan birinde bulunuyor, mesela. Anlaşılıyor ki kız aşağıdaki kasabada kaybolmuş, Icamole'ye kadar nasıl geldiği bilinmiyor. Lucio mevzudan haberdar olunca hemen okuduğu metinleri hatırlıyor ve ne yapılması gerektiğini söylüyor falan, babayla oğlunun arasındaki ilişkiye baktığımız zaman genellikle babanın sözünün geçtiğini ve oğlanın kendini pek dinletemediğini görüyoruz, baba sürekli olarak okuduğu metinlerdeki karakterleri canlandırıyor, oğlunu o sırada ne okuyorsa oradaki bir karaktermiş gibi görüyor. Remigio için zorlu bir yaşam. Annesinin ölmesi Remigio için büyük bir kayıp, babası içinse kayışı koparmak için geçerli bir neden. Anne sık sık karşımıza çıkıyor, anılarda ve okunan metinlerde. Eşini yaşatmak için durmadan kitap okuyan bir adam işte Lucio, Remigio'ysa kaybının yasını tutup yaşamına devam ediyormuş gibi görünüyor. Lucio'nun okuduğu kitaplar, en azından bir kısmı tamamen uydurmaca değil, aralarında Metis'in bastığı Madrid'de Sonbahar var örneğin. Başka neyin tamamen gerçek olduğu konusunda aynı şeyi söylüyorum, her şey gerçek.

Icamole'nin tarihçesi için genişçe bölümler ayrılmış, 1876'daki savaştan sonra Icamole açık hava mezarlığına dönüştüğü ve ölenlerin hiçbirinin adı bilinmediği için ölülerin Icamole'ye gömülmesi yasak, bedenlerin birbirine karışmaması için. Onca bedenin ayırt edilmesi imkansız gibi gözükse de, evet, imkansız. Bir şeyi değiştirmiyor bu, Remigio emre karşı gelip çocuğu gömüyor ve gömer gömmez kızın annesi çıkıyor ortaya, ondan önce iki jandarma köye geliyor ve küçük bir kız çocuğunun görülüp görülmediğini araştırıyorlar. Köy pek kalabalık olmadığı için işleri kısa sürüyor, kibirle ayrılıyorlar o mezbeleden. Lucio'nun kurgusu bunlar, Son Okur'da kendi hikâyesinin anlatıldığını düşünürsek, üstelik her okurun metni kendince biçimlediğini de aklımızda tutarsak katman katman bir yoklukla karşılaşıyoruz, karakterler hem yer aldıkları metinden hem de yaşamlarından yola çıkarak korkunç bir yalnızlığın içinde yaşamaya mahkum oluyorlar, kendilerini de mahkum ediyorlar bir yandan. Lucio'nun kitaplardan başka çıkış yolu olmamasına rağmen en sonda mevzu bahis metne dönmesi bu yalnızlıktan, eh, belki de hoşlandığını gösteriyor. Yalnızlığa şekil veriyor üstelik, noktalama işaretlerine dair fikirlerinin okuduğumuz metin üzerinde uygulandığını görüyoruz zaten, karmaşık bağlantıları çözmek için metnin gizemlerini açığa çıkarmak, karakterlerle anlatım biçimini denklemek gerekiyor. Metni iyi okumak lazım yani, yoksa aslında kuru olmayan ama kuru bir anlatıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bazı ipuçlarını bulmak kolay, Lucio'nun okuduğu metinde geçen Alberto Santín'in gömdüğü çocukla Remigio'nun gömdüğü çocuk arasındaki paralellik kendiliğinden oluşuyor, bu noktada da Lucio'nun dünyayı görme biçimiyle Remigio'nunki ayrılıyor. Remigio kitaplarda anlatılan hiçbir şeyin gerçek yaşamda edinilen deneyimlerin yerini tutamayacağını düşünüyor, babasının düşündüğünün aksine. Çocuğu gömerken duyduğu acıyı düşünürken şöyle diyor: "Alberto Santín bunların hiçbirini bilmeyecek çünkü yazmak yaşamak değildir, çünkü okumak da yaşamak değildir." (s. 50) Bu yüzden kitaplarla pek ilgisi yok Remigio'nun, edebiyatla ilgili ne kadar eleştiri ve görüş varsa hepsini Lucio vasıtasıyla görüyoruz. Mesela ölü yazarların metinlerini daha çok beğeniyor, o metinlerde aşırı tüketimin çirkinliğine dair aşırı örnekler olmadığı için. Günümüzün edebiyatında ürünler, duygular, insanlar kolayca tüketiliyor, oysa yüz yıl öncesinin yazarları yaşamın özüne dair yazıyorlar, karakterleri çok gerçekçi -çook gerçekçi- ve kola içmiyorlar.

Lucio'nun takıntıları -kendisince- gerçek edebiyatın peşinden koşmasına yol açıyor ve tutkuyla yaklaşıyor bu işe, örneğin beğenmediği metinler için ayırdığı bir oda/mezarlık var, kitapları oraya atıp çürümelerini bekliyor. Yakamıyor, gömemiyor, ulaşılmaz kılıyor. Bunun yanında çocuğun annesi ortaya çıkınca kadınla kurduğu ilişki de bu tutkusunun yardımıyla biçimleniyor. Kadın da kitap kurdu, deli gibi okuyor ve bu sayede iyi anlaşıyorlar. Kaybedilen eşin yası, kurmacalardaki kusursuz kadının ortaya çıkmasıyla birlikte tamamlanan bir sürece dönüşüyor. Eşin bir kitapta geçip geçmediği konusunda elimizde tutarlı bir bilgi yok, Lucio'nun da kafası karışıyor en sonunda, her şey giderek kurmacanın bir parçasına dönüşüyor ve malum sona ulaşıyoruz.

Son olarak toplumsal meseleler. Toscana sürüyle çarpıklığın olduğu ülkesini eleştirmekten geri durmuyor. Şu sadece bir örnek: "Meksika her daim en iyi Meksikalıları sürgüne gönderdiği için akbabaların ganimeti haline gelmiştir." (s. 113)

Sağlam bir metin bu, okumalısınız.

20 Nisan 2019 Cumartesi

Gerd Schneider & Heribert Schulmeyer - Şah Mat!

Satranç oynamayı bilmiyor musunuz? Bilseniz süper olurdu, oynardınız. Satranç oynamayı iyi bilmiyor musunuz? İyi bilmek zorunda değilsiniz, yine oynarsınız. Yenilmekten hoşlanmıyor musunuz? Yenilin, ben 3083 defa yenilmişim son bir yılda, hayat daha güzel. Çünkü insan yeniliyor, buna alışması lazım. Alacağım oyunu verdiğimde masayı yumrukladığım da oldu, rakibime tebrik mesajı yolladığım da oldu, yenilmek iyi. Yenince, eh, yeni oyuna kadar sevinebilirsiniz. Satranç defterini tek ve daimi bir galibiyetle kapayan var mıdır, bence yoktur. Oyun süper çünkü. İyi bir oyuncuyla oynamak iyi bir yazarın metinlerini okumak gibi; anlatıyı geriye sarıp kilit noktaları bulabileceğiniz gibi hamleleri de geriye sarabilirsiniz, kırılma noktaları açığa çıkar ve daha iyisini yapmaya çalışırsınız falan, satranç süper bir oyundur.

Schneider ve Schulmeyer ikilisi bir satranç ustasıyla birkaç ilkokul çocuğunu alıp onların üzerinden uygulamalı bir eğitim veriyorlar. Hikâyeli. Satrancın doğuşu, Pers diyarına yayılması, oradan Araplara ulaşması, oradan Avrupa'ya zıplaması derken güzel bir kurmaca yaratmışlar, tebrikler. Hatta arada Lüneburg Varyantı'nın esinlendiği gerçek olayı da gördüm, çok heyecanlandım. II. Dünya Savaşı sırasında toplama kampına kapatılan bir satranç oyuncusu, kampta terör estiren bir komutanın dikkatini çekiyor ve komutan genç adamdan hemen her gece kendisiyle satranç oynamasını istiyor. Oynuyorlar, adam Şehrazat'ın rolüne bürünüyor, canı için oynuyor. Tabii Maurensig hikâyeyi çok uçuk, muazzam bir hale getirmiş ama işin gerçeği bu. Başka sanatçıların da ismi geçiyor, metinleriyle birlikte. Zweig, Beckett, Dürrenmatt, Canetti, Nabokov gibi yazarlar metinlerinde satranca yer vermişler. İki yazar en tepeye Maurensig'in şahane romanını koymuşlar, gerçekten de satrancın doğrudan yer aldığı metinlerin en iyisi. Marcel Duchamp da her sanatçının bir satranç oyuncusu olmadığını ama her satranç oyuncusunun bir sanatçı olduğunu söylemiş. Kendisi de Fransız satranç milli takımının oyuncusuymuş zamanında, şaşırdım bunu okuyunca. Helal. Aralara serpiştirilmiş hikâyeler ve ilginç bilgiler de yer alıyor, ELO sistemi, büyük ustalar, küçük ustalar, bir sürü şey. Alman tarihinde satrancın yayılması ve önem kazanmasıyla ilgili genişçe bir bölüm var, o da ilgi çekici. Başka, korsanlar tarafından yaşamı için oynamaya zorlanan bir adamın hayatını kurtarması da hoş bir hikâye. Taşların isimlerinin ve şekillerinin değişimi, oyunun farklı coğrafyalarda başka kurallarla oynanması ve isminin toptan değişmesi yine ilginç.

Onca gırgırın, geyiğin yanında oyunla ilgili teknik bilgiler de can sıkmadan sokuşturulmuş araya. Temelden başlıyorlar, metnin alt başlığı zaten yeterince açıklayıcı. Taşlar, taşların değerleri, rok, pat, mat, açmaz, şu, bu, her şey var. "Geçerken alma" olayına gelince güldüm biraz, metinde de söylendiği gibi yılların satranç oyuncuları bu kuralı bilmeyebiliyormuş ki ben bunu geçen sene öğrendim açıkçası. Şöyle, diyelim ki piyonunuz tahtanın rakip tarafındaki yarısına kadar ilerledi. Rakibiniz de höyt diye bir yandaki sütundan iki kare açıverdi piyonu. Ne oldu, onun piyonuyla sizinki yan yana geldi. Evet, bu noktada rakibin piyonunu sanki bir kare gerideymiş gibi yiyebiliyoruz. "En passant" deniyormuş buna, ben bu mevzuyu bilmediğim için internetten oynarken rakibin hile yaptığını düşünüp içimden küfrederdim. Bir arkadaşım beni sığırlıkla itham edip kuralı söyledi, aynı şeyi ben yapmaya başladım, şimdi bana küfrediyorlar. Öğrenin arkadaş ya, kural var kural. Neyse, boğmaca matı, çoban matı, İskoç açılışı, Hint bilmem nesi derken iyice bir öğreniyorsunuz meseleyi. Tabii tamamen ezberden değil, yaratıcılıkla gitmeliyiz ki hem kalıplardan uzak duralım, hem de Bobby Fischer'ın şikayetçi olduğu camışlardan olmayalım. Sırf ezber değil bu oyun. Gerekirse çok aptalca gözüken, değişik bir hamle yapmalıyız ve ortaya çıkan karmaşadan keyif almalıyız. Kazanmak şart değil, kazanmak için oynamıyoruz. Kafamıza dayanmış bir silah yoksa.

Canım Morgenstern'den alıntı da yapmışlar, çok hoş.

"Şah, mağrur ve ağır başlı.
Önemli, ama her zaman kudretli değil."

Tabii, şah en hassas ve önemli taşımız. Onu korumalı, kollamalıyız. Oyunun başında zart diye ileri atmamalıyız, yoksa çatallanır, açmaza alınır, başına bir iş gelir. Gelmemeli, mümkünse rokla korumaya almalıyız. Tabii sadece şah yok, her taş için taktikler, planlar verilmiş. Örneğin filleri veriştik, atlar kaldı. Atlarla ilgili pek çok pozisyon, pek çok taktik verilmiş. Benim işime yaradı. Ben at severim, filden daha çok severim. Fil biraz "sniper" işi, kendini unutturup uzaklardan vurabilir, iyi ama benim için, eh, hoş değil. Zaten Diablo oynarken de barbarı alırdım hep, yakın dövüşü seviyorum ben. Atlar da yakından çat çat adamın canına okur valla. Tabii kolaylıkla açmaza alınırlar, dikkat etmek lazım. Kalelerle, piyon finalleriyle ilgili ayrı ayrı bölümler de var, hepsi iyi.

Metin iyi, çoluğunuz çocuğunuz varsa ve satranç oynasınlar istiyorsanız ellerine tutuşturun bu kitabı. Kendiniz de şöyle bir bakın. Lichess'te iki maç atarız. "ohayavv" adıyla oynuyorum, teklif atarsanız yaparız bir maç. Haydi bakalım.

Bir de, dün Gospodinov'a kitabımı verdim ve Hüznün Fiziği'ni imzalattım. Çok şeker bir adam, hayranlıkla dinledim ama kısa kestiler imza faslı için, hiç hoş olmadı. Ertuğ Uçar moderatördü, Gospodinov'dan bir tık daha az konuşmuş olabilir. Normalde yirmiye seksenmiş konuşma oranları ama kırka altmış falan oldu, dolayısıyla iyi olmadı. Yine de dünya gözüyle gördüm adamı, fotoğraf çektirdim falan. Çok güzeldi ya. Evet.

3 Şubat 2019 Pazar

Jacques Attali - Denizin Tarihi

Denizin tarihi denince birçok disiplinden birçok veri bekledim ama böyle bir şey yok, eh, denizin emperyalist açıdan ele alınmış tarihinden ötesine geçen bir araştırma değil, bir yandan da insanlarda bir deniz bilinci oluşturma kaygısıyla yazılmış bir metin Denizin Tarihi. Antik Yunan denizlerinden, felsefenin biçimlendiği sulardan, bilimin ilk konseptlerinden bir şeyler bekleyenler için hayal kırıklığı yaratacaktır, hatta Attali'nin Fransız sularını anlata anlata bitirememesinden bir parça da bıkkınlık doğabilir, normaldir. Fransa'nın denizcilikle ilgili maceralarının İngiltere'ninki gibi mutlak bir zaferle sonuçlanmamış olması, günümüzde Fransa'nın bir atılımla tekrar adını duyurması gerektiğinin bahsini açtırıyor Attali'ye. Tamam Attali, Fransa yükselecek, söylediğin gibi dokuzuncu denemede, hatta onuncu denemede, belki on beşincide olacak bu, tamam. Gezegenin ikinci en büyük bahri alanına sahip olduğu için Fransa'nın bu tarihçe içinde özel bir role sahip olması gerektiğini düşünüyor Attali, memleketinden bahsedip durmasının nedeni bu. Günümüzde en önemli yat imalatçıları, en uzun yatlar falan, böyle "en"ler Fransa'dan çıkıyormuş, iyi ve güzel. Lakin bunların denizlerin tarihiyle ne ilgisi var? Fransa güzellemesinden bıkan okur için hafakanlar yakındır.

En baştan başlıyor gerçekten Attali, Büyük Patlama'yla. Çok yoğun bir şey vardı, patladı ama bizdeki "patlama" bilgisi, imajı bu patlamanın karşılığı değil tabii, çok fantastik bir olay ve süreç bu. Hidrojen, döteryum ve helyum oluşuyor başta, sonra diğer atomlar çıkıyor ortaya. Oksijen ve hidrojenin münasebetiyle su oluşuyor. Su evrensel bir çözücü ve canlıların kaynağı, rahim gibi bir şey. Neyse, oluşan ilk gezegen Jüpiter'miş, bu bilgiyi de aklımızın bir kenarına koyuyoruz. Suyun Dünya'ya nasıl ulaştığı bilinmiyor, pek çok teori varmış bu konuda. Yaşam suyun içinde başlıyor, dünya soğuyor, süper kıtalar beliriyor ve kayboluyor, okyanuslarda yaşam karmaşıklaşıyor, primatlar ortaya çıkıyor, Homo erectus tayfası yürüyerek Malezya'ya geliyor, bizim tayfa ortaya çıkıyor ve bir süre diğerleriyle birlikte yaşayıp onları yeryüzünden siliyor falan. Bu bölümler dünyanın ve yaşamın oluşumunu bilimsel olarak adım adım kuruyor, başka kaynaklarda da rahatlıkla bulabileceğimiz bilgiler var. İnsanların Dünya algısının üzerinde şöyle bir durulup geçiliyor; örneğin Çinliler için Dünya kareymiş, dört köşede dört okyanus varmış ve Dört Ejderha Kral hem bu okyanusları, hem de Çin'i korurmuş. Kozmogoni biraz, biraz efsaneler, biraz tarih. Babil mitolojisinde beliren tufanın dinlere geçişi, tanrıların ortaya çıkışı ve ardından savaşlar. İlk korsan faaliyetlerine III. Ramses döneminde başlandığını görüyoruz, Mısırlılar "deniz halkları" ile savaşıyor, aynı sıralarda İbraniler Mısır'dan kaçıyor, Yunanlar -metinde "Yunanlılar" şeklinde geçiyor, sanırım yanlış- Troya'yı yıkmaya geliyorlar. Roma, Kartaca, Venedik, Osmanlı derken günümüze doğru geliyoruz, devletlerin ve imparatorlukların savaşmaları dışında denizlerle ilgili pek bir şey yok. Belki de ben yanlış düşünüyorumdur, denizlerin tarihi insanın denizler üzerindeki edimlerinden ibarettir diyeceğim ama, değil ya.

Romalılar "Mediterraneum" demişler Akdeniz'e, ad oradan geliyor. Tabii bir sürü liman inşa ediliyor, çoğunun üzerinde şöyle bir duruluyor. İşgal edilen önemli adaların bahsi geçiyor, aralarında Malta ve Girit falan yok. Roma'nın Yunan kentlerini hacamat etmesi ve denizle ilgili maddeler içeren anlaşmaların ortaya çıkması, Roma döneminin önemli özelliklerinden. Çin'in de denizcilikle ilgili çok sayıda hadisesi var ama çok kapalı bir dünya; daha çok yayıldıkları alanlar, kurulan limanlar ve ticaret yollarının belirlenmesi gibi meselelerde inceleniyor Attali tarafından. Bir de İngilizlerin afyon dümeni var tabii, iki milyon Çinli afyon tiryakisi olunca ve tehlike büyüyünce Çinliler iki kez savaş ilan ediyorlar ama tepelenip oturuyorlar aşağı. Bu çok daha ileride, Roma'dan sonra İslam'ın yayılmasını inceliyor Attali. Ömer bin Hattab'ın denizle ilgili münasebeti tek bir yasaktan ibaret, hiçbir Müslümanın denizde maceraya atılmasını istemiyor. Halife Osman zamanında bu yasak kalkıyor, denizlerde Arap gemileri de görülüyor. Hatta ilginç bir detay var; Ortodoks ve Müslüman hakimiyeti yüzünden Katolik güçler, özellikle Germen ve Frank toplumları kuzeye ve iç bölgelere göç etmeye zorlanmışlar. Henri Pirenne nam büyük tarihçi, yazdığı bir makalede İslam olmasaydı Frank İmparatorluğunun olmayacağını, Muhammed olmadan Charlemagne'ın düşünülemeyeceğini söylemiş. Fransa ve Almanya'nın denize karşı sergiledikleri iştahsızlıklarının altında bu meselenin yattığını düşünüyor Attali.

Libro del Consulado del Mar adlı bir eserle denize dair bütün sözlü içtihatların yazılı olarak derlendiği söyleniyor, 1266 civarı. Deniz kanunlarının temeli olarak bu metin görülebilir. Tam o sırada Büyük Veba Salgını patlak veriyor. Moğolların Kırım'daki Ceneviz acentesine saldırıları yenilgiyle sonuçlanıyor ama vebayı da Ceneviz gemilerine bulaştırmış oluyorlar. Gemiler Avrupa'ya dönüyor ve milyonlarca insanın sonunu getiriyor. Fırtına dindikten sonra karantina bölgeleri, modern gemiler, modern limanlar, daha modern gemiler ve limanlar ortaya çıkıyor. Aslında beşeri bir tarih, insanoğlunun teknolojik ilerleyişinin araçlar ve silahlar üzerinden anlatımı. Sekizinci bölüme kadar bu minvalde bir tarihi okuduktan sonra, eh, başka alanlara doğru da genişleyen denizin izlerini buluyoruz. Özgürlük ideolojisinin kaynağı olarak deniz adlı bölümde denizin insana açtığı imgelem dünyası hakkında birkaç şey var, örneğin Coleridge. Kitabı Mukaddes. Jung. Yunan mitleri. Kuzey Amerika'ya göçenlerin özgürlük hayalleri. Poe, Conrad ve Hemingway. Bu bölüm gerçekten iyi, denizin sanattaki izdüşümleri şöyle bir derlenmiş, güzel.

Son bölümlerde deniz ekonomisiyle ilgili pek çok değerlendirme var, taşımacılıktan balık avcılığına pek çok konu. Denizlerin kirlenmesi sonucu oluşacak facialar, denetimsiz avcılığın balıkların dünyasını darmadağın etmesi gibi pek çok meselenin çözüm yolları da Attali tarafından ortaya atılıyor ama ideal bir dünyada uygulanabilir o çözümler, bizim dünyamızda değil. Kendisi de önceki anlaşmaların devletler tarafından görmezden gelinip her devletin kafasına göre hareket ettiğini söylüyor, dolayısıyla ütopik istekler olarak kalıyor öne sürdüğü fikirler. Başkaca da devletlerin denizler üzerindeki egemenliği, mal nakliyatı ve liman büyüklükleri falan var, bir sürü ekonomik bilgi. Meraklı okurun ilgisini çeker.

Böyle. Tam bir tarih değil, tam bir inceleme de değil, ortaya karışık bir şey. Koç Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan çok daha kapsamlı bir metin var, ansiklopedik boyutta. Şu. Gerçi merkezde sadece Akdeniz var ama olsun, denizle ilgili daha kapsamlı bir metin arayanlar için sıkı bir inceleme gibi gözüküyor. Buna yakında girişeceğim. Attali'nin metni de denizlerin tarihine bir giriş niteliğinde, böyle görülebilir.

18 Aralık 2018 Salı

Georges Perec - Her Durumda Yapmam Gereken Şeylerden Bazıları

1 - Gezi teknesiyle Seine nehrinde bir dolaşmak, Özgürlük Heykeli'nin küçültülmüş replikasını dolanmak, küçükle büyükten hangisinin daha önce yapıldığını bulmak, kürek çekmek, kirli suyun parıltılarını yakalamak, Özgürlük Heykeli'ni dolanmak, kürek çekmek, suyun çizgilerini takip etmek, çizgilerin dalgalara dönüşmesini, sonra tekrar çizgiye dönüşmesini. Çizginin. Kendine. Suyun aynada kendine bir çeki düzen vermesi. Sadece bir dolaşmak, oyunsuz.

2- Neden atmaya kıyamadığımı bilmediğim bir dolu şeyi atma kararı almak. İçin bir şeyleri atmamak, atılmayan şeyleri listeleyip bazı karakterlerin eşyaları haline getirmek, listelerle evleri, katları, binaları, sokakları, kenti döşemek. Bilişsel bir harita oluşturmanın yaşamın herhangi bir noktasında yarattığı eminlik, süreğen. Haritanın sınırlarının dışına çıkamayınca, söz gelişi, ölçeğin hemen altında bulunan sınır bölgesinin dışındaki bir alanın taşıdığı ağaçlar kadar ağır eşyalar arasında bir anlığına kurtuluş, haritayı ve ağaçları ve sınırları ve listeleri yok edince gelen havada süzülme duygusu, belki yapraksayış? Bir harfi çöpe atınca gör ki başa neler gelir, değil onca eşyayı metan gazlarının arasına yollamak. O dairedeki onca eşyanın bir anlığına ortadan kalkma anısı, zamanı odanın ışıksız penceresine çevirdi. Dolap pencerenin önüne çekiliydi, artık yok ama hâlâ orada, orada olduğunu ışık biliyor ve sızmıyor, pencerenin dışında bekliyor ki dolap oradan alınsın, atılsın. Oysa dolap artık orada değil. Göz de atıl durumda, bunları görmediği için kendi de işe yaramazların arasında.

3 - Türlü çeşitli beyaz eşya edinmek, prizlerinden deniz mahsullü kokteyl mamul. Mutfak robotu kalkan, blender lüfer. Hayat ne kadar da kolaylaştı. Hayat çok kolaylaştı. Şimdi kurutucu alıyor insanlar, giysiler kuruyor. Kurutucu olmadan kurutma çok saçma. Yeni bir şeyler çıkıyor, onları satın almadan hayat daha saçma. "Neden Utku, neden şu muhteşem ürünü de almıyoruz? Satılan bir şeyi satın almamak etik bir şey mi sence?" "Patetik. Çok yoruldum, susar mısın? Param yok, çünkü başka bir yer(d)e harcıyorum parayı. Biraz daha lüfer?"

4 - Tüttürmekten vazgeçmek (Mecbur kalmadan önce...), skunk değil, weed değil, düz tütün değil, vazgeçilecek şeyin tanımı ortada yok, mecburiyetin hangi koşulda ortaya çıkacağını kestirebiliriz ciğerden ötürü. Bir parçayı dumanla birlikte üfleriz, ciğer azalır. Kalmamıştır. Duman bedenin tamamında gezinir, kafadan ayağa sıcak ve soğuk duman akımları oluşur, kalp civarında ısınan duman aşağı inip soğur ve yükselir, kalp civarında ısınan duman yukarı çıkıp soğur ve alçalır. Mesela temmuzda anneannemi gömdüm ve şimdi üşüyor. Üşümüyor çünkü artık orada değil. Anneannem artık her yerde ve duman bir süredir devridaimi kesmiş durumda bende, içim tekrar doldu, organlarım müthiş bir şekilde çalışıyor, kalbimin hizasında gülibrişim. Hele geceleri. Bir yandan dehşete düşüyorum, insanın bir sınırı yok mudur? Aynı şarkı aynı anda bazen farklı duvarları, çoğunlukla aynı duvarları uğluyor, aynı anda başlatamıyoruz ama çok yaklaştık bir kezinde; saliselik gecikmeyi şarkıyı birlikte söyleyerek düzelttik. Trenle birkaç duraklık mesafe var, böyle sıkıntılar hemen aşılıyor ama henüz değil, banliyö hattı açılınca. Mecbur kalmadan. Çekimin farklı yolları var.

5 - Giyim kuşam tarzını hepten değiştirmek, bir zaman bir kıyafet, bir yer bir kıyafet, bir insan bir kıyafet, bir mekan bir kıyafet, bir istihkam bir kıyafet, bir kıyamet bir kıyafet. Dolap artık orada değil, pencerenin önünden çekilince kıyafetleri de alıp gitti, yeni kıyafet de alınmadı, eskiler üstte iki paralandı, biçimleri değişti, bedenleri küçüldü. Yarıdan kesip üzerime geçirdim, oturdu. Bunun yanında pırıl pırılım, dayanamayıp kıyafetlere bir dünya para verdim.

Perec'in yapmak istediklerini yapamadım, o yapmışsa tamam bu iş. Bateri çalmayı öğrenmiş midir? Bilimkurgu romanı yazıp bir sandığın dibinde unutmuş mudur? Kutbun ötesine geçmiş midir? Düşündüğüne göre bunların hepsini yaptı(m) sayıyorum. Bir kezinde uzaya gitmiştim mesela. Çok uzak.

5 Aralık 2018 Çarşamba

José Saramago - Ölümlü Nesneler

Strugatski Biraderler'in alegorik bilimkurgularında baskıcı bir rejimin kültür polislerinden kurtulmak için atılan kırk taklaya şahit oluruz. Galip Tekin 80'lerde cuntadan korktuğu için bilimkurguya sığındığını söylemişti. Bulgakov ve Platonov sansürlerden sansür beğenen sadece iki isim. Salinger'ın Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı metni ABD'de bir dönem yasaklıydı, 11/22/63'te yasağın yavaştan kalktığı zamanları görebiliriz. Henry Miller'dan Oğlak Dönencesi bizde davalık oldu ve sansüre uğradı, Can Yayınları'nın dahice bir taktiğiyle bu badire de atlatıldı. Sansüre uğrayan bölümler önsöze alınan dava dosyasının bölümlerinin içindeydi, böylece karartılmış bölümleri önsöze dönüp tamamlayabildi insanlar. Daha bir dünya baskı, sansür, feşmekan var, aralarına Saramago'yu da kattım. 1975'te yayımlanan Ölümlü Nesneler'deki öyküleri yazarın sembolizmini taşıyan tipik çuvaldızlar olarak görmüştüm ki sonradan öğrendim; Salazar diktatörlüğü altında yazılmış bu öyküler. Lizbon'a Gece Treni'nde Salazar'ın yarattığı dehşet ve toplumsal parçalanma olanca açıklığıyla görülebiliyordu, Saramago'yu o ortama yerleştirip silah seslerini duyduğu gecelerde, odasında bir şeyler yazmaya çalıştığını hayal ediyorum. Gökyüzü tavanlı hapishanede yaratma sancıları geldikçe konularını eğip büken, kendi kırık aynasından yansıtan Saramago. Korkunun ilk elden tanığı. Bu yüzden öykülerindeki diktatör düşse veya öldürülse de nihai bir huzura açılmıyor hiçbir zaman kapısı, bir kere gerçekleşmiş olan tekrar gerçekleşebilir, bunun huzursuzluğu öykülerin tek bir duyguyu taşımasından anlaşılabilir. Bir tanığın aynı olayı çok sayıda yansıtıcı parçadan geçirdiğini düşünelim, Ishiguro'nun metinlerinde uyuyan ejderhayla ameliyat masasına yatırılan gençler arasında pek bir fark görülmemesinin bir benzeri, bence çok daha ötesi Saramago'nun öykülerinde var. Alegoriler çok zengin, huzursuzluk aynı.

Epigrafta Marx ve Engels bekliyor bizi. "İnsan çevresindeki koşullar tarafından biçimlendiriliyorsa bu koşulların insanca biçimlendirilmesi gerekir." Bu büyük bir döngü. Koşulları biçimlendiren insanı koşullar biçimlendiriyor, küresel bir felaket yaşanmadıkça Tarım Devrimi'nin öncesine dönemeyecek olmamızın sebebiyle aynı noktada yer alan bir çıkmaz. İnsanca biçimlenmemiş olan koşullar öyküleri insanın kolaylıkla kendi düzlemine oturtabileceği şekilden çıkarıyor. Kronoloji yazarın elinde bir güç olarak kalıyor ama bireysel iktidarın en önemli mekanizmalarından biri olan bu ögeyi her öyküde göremiyoruz, gördüğümüz öykülerde de bahsettiğim huzursuzluk sürüyor ve arka arkaya felaketler yaşanıyor. Desnoes'in bireysel tarihle toplumsal tarihin birbirini tutmadığı noktalarda medeniyetin dışına atıldığı duygusunu Saramago'da bulabiliriz. Desnoes Küba'da istediğini yazıp yayımlatabiliyordu, Saramago aynı şeyi Portekiz'de yapsa kurşuna dizilirdi, aralarındaki fark bu. Sürgününü düşünürsek ucuz kurtulduğunu söyleyebiliriz, iktidar kendisini bir süre görmezden gelip en sonunda yurt dışına kaçmasına sebep oldu. Nesneler'i buradan okusak olur mu? Deniyorum: Anlatıcının parmağını kapan kapıyla başlarız. Bu kapı insanlar için tehlikelidir, başkalarının parmağını da kapabilir. Açılan yaraya şeffaf bir zara dönüşen sıvı sürülünce yara kapatılıyor, teknoloji insanoğlunun hizmetinde ama asırlardır aynı işi yapan kapılar, tornavidalar, koltuklar, otomobiller, saatler artık bağımsızlıklarını kazanmak istiyorlar, eşyaların kontrolü için kurulan bir devlet kurumunda çalışan anlatıcı için kabus adım adım doğuyor. Toplumun her bir bireyi sınıflandırılmış, C sınıfı vatandaşlığa yükselebilenler istedikleri eşyaları edinebiliyorlar, daha alt sınıftakiler üst sınıfa yükselmeye çalışıyorlar, hiyerarşi kusursuz bir şekilde işliyor. Devlet insanlarına güven vermiş durumda; her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek kadar örgütlü ama eşyaların isyanına karşı alınan hiçbir önlem işe yaramıyor, kaos yavaş yavaş yayılıyor. Binalardaki merdivenlerin teker teker ortadan kaybolmaları bu hiyerarşinin yıkımını simgeliyor, orta sınıfın ortadan kaybolmasıyla en üsttekiler ve en alttakiler kalıyor bir tek, geçişler bir sonraki düzene erteleniyor. Nesnelerin ortadan kaybolmalarını anlatıcının bazı şeyleri hatırlamamasına denkleyebiliriz, mevzunun aslında çok farklı bir noktaya bağlanması iktidarın zihinlerde kök salmış olmasını perdelemiyor. Binalar kayboluyor, sokaklar kayboluyor, şehrin yakınlarındaki ormanda toplanıyor nesneler. İnsanlar. İnsanların nesneleştirilemeyeceği bir gelecek için. Şeffaf zarı Saramago olarak düşünmek hoşuma gidiyor; acıyı dindirmek için sanattan daha etkin bir yol düşünemiyorum, Saramago ortadan kaybolsaydı parmağım sürekli kanardı.

Kısırdöngü'yü bir şeye benzetmiştim, hatırladım, Antoni Jach'ın Şehrin Katmanları diye müthiş bir metni vardır, orada Roma'yı kuşatan barbarlarla Romalılar arasındaki ilişkinin anlatıldığı bir bölümde barbarların yıllar süren kuşatmaları sırasında Roma'nın etrafına kurulmalarıyla Roma'nın yavaş yavaş çökmesinin vatandaşları barbarlaştırması anlatılır. Barbarlar Romalılaşır, Romalılar barbarlaşır, şehrin dışına başka bir şehir kurulur, ilk şehir yıkıma doğru ilerlerken dışarının dengi haline gelir. Geçişlerin ne kadar kolay gerçekleşebileceği anlatılır, aslında zıt unsurlar arasında biçimsel olarak pek de bir fark olmadığı da araya dereye sıkıştırılmıştır. Benzer mevzu. Diktatörümüz ülkesini düzenler, dillere destan bir mezarlık yaptırır, mezarlığın yapımı sırasında ülkenin bir dengi oluşur, ölüler canlılardan farksız hale gelir, iç dışa döner, soğuk sıcaktır, ak karadır, senteze bir türlü varılamadığı için bütün yapılar tek bir fidanın doğumuna şahit olur ve ortadan kalkar. Doğa her zaman var olacaktır, insan da doğanın bir parçası olduğu için kurup yıkmaya devam edecektir. İnsanlar her şeyi baştan alırlar, çağlar farklı paradigmalar oluşturur ama insan bu döngüyü sürdürür, bir türlü kıramaz.

Sandalye için Saramago'nun en Saramago öyküsü diyebiliriz. Her şeyin arasında bir şeyi gösterir anlatıcı, her şeyi unutmadan. Sandalyenin devrilişi birçok biçimde gerçekleşebilir ama birçoğundan bir tanesi haricinde hepsini elemek gerekir, bu eleme işine girişir. Sözcüklerin anlamlarından yola çıkarak devrilme, düşme, kırılma, iniş yapma, tepelenme, tekerlenme gibi arayışların sonucu sandalyenin devrildiğini öğreniriz ama henüz devrilmemiştir, devrilme halindedir, devrilmeyle birlikte gerçekleşen her şey ânı dondurur, zamanın durduğu noktayla ilgileniriz. Bir böcek kemirmiştir sandalyeyi, böceğin etimolojisine geçeriz, sandalyenin yapıldığı ağacın Latincesini öğreniriz, Latinceyi sevmeyenlerin neden sevmedikleri hakkında yürütülen fikirlere odaklanırız ve mercek tekrardan sandalyenin üzerine gelir, sandalyeden ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım yine sandalyeye döneriz, sandalyenin devrilişi bizi kuşatmıştır, diğer her şeyin konuşulması sandalyenin uzağına düşürmez bizi, sandalyedir yani, Adem'le Havva'nın meselesine, Şeytan'ın düşmeden önceki haline gönderiliriz, fizik kurallarından Arşimet'e bağlanırız, Arşimet'in bu durumla ilgili haykıracağı şeyi bir kafatasının çatlama sesiyle duyarız, sandalyede oturan adam kafasını sivri bir köşeye geçirmiştir ve hava çok güzeldir, dışarısı çok güzeldir, çatlama sesini duyduktan sonra. Bir diktatörün kafasından çıkan sesi duyduktan sonra artık bahsetmeye değer tek şey havanın güzelliğidir. Nokta.

Diğer üç öykü de deli güzel, özellikle dünyamızda var olmaya çalışan bir sentorun yaşadıkları, sentorun at ve adam kısımlarının ilişkisi oldukça yenilikçiydi, Jones'un Melezler'inin bir öyküye sıkıştırılmış hali adeta. Doğaüstü varlıklara dışarıdan değil, içeriden bir bakış.

Tez okuna, vakit harcanmaya.

18 Ekim 2018 Perşembe

José Saramago - Ressamın Günlüğü

Addan yola çıkarak günlüğü tuvalin farklı bir formu, belki metaforu olarak görmek mümkün, anlatıcı H.'nin de iki dalın olanaklarını kıyaslayarak benzer bir noktaya varması, aranan gerçekliğin farklı bir sanatsal uğraşıyla yakalanabileceği umudunu taşıyor. Yüzeyin değişmesi -aslında bakışın değişmesi belki, renklerle değil de sözcüklerle biçimlenen bakış- farklı tonların kullanımına kapı aralar, göz değişir, görüşün niteliği yol alınacak farklı istikametlerin varlığını ortaya çıkarır. İkinci resmi yapmaya devam eden, ilk resmin doğurduğu mutsuzluğu ardında bırakmak isteyen H., üçüncü bir resme geçmek yerine beyaz sayfaların ne sunabileceğiyle, bir bakıma kendisinin kendisine ne sunabileceğiyle ilgileniyor, "kendinden milyonlarca ışık yılı uzakta dönüp duran bir dünya" olarak kendisini biçimlerse sözcükler, ne yapacağı hakkında bir fikri yok, bu olasılığı düşünmek bile istemiyor. Onun resmin ve yazının doğasıyla ilgili, söylemeye gerek yok ama kendisiyle ilgili meselelerinde Saramago'nun klasik izleği olarak "kendini arayış" baskın. Hatta bu, Saramago'nun yazdığı ilk roman olarak sonrakilerin de parçalarını taşıyor, Saramago metinlerini kendi metinlerinden doğuran bir yazar, doğum ve ölüm belgelerini düzenleyen kâtibin bahsinden tarihi çarpıtma fikrine kadar, sonradan işleyeceği ve ayrı metinler olarak karşımıza çıkaracağı konularını derliyor. Metinlerin öncesi nasıl beliriyorsa yazarın öncesi de belirmiş olabilir; varolmama halini bir varoluşa dönüştürebilmekten bahsediyor H., "henüz doğmadığını" söylüyor, oyma kalemiyle kendisini izleyen biri var, bu belki okurdur, belki bir başka kendiliktir, sonuçta gözlenme hissi bariz. Diyebiliriz ki H. ne yaptığının son derece farkında. Unutulduğunun, izlendiğinin, ne yapmak istediğinin bilincine varır varmaz kendini bir başka biçimde var etmeye çalışıyor.

Günlük yazımının anlatım tekniği kullanılmış, tarih düşülmeden. Kapının çalmasıyla kesildiğini anladığımız, bir paragraf sonrasında anlatının saatler sonrasına atladığını öğrendiğimiz bir günlük. Zamanda atlayıp zıplamalarla, konudan konuya ani geçişlerle dolu, H.'nin iç dökümü, sanatta gerçekliğin katmanlarıyla birlikte. H.'nin resim ve edebiyatla ilgili görüşlerini kendi yaşantısının pratiklerine, hatta metnin biçemine bile bağlayabiliriz, aslında metnin nasıl oluştuğunun da bir anlatımı haline geliyor söylenenler, örneğin bir portrenin geçmişin gerçekliği açısından gerçekten daha gerçek olduğu söyleniyor, günlük de içeriğinden ötürü aynı işlevi taşıyor, kendine içkin bir mesele. Biçimlenme şekli de zaten çoktan yaşanmış bir ânın bir taklidi halinde ortaya çıkıyor, H.'ye göre bir portreyi nasıl yapacağını düşünmesi, zaten yapılmış bir şey üzerine düşünmek anlamına geliyor. Zaten gerçekleşerek üreyen bir zamanın tekrar üretimini iktidar odağının gücünü sabitleme çabası olarak gördük, Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme'de fotoğraftan önce portrenin bu istencin bir ürünü olduğu anlatılıyordu uzun uzun, Berger de Görme Biçimleri'nde benzer meseleleri anlatıyor, H. de benzer meseleleri anlatıyor ve sipariş edilen portreleri tamamlamaya çalışıyor, yaratıcı konumunda kendisini de yorumlamak zorunda kalıyor. S.'nin portresini yaratırken bakışımlı, kendini tartan bir iş ortaya koymak, yaratım ve yaşayış sürecini derinlemesine incelemek için iki portre üzerinde birden çalışıyor. Başarısız bir ressam olarak görüyor kendisini, atladığı konulardan birinde fakir bir aileden geldiğini ve resim eğitimini yarıda bıraktığını öğreniyoruz, açlıktan kurtulabilmek için canı pahasına tutunduğu bu uğraşını para karşılığı çizdiği resimlerle mahvettiğini düşünüyor, bu yüzden ne yaptığını ve kim olduğunu düşünmeye başlamış olabilir, bir yorum. Ressamlığından çok daha başka beklentileri vardı ama yazarlığı hemen hiç düşünmemişti, günlük yazmaya başlaması anlamlı. Hatta sonrasında İtalya'ya yaptığı geziyi de otobiyografik bir kurmaca olarak ele alacak, gördüğü bütün sanat eserlerini bir ucundan kendi yaşamında bulmaya çalışacak, böylece yaratılan her şeyin aslında otobiyografik olduğunu söylecek, Paz'ın söylediğine benzer bir şekilde. "Eğer bu sözcükler gerçekse ve ben yanılmıyorsam, o halde beni satın aldıkları ölçüde varım. Ben bir yandan satın alınan nesneyim, diğer yandan da arayışın sadık gözlemcisiyim." (s. 63) Bu İtalya bölümleri oldukça detaylı, şahsen oraları gezeceğim zaman bu metni de yanımda götürmeyi düşünüyorum. İyi bir metin karşısında okurun kendi durumunu anlatması nispeten anlaşılabilir imler, düşünce biçimleri üzerinden yürüyebilir ama farklı bir sanat dalında farklı bir duyarlılık lazım -diye düşündüm, H. onca şeyi sayıp dökerken- sanki, resme biraz daha yakın olsaydım daha çok şey sezebilirdim sanırım. Bir nokta daha; H. okuduğu kitaplardan sadece bir yerde bahsediyor ama resim neredeyse bütün metnin temelini oluşturuyor. Uğraşısının beslendiği kaynaklar hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz, belki de nasıl biçimlendiğini, hatta ne kadar biçimlendiğini anlatmazsa yazı işinde yetkinleşeceğini sezdiği için. Gerçi daha net bir yorum var; resmin küstah ve otoriter olduğunu söylüyor H., oysa yazının herhangi bir kısıtının olmadığını belirtiyor. Yazı sonsuza kadar sürebilir, resim sürmez, görüşü bu yönde. Tartışılır, lakin bir ressamın gözlerine sahip olmadan, H. olmadan tartışılmaz ki kendisi de gözlerin ne işe yaradığını sorguluyor ara ara. Gözler görmeye hazırlandıkları şeyi görüyor, resme odaklı bir göz yazıda bambaşka şeyler bulabilir. "Bir şahinin görme yetisi insanoğlunda olsaydı, bu keskin görüşün mü yoksa körlüğün mü bizler için daha iyi olacağını kim bilebilir?" (s. 29) Şahinin görme yetisine sahip bir insan bile bilemeyebilir, resimde belirli bir keskinliğe sahip olan H., portresini yapmakta olduğu S.'den nefret etmeye başlayınca -politik ekonomi, faşizm, insanın posasını son damlası, pek çok mesele var burada- ikinci portreye başlıyor, böylece değişen duygu yüzünden farklılaşan, artık ressamın bir çabası olmaktan çıkan ilkini belirli bir zamanda bırakabiliyor, belirli bir ruh haline hapsedebiliyor. Gerçeğin neliğini sorgulaması bunlara yol açıyor biraz, akarlığın tam ortasında kıyıya bakan birine benziyor. "Hangi gerçek ifade edilebilir, tanımlanabilir ya da tasnif edilebilir?" (s. 64) Günlüğünün sonuna doğru gerçeği yine kendi yaşamında bulabildiği zaman, gerçekten bir şeyler hissedebildiğini anladığı zaman zaten yazmaya başlamadan önce de yazıldığını düşündüğü günlüğünü tamamladığı malum, bir duyguya hapsolmuş kayıtlardan çok daha fazlasına dönüşüyor bu uğraş. Eser tamamlanmıştır, yaşamdan bir parça anlam koparabilmiştir, gerçektir.

H.'nin zamanı resimlerle algıladığı söylenebilir, duygu değişimlerine göre algıladığı da söylenebilir. Anlatıdaki üç farklı konunun doğuşunu bu değişimler oluşturuyor; sanatla -kendisiyle- ilgili derinlikli tahliller bir, kadınlarla olan ilişkileri iki, politik mevzular üç.

Kadınlar. "Bugüne kadar sahip olduğum kadınlar öldüler ve onları ne denli çok sevdiysem o kadar çok ölüler. Hiçbirini onların ölümüyle kendim de bir şekilde ölecek duruma gelecek kadar çok sevmedim." (s. 46) S.'nin asistanı olan Olga'yla müthiş bir ten uyumları var ama o kadar, herhangi bir duygusal yakınlaşma yok. Adelina'yla aralarında on sekiz yaş var, ilişkileri belirli bir derinliğin -H.'nin belirlediği düzeyin- ötesine geçemiyor, kökünü derin bir duygudan almadığı için bitmeye meyilli. Arkadaş çevresinin yaşadığı kadın-erkek ilişkileri de benzer minvalde, anlam yoksunluğundan mustarip. Yakın bir arkadaşın -sonradan yakınlığının da sorgulanabilir hale geldiği görülüyor, arayışın sonucu- polis tarafından gözaltına alınıp dövülmesi, hapse atılması bir mücadelenin doğuşunu müjdeliyor. Yürek, haksızlık karşısında en kuvvetli atımını buluyor ve arkadaşının kız kardeşine aşık oluyor H., kadına taleplerle değil, doğallıkla yaklaşıyor ve Salazar'ın terör estirdiği zamanlarda ve sonrasında, belki de bir parçasını bulup geri kalanının açlığını çektiği yaşam düzeyini buluyor. Bir başkasının da kendileştiği düzey, eşit bir bakışa sahipler veya bakışları eşitlenebilme potansiyeli taşıyor. Aşık oluyor H., kendi sözcükleriyle kendini biçimlemeyi bir aşkın biçimlemesine bırakıyor, metni tam o noktada kesiyor. Kendi olan bir başkası tarafından oluşturulması, kendi kendini oluşturmasından çok daha doyurucu.

Çok meselesi var metnin, Saramago'nun yığmaca bir üslubu var, biçem göz önüne alınırsa olumsuz bir durum yok, kurmacaya halel gelmiyor. Aksine, kurmacanın ta kendisi bu. Müthiş bir uyum var burada, Gökdemir İhsan'ın bir röportajını izlerken denk gelmiştim, tekniği bilmenin onu ters yüz etmeye muktedir olmak anlamına geldiğine dair birkaç söz vardı. Uyum, bir günlüğün günlük olmaktan çıkmasıyla meseleleri yığma biçiminin birbirini etkileyen iki dişli olmasından kaynaklanıyor. Önemli bir metin bu; hem Saramago'nun kurmaca dinamikleri hakkında bir girizgâh, hem de sanatın doğasıyla yaşamın doğasının karşılaştırılması, bir kefenin aynadaki yansımasıyla kendini tartması.

Kendi yaptığım şeyleri pek koymuyorum buraya, dün birini hatırlayıp dinledim, onu koyayım. Zamanında uğraşıyordum kaydetmekle ama şimdi pek zamanım yok, çalıp geçiyorum.


Az önce de Dorock zamanlarından bir şeye denk geldim, onu da koyayım. Gözlüklü gitarist benim. Şimdi bakıyorum, biri Manuş Baba'nın tayfasında bas çalıyor, diğeri bu ilk arkadaşla birlikte Can Gox'la çaldı, bir diğerinin albümü çıktı, biri dizi yıldızı oldu, davulda da yardırmaya devam ediyor. Çok seviyorum hepsini, şahane adamlar, neyi başarmak istiyorlarsa başarsınlar, hak ediyorlar. Yaşam hakka gelmiyor ama bu adamlar için dileğim, umarım gelir.

11 Ekim 2018 Perşembe

José Saramago - Kopyalanmış Adam

Aynaya bakıyorum, metaforlarından sıyrılmış haliyle olduğu gibi karşımda duruyor ama aynalığı kalmamış, baktığımın bir ayna olduğunu bilmiyorum, karşımda olabilecek bütün olasılıklar duruyor. Ayna ihtimallere dönüşüyor, aslında ben dönüşüyorum, ben kendi kendimin ihtimallerinin tekilliğinden başka bir şey değilim. Bana bakıyorum, gördüğüm şeyi -nihayet, yirmi beş yıldır bilinçli bir şekilde baktığımı düşünürsek- seviyorum. Zamanı ortadan kaldırıyorum, kipler siliniyor, kendi kendimin olumuyum. Yüzeyi hatırlar hatırlamaz olumum yitiyor, ben bu değilim. Ben hiçbir zaman kendime ulaşamayacağım, ona -kendime- bakmaktan başka bir yakınlığım olmayacak. Orada olduğunu bildiğim bir aykırım. Orada kalmalı, ihtimalin gerçekleşmesi onu bu dünyaya getirecek, olduğumu unutamayacağım için ikimizi birden yaşamak zorunda kalacağım. Aynanın varlığını aklımdan hiç çıkarmazsam hiçbir geçiş olmaz, hiçbir geçit açılmaz, dünyaların ayrımı sağlanır.

Kopyalanmış Adam, yüzeyin unutulmasını anlatır. İhtimaller kaosunun yaşamı işgal etmesini de anlatır. İkinin teke inme güdüsünü, asıl bunu anlatır. Enemy adıyla filmi de var bu romanın, canım Jake Gyllenhaal oynuyor. İsim güzel, ihtimallerin düşman olarak düşünülmesi mantıklı, olabileceklerin ve olmayanların verdiği huzursuzluğun toplamını replikamızda bulabiliriz, eğer kendimiz bir replika değilsek. Bundan nasıl emin olacağız? Olamayacağız, pek bir şeyden emin olamayacağımız gibi. Diğerimiz de emin olamayacak, diğerinin keşfedilmesiyle başlayan bir sürecin olabilirliğini Saramago'dan bileceğiz. Keşifle birlikte domino taşlarının yıkımını ne yaparsak yapalım engelleyemeyeceğimizi bileceğiz, farkına vardığımız karmaşa, paydaşlarını da işin içine katarak bir düzene oturmak isteyecektir. Saramago'ya göre -anlatıcıya göre demek daha doğru, anlatıcı ikide bir anlatıyı böler ve kendisinin rolünü, hâlâ orada olduğunu hatırlatır- bu düzen arayışı kurmacaya da yansır, düzene kavuşma çabası içinde pek çok beklenmeyeni de taşır, her şey olur, çözüldüğü düşünülen problemler sonraki adımlarda tekrar belirir, problemlerin aslında doğal akışın bir parçası olduğu anlaşılır, anlatının sürprizlerle kesilmesi oluşun doğasında vardır, anlatıcı bir kurmacanın taşıdığı ani dönüşleri, tatsız sürprizleri, kısacası kurmacanın kendisini yaşamın doppelgänger versiyonu olarak ele alır, Tertuliano Máximo Afonso'nun António Claro'yla ilişkisinin bir benzeri olarak.

Afonso depresyonda, tam olarak şu durumda: "İçinde bulunduğu durumu daha iyi anlayabilmek için başından bir evlilik geçtiğini, neden evlendiğini evliliği boyunca bir türlü hatırlayamadığını, boşandıktan sonraysa ayrılmasının ardındaki nedenlere kafa yormayı bile istemediğini söylemek yeterli." (s. 9) Çok kişisel bir şey ama söylemeliyim, birkaç ay önce aynı durumda olduğum için Afonso'nun ilk taşı fiskeleyip zincirleme yıkıma yol açması oldukça anlaşılır bir şey, zira insan anlam arayışına giriyor ister istemez, bir sabit arıyor, sürüklenmediğini bilmek veya en azından kendini buna inandırmak için. Anlatıcı hemen araya giriyor burada, karakterinin garipliğinin depresyon kaynaklı olduğunu söyleyip Saramagolaşıyor hemen; yakın geçmişte depresyondan mustarip olan başka karakterlerle de karşılaştığını söylüyor. Diğer romanlara göndermeler geliyor ardından, nüfus işlerinde çalışan bir memur, tarihi tahrif ederek alternatif bir tarih yaratan adam, adının ve soyadının baş harflerini bildiğimiz bir ressam, meşreplerinin Afonso'nunkiyle aynı olduğunu söyleyip kayboluyorlar. Bu tür araya girmelerle pek sık karşılaşıyoruz, Saramago oyuncu bir anlatıcı olarak varlığını ortaya koyuyor ve hemen aradan çekilip hikâyeye devam ediyor. Proustvari bir havası da var, Afonso'nun video kaset dükkanında çalışan adamla, kopyasıyla ve diğer pek çok insanla münasebetleri o kadar derinlikli olmasa da benzer bir biçimde anlatılıyor, böylece Afonso'nun çarpık gerçekliğini daha yakından görebiliyoruz. Neyse, Afonso lisede çalışan bir tarih öğretmenidir ve altı yıldır sürüklenmektedir. Memnuniyetsizdir. Maria da Paz'la olan ilişkisini sürdürmek için hiçbir çaba harcamaz, kadının sabrına dayanır. Kadın, adamdan sevgi sözleri duymak, adama yakınlaşmak ister ama Afonso aradaki mesafeyi kaldıracak durumda değildir, kadınla arasına belirli bir mesafe koyar. Her şey belirli bir uzaklıktan iyidir, ta ki izlediği bir filmde kendisini görene kadar. Okuldan, pek de muhabbeti olmayan bir matematik öğretmeni, izlemesi için bir film önerir. Afonso filmi izler, uyur ve gecenin bir körü uyanır. İçinde bir sıkıntı vardır, sanki evde kendinden başka biri varmış gibi. Hemen televizyonun başına geçer, kaseti takar ve filmi tekrar izler. Burada bir hatayı düzeltmem lazım; kitabın arka kapak yazısında filmin kendi kendine oynadığı söyleniyor ama böyle bir durum yok, Afonso filmi kendisi başlatıyor ve izliyor. Sonrasında António Claro'yu, filmdeki adıyla Daniel Santa-Clara'yı görür. Filmin çekildiği tarihte kendisi de filmdeki gibidir, bıyıklı ve daha genç. Bir insan aynı anda iki farklı yerde bulunamayacağına göre, Afonso'nun bu adamı bulmaktan başka çaresi kalmaz, bahsettiğim domino etkisinden ötürü.

Saramago'dan edebiyat dersi almak isterseniz, bir anda karşınıza çıkan fikirleri kaydetmenizi öneririm. Bir tanesini ansızın patlatıyor adam, üzerine kafa yorduğum ve pek de hoşlanmadığım bir mevzunun mimarı; serbest dolaylı anlatıcı. Anlatıcının sesiyle karakterin sesinin birbirine karışmasının edebiyat tanrıları tarafından yasaklanması gerektiğini söylüyor anlatıcı, iyi ediyor. Bir sesin bir kişiye ait olmasını istiyorum sanırım, kişisel tercih.

Afonso'nun arayışı başlar; yapım şirketinin filmlerini kiralar, izler, replikasının adını oyuncu listesinden çıkarmaya çalışır, yapım şirketine mektup yazar ki bu mektup olayı Maria da Paz üzerinden yürür, replikanın çok sonra Maria da Paz'a ulaşmasına yol açar bu durum. Nihayet adama ulaşır Afonso, adamla görüşür, problemi ortadan kaldırır ama ayna işte, problem yer değiştirir, Claro için yaşam işkenceye döner bu kez. Bağlantıların çok sıkı yapıldığını söyleyemeyeceğim bu noktada, Claro'nun Afonso'ya sarmasında sebeplerin yetersiz olduğunu düşünüyorum. Claro, Maria da Paz'la yatmak istiyor ve bunun sebebi sadece bir kızgınlık, bir öfke, kendisi bile tam olarak açıklayamıyor bunu, belki bir anlığına başka biri olabilme çabası, birçok sebep olabilir ve daha derinlikli anlatılabilirdi belki, anlatıcının odak noktası Claro da oluyor bir süre sonra, Claro'nun yaşamını daha hassas bir mercekten görebilirdik ama bunu tercih etmemiş Saramago, düğümü ortaya atıp çekilmiş. Varlıklarını irdelerlerken her ihtimal geliyor akıllarına; ikiz olabilirler, DNA'ları aynı olabilir, özün ikiye bölünmesinin sebepleri sayısız diye düşünüyoruz biz de, sonra Afonso'nun evine gelen telefonu, izlendiğini hissetmesini düşündüğümüzde -Saramago çok kısa bir şekilde değinir bunlara, neredeyse görünmeyecek ayrıntılar bunlar- ikiden fazla olabileceklerini anlarız, ki ikiden fazladırlar ama mevzu bu ikisi üzerinde döner.

Hikâye adım adım ilerlerken iki aynının kimlik değiştirip değiştiremeyeceklerine, aynılardan biri ortadan kaybolduğunda diğerine ne olacağına ve bunun gibi pek çok meseleye kapılıp gideriz, insanın ne olduğunu anlamaya çalışırız, başka bir insanla kıyaslayarak. Sıkıntı şurada ki kıyaslananlar bir. İnsan kendi parçalarını kıyaslıyor aslında, bir iç monolog dönüyor, her şeyi bir iç monolog gibi okuyabiliriz, zaten Saramago diyaloglarını ayırmıyor, söylenen her şey arka arkaya, virgüllerle dizili bir şekilde beliriyor, tek bir ağızdan çıkıyormuş gibi. Biçim de müsait, Saramago insana kaotik biçimlerin bozduğu bir aynadan bakıyor. İnsanın kendini bozduğu.

13 Mayıs 2018 Pazar

Arthur Machen - Işıldayan Piramit

Machen'a Lovecraft'in bir öyküsünün epigrafı olarak rastlamıştım. Yedi göbek Galli olan Machen, diğerleri adaya gelmeden çok uzun zaman öncesinden beri orada olan Keltlerin inanışlarını kendi zamanına taşıyan bir yazar. Pagan dehşetler Machen'ın öykülerinde canlanıyor, modern çağların boşlukta sallanan insanlarına geçmişin ölmeye hazır olmadığını anlatıyor. Angllar, Saksonlar, Normanlar gibi pek çok topluluğun göçtüğü o topraklarda Stonehenge'in başlı başına hatırlatıcı bir anıt olarak var olmaya devam etmesi, çift katlı otobüslerin geçtiği yolların altında, derinliklerde kadim varlıkların yaşamayı sürdürdüğünü anımsatır.

Barker'ın Machen'a saygılarını sunduğu bir öyküsü olarak görüyorum Rawhead Rex'i; çağlar öncesinin iblisini durdurmak için Bereket Tanrıçası heykelinin kullanılması gerekiyordu. İnsanın çağlar boyunca inandığı her şey -biz bilmesek de- birbiriyle bağlantılı, seziyorum bunu. Joseph Campbell bu konuda bir şeyler yazmıştır umarım, büyük dörtlemesinin kalan üç kitabını yutarcasına okumam gerek. Neyse, Borges der ki Machen'ın kötülük probleminin temelinde gerçek kötüler vardır. İyiliğin yokluğunun dışında kötü varlıklar tepelerde, ormanlarda ve metruk mekanlarda cirit atar. Borges'e göre kötülerin cismani halleri, "Poe ve Lovecraft kadar taşkın olmayan düzyazısının kesinlik ve ciddiyetiyle çelişir." Ataları gibi toprağa ve büyüye bel bağlayan Machen, nesillerdir sürdürülen zorbalığa dayanarak insanları suçladı. Kelt olduğu konusunda ısrar etti ve Keltlerin uğradığı eziyetler sonucunda günümüzün İngilizleri pagan iblislerin saldırısına uğradı. Çelişki burada doğuyor; kötülük yaptıkları için mi kötülüğe uğruyorlar, iblislerin kötülüğü mü kendini gösteriyor? Gerçek kötülüğün ne olduğu soru işareti olarak kalıyor. Öykülere baktığımızda bilinçli bir kötülük görmeye çalışırsak pek de başarılı olamayacağız, var olma alanlarını koruyan varlıklardan başka bir şey göremeyeceğiz. Bu varlıkların ortaya çıkarılması için uğraşmak bir savunma mekanizmasını harekete geçiriyor ister istemez, bunun saf kötülük olduğunu söylemek mümkün değil.

Kara Mührün Öyküsü'nde rasyonalist bir adamın fikirlerini değiştirmeye çalışan Bayan Lally'nin anlattığı öyküyü dinliyoruz. Sadece dinleyici konumunu doldurup öykünün sonunda ağzı uçak girecek kadar açılan adam, iki kere ikinin beş ettiğine, iki kenarlı üçgenlerin varlığına inanmaz. Kadına meydan okur, şaşırtılmak ister. Kadın da, "Al sana katakulli," der, anlatmaya başlar.

Kocası öldükten sonra kadın Londra'daki kardeşinin yanına gelir ve iş aramaya başlar. Bir gün pes eder, kendini öldürmeyi düşünürken Profesör Gregg'le tanışır. Bu profesör akademik yaşamda yapacağını yapmış, okültizm üzerine çalışmak istemektedir. Arkadaşlarına bu isteğinden bahseder ama kendisiyle dalga geçilir. O da emekliliği yaklaştığı sırada, elindeki mührü ve yıllarca biriktirdiği gazete sayfalarını yüklenir, iş verdiği Lally'yi de yanına alarak kırsala gider. Yolculuk başlayana kadar kadının aklını "çok büyük bir sır" olduğunu söylediği gizli bilgilerin varlığıyla doldurmuştur, evindeki raflar dolusu kitap da aklını bilimle -gizli bilimlerle de- doldurduğunun kanıtıdır. Lally, bilinmeyene doğru yola çıkar bir açıdan. Doğaüstüne inanmaya pek meyilli değildir, dünyada keşfedilecek pek bir şey kalmadığını söyler. Profesör aynı fikirde değildir.

Bilinmeyen hakkında konuşmaları, dünyanın gizemleri, Dünya'nın kendisi kadar eski anıtlar, yazıtlar, bir sürü şeyle doldurulan paragraflar boyunca profesörün adım adım tedirginleştiğini görürüz. İncelemelerini sürdürmekte, elindeki mührü Libya'daki kadim bir halkın yarattığı sembollerle kıyaslamaktadır. Mitlerin kaynakları belli belirsiz sezilir, civardaki şapşal bir oğlanın sayıklamalarından mührün üzerindeki harflerin seslendirilmiş halleri duyulur. Profesör, civardaki bir papazdan dil hakkında bilgi almak ister, Peri Halkı denen bir kavmin konuştuğu eski bir dili keşfetmek üzere olduğunu öğrenir. Sonrasında gerçekleşmesi imkânsız şeyler gerçekleşir, profesörün arkasında bıraktığı mektup sayesinde Lally her şeyi öğrenir, hikâyeyi adama anlatır. Son.

Machen, Kelt söylencelerini aktarırken yarattığı dehşeti doğallaştıramıyor açıkçası. Bu ee kadar doğallaşabilirse gerçi. Doğallaşabilir, Lovecraft ve çağdaşları bunu çok iyi yapıyor. Borges bu açıdan Machen'ı başarılı buluyor, okura yapaylığı sezdirebilecek olağanüstü olayların coşkun bir üslupla desteklenerek gerçeklik yanılsaması yarattığını söylüyor. Aynı fikirde değilim, bunda olayları Lally'nin anlatımından dinlememizin etkisi olabilir. Kendisi kuşkucuydu, ecinnilerle karşılaşana kadar bu kuşkuculuğun sürdüğünü biliyoruz, coşkunun taşınmasını baltalayan bir şey bu. Bilemiyorum, dünyada böyle şeylerin var olduğunu aktarmak için doğal bir akışı tercih ediyorum. İnanmayanları inanmaya zorlamak iyi bir yöntem değil hikâye anlatıcılığında.

Beyaz Tozun Öyküsü, Karanlıkta 33 Yazar'da da mevcut. Basit; kadın ve kardeşi Frank. Frank, ablasının evinde hukuk çalışmaktadır, odasından çıkmamacasına. Bir ara hasta olur, doktora gider ve doktorun verdiği beyaz bir tozu suyla karıştırıp içmeye başlar. Arkadaşlarıyla buluşmaya başlar, sosyal hayatı canlanır ama bir yandan yavaş yavaş değişmektedir, umacıya falan benzemeye başlar. Gerilim ağır ağır yükselir, kadının çağırdığı doktor adama hiçbir şekilde yardım edemeyeceğini söyleyip oradan kaçar. En sonda bir kimyager, ilacın çağlar öncesinden gelen ritik bir toz olduğunu söyler. Meryem'i aşağılamak için yapılan pagan törenlerin çılgın çiftleşmelerinde kullanılmakta, kullanan herkesi delirtmektedir. Bizim eleman formunu da kaybeder, çamur yığınına dönüşür.

Eh. İyi bir öykü olduğu söylenebilir ama odasından çıkmayıp yavaş yavaş deliren bir adamın pek korkutucu bir yanı yok açıkçası, sondaki çözülüş de sadece antik ritüellerden biri hakkında. Eh.

Işıldayan Piramit nam öyküde, kırsalda kaybolan bir kızın başına ne geldiğiyle ilgili bilmeceleri tak tak çözen dedektif ruhlu bir abimiz vardır. Arkadaşının evi, kızın hiçbir iz bırakmadan kaybolduğu yere çok yakındır. Bir de evin hemen önündeki çakıl taşlarının farklı sıralanışla farklı biçimler aldığı keşfedilir. Sonuçta gizem çözülür, toprağın altındaki kadim piramitte yanan kadının gölgesini ve tepelerin altında yaşayan varlıkların gözlerini görürler. Böyle.

Yeats'in Kelt Şafağı'nın bir tık arkasına koyuyorum bunu. Machen kesinlikle çok esinleyici bir yazar, ona diyecek bir şey olmasa da coşkusunu dizginleyememesinden ötürü öyküleri biraz ders kitabı içeriği taşıyor. Oysa Büyük Tanrı Pan'ı ne kabusvari, ne müthiş bir romandır!

Bugün de ukalalık yaptık, şükür. Kaçmaz, müthiş kitaplıktan iyi bir kitap.

25 Ekim 2017 Çarşamba

Gustav Meyrink - Kardinal Napellus

Belki Çin anlatılarında olduğu gibi sokakta köşeyi dönerken bir hayalete çarpınca özür dileyip yolunuza devam etmezsiniz belki ama Meyrink'in öykülerindeki hayaletler, umacılar, olağanüstü olaylar da son derece gerçektir. Neden? Çünkü saçma. "Albert Soergel'in tahminine göre Meyrink, dünyanın absürt, dolayısıyla da gerçek dışı olduğunu hissetmekle başladı işe." (s. 8) Gerçek dışı da gerçek kadar gerçekse, eh, bunda Bavyera'da bir göl kıyısında, Alpler'in gölgesine yakın bir yerde gotik ortamların bir numaralı adamı olmanın rolü mutlaka var.

Golem'in ve adını hatırlamadığım, Can'dan çıkan başka bir metnin yazarıdır, daha da yazmıştır ama basılma durumunu bilemiyorum. Neyse, Borges Almanca öğrenmeye çalışırken Meyrink'e rastlıyor ve iç içe geçmiş düşlerle kabuslara hayranlık duymaya başlıyor, ardından Meyrink'in bir öyküsünü çevirip yazara gönderiyor. Meyrink çeviriyi öven bir mektup gönderiyor, portresini de. Sonrasında Avusturya'nın kaynayan ortamında Meyrink unutulup gidiyor, tabii tamamen unutulmuyor. Hayaletleri hâlâ yaşıyor.

Papini bir öyküsünde gelmiş geçmiş bütün öcüleri toplamaya çalışır, böylece insanoğlu için elle tutulur ve anında bırakılır korkular varlıklarını kanıtlar, sanki kanıtlanmaya ihtiyaçları varmış gibi.

J. H. Obereit'ın Zaman Sülüklerini Ziyareti: Anlatıcının büyükbabası mezarlıkta yatıyor, mezarında vivo yazıyor, "yaşıyorum". Çok az mezar taşında bu yazı vardır, gizemli mevzu. Anlatıcı araştırmaya girişir ve büyükbabasının masasının gizli gözünde bir tomar kağıt bulur. Dede okültizme bulaşmıştır; Philadelphialı Biraderler nam bir teşkilatın üyesidir, bu teşkilat Antik Mısır'daki kadim büyüleri, unutulmuş şehirleri, kolektif bilinçaltı dahil her yerden silinmiş zamanı bir araya getirmiştir, öyle çılgın bir oluşumdur. Kağıtlarda Obereit adı vardır, anlatıcı dedesinin ve bu arkadaşın mezarını bulur, arkadaşın kendisini de bulur. Adam kendi torunu olarak bilinmektedir, yaşlanmadığı ortaya çıkmaz.

Anlatır. Tasavvuf bilenler bunu daha iyi anlatır aslında; hiçliğe varmadan bir şey olunmayacağını, karanlığa bakılmadığı müddetçe bir şey görülemeyeceğini söyler Obereit. Her türlü umuttan, beklentiden vazgeçildiğinde gerçekten yaşandığını söyler. Ölüm alt edilmiştir, bir nevi zât makamı. İstenenle istenmeyen aynı şey olunca, boş bir levha olarak doldurulmayı bekler halimize dönersek... Mitolojiye bağlar Obereit; Kızıldeniz, Eski Ahit derken anlatıcı kendini paralel bir dünyada bulur. Herkesin ikizi mutlu mesut yaşamaktadır, bizim dünyamızdaki umutlardan doğan acılarla beslenmektedirler. Obereit olayı görür, yaşayan bir robot olur, duygularını öldürür ve kötü ikizini, kıskandığı kopyasını yok eder. Obereit ne yaşar ne yaşamaz.

"Size şunu söyleyeyim; dünyada neleri başarmışsak başaralım, bunlar hep yeni bir bekleyiş, yeni umutlar doğurur; bir türlü doğamayan bir şimdiki zamanın cesedinin saçtığı pis kokuyla doludur bütün evren." (s. 25)

Kardinal Napellus: Çürümüş ağaçların inlemeleri, sisli göl, puslu zemin, melankoli ve yalnızlık... Hieronymus Radspieller bir gün çıkageldi ve harap bir köşkün katlarından birini kiralayıp oraya yerleşiverdi. Gölde açılıp iskandiliyle derinliği ölçerdi. Tuhaf biriydi.

Anlatıcı fazla bir şey söylemiyor, arkadaşlarıyla oturuyorlar ve sohbet ediyorlar ama mumlar gölgeleri koyurtuyor, sessizliğe meyil. Sonradan gelen botanikçi, son derece zehirli bir çiçeği pencerenin kenarına koyuyor, gölgeler maviye boyanıyor. Kapı hızla açılıyor, Radspieller giriyor. Dibi bulmuş. Kapandığı manastırdan kaçtıktan, büyülü ayinlerden kurtulduktan sonra reddettiği maneviyatının kontratağına maruz kalır ve ayinlerin en önemli parçası olan zehirli bitkiyle karşılaşır.

Bir öykü kaldı, kalsın. Meyrink'in gnostik, kabalistik ritüelleri, ölüleri, dirileri ve başka dünyaları Borges'in sevdiği yüzeylerde doğuyor. Su ve ayna. Ölüm. Bekleyiş. Arayış. Uzak zamanların kendiliğinden beliren tekinsizliği.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Giovanni Papini - Kaçan Ayna

Öyküleri Düşsel Konçerto ciltlerinde okuduğumu hatırlıyorum, emin olamıyorum.

Havuzda İki Yansı: Geçmişin güzel günlerinin bir daha geri gelmeyeceğinin eğretilemesidir. Kısır bir bahçede, ölü yaprakların yüzdüğü ölü bir havuzda kendi yansımasını gören adamımız her şeyin ölü olduğu doğada kendisinin canlı olduğu zamanları hatırlamak için geçmişi yaratmaya çalışır ama başarılı olamaz. Gerçek vatanından sürülmüş kentler, müthiş bir imge bence, kentin kendisi de ölüler krallığına sürülmüştür, her şey geçmişin ayrıştırıcılığında çürümüştür, bir tek geçmiş yüzün yansıması canlı gibidir. Anlatıcının yedi yıl önceki yüzünün yansısı oracıkta bitiverir, kendisi gibi. Genç olan, yaşlıyla zaman geçirmek istediğini söyler. Geri dönmesini hep beklemiştir ve beklediği an gelmiştir, geçen yılların öyküsünü dinlemek ister. Anlatıcı kabul eder ama kendisinin canlı hali pek bön, gülünç ve sersem gelir. Başka bir zamana aittir, o olunamayacak bir yansıdan başka bir şey değildir. İnsanın kendine ulaşamayacağı noktası. Yourcenar söylüyordu; insan yarattığı bir şeye ulaşamayacağı, yaşanmış bir zamana erişemeyeceği için acı çekiyor.

Anlatıcı gençliğini öldürür, bir anlamda kendi dünyasına çeker. Aynayı parçalar, arzuyu ortadan kaldırır.

Saçma Sapan Bir Öykü: Öykünün başında anlatıcının huysuzluğu dikkat çekici; cılız vuruşlar çekingen bir insanı anlatır, kapı açılmaz. İkinci gün vuruşlar daha güçlüdür, bu kez de davranışını bu kadar çabuk düzelten birine duyulan memnuniyetsizlik kapıyı açtırmaz. Üçüncü gün yazar kendini odaya atıverir, anlatıcı için kabullenmekten başka bir şey kalmamıştır. Anlatıcı bunu anılarını yazarken yapar, Papini'nin personası olduğunu düşünürsek bu birader bir şeyler yazmazken her türlü yaşantıya açıktır; hayal eder, kovalar, yakalar, atlar, zıplar. Yazarken odasına akan yaşamın hışmına uğrar. Bir tek yazarken yaşamaz, oysa aradığı şey yaşamın ihtimalleridir. İronik adam vesselam.

Gençten bir adam yazdığı tek öyküyü getirmiştir, anlatıcıya okumak ister. Eğer öykü anlatıcının hoşuna giderse yazarı bir ay içinde ünlü yapacaktır, hoşuna gitmezse yazar kendini öldürecektir. İş burada ilginçleşir, öykü de bir nevi ayna metaforudur, aslında anlatıcının hayatını anlatmaktadır. Geçmişi, şimdiyi, her bir ayrıntı öyküde ince ince işlenmiştir. Anlatıcı öyküyü beğenmez ki Papini'niyle tutarlıdır bu, yazar intihar eder. Oradan geçmekte olan küçük bir kız intiharı görür, elindeki fındıkları yiye yiye yoluna devam eder. Absürt ve gerçek. İntiharın doğallığı ve oradalığından bahsedilecek kadar olağanüstü olan kız.

Zihinsel Bir Ölüm: Anlatıcı büyük bir olayla karşılaşmak için sıra dışı şeylerin peşine düşmese bu intihardan haberimiz olmayacakmış, hadi bakalım.

Signor Kressler aranıyor ve bulunuyor. Bu zat orijinal bir intihar etme yolu bulur, ruhunu zamanla öldürür, yaşamın içindeki ölümü keşfetmeye kalkar. Aradığını bulur, düalist felsefesinin ödülünü alır ve muradına erer. Ölü bir can. "Yaşamak için hiç durmadan isteriz, ölmek içinse hep daha az istemek, yalnızca istememek gerekir. (...) İstemek zordur, ama istememek çok daha zordur." (s. 42) Lacan'ın aynası kırılır. Kaçan Ayna nam öykü de benzer bir şekilde okunabilir.

Sen Kimsin?: Biri olmanın getirdiği sıkıntı ve biri olmamanın ölçüsüz korkusu arasında bunaltılar... Evet.

Bir bu kadar daha öykü var, hepsi benzer bir leitmotif üzerinden yürüyor. Her biri okunası.

Borges Papini için ne demiş, ona bakıyorum. On bir, on iki yaşlarında Papini'yi okuyup unuttuğundan, bunun da belleğin derin bir biçimi olduğundan bahsediyor ve ekliyor: "Şimdi, öylesine uzak olan o sayfaları hayranlıkla, gönül borcuyla yeniden okurken, kendi bulduğuma inandığım, kendi biçemimce uzamla zamanın başka noktalarında yeniden işlediğim masallar buluyorum onlarda." (s. 5) Gerçekten ikisinin de arayışı aynıdır. Bir farkla; Borges kendini suda, aynada, çölde, zamanda görmek ister, konumunu yeniden biçimlendirir, sabitler ve başka görüler arar. Papini kendini görür ve gördüğü noktada parçalar, kırar. Arayışı kırış üzerinedir, bütün replikalarını yok etmek ister. Hemen her öyküsünde karşılaştığı uçuk insanlardan -kendi suretlerinden- bir an önce kurtulmaya çalışması, kendisini öldürmesi, ağız dolusu sövmesi, kulak memesine fiske vurması bu amaçladır. Bir de şunu bırakıp gidiyorum: "Kişilerinin, sırasıyla canlandırdıkları kurmacaların dışında yaşamadıkları olgusunu öne sürerek eleştirebiliriz Papini'yi. Bu, yazarımızın onulmaz bir biçimde bir ozan olduğunu, kahramanlarının birçok değişik ad altında, onun kendi beninin yansımaları olduklarını söylemenin bir başka biçimidir." (s. 8) Papini'nin karakterleri freak show hesabı ilginç insanlardır, gerçekliklerini sorguladığımız an ihanet edeceğimiz türden. Sanırım en büyük ihaneti Papini'ye ederiz bu durumda.

Borges Papini'nin hak etmediği bir biçimde unutulduğundan kuşkulandığını söylüyor. Melankoliye ve alacakaranlığa eğilten bir çağın öykülerinin yazarı olan bu adam unutulacak gibi değil, melankoli ve alacakaranlık sürdüğü müddetçe. Borges için durum bu, iyi demiş bence.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Nathaniel Hawthorne - Büyük Taş Yüz

"Ayrıca, tüm yaşamı bir dizi düşten başka bir şey değildi." (s. 8)

Melville'in yazmasını sağlamıştır, Hawthorne'un bize bu kıyağı yeter. Onun dışında öyküleri hayal gücü tetikleyicidir, Borges'e göre Kafka'yı müjdeleyenlerden biridir Hawthorne. Poe tarafından alegorinin savunulamaz kolaycılığına kaçmıştır ama Poe gibi yakıp yıkan bir eleştirmenden sağ çıkmayı başarmıştır, kötü öykülerinin yanında iyilerinin çok olması kurtarmıştır onu sanırım, Borges'ten yola çıkarak. Gölge, su ve ayna imgesini kullanarak gönüller yapmış, yüzeye bırakılan izlerin adını koymuş, öykülerini yazmıştır. Kendince. Yansıma alegorisi diye bir terim uydurabilirim; şeyler kendi dünyalarından bizimkine farklı biçimlerde dokunurlar ve Hawthorne onları görür, insanların ve nesnelerin farklı nelikleri ve ne yapabilecekleri üzerinden yürür.

Salem'de büyümüştür, dedelerinden biri cadı yakan yargıçlardandır. Kendisi de o coğrafyanın ata sporu olan püritenlikten nasibini alır, çıplak heykellerin yapılmasına karşı çıkar. Kendi dünyasında büyümüştür, babasının ölümünden sonra annesi üç çocuğunu eve kapatır, kendini de. Sevdiklerini ölümden bu şekilde koruyabileceğini düşünmüştür belki. Hawthorne öykülerini bu izole ortamda yazar, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda kendini bir hücreye kapattığını, anahtarı bulamadığını ve bulsa da herhalde çıkamayacağını, dışarının kendisine korku verdiğini söyler. Sonradan o memleket senin, bu memleket benim diye gezenti olup çıkmıştır, normaldir. Eseceği yeri bilmeyen rüzgar...

Wakefield: Kafka'yı önceleyen budur. Anlatıcı/inandırıcı eski bir gazetede okuduğu bir öyküden bahseder, bahsetmese inandırıcı olamayacaktır. Hikâye gerçekten gazetede yer almış olabilir, bilemiyoruz, zaten özdeşim kurmayı bu bilinmezin tam kalbinde bulabiliyoruz. Neyse, Londra'da yaşayan evli bir çift var, adam birkaç günlüğüne bir yere gideceğini söyleyip gidiyor, yüzünde bir gülümseme. Yirmi yıl boyunca hemen yandaki, tuttuğu evde yaşıyor ve eşini gözlüyor. Dönüyor sonra, hiçbir şey olmamış gibi.

İnandırıcılıktan anlatıcılığa geçiş bu noktada oluyor, anlatıcı Mr. Wakefield'ı kuruyor. Hayal gücü gelişmemiş bir adam, yoldan çıkmış düşünceleri yok, karısına göre durgun bir bencilliği var, kurnazlığı uyuyor, uslu uslu yaşıyor. Tanımsız. Her şeyi yapabilir ve hiçbir şey yapamaz, yüzeyin altındaki akıştan haber yok. Sonuçta adam gidiyor, karısını gözlüyor, kılık değiştirip karşısına çıkıyor, binbir türlü iş. Arada yapay mesafelerle ilgili güzel şeylere denk geliyoruz. "Seni sevenlerle aranda böyle uçurumlar yaratmak çok tehlikelidir; nice uzun ve geniş olmaları bir yana çabucak kapanıp unutuluverirler de." (s. 16) Bu, sınırları sezilmemiş, az da olsa tanımlanmamış sevgiler için geçerli olsa gerek. Zaten adam da kendi sınırlarını yitirir, herkes olabileceğini keşfeder keşfetmez dünyadan tamamen kopar, sorumlulukları, düşünceleri ve ruhu kaybolur, yitip gitmeye yakın aniden evine döner çünkü biri olmak ister. Anlatıcı, gündeliğin getirdiği ağırlıktan kurtulmanın anlık olduğunu ve toplumdan tamamen dışlanmaya varabileceğini söyleyerek öyküyü bitirir. Küçük ilişkilerin giderek daha büyük bir sosyal yapı oluşturmasının sebebi, bireyleri her gün kontrol edecek bir sisteme ihtiyaç duyulmasıdır, kendi hapishanemizden, odamızdan, yakınlarımızdan kurtulabiliriz ama o zaman da gözlemlenmenin "kötü ama emin" duygusundan uzak kalacağız ve doğduğumuzdan itibaren bu sisteme uyum sağlayacak biçimde yontulduğumuz için köşelerimiz özgürlüğe denk gelmeyecek, grotesk bir saçmalığın orta yerinde uyumsuz bir manzara oluşturacağız.

Sanıyorum bir ölçü ondan, bir ölçü bundan iyidir.

Büyük Taş Yüz: Büyük Taş Yüz, kasabadan görüldüğü kadarıyla gerçekten de büyük ve manası çok derin. Bolluk ve bereket bu çizgileri belli, soylu bir sıfata sahip, sevecen yüzün eseri. Bu yüzü sevmeyen yok, tam yanaklarından öpülesi, makas alınası bir yüz. Ernest de tatlı bir çocuk, annesinden dinlediği kehanete göre, Kızılderililerin söylediğine de göre, hatta bana da göre, şu uçan kuşa da göre bir çocuk gelecekmiş, büyüdüğünde yüzü Büyük Taş Yüz'e benzeyecekmiş, her şey çayır çimen olacakmış. Ernest bu olayı görebilmek ister ve gerçekten çok saf, iyi ve gözlerinden öpülesi bir kardeşimiz olduğu için görebilir de. Soylu yüze soylu çocuk. Aslında sonu belli de üç beş alegorik dayı çıkacak ortaya, onlara bakalım. Biri zengindir, biri savaşçıdır, biri bilgindir ama halkın inancının aksine hiçbiri Büyük Taş Yüz'ün hatlarını taşımaz. Anlatıcı araya Washington'ı falan da sıkıştırır ki inanalım. Tamam tamam, inandık, he he... Sonra ozanla karşılaşır, ozanların yaşamın sırlarını sezme gibi bir olayları vardır, bilirsiniz, biraz mistik, büyülü olurlar. Akışı görürler, yaprağın düşeceği yeri bilirler, her neyse, bu ozan arkadaş Ernest'e düşlerini yitirmemesini, düşlerini yitirmiş bir adam olarak Büyük Taş Yüz'e asla benzemediğini ve benzemeyeceğini söyler. Belki o an aydınlanmıştır Ernest, başkasının değil de kendisinin Büyük Taş Yüz olabileceğini düşlerini yitirmediğini düşündüğü zaman fark eder.

Ateşe Verilen Dünya: Ünlü şairin eşya konulan masasının tersidir, her şey ateşe atılır, her şey arınır ve dünya yeniden kurulabilecek hale gelir. Dinler dahi yanar, kutsal kitapların alevleri göklere yükselir, para ortadan kalkınca yoksullar sevinir, yoksullar yanınca zenginler sevinir, entelijansiyadan itiraz çığlıkları yükselir, anarşistler bayram yapar, acı çekmek istemeyenler kalplerini yakmaya kalkarlar, darağaçları yakılır, giyotinler küle döner, felsefi metinleri ve dolayısıyla yaşamın anlamının sayısız biçimini rüzgar alır götürür, değersiz olduğunu düşünen insanlar kendilerini ateşe atmaya çalışırlar. İnsanın yeniden doğuşunun şenliği.

İki öykü daha var, biri Borges'e göre Poe'nun öykülerinden dört yıl önce polisiye türünü müjdeler. Karakterler ve olaylar arasındaki bağıntılar sezilirse kolaylıkla açığa çıkacak bir sonu vardır ama yine de eğlenceli ve gizemlidir. Sonuncusu da yine alegorik bir öykü, ona hiç girmiyorum.

Ateşe atılan İngiliz yazarların kitapları iyi yanar, kutsal kitaplar en parlak alevi verir, Hawthorne da bir çatırdayıp sönmeye yüz tutar, bir alevlenir, garip bir şey olur sanırım.