Jamison'ı intiharla ilgili kitabından biliyorum, kara tanrıyı pek hoş anlatmıştı. Derinliğe bakarak kendinden yola çıktığını söyleyebilirdim, belki kendi de söylemiştir ama hatırlamıyorum, okuyalı çok oldu. İntihar teşebbüsü en önemli düşüş anlarından biri, ayrı bir araştırma konusu olarak kendisi tarafından zaten incelenmiş ama bipolar bozukluğunun tarihine baktığımızda sadece bir ânı oluşturuyor. Jamison, manik ve depresif dönemlerini gençlikten itibaren ele alıyor ve kendini incelerken psikanaliz, ilaç kullanımı gibi pek çok olguyu gözden geçiriyor. İşin tıbbi boyutu bir yana, aile yaşantısı ve akrabaları da metne anısal bir nitelik kazandırıyor. İkisinin paralel ilerleyişleri bir anlamda dünyanın daha bilinir bir hale gelmesine yol açıyor; örneğin hastalık ortaya çıkana kadar babasını çok renkli bir kişi olarak gören Jamison, aklında kelebekler uçuşmaya ve ölmeye ve uçuşmaya ve ölmeye -sonsuz döngü, ilaç kullanımına kadar- başladığında babasının da bipolar bozukluktan mustarip olduğunu anlatıyor, öncesinde değil. Farkındalık, bakış açısını değiştiriyor ve tedavinin temelini oluşturuyor bir bakıma; Jamison rahatsızlığını fark ve kabul edene kadar tripten tribe giriyor, intihar girişimlerinde bulunuyor, batıyor ve çıkıyor. Sayısız kez. Bu dalgalanmaları anlatmasının sebebi, benzer şeyleri yaşayanlar için bir ışık yakmak. Akışkan bir zamanda pek bir şeyi fark etmeden -kendimiz dahil- yaşıyoruz, gelip geçen her şey bizden bir parça koparıyor. Yaralar orada, görürsek. Bir görme hikâyesi Jamison'ınki.
Çocukluğa gitmeden önce gecenin ikisindeki koşturmacasını anlatıyor Jamison, sevgilisi olan doktorla birlikte çalıştığı hastanenin bahçesinde mani krizi geçsin diye koşuyor, durmadan koşuyor ama enerjisi bitmiyor. Polisler koşuşturanların psikiyatri hocası olduklarını öğrenince gülerek uzaklaşıyorlar, bundan normal bir şey olamazmış gibi. Sıradan bir fragman, benzerlerinin arasında kıymetsiz ama başlangıç için iyi, nasıl bir garabet olduğunu anlıyoruz. "Bu hastalık benim büyüleyici ama ölümcül düşmanım ve can yoldaşım oldu." (s. 15) Öyle bir çıkmaz ki def etmek için hayat boyu eğitimi alınan, sayısız makale okunan ve yazılan hastalık can yoldaşı olduğu için öylece bırakılıyor ve ortadan kalkması engelleniyor.
Asker babanın görevi nedeniyle uçaklar ve gökyüzüyle aydınlanmış bir çocuğun bilinciyle başlıyoruz. Kaza sonucu ölen bir pilotun ardından şöyle düşünüyor Jamison: "(...) Bir daha gökyüzüne bakıp yalnızca sonsuzluğunu ve güzelliğini görmedim. O günden sonra, orada ölümün de bulunduğunu bilerek baktım." (s. 23) Ölümün fark edildiği noktadan sonra her şey daha parlak bir hale geliyor, soğuk bir parlaklık. Ailenin diğer fertlerinin aynı şekilde hissedip hissetmediğini anlamaya çalışıyor çocuk, ağabey ve abla kendi dünyalarında yaşıyorlar, enerji deposu olan baba sevilesi biri, annenin yere basan ayakları ise güven veren kökler olarak aileyi kavrıyor. Renkli bir aile olduğu söylenebilir, askerlik gereği pek çok kez taşınan ailenin kendine özgü duygusunu kaybetmemesi annenin sayesinde. Aile anneye çok şey borçlu, babanın hastalığından sonra kızın hastalığı da annenin şefkati karşısında ağırlaşmıyor, bir süreliğine. Şiir de var, Jamison şiir okuyor ve uçuşmaya başlayan hislerinin karşılığını şiirde bulup rahatlıyor böylece. Öfke krizlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte çatlaklar beliriyor, Jamison bir şeylerin yolunda gitmediğini seziyor. Ele avuca gelmez ruhunun asker disipliniyle, toplumsal olarak dizginlenmeye çalışılması bunda önemli bir etken. Dikkat çeken başka bir olay, küçük kızın akıl hastalarını incelediği zamanlardan geliyor. Tıpla ve bilimle ilgilenen Jamison, akıl hastanesi ziyareti sırasında gözlerde gördüğü deliliği yıllar sonra kendi gözlerinde göreceğini söylüyor. Harika arkadaşları, görece iyi okul hayatı ve ailesinin sevgi dolu ortamı hastalığı öteliyor ama sonsuza kadar değil. O dönemde toplumun kadınlara yaklaşımı kırılmayı gerçekleştiriyor; pilot babanın uçağa binişinden öncesinde eşinin onu rahatlatması için yapılan baskı, asker ailelerinin toplandığı etkinliklerde reverans yapma zorunluluğu, üzerine yeni görev yerindeki uyum sağlaması zor yeni dünya, pek çok şey Jamison'ın dengesini bozuyor ve 1961'de, kız 15 yaşındayken dünya çökmeye başlıyor. Yükselişler ve çöküşler yaratıcı ruhu ortaya çıkarıyor, dünya rengarenk bir hale geliyor ama çöküşün karalığı korkunç, depresyonun her iğnesini zihne batırıyor. Yıllar boyunca bu döngüde yaşıyor Jamison, yaratıcı ruhunun kaybolmasına razı olarak psikoterapi görene ve ilaç kullanana kadar. Bu noktada ikisi arasındaki benzerlikleri ve farklılıklar değerlendiriliyor; ilaç kullanımı fırtınayı yatıştırıyor -Wurtzel'ın Prozac Toplumu'nda fırtınalar hakkında daha çok şey var- ve psikanaliz fırtınanın sebeplerini ortadan kaldırmaya yönelik temel bir uygulama durumuna geliyor. İkisi de önemli, zira manik zamanlar geleceği parçalıyor, kullanılmaz hale getiriyor. Kredi kartlarına abanılan alışveriş çılgınlıkları, uzun vadeli kararların kolaylıkla alınması, pek çok şey çöküş dönemlerinde yıkıcı etkiler doğuruyor. Manikken kimseyle evlenmeyin, Jamison tavsiye etmiyor. İlk evliliğinin bitmesinin sebebi buna dayanıyor bir ölçüde, çok anlayışlı, şefkatli ve sevgi dolu kocasıyla aralarındaki dengesizlik her şeyi bitiriyor. Aşık olduğu adamlar hastalığını bir ölçüde dizginlese de birinin ölmesi, diğerinin de kendisinden büyük ve üç çocuklu olması -kendisi de çocuk yapmak isteyen Jamison için bunun gerçekleşmeyeceğini kabullenmek zor- sıkıntıların sürmesine sebep oluyor. Yine de aşk iyi bir sağaltıcı.
Lityum fırtınalı zihni durultuyor, durdurma noktasına getiriyor hatta. Akademik araştırmalar için okunan makaleler anlaşılmaz bir hale geliyor, yazılması gereken makaleler ve tezler baş ağrısı olmaktan öteye geçmiyor ama yeni bir dengeye oturuyor her şey, Jamison bu yeni haliyle daha mutlu olduğunu fark ediyor ve ara ara ilaç kullanımını durdurup ipi koparsa da en sonunda durumu tamamen kabullenip çalışmalarını farklı bir disiplinle sürdürmeyi öğreniyor, "yeni" kendiyle yaşamayı öğreniyor yani. Metnin pek çok yerinde artık kim olduğunu bildiğini söylüyor, bir de fırtınayı çok özlediğini.
Jamison iyi bir gözlemci, rahatsızlığının değiştirdiği dünyayı ve insanların rahatsızlığını öğrendikten sonraki davranışlarıyla biçimlediği dünyayı bir araya getirme çabasını, bipolar bozukluğu ve her zaman umut edilebildiğini anlatıyor.
Elizabeth Wurtzel'ın Prozac Toplumu adlı anlatısında ailenin yapbozun parçalarını eksik/yanlış birleştirmesi sonucu oluşan boşlukları dolduramayan bir kızın bozulan psikolojisini adım adım izliyorduk. Anneyle olan yıkıcı-bağımlı ilişki, babanın uzaktan izlediği bir televizyon programı haline gelmiş mutsuz bir yaşam, kızı daha pek küçükken The Velvet Underground'ın kucağına atıp tarifsiz acılara sürüklüyordu. Psikologlar, ilaçlar derken acıyı geçirmek için her türlü yıkıcı deneyimin peşinde koşan bir kadına dönüşen Liz, Prozac'in nimetlerinden yararlanan ilk hastalardan oluyor ve hayatı kurtulur gibi oluyordu. En azından acıya ket vurabildi, kalbi aşındıran derin akışı dizginledi ve yaşamına daha az gri bir şekilde devam edebildi.
İntihara içeriden bir bakış sağlar Prozac Toplumu, bireyin bütün çıkmazlarını, dayanılamayacak bütün acılarını yaşarız ve intiharı rasyonalize ederiz, eğer intiharın rasyonalizasyona ihtiyacı olduğunu düşünen biriyseniz elbet ki bence böyle bir şey yok. Belki biraz da anlam arayışıdır bu; Jankélévitch'in Ölümü Düşünmek nam über eserinde denir ki ölümün kesitleyiciliği olmadan yaşamanın bir keyfi/anlamı/(sizin için uygun olan sözcüğü düşünün) olmazdı. Erken çıkış, paydos, sonsuz bir mola. Evin bir eşyası, bir duvarı intihar. Her an kullanabilirsiniz, yıllar boyunca intihar notları düşünüp intiharınızı kurgulayabilirsiniz. Yettiği noktada yoksunuz. Huzur verici bir düşünce. Artık bitti. Bütün o anlam veremediğiniz şeyler, birikintinin gözlere çöken ağırlığı, hepsi bitti. Düşüncesi bile rahatlatıcı. Çoğu insanın intihar etmemesini sağlayan, intiharını geciktiren bu düşünce.
İşin toplumsal, medikal boyutunda Jamison olaya el atıyor. A. Alvarez'in ilham verici eserinin kan dökücü tanrısı bu kez ameliyat masasında. Durkheim'ın sosyolojik bir olgu olarak ele aldığı intiharın, Ian Craib'in yine şahane bir metni olan Hayal Kırıklığı'nda o kadar da sosyolojik olarak ele alınmaması gerektiği söylenir, metin bireysel dinamiklerin gözardı edildiğine dair eleştiriler içerir. Jamison ise kendisi de intihar teşebbüsünden sağ kurtulmuş bir akademisyen olarak bireysel hikâyelere yer verse de çoğunlukla intiharın yapısını parçalayıp her bir problemli parça için çözüm bulma yoluna gidiyor. Onun da söylediği aynı aslında; intihar toplumsal bir problemdir ve semptomların ortaya çıkmasından çok daha öncesinde çözümlenmelidir.
Öncelikle intiharın kültürel bir incelemesi var, doğumundan itibaren intihara bakışlardan oluşan kronolojik bir inceleme. İlk intihar, Kro-Magnon'ların zamanından günümüze kadar -dinler tarihi dahil olmak üzere- intihara ilişkin görüşler, kutsal kitaplardan yazanlar, toplumların intihar eden kişilere psikolojik yaklaşımı gibi maddeler, zaman içinde intihar paradigmasının değişimini özetliyor ve okura tarihsel bir panorama sunuyor. Misal, İngiltere'de belli bir döneme kadar intihar edenlerin hepsi akıl hastası olarak damgalanırmış, başka bir yerde intihar edenlerin tüm varlığına el konurmuş, intihar edenler kiliselerde ayrı bölümlere gömülürmüş, ters gömülürmüş, amuda kalkık gömülürmüş, bilmem ne.
İntihar en ince ayrıntısına kadar inceleniyor demiştik, hangi davranışın intihar olup olmadığı da buna dahil. Kurtarılacağını bilerek yirmi hapı yek seferde gömenler, motosiklet tutkunları, sigara bağımlıları ya da kurtarılma umudu taşımadan kendini asanlar... İstatistiksel veriler ışığında bu davranışlar inceleniyor ve bir intihar ölçeği geliştiriliyor, kurtarılan bireyin tedavisinde kullanılmak üzere.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılan araştırmalarda cinsiyet, yaş aralığı, ekonomik durum gibi etkenlerin ışığında çıkartılan intihar verilerine bakılırsa en çok intihar vakası Çin'de. İntihar eden kadın-erkek sayıları birbirine çok yakın.
İntihar notları. Celan'ın, Pavese'nin bıraktıkları, küçük çocukların intihar notları, çok çeşitli vasiyetler. Üşendiğimden kitabını inceleyemediğim bir Japon öykücü Akutagawa'nın intihar notu favorilerimden biri oldu:
"Şu an içinde yaşadığım dünya hastalıklı sinirlerin buz gibi şeffaf evreni... Elbette ölmeyi istemem ama yaşamak ıstırap demek." (s. 106)
Woolf'un intihar notu aynı şekilde etkileyici ve ruhun sonsuz karanlığı aşağılardan bir yerden okura bakıyor. İntiharın özünü bu notlarda aramak gerek, istatistiklerin samimiyetinden emin olamayanlar karanlığın kendisini görmek istiyor. A. Alvarez'in dediği: "İntiharın mazeretleri çoğunlukla tesadüflere bağlıdır. Olsa olsa geride kalanların suçluluk hissini hafifletir, muhafazakârları yatıştırır, inandırıcı kategoriler ve kuramlar bulmak için sonsuz araştırmalar yapan sosyologları yüreklendirir. Bunlar büyük bir savaşı tetikleyen önemsiz bir sınır hadisesi gibidir. Bir insanı, hayatına son vermeye iten gerçek güdüler başka yerlerdedir; onlar iç dünyaya aittir, dolambaçlı, çelişkili, labirent gibi ve çoğunlukla gözden ırak." (s. 110) İnsan kendi karanlığını kendi görür, notlara aktaramadığı bir mesafede.
Bunların yanında edebiyata vurmuş intiharlar, hayvanlar dünyasında intihar benzeri hareketler, akıl hastalıkları, umutsuzluk, melankoli ve diğer tüm ölümcül şeyler var. Geride kalanların psikolojisine de yer verilmiş ama bunu intihar sonrası olarak düşünmek gerekiyor, pişmanlıklar intihar öncesine dahil olsa da. Çünkü ortada artık yaşamayan bir adam varsa geride kalanların, ağaçların, nehirlerin ve evrenin pek bir anlam ifade etmediğini söylemek gerek. Herkes kendi acısıyla yoğrulsun. Yok olsun.
Anlamsızlığa bir anlam kapısı, keyifsizce okuyabilirsiniz. Çok çeşitli alanlardan intihara derin toplar.
"Bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki gedik çoğunlukla öldürücüdür." (s. 39)