Zafer Şenocak uzaklarda yazıyor, Mustafa Türel ve Vedat Çorlu Almancadan Türkçeye çeviriyor, biz de okuyoruz. 1961'de Ankara'da doğmuş Şenocak, 1970'te Almanya'ya göçmüş, sonrasında felsefe, edebiyat eğitimi, ABD üniversitelerinde misafir öğretim görevliliği, şiirler, öyküler, ödüller gelmiş. YKY'den çıkan şiirlerinin yanında Kabalcı'nın bastığı düzyazıları var, bir de Alef'ten çıkan bir metni var bende ama gözüme çarpması dışında bir bilgim yok açıkçası. Yurt dışında yaşayıp başka dillerde yazan Türk yazarları merak ettim biraz, Özdamar'la birlikte Şenocak'ı en öne aldım. Bu okuduğum ilk metni, öykülerden mürekkep. İlk öykü Uçmak, bir dedektifin kayıp bir kızı arayışını anlatıyor, belki de Şenocak'ın en "açık" öyküsü diyeceğim. Gerek karakterlerin, gerekse anlatıcının çıkarımlarının olay örgüsüyle kurduğu bağlantılar öykülerin alametifarikası diyesim geliyor, en önemli özgünlüklerden biri. "Görünmezlik: Çoktandır çözmeyi istediğim bir bilmece. Sonra, bir de şu birkaç yerde aynı anda görünme olgusu var. Görünmezliğin bir başta türü. Aslında her görünme, görünmezliğin bir başka türüdür. Gerçekten var olan ise, kocaman bir delik olarak görünmezlik. Bu delik, şu anda, uçağın gitmekte olduğu şehrin de içinde bulunduğu delik." (s. 7) "Çocukluğun uzak yıllarına", geçmişte bir zaman yaşanmış eski bir şehre inen uçak Bernhard'ın da kara bir boşluk olarak nitelediği geçmişe/çocukluğa dönme eylemini gerçekleştiriyor. Kayıp kızın fotoğrafı elde, kızın kaçırılmış olduğu fikri akılda, Türklerle Almanlar arasındaki bilişsel farklar dilde. Biz geleceği planlayamıyoruz, onlarsa planlı bir mutsuzluğu yaşıyorlar. Bu tür çıkarımlar sık sık karşımıza çıkacak. Neyse, dini grupların eylemleri gözden geçiriliyor. Kuran kursuna giden kızların kaçırılması, devrimci-islamcı örgütlerde çeşitli biçimlerde kullanılmaları da geçiyor akıldan. Din ve cinsel organların sürekli bir ilişki içinde olduğundan bahsediliyor, "Din, cinsiyeti ya iğdiş ediyor ya da dizginlerini çözüyor." (s. 10) Sonrasında İstanbul manzaraları. Gazeteler alınıyor, haberler okunuyor, üçüncü sayfadaki cinayetler, yaralamalar gözden geçiriliyor, Sirkeci'den Karaköy'e geçiliyor, vapur. Araştırılacak üç adam var, adı Arif olan İstanbul'daki bütün cesetler hakkında bilgi sahibi, görüleceklerden biri Arif. Bunun yanında karakterin doğum yeri olan İstanbul'da şöyle bir kolaçan edilecek. Adamımız İstanbul doğumlu ama memleketini İstanbul olarak görmüyor. Memleket kavramı yok, göçmenlerin vatan kavramının olmadığını söylüyor. Arayışı boşa çıkıyor bu arada, aradığı kızı bulamıyor, İstanbul'da kendine dair hiçbir şey bulamamasıyla denk. Almanya'dan geri dönmesine dair emir geliyor, uçağa atlayınca hosteslerden biri tanıdık geliyor. Aradığı kız. Babasına mektup yazdığını, durumu anlattığını ve babasıyla dini kişi/kurum/kuruluş etkisi olmadan da bir yaşama sahip olduğunu hatırlamak için kaçırılışını kurgulayıp kaçtığını söylüyor. Gizem çözülünce anlatıcımız tüye döndüğünü, rahatladığını söylüyor. Çözülmeyen vakanın ağırlığı olmadan şehir bir anı olarak kalıyor. İyi bir öykü bu, arayışın farklı biçimlerinin birbirlerini etkileyişi üzerinden hoş bir anlatı.
Ev'den itibaren yabancı bir ülkedeki müphem mahalleler, karakterler ve tipler ortaya çıkmaya başlıyor. Anlatıcının yeni komşuları evin anlamını da değiştiriyor ister istemez, kız arkadaş Michaela'nın huzuru kaçıyor, yeni komşular tekinsiz tipler. Üç karanlık tip yüzünden anlatıcıyla Michaela arasındaki ilişki de sekteye uğruyor, korkuları büyümeye başlıyor. En sonunda komşuların eşek yetiştirip sucuk yapmak istediklerini öğreniyorlar, hayal ettikleri gibi korkunç tipler değiller, sadece kim olduğunu ve nereden geldiğini unutan anlatıcının benzerleri. Almanlaşan anlatıcı için aslında aynı topraktan geldiği insanlar yabancı olarak niteleniyor, bu da kimlik üzerine hoş bir öykü. Sahipsiz Bölgedeki Lisa'da tersi bir durum var, sahipsiz bölge denebilecek gettoda kimliklerin bir önemi yok, herkes aynı yoklukta var olmaya çalışıyor, kenar mahallelerin kendine özgü mutsuzluğu ortaya çıkıyor. Lisa'nın karşısına bir anda çıkan adam aşk istiyor ama ortadan kayboluyor birden, Lisa adamı bulamıyor ve karnındaki çocuğun büyüdüğünü hissederek yaşıyor, kenti mutsuzluğun kaynağı olarak göremiyor, kaynak kendisinden dökülen ve her yana yayılan bir su gibi çağlıyor. Altın Arayıcısı Lisa'ya geliyoruz ve anlatıcının ilk öyküdeki dedektif olduğunu anlıyoruz, aslında ikinci öykü bir devam öyküsü olarak değerlendirilmeyebilir ama bu öyküde ortaya çıkıyor ki öyle, değerlendirebiliriz. Bu da gündelik yaşamın içinde kaybolup giden insanlara dair, Lisa kentin havasını solusa da anlatıcı ve birkaç insan dışında orada olmayan biri. Fahişelik yaparken bazı erkekler tarafından görünür hale geliyor, sonrasında tekrar kayboluyor. Bir cinayet vakasını araştıran anlatıcının kısa bir Almanya tasviri geliyor finalden önce. İkiye ayrılmış olan şehir giderek büyüyor, Doğu ve Batı arasındaki sınır giderek belirsizleşiyor ama duvarın yıkılmasına daha var. Çözülecek vakanın zamana ihtiyacı olmaması gerekiyor, anlatıcı cinayeti aydınlatıyor ama başarısız olma pahasına bırakıyor işin ucunu, Lisa'ya ve kendine küçük bir kıyak, pişmanlığı uzun sürecek. İkisi arasında derin bir şeyler yaşanabilirdi ama Lisa engelliyor bunu, anlatıcıyı pek yanaştırmıyor. Acısını vermemek için belki.
Kısa olsun bu yazı, sonraki öykülerde Lisa'nın farklı zamanları ve eylemleri yer alıyor, birkaç öykü Lisa'yla anlatıcının yaşadıklarına odaklanıyor. Kentlerle, vatansızlıkla ilgili öyküler geliyor ardından, onlar da başarılı. Şenocak tasarruflu, parlak ve büyük büyük anlatmıyor, yitik insanları usul usul yaşatıyor. Sağlam öykücü, okunmalı.
Zamanın ötesinden geliyor bu. 2014'ten beri hakkında bir şeyler gevelenecek ama zaman olmadı, okuduğum her metin hakkında bir şeyler yazamıyorum, yetişemiyorum, çünkü yaşamam lazım. Evet.
Merhum Scognamillo'nun kendi deyişiyle "ilk oyuncu kitabı" bu, Şener Şen'in sinema serüvenine odaklanıyor. Scognamillo, Şen'in tiyatro oyunculuğuna gerekli yeri ayırmadığından ötürü okur tarafından eleştirilebileceğini ama alanının sinema olduğunu, bu yüzden mazur görülmesini söylüyor. Mehmet Güreli'nin hatırlattığına göre Romeo ve Jülyet'te uşak rolünde oynamış Şen, Scognamillo Şehir Tiyatrosu'nda oyunun açılış gecesine katılmış ama Cüneyt Türel-Tijen Par ikilisine odaklandığı için Şen'i hiç anımsamadığını söylüyor. Kısacası filmlere odaklanıyor yazar, bazı filmleri defalarca izlemiş ve ortaya bu çalışma çıkmış. Teşekkür kısmında o sıralarda Kabalcı'da çalışan Mustafa Küpüşoğlu'na teşekkür ediyor, ben de teşekkür ediyorum. Kendisi şu sıralarda ALFA'da fırtınalar estiriyor, PKD metinlerini ve diğer pek çok müthiş metni okura sunuyor ama en önemlisi, Neal Stephenson'ın kallavi üçlemesi Barok Döngüsü'ne verdiği katkı. Birkaç röportajını izledim kendisinin, işine koala gibi sarılmış bir adam. Yıllar boyunca çalışır da çeşit çeşit metni dilimize ateşler umarım. Neyse, Agâh Özgüç'e de bir teşekkür var ama teşekkür edilmese bile incelemelerinin her ne kadar yüzeysel olduğu söylense de Türk sinemasına katkılarından ötürü teşekkürü baştan almış bir abimiz kendisi. Bu fasıldan önce komedi ve komedi oyunculuğu hakkında bir değerlendirmesi var Scognamillo'nun, ona yanaşayım. Diyor ki Scognamillo, komediyi yaratan -tipleme veya karakter- oyuncunun biçimlenmesinde ticari nedenler, siyasal baskılar, zorlamalar vardır, olacaktır. Bu yüzden akarı kokarı olmayan meselelerle güldüren adamla düzene karşı kaygısı olan adamın komedisi farklılaşacaktır. Şablonlar çizilir, o şablonun dışına çıkmak risklidir, komik ve komedyen arasındaki farkı şablonlara karşı duruş belirler.
70'li yıllardan itibaren sinemaya ağırlığını koyan Şener Şen'in filmografisinde tek tip komediler olmadı, dolayısıyla oyuncu monografisi için zengin bir kaynakça halihazırda bekliyordu. Scognamillo filmlerden önce Şener Şen'in kısa bir biyografisini sunuyor. Sunar, monografik bir çalışma çünkü. Ali Şen'in Yeşilçam serüveni boyunca çizgisinden pek çıkmamasının oğul Şener Şen tarafından aşıldığı, bu yüzden Ali Şen'e göre Şener Şen'in karakter oyunculuğunun çok daha baskın olduğu söyleniyor. Nefret edilesi karakterlerdeki hoşlukları göstermek Şener Şen'in yetkinliğinde daha başarılı bir şekilde yansıtılıyor. Başlarda Şener Şen de tipik, karikatür rollerde görülüyor ama sonrasında kopup gidiyor. 1941'de Adana'da doğuyor Şener Şen, 1950'de ailesiyle birlikte İstanbul'a taşınıyor. Mekan Zeytinburnu. Biraz gecekondu çocuğu olduğunu, çeşit çeşit insanla iç içe yaşadığını söylüyor Şen, sıradan vatandaşlardan biri. Oyunculuğu için müthiş bir ortam ama işler umduğu gibi gitmiyor pek, Bakırköy Ortaokulu ve İstanbul Erkek Lisesi maceralarından sonra okuldan şutlanıyor, dersleri pek iyi değilmiş. Yeşil Tiyatro'da Cüneyt Türel'le birlikte sahneye de çıkıyor, sahnelerde görünmeye başlıyor ama Ankara Devlet Konservatuvarı sınavlarını geçemeyince Muş, Malazgirt ve İzmit köylerinde iki üç yıl öğretmenlik yapıyor. Zeytinburnu'ndaki bir iplik fabrikasında iki yıl işçilik, işportacılık, ehliyeti alınca Sirkeci-Kasımpaşa arasında şoförlük derken Ergun Köknar'ın desteğiyle, 1967'de Şehir Tiyatrosu. Sahnedeki kuru kalabalığın arasında bir figür, mızrak ve bayrak tutanlardan biri. Sonra çeşitli oyunlar, daha iyi roller derken 1980'e kadar süren tiyatro oyunculuğu sinemaya geçişle birlikte sona eriyor. Almanya macerası da var, 1980'de bir Alman tiyatrosu Türk işçiler için Türk tiyatrosu kurmak istiyor, Şener Şen aralıklarla Almanya'ya gidip geliyor ama iki yıllık süreçte tiyatrodan uzaklaşıyor, en sonunda da istifa ediyor.
Arzu Film'e katılmasıyla birlikte şanı da yürüyüp gidiyor Şen'in. Scognamillo, Arzu Film'in ve Ertem Eğilmez'in hikâyesinin henüz yazılmadığını ama yazılması gerektiğini söylüyor, Şen'in yaşamı üzerinden bu döneme biraz ışık tutuyor. 1976'da Arzu Film'e katılan Şen, Hababam Sınıfı filmlerinde yan rolüyle görülüyor. Badi Ekrem işte. Sonra Bizim Aile, Süt Kardeşler falan. Scognamillo'ya göre İlyas Salman ve Kemal Sunal'la zıt bir ikilinin olumsuz tarafını yaratıyor Şen, kötülükleriyle saf insanları punduna getiriyor sürekli ama kendisinden nefret ettirmiyor, Erol Taş'ın düştüğü duruma düşmüyor yani. Sebeplerini anlatmış Scognamillo, ben de en fazla şu tepkinin verildiğini söyleyeyim. Neyse, Arzu Film 1984'te Namuslu'yu yapıyor ve Şener Şen'in başrolde olduğu filmler geliyor ardından, bir de günümüzde de süren Şener Şen-Yavuz Turgul dostluğu. Gerçi ilk kez 1979'da çekilen Erkek Güzeli Sefil Bilo'da birlikte çalışıyorlar, sonrasını biliyoruz. Yan karakterlerden başrole uzanan yolda şablonunu kırıyor Şen, bolca taşlamalı filmlerde rol almaya başlıyor. Züğürt Ağa'nın olayı ilginç, Yavuz Turgul fikrini Ertem Eğilmez'e söylüyor, Eğilmez böyle bir şeyin yapılamayacağını söylüyor ama Turgul bastırıyor biraz, Eğilmez onay veriyor, sonra, "Domaates." Muhsin Bey de yine ses getiren bir film, Uğur Yücel'i ilk gördüğüm film olabilir.
Kronolojik düzende filmler inceleniyor, Şener Şen'in oyunculuğu eleştirel bir gözlemden geçiyor, Scognamillo monografisini Stanislavski'nin oyunculukla ilgili düşüncelerini Şener Şen'in sanatıyla birleştirerek, çıkarımlar yaparak bitiriyor. Şener Şen'in kişiliği biraz var, oyunculuğu çokça var ve bir dönemin film endüstrisi var bu metinde, büyük bir oyuncunun sanatsal seyri. İyi.
Arka kapakta Bichsel için Çağdaş İsviçre Edebiyatı'nın F. Dürrenmatt ve Max Frisch'le birlikte en önemli yazarlarından biri olduğu söyleniyor. Dört metni Türkçeye çevrilmiş, farklı yayınevleri tarafından. Bu ilk metni ve ilki böyleyse diğerlerini de kaçırmam, İsmail Abi'ye söyleyeyim de ayırsın denk gelirse. Yankı'nın kitapları denk gelirse onları da ayırıyor, sağ olsun. Yirmi sene önce falan deli gibi toplanıyormuş Yankı'nın kitapları, Yankı'nın ve Yön'ün. Kalanları da ben topluyorum, karşılaştıkça alıyorum. Bir de geçende Yanık Njall'ın Sagası'nı buldum uyguna, ona da sevindim. Kadıköy'de Rexx'e çıkan dar bir sokak var, Gitar Cafe'nin olduğu. O kadar çıkmadan sağda bir giyim dükkanı, önünde sepet, kitaplar. Birkaç yıl önce girdim, içerideki kitaplara da bakınırken bu Yanık Njall'ın Sagası'nı gördüm, almak istedim. Dükkanı işleten tatlı kadın, "Onu satmıyorum, benim için çok özel bir kitap o, kötü hissedersem arada sırada açıp okuyorum, iyi geliyor," dedi, sonra denk gelmeyi bekledim ve nihayetinde geldim. Bir dahaki gidişimde, "Okudum Njall'ı," deyip sohbeti oraya getireceğim. Zamanın geçtiğini bir tek böyle anlıyorum, arzuyu dindirince, başka türlü her şey sabitmiş gibi geliyor. Yılların farkına varamıyorum, Legolas'ın yürüyüşü canlanıyor hemen. Millet karda bata çıka yürümeye çalışırken bu herif gayet rahat, ağırlıksızmış gibi yürüyor, ardında ayak izi bırakmıyor. Böyle bir şey. Ayak izi yok, gerisi ve ilerisi aynı. Demek ki böyle. Anda olanları gözlemci veya katılımcı olarak deneyimlemek. Bu kadar.
Bichsel'in gözlemciliği benzer bir noktada. Anlık parçalara odaklanıyor, birkaç karakter ve birkaç mekan, gerçekleşen olaylar, son. Çıkarımsız, yansıtmacı bir anlatı. Tek çıkarım metnin adında, öyküde öyle bir istencin izini doğrudan bulamıyoruz ki bulmayalım, insana kendimizi yansıtıp eylemlerin doğasını inceleyelim, okur olarak gözlemin ötesine geçerek ivmesiz, gösterişsiz parçaların izdüşümlerini falan, bir şeylerini yorumlayalım ya da yorumlamayalım, ne bileyim, sadece anları bilelim. Edebiyat ne işe yararsa o işle uğraşalım. Ben şahitlikten bir adım daha ötesine gitmek istediğim için gidiyorum, hadi bakalım. Ya herro ya merro. Katlar'a bakalım. "Geçici olarak bir ev düşünülebilir, dört katlı, katları birbirine bağlayan ve birbirinden ayıran merdivenli, kiremit damlı; bir ev." (s. 9) Düşünceye göre giriş katında kimse oturmuyormuş ama sonra "belki de" kimse oturmuyormuş. Diğer katlarda birileri oturuyor ama giriş katı muallakta. Giriş katında birilerinin oturup oturmaması bir apartmanı apartman yapan detaylardandır, örneğin dairemin yanındaki daire bir şirkete ait, akşamdan itibaren ertesi sabaha kadar boş. Dairenin yalnızlığını düşünüyorum bazen. Ben çok küçükken abim şamata olsun diye gecenin bir köründe şirketin telefonunu arardı, kulağını duvara dayayıp her dülülüde gülerdi. Şirketten poşet poşet çöp çıkardı, abim bir tanesini alıp eve getirmişti. Bir dünya evrak ve kaza fotoğrafları, muhtemelen sigorta için. "Bu araba nasıl bu hale gelmiştir lan sence?" diye sorduğu zaman hemen bir şeyler uydurup anlatmıştım. Abim beğenmemişti, "Siktir lan," diyerek kendi hikâyesini anlatmıştı. Onunki daha iyiydi. Abim birçok şeyde benden daha iyiydi ama hiçbir şeyin üzerine gitmedi, ailenin çöplüğüne karıştık. Bu öyküde olduğu gibi baharda evimize başka türlü girerdi güneş, odanın daha bir aydınlık olmasından anlardık mevsimlerin geçişini. Geçen yıl çaprazımızdaki binayı yıktılar, yerine bir şey dikilmedi henüz, güneşin biraz daha aşağıya inmiş halini görebiliyoruz böylece. Evlerde oluyoruz biz, tanıyoruz ve tanınıyoruz ve onlar için üzülüp seviniyoruz. Yaşadığım her bir evi biliyorum, biri hariç. Kocamustafapaşa'da bir ev var, babamla zamanında orada kalmıştık, beni kaçırdığı sıralarda olabilir. Annem deli gibi aranırken ben çatı katında bulduğum oyuncaklarla oynuyordum. O ev nerede o acaba, o ev kim? Babama soramam, kimseye soramam. O evi, herhangi bir evi bulmakla ilgili bir öykü yazmalıyım.
"Ormancıların işi ormanla. Kadınların beklemektir. Evler evlerdir." (s. 10)
Erkekler nam parçada kadın vardır, bir arkadaşını bekler, treni bekler, kahve içer. Terbiyesinin bozulmuş olması umulur ama o çok iyidir, herkes onu çok iyi biri olarak bilir, yaklaşılmaz bir varlık olarak. Kendince kadındır, bundan erkeklerin haberi yoktur. Biçimlenmiş düşünceler, erkeklikler arasında bir başınadır. Yanaşılabilir aslında ama yanaşan yoktur. Varsa da yoktur. Kadındır o, erkekleri çekip iter. Bir benzeri, Çiçekler. Adam kadını bir çiçekçi dükkanında düşler. Çiçeklerin kokup kokmadıklarını sormayı düşünür, kadın koktuklarını söylemeyi düşünür, iki taraf da -aslında bir taraf- her şeyi söylemeyi düşünür ama hiçbir şey olmaz. Adam kağıttan çiçekler satmaktadır, kadın gerçek çiçekler satar. Aslında hiçbiri olmaz, böyle bir şey yoktur, böyle bir öykü vardır sadece. Şakayıklar'da yaşlı bir kadın, okul arkadaşlarının birer birer öldüklerini duymaktan kendi sonunu düşünmez, geçmişiyle birlikte yaşar. Posta kutusunda bulduğu şakayıklarla arkadaşlarının çiçeklikleri arasında ilişkiler kurar, sütçüyle şakalaşır, gündelik hayatını yavaş yavaş toparlar, sonun yaklaştığını sezer ama bunu kendine hatırlatmamak için elinden geleni yapar. Aslanlar'da bir yaşlının ölümü vardır, nihayet, bir büyükbaba ölür, parası paylaşılır ve artık herkeste bir parça büyükbaba vardır. Büyükbaba çok içer, çişini tutamaz, ayakkabılarını bağlayamaz. Altmış dört yaşında flüt çalmayı öğrenen adamlara bakarak kendine bir şeyler yontamaz, elinde yaşlılığından başka bir şey kalmamıştır. Sirke girseydi, girişi pahalı bulmayıp aslanlarla bakışsaydı o zaman daha çok hatırlanabilirdi ama olmadı.
Yeni ve iyi. Yazar adama bir şeyler verir, okura da görme biçimi sağlar. Sağlam metin.
Cihat'ın başlamasından 20 yıl sonra, eski bir köle-efendi olan İblis Ginjo'nun politik oyunları birçok masum insanın ölümüne sebep oldu. Makineler için casusluk yaptığını düşündüğü politik düşmanlarını, kurulmasına önayak olduğu Cihat Polisi "Cipol" yardımıyla ortadan kaldırdı ve Yüce Patrik ünvanını kullanarak Cihat'ın devam etmesinde Serena Butler'a yardımcı oldu. Serena, oğlunu kaybettikten sonra bütün enerjisini makinelerin ortadan kaldırılması için kullandı ama yetkilerinin, politik gücünün İblis Ginjo tarafından yavaş yavaş ortadan kaldırıldığını göremedi. İblis, cogitor denen kadim beyinlerden birini kendi amaçları için kullandı ve elindeki güç büyüdü. Devlet içinde devlet oldu adeta.
Agamemnon, Dünya'nın atomiklerle bombalanmasıyla birlikte spermlerinden oldu ve tek oğlunun ihanetiyle yıkıldı. Saçma değil mi? Teknolojinin deli geliştiği bir evrende spermlerin kopyalanıp onlarca gezegende saklanmamış olması garip.
Milyonlarca insan öldü, milyonlarca makine yok oldu, savaş devam ediyor. Savaş alanı çok geniş, cephe savaşlarında kazanılan zaferlerin anlamı yok. Makineler çok daha çabuk çoğalabiliyor, insanlarda durum biraz daha sıkıntılı. Anne yetiştirecek de, o ellere yollayacak da... Tleilaxular kayıp uzuvların, organların yerine yenilerini üretebiliyor olsalar da -ki sonradan öğreneceğimiz üzere mevzu öyle değilmiş, pis işler dönüyormuş bu olayda- can kayıpları arttıkça birliğin köleler üzerindeki baskısı artıyor, Zensünnilerin Arrakis'e gitmesine yol açılacak. Başarısızlık, haksız uygulamaları beraberinde getiriyor, günümüzde olduğu gibi.
Ginazlı paralı askerlerin ortaya çıkışından da bahsedeyim, bu arkadaşlar kadim teknikleri modern yöntemlerle geliştirerek bir yakın dövüş sınıfı oluşturuyor. Orijinal seriden bildiğimiz Duncan Idaho, Ginaz kılıçustalarının yetiştirdiği süper bir adam mesela. Bu kitapta Zon Noret ve evladı Jool Noret'le tanışıyoruz, baba katlinin mitini robotla insan arasında görüyoruz. Asıl evlat Jool, Chinox adlı antrenman robotunun zorluğunu en üst seviyede bırakınca babasının robot tarafından öldürülmesine yol açar. Bu robot, eğitimin en önemli adımlarından biridir ve bizzat Zon Noret tarafından tekrar programlanmıştır. Yaratıcısını öldürürken doğasına uyar, hiçbir duygu belirtisi göstermez, gösterecek bir mevzusu yoktur zaten. Evlat Jool, acısıyla çok iyi bir iş becerir ve Ginaz'ın görüp göreceği en büyük savaşçı olur, zorla kabul ettiği öğrencilerine pek faydası dokunmasa da yeteneğiyle herkesin hocası haline gelir. Yenemeyeceği kimse yoktur, yaşam dışında. Dev bir tsunami kendisini yeryüzünden siler, efsaneler arasına karıştırır. Gereksiz bir yan karakter gibi gözükse de bu kılıçustaları meselesinin anlatılmasında kilit rollerden birine sahiptir.
Solucansüvarisi Selim... Arrakis'in has adamı, yamağı Cafer'le birlikte haksızlıklara karşı koyarken köle isyanıyla birlikte Arrakis'e gelen Zensünnilerle bir olup ilk fremenlerin temel taşı olacak. Fremenler de bu kitapla birlikte ortaya çıkmış oluyor böylece. Baharat hasadını bitirmek için yaptıkları saldırılar daha büyük boyutlara ulaşacak, böylece Arrakis'le ilgili büyük planları olan Lonca'nın da başına bela olacaklar. İsmail burada çok önemli. Tio Holtzman adlı mucidimiz, teknolojik ürünlerin yapımında büyük köle gruplarını çalıştırarak robotlara ve simeklere karşı yürütülen savaşa büyük katkı sağlarken kölelerin ayaklanma ihtimallerini, daha doğrusu işin çarpık ahlakını görmezden geliyor. İsmail'in eşi ve çocuklarının ölümüyle birlikte isyan fikri giderek yayılıyor ve bum! Holtzman kalkanı ve lazer silahının etkileşimiyle ortaya çıkan atomik patlamada gezegenin yarısı falan havaya uçuyor, İsmail ve tayfası da yürüttükleri gemiyle birlikte Arrakis'e gidiyor. İyi bir amaç uğruna yapılan kötülük de cezasız kalmıyor.
"Esirlere göre Poritrinli köle sahipleri de makineler de iblisti - yalnızca farklı türlerde." (s. 85)
Erasmus, ilk mentat olan Gilbertus Albans'ı yetiştiriyor, insanları anlamak için büyük bir şans ama özellikle yaratıcılık hakkında hiçbir şey bilmediği ve bilemeyeceği için robotların sonu gelecek, bu en başından belli. Zaman meselesi.
Norma bağımsızlığını kazanıyor, Aurelius Venport'un ölümüyle birlikte yalnız kalıyor ve uzay-bükücülerin üretilmesi konusunda baharatın yardımıyla yeni bir başlangıç yapıyor. Tüm uzayı beyne sıkıştırmak için baharat şart, böylece büyük bir ticaret ağı da ortaya çıkmış oluyor.
Agamemnon cogitorları yok etmeye and içmiş bir halde yeni gezegenler fethediyor, büyük fedakarlıklarla durdurulabiliyor. Tek bir gezegene sıkışmış halde sonunun gelmesini bekleyecek, yapacak fazla bir şeyi kalmadı.
850 sayfa, bir sene önce okudum ve çok az ayrıntı verebildim ama durum budur, Dune muhteşem bir sagadır.
Frank Herbert'ın Dune kaçlamasını okuyalı altı yıl oldu, pek bir şey hatırlamıyordum terra-kurma hadiseleri dışında. Oğul Herbert'ın kitapları da yıllardır yüzüme bakıyordu, askerde yerim ben bunları diyerek yanıma almıştım. Binlerce sayfayı yedim. Revirciydim, sabahın köründe revire gidip listeye bölüğünüzün adını yazarsınız, sıra size gelince askerleri içeri sokarsınız, doktorun azarlamalarından vakit kalırsa revir defterini doldurursunuz, aynı zamanda sevk kağıdı hazırlarsınız falan, deli işi. Ben hep en sona yazardım, sıra öğleye doğru gelirdi. Sabah sporundan yırtardım, üstüne kuytu bir yer bulup kitap okurdum. Eh, askerlik çakallığı süper öğretir. İşim bittikten sonra öğle içtiması, yemek, karargahta kendimi unutturup yine okurdum. Nöbetlerde omuzda silah, elde fener, devriye veya okutma gelecek mi diye ara ara telaşlı bakışlar, yine okurdum. Böyle böyle seriyi yedim yemesine ama askerliği unutmak isterken Dune'u da unuttuğumu gördüm. Daha fazla unutmadan yazayım gitsin.
Dune çok gezegenli, çok ırklı dev bir saga. Klasik seride gördüğümüz yapay zekanın yasaklanması, tüm bu sistemi bir arada tutan İmparator Şaddam'ın düşüşü gibi olayların 10000 yıl öncesine gidiyoruz, her şeyin başladığı zamanlara. Lonca'nın, Bene Gesserit dalgasının, mentatların temellerini göreceğiz.
Birbirinden farklı hikâyeler var, birbiriyle bağlantılı hikâyeler var, Game of Thrones'un bölümleme sistemiyle yazılmış. Karakterlerin üzerinde tek tek duracağım, öbür türlü anlatmak çok zor.
Terra uygarlığı evrenin ulaşılabilen kısımlarına yayıldı ve durağanlaştı, enerji yitirilmişti. Uzak yıldız sistemlerinin birinden gelen Tlalok, İmparatorluk'un miadını doldurduğunu anlattı. İnsanların çoğu anlamadı, birkaçı dışında. Agamemnon, sevgilisi Juno, Barbarossa, Kserkses ve diğer on altı öncü, Titanlar,büyük bir mücadele başlattı ve İmparatorluk'u devirdi. Tlalok'un ölümünden sonra Agamemnon, çok riskli işlemler sonucu beyinlerini makinelere yerleştirdiler, böylece ölümden olabildiğince uzak duracaklardı. Simekler -Titanlar- böyle ortaya çıktı, elektronik mevzulardan anlayan Barbarossa'nın yarattığı ölüm makinelerini yönetebilen bu arkadaşlar, direniş gruplarına uzunca bir süre kök söktürdüler. Sonrasında Soylular Birliği denen oluşum bu arkadaşların yayılımını zor da olsa durdurmayı başarsa da adamlar pek duracağa benzemiyor, bir de Kserkses sığırının hatasıyla ortaya çıkan Omnius nam lanet bir yapay zeka var. Bu Kserkses kardeşimiz üstüne düşen vazifeyi yapması için yapay zekaya çok fazla erişim izni verdi ve Ebedizihin Omnius, gezegenden gezegene konrolü ele geçirip Titanlar'ı kontrol altına aldı. Savaşın üç boyutu: Titanlar, Omnius ve Soylular Birliği. Orijinal seride yer alan Harkonnen ve Atreides ailelerini en başta farklı cephelerde görüyoruz, sonrasında aynı saflarda savaşacaklar ve çok üfürükten bir sebep yüzünden iki aile arasına kan davası girecek.
Üç cephe dedik, çatışmaları yazmak lazım. Omnius, psikoloji hakkında hiçbir bilgisi olmayan, insanların öngörülebilir davranışlar sergileyeceğini düşünen bir yapay zeka. Sibernetik harikası Agamemnon, Omnius'un bu zayıflığını kullanmak istese de eline henüz bir fırsat geçmemiş, açık arıyor ve insanlarla savaşmaya devam ediyor, asıl amaç unutulmamış. İnsanlar simeklerden kurtulmak istiyor, daha büyük bir dert olan Omnius'tan da. Sanıyorum Omnius'u yarattıkları için simeklerden daha çok nefret ediyorlar. Bunun altında onların kendilerini yarı-makinelere dönüştürmelerinin de payı var bence. Bilinen formların dışına çıkıldığı zaman ötekilik devreye giriyor, kan davasına dönüşebilmesi çok kolay ki Orange Katolik İncili bu konuda noktayı koymuştur: "İnsan aklına benzer makine yapmayacaksın." Yaratıldığın şekli kopyalamak yok, kendini başka bir forma dönüştürmek yok, orijinal yapını koruyacaksın. Öyle, yoksa savaş çıkar. Simekler de bu ötekiliğe müthiş bir şekilde uyum sağlayıp insanlara hrethgir diyor, insan böcek. Haspam sanki makine doğdu. Özünü unutmayacaksın dostum, yeni form yeni öz getirmez ve olduğun şeyden kurtulamazsın, yapını ne kadar değiştirirsen değiştir. Heidegger esintili bir fikir; teknoloji insanı tektipleştirir, deterministik bir yapı ortaya çıkartır. Makinelerin, kısmen de makineleşmiş insanların dezavantajı buradadır. Omnius'un önceliği de önemli; başarısız bir saldırının hesabını sorarken insanların yok olması uğruna simeklerin kendilerini feda etmesini bekliyor. Bilinçli bir yaratı olmasa da Omnius'u simekler yaratıyor, oysa Omnius için feda edilebilir bir seviyedeler. Oğul, yaşamını sürdürmek uğruna babasını feda ediyor. Kronos'tan intikam alınabilir.
Dune efsanesi tam bu alengirli olayların ortasında başlıyor. Simekler, Soylular Birliği'nin ana gezegeni Salusa Secundus'a saldırıyor, başlarında Agamemnon var. Soylular Birliği'nin sürpriziyse Xavier Harkonnen, pilot -tersero- yüzbaşı. Rütbeyi salladım, rütbe sistemi İspanyolca kökenli. Tersero, primero, bilmem ne. Neyse, Omnius saldırıdan önce onlarca savaş simülasyonu yaptırır ve hepsinde galip gelir ama Agamemnon bilir ki insan her türlü sürprizi yapabilir. Yapar da, Xavier bir katakulliyle düşmanı püskürtür, büyük kayıplar vermek uğruna. Savaş sırasında meclis toplanmıştır, Vali Manion Butler'ın kızı, seri için çok önemli bir karakter olan Serena Butler, gezegenlerdeki kölelik sisteminin kaldırılması için uğraş vermektedir. Kendisi aynı zamanda Xavier Harkonnen'ın yavuklusudur.
Dune'un temel, çok temel kaygısının insanı anlamak olduğunu düşünüyorum, hatta tahakküm kurma noktasında yoğunlaşan bir sorgulama var. İbn Haldun'a göre tahakküm etme tutkusu insanların ruhlarında doğuştan mevcut, böyle bir tutkunun milyonlarca, Dune'da milyarlarca insanın ölümüne yol açması anlaşılabilir. Doğa-insan ilişkisi, öteki nefreti alt kümelerin çoğunu oluşturuyor. Bu yok edici hırsın karşısında bir avuç insan var, Serena Butler da bu insanlardan biri. Soylular Birliği'nin görmezden gelinen sağduyusu, öz eleştirisi gibi ele alınabilir. Vazifesini yerine getirdiğinde ortadan kaldırılması doğal, ruhunu sağaltmadığı sürece insan hazımsızdır.
Erasmus'u da incelemek gerekiyor, Corrin'de varlığını sürdüren önemli bir karakter. Omnius'un insani parçası denebilir Erasmus için. Olabildiğince insani. Makine olsa da insanları anlamak için onları her yönden taklit ediyor.
"Bilinçli biyolojikleri insan yapan şeyin ne olduğunu çok merak ediyordu. Erasmus da zeki ve kendinin farkında olan biriydi, ama aynı zamanda duyguları, insani duyarlılıkları ve harekete geçirici güdüleri de anlamak istiyordu - bunlar, makinelerin taklit etmeyi hiçbir zaman çok iyi beceremediği temel ayrıntılardı." (s. 38)
Yaratıcıya/babaya karşı geliştirilen öfkeden bayağı bir ekmek yenmiştir herhalde. Karamazov Kardeşler tek başına yeterli bir örnek. Yaratıcıyı aşmak için yapılanlar kötü bir taklitten ibaret olunca öfke büyüyor, yaratı olmayınca yok etmek giriyor devreye, bir de bu açıdan yaklaşmak lazım. Daha da ilginç bir nokta olarak Omnius'un sistemli bir katliama girişmemesi söylenebilir. Agamemnon bu böceklerin ortadan tamamen kaldırılmasını istiyor ama Omnius'un böyle bir amacı yok, sadece boyun eğdirmek istiyor. İşin ehli olanlar için dağ gibi malzeme var koca seride.
Arrakis'e gelelim. Zensünniler için Soylular Birliği ve makinelerin birbirinden farkı yok, çöl insanları bunlardan kurtulmak için çekildikleri inzivada güç bela yaşıyorlar. Fremenlerin ortaya çıkmasına daha çok var, dağınık kabilelerden başka bir şey yok koca gezegende. Dune, dev solucanlarıyla birlikte başına gelecekleri bekliyor ama Selim'in hikâyesi bir şeyleri çoktan başlatmıştır belki. Selim, bağlı bulunduğu topluluktan bir haksızlık sonucu atılır ve çöle yollanır. Solucan süren ilk insan Selim olur, şans eseri keşfeder bu dev, kutsal hayvanları nasıl süreceğini.
Tio Holtzman, serinin ilerleyen kitaplarında da sık sık karşımıza çıkacak, özellikle kalkanlarıyla. Kendisi bir bilim adamı, birliğin saldırı ve savunma silahlarını geliştiriyor. Yardımcısı olarak yanına aldığı Norma Cenva'yla artık tanıdık olduğumuz bir iktidar savaşına girecek, genç kızın yapabildikleriyle başa çıkamayıp kıskanç bir herife dönüşecek. Bundan önce Norma'yı incelemek lazım, Soylular Birliği'nin içinde dönen oyunların ortasında yer alıyor. Norma'nın annesi Zufa Cenva, Bene Gesserit'in tayfası daha ortaya çıkmadan yıllar, yıllar evvel oluşan büyücüler tayfasından çok mühim bir kadın. Missionaria Protectiva'nın çok ilkel bir halini kendi için uyguluyor ve Aurelius Venport'u iyi bir dölleyici olarak seçiyor. Anaerkil bir düzende yaşayan Aurelius, Ixli bir bilim adamıdır ve Zufa'yla olmasa da Norma'yla arası çok iyi. Panteist bir tanrı inançları var, evrenin matematikle açıklanabileceğini düşünüyorlar. Zufa'nın Norma'dan beklediği çok şey var ancak Norma'nın deforme vücut yapısı ve psişik mevzulardaki başarısızlığı, Dişibüyücü Zufa'yı hayal kırıklığına uğratıyor. Zufa için Norma başarısız bir deneme, bir yenilgi. Norma bunu her zaman hissetse de Aurelius'un yardımıyla Tio Holtzman'ın yanına gidiyor ve birlikte çalışmaya başlıyorlar. Geliştirecekleri çok şey var, Holtzman kıskançlıktan delirene kadar. İlerleyen bölümlerde Norma'nın matematikteki başarısıyla uzayı bükebileceği fikrine ulaşması, uzaydaki iki nokta arasında sıçrayarak yol alma konseptinin de temelini oluşturuyor. Ortada melanj yok, melanjı kullanacak beyin yapısına sahip pilotlar yok, bu olaylar diğer kitaplarda oraya çıkacak.
Atreides tarafında neler olduğu da ilginç, Vorian Atreides, Agamemnon'un makine gibi yetiştirilen insan oğlu. Ebedizihnin gezegenler arası güncelleştirme gemisinde görevli, yanında dost bir makine var. Bu makineye ihanet etmesi, unutamadığı insanlığı sayesinde gerçekleşiyor. Vücudu büyük oranda makine olsa da beyni makineleşmiyor, geçmişi araştırıp yaratıcılarına öfke duymaya başlıyor. Aşık olması da isyanında oldukça etkili, Serena'ya abayı yakıyor. Bu nasıl oluyor, Serena'nın Omnius tarafından kaçırılmasıyla.
Xavier Harkonnen, Serena'ya bir an önce kavuşmak için Giedi Prime'daki kontrolleri savsaklıyor ve Agamemnon, güvenlik açığını keşfedip gezegeni ele geçiriyor, Serena bu işgali bir şekilde engellemek için yola çıkıyor ve yolda saldırıya uğrayıp Erasmus'un yanına yollanıyor. Xavier'dan olma çocuğu, meraklı Erasmus'un ellerinde doğduktan sonra anne-oğul ilişkisi Erasmus'un dikkatini çekse de bir süre sonra ikisinden de sıkılıyor ve çocuğu köle insan topluluğunun gözleri önünde boşluğa bırakıyor. Butleryan Cihadı'nın temeli bu olay. Köle topluluğunun liderlerinden biri olan İblis Ginjo ve Vorian Atreides'in yardımlarıyla isyan başlıyor ve Serena'yı da aralarına alan iki isyancı, Serena'nın memleketi Salusa Secundus'a kaçıyor. Köle isyanı kanlı bir şekilde bastırılsa da Soylular Birliği'nin çok büyük bir intikam planı var; atomikler. Atomik silahların kullanımı yasak, ortaya çıkardıkları büyük yıkımın enkazını kaldırmak çok uzun bir zaman gerektiriyor, yine de makinelerin ana gezegeni olan Yerküre'ye bomba üzerine bomba yağdırılıyor, Xavier Harkonnen'ın askeri dehasıyla uydurduğu bir katakulli sonucu. Gaia'nın, Doğa Ana'nın katli. İnsanların ilk gezegeni böylece ortadan kaldırıldı. Xavier ve Vorian Serena'ya aşık ama Serena oğlunu kaybettikten sonra gönül işlerine ara verip kendini tamamen makineleri yok etmeye adıyor. Serena kayıp olduğu sıralarda Xavier'ın Serena'nın kardeşiyle evlenmesi de başka bir çıkmaza yol açıyor. Butleryan Cihadı'nın sonunda kazanan yok, savaş yeni başlıyor.
Saganın muhteşemliğini anlatmaya gerek yok, kült zaten. Oğul Herbert babasını yiyemese de kulağı geçmesine ramak kalmış denebilir.
Evet, biraz sonra çok ilginç şeyler olacak. Efsane unutkanlığımla felsefeye el attım. Şimdi gerçekten anlamayan adamlığı oynayabilirim.
Spinoza'nın aforoz edilmişliği vardır, basılı bir eseri yokken. Tanrı'yı panteist denebilecek bir çizgide değerlendirdiğinden olabilir. Yaşadığı dönem daha pek aydınlanmadığından Tanrı eli sopalı bir adam olarak görülüyor ve O'na ulaşılması yerine O'nun gazabından kaçılması tavsiye ediliyordu. Bu o dönemde ne kadar tavsiye oluyorsa işte, anlayın. Spinoza Tanrı'yı başka bir düzleme oturtur. Descartes'ın tümevarımıyla, ruh ve beden düalizmiyle ulaştığı Tanrı'yı her şeyin ve kendi kendisinin nedeni olarak değerlendirir. Varolan her şey ya töz olarak kendi başına vardır ya da başka bir şeye bağlı olarak. Töz biriciktir, kendinde olandır ve başka bir şeyle ifade edilemez. Tözün doğru olmaması gibi bir fikir saçmadır, Spinoza için bu, "doğru bir fikrin yanlış olup olmadığını merak etmek" gibidir. Tanrı'nın sınırsız, sonsuz özünü ve sıfatlarını ifade eden töz, zorunlu olarak vardır. Doğası gereği. Her neyse, bu ve diğer ispatlar yapılmadan çok önce dönemin uluları celallenmiştir ve Spinoza ocak dışında bırakılmıştır. Kendi halinde bir emekçi olan, cam üretip satan bir adam herkese karşı. Hak bildiği yolda yalnız yürümüş, özgürlüğünün kısıtlanacağından korkup teklif edilen profesörlüğü bile reddetmiştir.
Geometrik yöntemle kanıtlanmış beş bölümlük ahlak. Spinoza, okura garip görüneceğini tahmin ettiği bu yöntemi epistemoloji, fizik, ahlak vs. hakkındaki düşüncelerini sistemli hale getirip kesin kanıtlara ulaşabilmek için kullandı. Tümdengelimle açımlamalar yapıldığında bu yöntem cuk oturur, her şeyin ilk nedeninden yola çıkılarak insanın tekamülüne uzanan bir yola dönüşür. İnsan, varlığın en üst bilgisine ulaşırsa sonsuz mutluluğun kapılarını da aralamış olur. Spinoza, insanoğluna bir anlamda kurtuluşu da göstermektedir. Tanrı'nın izinde duygular, zihin, akıl ve yaşam bir bir çözümlenir. Tabii Tanrı'yı aşkın bir varlık olarak görmemek lazım. Tanrı doğadır, Spinoza'nın terimiyle Natura Naturans. Tanrı'nın nitelikleriyle özdeş bir doğa. Natura Naturata ise edilgin doğadır, tözün sıfatlarının bir yansımasıdır. Biri etken, diğeri edilgendir. Bu ikisi bir araya gelince bildiğimiz evren oluyor işte. Kafam karıştı lan dur.
Beş bölümden ilki Tanrı. Yukarıda birkaç şey söyledim, kaldığım yerden devam. Her şey Tanrı'dadır ve O'nun özünden zorunlu olarak çıkar. Bölümlenebilen doğa, her parçasında Tanrı'nın bir parçasını taşımaktadır. Tanrı, bunların nedeni olsa da bunlar Tanrı'nın özünün bir parçasını taşımalarından başka bir varoluş içermezler, bunun nedeni varoluşun Tanrı'ya özgü olmasıdır. Oldu mu? Yani buradan yola çıkarsak Tanrı iyi veya kötü değildir, tarafsızdır. Doğa amaçsızdır. Bunun üstünden Spinoza, metinde birçok yerde yaptığı gibi, bizdeki "7.4 yetmedimi?" mantığının eşine sahip olan dönemin din adamlarına bir temiz geçirir. Nedensellik, Spinoza için birbirini etkileyen sonsuz nedenler denizidir, etkin bir mantığın ürünü değildir.
İkinci bölüm Zihnin Doğası ve Kökeni. Düşünce, Tanrı'nın bir sıfatıdır, haliyle sınırsızdır. Yer kaplamak da öyledir. Beynim yanacak, özü veren şu sayfayı koyayım:
Buradan da zihin-beden birliğine varıyoruz, Descartes'tan ayrılan bölüm. İnsan zihnini kuran fikrin nesnesi bedendir, bedenimizin durumlarına ait fikirler zihnimizdedir, öbür türlü bu da Tanrı'ya ait olacaktı ki bölümlerin Tanrı'nın varoluşunu taşıyamayacağını söylemiştim. Söylemişti. Spinoza. Bu kanıttan yola çıkarak cisimlere, doğanın bir parçası olan bireye ulaşırız. Bütün cisimler hareketli veya hareketsizdir, hareketli olanlar diğerlerine göre daha hızlı veya daha yavaştır. İnsan bedeni cisimlerden meydana gelmiştir -o zamanların bilimiyle böyle adlandırmaları normal bence, bilim ne kadar ilerlemişti de, terimler ne kadar ortaya çıkmıştı da, falan- ve bu cisimlerin bazıları sıvı, bazıları katı, bazıları da gazdır. En önemlisi, her bir cisim bir diğerini etkiler. Nedenselliği hatırlayın. Etkileşimdir olayın özü, zihin ve beden etken olduğu kadar edilgendir de. Dış cisimler bedeni etkiler, zihinde değişme yaşanır ve bu ne kadar artarsa o kadar iyidir. Tabii bu ikisinin birbiriyle olan ilişkisi de önemli. Zihin, bedeni bilmez. Tanrı'nın iki fikri olmaları dolayısıyla bağlantılıdırlar. Şu da var: "Zihin bir şeyi doğanın genel düzenine göre algılarsa, ne kendisi hakkında, ne kendi bedeni hakkında, ne de dışındaki cisimler hakkında tam bir bilgi sahibi olabilir, bu şeylerle ilgili ancak bulanık ve bölük pörçük bir bilgisi olabilir." (s. 118) Yani arkadaşlar, bir şeyi yaşamadan, deneyimlemeden bilemeyiz. Bize beden lazım. Evet. Tanrısal töze bağlı bir zihin ve beden birlikteliği, insandır işte. Bayağı, bildiğimiz.
Üçüncü bölüm Duyguların Kökeni ve Doğası. Zihnin bire bir fikirleri önemli. Spinoza'ya göre bütün duygular keder ve sevinçten doğar. Keder edilgen bir duygudur, sevinç etkin.
Bundan sonra çok genel gidiyorum.
Zihin ve beden birbirini dışlamaz, bedenin etkenliği azalınca zihninki de azalır. Bu yüzden zihin, etkinliğini üst seviyede tutmaya çalışır, bir anlamda mutluluğu sağlamak için çalışır, bir anlamda varlığın sürmesi için çalışır, bir anlamda iyiyi bulmak için çalışır. Bu iyi nedir peki? Valla çeşit çeşit insan var, zihin var, iyi ve kötü görecelidir, değişir. Arzulanan şey iyidir, zihin için. Zihin etkendir çünkü. Şehvet, hırs, kıskançlık gibi duygular edilgendir, üretilir. Bunlar adamı katil eder. Lütfen biraz dikkat edelim. Ha, bir de conatus mevzusu var. öz, zihin-beden, her neyse işte, varlığın doğası gereği devamlılığı içerir, intihar insanın dış etkilere karşı yenilmesi sonucu ortaya çıkar. Evet.
İnsanın Esareti ya da Duyguların Kuvveti. Zihinde direkt bir bilgi yoktur, zihin yansıları anlamlandırmaya çalışır. İyi-kötü bu şekilde ortaya çıkıyordu, bunlar da duygularla ilişkiliydi. Heh, Spinoza'ya göre duygularını denetleyemeyen insan esaret altındadır, kaderin boyunduruğundadır. İnsan için erdemle donanmak, kendisi için en iyiyi arama çabasıyla birlikte başlar. Aklın kılavuzluğunda elbette. Bu noktada üç tür bilgi olduğunu belirtir Spinoza, birinci tür bilgi duyusal bilgidir, halk arasında cognitio primi generis olarak da bilinir. İyiliğe yönelmede yetersizdir. Asıl önemli olan ikinci ve üçüncü tür bilgidir. Bunlardan ikincisi çıkarımlar sonucunda oluşan bilgidir, bilimsel bilgi dersem saçma bir şey demiş olur muyum? Doğayı açıklamada en yetkin bilgiyse üçüncü tür bilgidir; sezgisel bilgi. Bu bilgi, bizi Tanrı'ya yaklaştıran bilgidir. Erdemle donatan, mutlu eden, iyiliğe yönelten, algı ötesi bir bilgi. Bundan bir tane satın alıp yatmadan yedire yedire yüzünüze sürün, dört haftada farkı hissedeceksiniz.
Aklını kullanan insan ne yapar, kendi kamiliyetini -böyle bir kelime varsa- başkalarında da görmek ister, mal mülk derdine düşmez, herkesin iyiliği için çalışır. Marksizm'in temellerini görebilmek mümkün. İnsan çeşit çeşit esaret altına girmektense özgür olmaya çalışır, tabii özgürlük adı altında nedenselliğin nedenini anlamazlıktan gelerek olmaz bu. Hobbes'un tüm gücü devlete verme fikriyle de olmaz. İnsan ne ederse yine kendi eder kardeşim.
Son bölüm de nasıl süper bir insan oluruz, onun üzerine. Yine iyi özet geçmişim, her sayfaya iki üç işaret koymuştum normalde. Okuyalım arkadaşlar, pek çok muhterem şahsı derinden etkilemiş bir filozof emmimizdir Spinoza, hayatlarımız hakkında çok mühim şeyler söylemiştir.
Bazı kitaplara geç kalıyoruz ya. Birkaç yıl önce on numara diyeceğimiz kitaplar kaçıyor, üzülüyorum.
Bastian Balthasar Bux, annesinin ölümünden sonra babasıyla bağları kopan, itilip kakılan, şişman ve sık sık hayal kuran bir çocuk. Derslerinde başarısız, okulu sevmiyor. Tipik bir hayalci çocuk işte. Bir gün Eski Kitaplar adlı bir dükkana giriyor, dükkanın sahibi Karl Konrad Koreander. Adam çocuğu kalaylıyor bir güzel. Çocuk raflardan birinde gördüğü bir kitabı çalıp uzuyor, okumaya başlıyor. Fantazya adlı bir mekan var, buranın yöneticisi Çocuk İmparatoriçe. Biz buna Ayşe diyelim. Ayşe hastalanıyor, Fantazya'da büyük kara delikler oluşuyor. Bakan körmüş gibi hissediyor falan. Atréju adlı genç bir savaşçımız, Ayşe'nin hastalığını geçirmek için yollara düşüyor. Uzun uzun yazamayacağım, bir sürü hayali mekan ve yaratık var. Atréju, bu mekanları bulabilmek için tehlikelere atılıyor. Dostlar ediniyor, kendiyle yüzleşiyor, bu tarz işler. Bunları Bastian'la birlikte okuyoruz, aralarda Fantazya'da olan olaylara Bastian'ın verdiği tepkileri görüyoruz mesela. Zaten bir süre sonra Bastian'la Fantazya kesişiyor. Bundan sonrası hikâyenin ikinci bölümü.
Bastian, Fantazya'ya adım atıyor, isim koyma yoluyla Çocuk İmparatoriçe'yi kurtarıyor. Böyle isim koyma gibi insanlık tarihinde, mitolojilerde vs. yer alan önemli mevzular mevcut kitapta. Bir yanda masal süper, diğer yanda çocuklara inceden bilgi verme gibi. Bu isim verme olayında Dede Korkut'u, kulağa isim fısıldamayı falan hatırlayalım.
Bastian gücü eline geçirince yozlaşıyor, kötü şeyler yapıyor ama doğru yolu buluyor sonunda. Bunu okurken Joseph Campbell'ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı nefis kitabındaki kahramanlık aşamaları, karakterlerin geçirdikleri değişimi anlayabilmek için faydalı olur. Kendini bilme, fedakarlık, kötülüğe meyil. Falan.
Derya deniz, ayrıntıya girsem sayfalar olur. Kabaca böyle, mis gibi bir hikâye.
Clive Barker'ın Zaman Hırsızı diye bir kitabı vardır. Çocuklar, süper bir ev ve çocukların zamanlarını çalan bir öcü. Eve tav olmamak lazım yani. Süper görünen her şey süper olmayabilir, Baudrillard'ın dedikleri simülasyondan ibaret olabilir, falan.
Momo bir kız çocuğu. Zamanında tiyatrolardan çıkmayan bir halkın içinde yaşıyor, masalsı olsun diye zaman belli değil. Çağlar öncesi. Bu tiyatrolardan birindeki terk edilmiş bir odada yaşıyor kızımız. Pek konuşmasa da iyi bir dinleyici. Bir de çocuklarla birlikte acayip serüvenler yaşayabiliyor, hayalleri gerçeğe yaklaştıran bir kızcağız. Bir tane örnek var konuyla ilgili. Kurguyla paralel olmasa da okuyucunun Momo'yu tanıması açısından mühim.
İşte en başta Momo'nun süper yanları, çocukları eğlendirmesi, çocuklarla oyunlar oynaması. Sonra iki yakın arkadaş ediniyor kız. Birisi Çöpçü Beppo. Yaşlıca bir adam. İşini yapış şekli hayatı da anlatıyor. Böyle noktalar ders verir gibi çıkmıyor ortaya, güzel:
"İnsan caddenin tamamına bakıp hemen bir karara varmamalı. Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli olarak bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı." (s. 42)
Bir de Gigi var, o da destancı gibi bir genç. Anlattığı öyküler bitmiyor, sürekli uyduruyor. Önünü alamıyor, sürekli uyduruyor. Uyduruyor.
Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü böyle. Karakterleri tanıyoruz. İkinci bölümde Duman Adamlar geliyor. Bunlar insanoğlunun hiçlikten yarattığı varlıklar. Eser metaforik olduğu için bu adamlara insanların zaman kaygıları diyebiliriz. Zamanı en iyi nasıl kullanabiliriz, modern dünyada nelere vakit ayırıp nelere ayıramayız, böyle şeyler. Bu adamların ilk icraatları mutlu mesut yaşayan bir berberin hayatını bok etmeleri. Adamın iyi vakit geçirdiği bütün zamanların dökümünü yapıyorlar, şu kadar saniye. Adam düşünüyor lan ben bu kadar zamanı heba ediyorum gibisinden. Ardından gri temsilci yeni bir döküm yapıyor, neleri yapmazsa ne kadar zaman kazanacağına dair. Sonuçta adam hayatına anlam katan şeylerden vazgeçiyor, zaman kazanmak uğruna mutluluk verici işleri bırakıyor. Hasta birini görmeye gitmiyor artık, müşterileriyle sohbet etmiyor, böyle şeyler. Zaman kazanıldı, fakat mutluluk gitti. Böyle işte, hayat da böyle. Doğ-oku-çalış-evlen-öl zincirinde bizi mutlu kılan bazı şeyler vardır, küçük şeyler. Bunları iş hayatının renksizliğinden, modern dünyanın can sıkıcı durumlarından koruyamazsak yaşam yaşam olmaktan çıkar.
Momo Zaman Baba gibi bir adamın yanına gidiyor. Bu adam, uyumayarak insanoğluna zaman dağıtıyor. Uyursa zaman duruyor. Zamanın kaynağını gösteriyor Momo'ya.
"(...) Çünkü nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insanın yüreği de zamanı algılamaya yarar. Kör bir insan için gökkuşağının renkleri ve sağır bir insan için kuş sesleri nasıl boşunaysa, bütün bir yürekle algılanmayan zaman da öyle boşa gider, kaybolur. Ama ne yazık ki, düzgün çarpmasını bildiği halde kör ve sağır olan nice yürekler vardır." (s. 179)
Momo zamanın ne olduğunu anlarken bir sene geçiyor dışarıda. Zaman göreceli, Momo zamanın değişik aktığı bir yerde. Gigi meşhur oluyor ama mutluluğunu kaybediyor, Beppo'nun gözlerinin feri sönüyor, çocuklar yakalanıyor ve zamanı boşa harcamamaları konusunda eğitiliyorlar, birbirinin eşi binalara gömülüyor şehir, her yer renksiz. Günümüz dünyası işte. Sonra mücadele aşaması ve mutlu son. Sadece masalların mutlu sonla bitmesi çok yerinde bir olay, gerçek hayatta da bu gibi mücadeleler mutlu sonla bitse insanların ne yapacaklarını bilemeyecekleri bir noktaya gelmelerine garanti gözüyle bakıyorum. Zamanımız iki kuruşa harcanıyor, kendimize ayıracak vaktimiz yok ve çoğu film, çoğu kitap sanki bunlarla mücadele edilebilirmiş gibi zihnimizi işgal ediyor. İnsanın bu konuda umuda ihtiyacı yok, insanoğlu olarak küçük bir kısmımız süper yaşasın diye çoğunluğu bok ettik ve çok büyük bir olay gerçekleşmediği sürece bu sistem bu şekilde işleyecek. Sistemin eleştirilmeye ihtiyacı var, çünkü her eleştiri insanlara biraz daha güç verecek, dayanma gücü. Bu yüzden bu tür kitapları yasaklamak lazım aslında. Dsdf.
Güzel kitap işte, hayatının süper geçeceğine inananlar için anlamı büyük olur. Ben okumaya devam edeceğim. Hayat büyük bir kayıp demektir.
Çok meşhur bir insanmış, ben bilmiyordum. Böyle ciddi ciddi mitoloji kitabı da okumamıştım. Güzel.
Biraz anlatayım. Joseph Campbell, Monomit diye bir şey söylüyor. Yani dünyadaki bütün mitlerin falan kökeni bir. Tabii bu birlik, zamanın ve toplumların bakış açısıyla ayrılıyor, farklı özellikler kazanıyor. Böylece işte Kral Arthur oluyor, Buda oluyor. Lakin ki öyle değildir; psikanaliz üstünden geriye döndüğümüzde bir arketip var.
İşte kitap bunu anlatıyor. Böyle çoğu kahramanın geçtiği yollar var, kitapta bölümlere ayrılmış bu yollar. Mesela bir örnek: Kahraman ve Tanrı. Böyle bir bölüm var. Eve Dönüş mesela. Kahramanın Boku Yiyip Toparlaması. Mesela. Plan şu: Dünyanın neresinden olursa olsun kahramanları alalım. Bir kızılderili inanışındaki kahraman, işte Afrika'daki kabilelerden mitolojik insanlar falan. Bunları bu belirlenmiş bölümlerde inceleyelim. Benzerliklerini ortaya koyalım. Bu benzerlikleri ve kahramanların başından geçen olayları falan hepsini psikanalizle inceleyelim ve arketipe dönelim. Süper.
Tarihin ve dinlerin incelenmesi de kaçınılmaz. Troya'dan kaçan Aeneas'ın Roma'ya gitmesi tarihi bir olay, evet. Öyle diyelim en azından. E Zeus'un, "Roma'ya git, Kartaca'da oyalanma," demesi ne oluyor? Buyur buradan yak. Dinlerin kahramanları da bir dünya. O zaman onların da ele alınması gerekiyor gayet.
Yani kitap süper, okuyalı da bayağı oldu. Okunmalı. Ben okul konusunda biraz tutuştuğum için yine üç kitap birden okuyorum, cephede yeni bir şey yok yani. Belki cumartesi.
Kabalcı'dan gidiyoruz. Kabalcı çok güzel. Dune'un Sarmal'dan çıkanlarını okumadım, Dost Körpe çevirisini okudum. Sarmal versiyonları daha iyi diyorlar, bilemiyorum. Sahaflarda rastlıyorum, alamıyorum onları. Çünkü alacağım başka kitaplar var. Param olursa bir de o çevirilerini okuyacağım. Neyse, Dost Körpe çevirileri beni tatmin etmişti. Red Mars ve saz arkadaşları keza süperdi. Roux'nun kitapları da on numara. Yani Kabalcı çok güzel, %50 de indirim yapıyorlar. Mis. Geçen sene kitap fuarından bayağı bir şey almıştım, ondan önce de asıl bizim MÜ'de düzenlenen kitap fuarında abanmıştım Kabalcı'nın kitaplarına. Annem ilk ve haliyle son olarak aylık 300 TL vermişti geçinmem için. Evet, annemden para alıyordum o zamanlar. Şimdi yine almamaya bakıyorum, yine alıyorum ama az. İşte o bir aylık 300 TL üç günde bitmişti, sonra kediye mama alacağım, arkadaşımın anneannesinin kankasının cenazesine gideceğim vs. diyerek ufak ufak uçlandırmıştım anneyi. Ekonomiyi fena sarsmıştı yani. Çünkü babadan maddi ve manevi gelen bir şey yok, anne emekli. E bok yani.
Evet, Şeytanın Genel Tarihi'ndeyiz. Bu kitapta şeytan yok. Yani var ama yok. Antropoloji-teoloji ilişkisi var biraz. Yani insanla birlikte dinin nasıl evrildiği. Bu yüzden insanlık tarihine de güzel eğiliyor kitap. Dünyanın birçok yerinde serpilmiş dinlere, inanışlara bakıyoruz ve sürpriz; şeytanın bu dinlerde yerinin olmadığını görüyoruz. Kapalı toplumlarda, çok affedersigiz, göte göt denen toplumlarda şeytan yok. Neden yok? İhtiyaç duyulmamış şeytana. İnsan kötülük yapar, şeytan bunun neresinde o zaman mesela. Yani şimdi tabii. Evet. Mesela Konfüçyüsçü Hsün-tzu demiş ki, "İnsanın doğası kötüdür. İyilik sonradan edinilir."
Asıl olay tabii ki bu Mısır mesela, veya Sümerler, veya aklınıza gelen diğer toplumlar mı diyeyim, devletler mi diyeyim, ne pipimse, onlarda kötülük nasıldı? Tanrı ne bok yedi, şeytan nasıl ortaya çıktı? Yazar diyor ki şeytan Eski Ahit'le birlikte ortaya çıkmıştır. Yani o İsrailoğulları'yla birlikte ortaya çıkıyor. Sonra evrim geçiriyor ve şeytan oluyor bildiğimiz. Şeytanın yaşı birkaç bin yıl yani, ondan önce yoktu öyle bir şey.
Kabaca böyle bu kitap. Hoş yani, okuduğuma memnun oldum ve ölü bir kitap olarak kütüphaneye, diğer ölülerin yanına koydum. Zaman zaman canlandıracağım, zira güzel fikirler var içinde. Hem Kabalcı lan, alın. Çok güzel Kabalcı.
Evet, arayı çok açtık. Neden öyle oldu? Çünkü üşendim. O arada hayvan gibi kitap okudum tabii, hepsinin ağzına fötür fötür gidip piç edeceğim. Seriden devam:
* Şeytan'ın komikleştirilmesi. Artık öyle öcü şeytan yok. Aydınlanma ile birlikte daşok oğlanına çevrilen bir Şeytan var önümüzde. Resmen ağlatmışlar. Çok fena.
*Mephistopheles ilk kez 1587 tarihli Faust kitabında geçiyormuş. Hoş.
* Bu Shakespeare'de Şeytan, romantikslerde şeytan nasıldı, Baudelaire falan nasıl almış, o var. Sonra AC/DC, Mötley Crüe falan geçiyor ama çok az. Ve çok taraflı lan adam, siktir git. AC/DC'ye laf edeni çömerler. Ona göre Jeff.
* Ha, o Baudelaire'in sözü var ya Şeytan'la alakalı, onun babası şudur:
"Şeytan'ın var olmadığına bizleri inandırmaya çalışmak, bizzat Şeytan'ın bir entrikasıdır."
Richard Greenham, bir İngiliz püriteni, 1700'ler falan.
* Reform olaylarında kim Şeytan'a nasıl baktı, Şeytan bu olaylarda nereye kondu, mezhepler açısından Şeytan'ın incelenmesi.
* Spinoza, King, Leibniz, Locke, Voltaire, Hume ve bir sürü filozofun Şeytan görüşü.
* Blake var, Jung var, 1980'lere kadar geliyor olay.
Çok da bir şey hatırlayamadım ama genel olarak böyle. Bu kitapla seri bitiyor. Edebisi derin şeylere geçeceğim demiştim ama mal gibi devam ettim, sırada Şeytanın Genel Tarihi var. Hadi bağalım.
* Demonlar hakkında geniş bilgi. Demonlar iyiden yaratıldılarsa nasıl demon ulan bunlar? Falan.
* Yine İsa'nın dünyaya gelişi, Şeytan'ın bu olayla alakası. Çok çeşitli.
* İslamiyet'in Şeytan'a yaklaşımı. Nasıl yaklaşıldı mesela, diğer dinlerle aradaki ilişki/fark neydi. Ondan sonra işte Gazali, Hallac-ı Mansur var.
* Hee, folklor var. İşte Şeytan ve pagan tanrılar. Şeytan oralarda nasıldı, dinlere nasıl geçti. Çok mühim, aydınlatıcı. Valla.
* Theophilus'un efsanesi var ki Faust'un fikir babası olabilir. O da mühim.
* Yine bu tanrı-kötülük ilişkisi. Tanrı iyiyse neden kötülük var olayları. Adamlar oturmuşlar, düşünmüşler. Thomas Aquinas, skolastik düşünce, Augustine, nominalizm, Dante... Bir dolu şey var. Şimdi hepsini hatırlayamıyorum ama tabii çok güzel şeyler.
Üçüncü basamak bu, Şeytan'ın düşünce tarihindeki yerinde hoş bir basamak. Bundan sonra Mephistopheles geliyor ve beynimi kıvrandıran bu derin araştırmalı konulardan bir müddet uzak duruyorum. Kafa beyin kalmadı lan onca şeyi hatırlayacağım diye. Hatırladıklarım da çok bir şey sanki ya. Edebisi derin eserlere döneceğim. Lord Dunsany okuyun piçler. Sevgiler.
Okundu bu. Bu bir seri aslında. Araştırma serisi yani. Dört kitaptan oluşuyor. İlk kitap, Şeytan. İşte Şeytan'ın ortaya çıkışı, eski uygarlıklarda Şeytan nasıldı, falan. Onlar anlatılıyordu ilk kitapta. Haliyle din üstünden gidiliyordu biraz. Dualizm vardı mesela, o yolla Şeytan'ın meşrulaştırılması. Bir sürü şey. Tutmadım aklımda yani, Allah Allah.
Bu kitap ikinci kitap. Sıkıcı biraz. Yani konuya ilgim vardı, demonlar... Mesela demon nedir, "hell" nereden geliyor, mitolojiyle çok güzel bağlantılar var. Bu kitapta ve ilk kitapta güzel vermiş adam. Sıkıcıdan kastım; Gnostisizm açısından bir sürü insan tanıyoruz, bir sürü eser tanıyoruz, bir sürü yorum görüyoruz. Çok ince iş. Amaç zaten ince iş, haliyle oturup ciddi ciddi okuyacaksın bunu. Benim gibi otobüste, vapurda falan okursan meeh dersin tabii. Aptallık yapma, ev kitabı bu. Yol kitabı değil.
Şimdi üçüncü kitaptayım, Lucifer. Bitince sıra onda. Aganta Burina Burinata'yı okuyun piçler. Sevgiler.