Koç Üniversitesi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Koç Üniversitesi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2019 Cumartesi

Jonah Lehrer - Proust Bir Sinirbilimciydi

"Bir romancı olan Proust benim deneylerimi önceden dile getirmişti. Proust ve sinirbilim belleğimizin nasıl çalıştığı hakkında ortak bir görüşe sahipti. Dikkatli dinlediğiniz takdirde aslında aynı şeyleri söylüyorlardı." (s. 11)

Lehrer bir sinirbilimci, akademik çalışmaları bilişsel yetilerimizle sanatsal etkinliklerimiz arasında köprüler kurmaya çalışıyor, son bölümde söylediklerine bakarsak aslında bizi oluşturan parçaların tekilliğe doğru uzandığını söyleyebiliriz. Bilimin konseptleri sanatın içinde gizli, sezdiğimiz ve doğurduğumuz olgular sanatın ışığıyla ortaya çıkıyor ama sanatçı olarak bilimsel boyuta odaklanmıyoruz, sancılarımızı dindirmeye çalışırken o kısmı bilim insanlarına bırakıyoruz ve daha çok üretiyoruz, durmadan üretiyoruz. Gizemle yaşamayı öğreniyoruz, Lehrer'ın söylediği bir şey. Bizi harekete geçiren dinamikler hakkında belli belirsiz fikirlerimiz varsa da zihinsel temellerimiz hakkında pek de bir şey bilmiyoruz. Bilim devreye giriyor, dünyayı algılayış biçimimiz konusunda veri zenginliği sağlıyor ama bundan daha fazlasının olması gerektiğini düşünüyoruz bu kez. Görmenin bütün evrelerini laboratuvar ortamında anlayabiliriz ama yaşamın kendisine dair bütünlüklü bir noktaya ulaştırmaz bu, nöronların işlevlerini bilmek bir parça tatmin olma duygusu getirse de indirgemecilik yüzünden büyünün kaçmasını istemeyiz. Bu noktada beşeri bilimlerle pozitif bilimlerin bilgi aktarımının sağlanması gerektiğini düşünüyor Lehrer, pragmatik bir görüşle ele alınan olguların yardımıyla bir şiirin de laboratuvar testleri kadar doğru ve yararlı olabileceğini söylüyor. "Üçüncü kültür" tanımı var, Einstein'ın Coleridge okuduktan sonra bir anda beliriveren kıvılcımlarını kuramlarına dönüştürmesi bu kültürün tetiklediği bir şey olurdu, aynı şekilde Calabi-Yau Uzayı hakkında bir şey okuyan şairin farklı boyutları imgelerle canlandırmaya çalışması da benzer bir şey. Bu kültürde cevaplar tek bir noktada toplanıyor, bilimle sanat tamamen ayrışmış durumda değil. Gerçekleşmiş bir şey ama Lehrer'a göre yangına körükle gidilmesine yol açmış bu mevzu, postmodernizm örneği üzerinden giderek ne bilimi, ne de sanatı görmezden gelmenin veya parçalamanın diyalog kurma çabalarını sekteye uğrattığını söylüyor yazar. Makalelerini aslında bu kültürün yarattığı başarılı örnekler olarak görmek mümkün; ele aldığı sanatçıların eserleri ve düşünceleriyle bilimsel gelişmeleri denkliyor ve laboratuvarın içine tuvali yerleştiriveriyor. Hep aynı örneği veriyorum, yine vereyim, The Man From Earth'te esas adamımızın söylediği bir şey vardı, Voltaire'in ve Goethe'nin epifani anlarında düşündükleri şeylerin yüzyıllar sonra bilim tarafından kanıtlandığı bahsi hani, neden olmasın? Woolf benliğini ve gerçeklik algısını bir arada tutmaya çalışırken zihnin işleyişi konusunda bilim insanları gibi titizlikle çalışmıyor mu? Sayılar ve istatistikler yerine sözcükler ve düşünceler var, gayet olur.

Ele alınan sanatçılar modern bilimin doğuşuna şahit olmuşlardı ve bir ölçüde bilimsel gelişmeleri takip ediyorlardı, kimileri bilim insanlarıyla birebir iletişim kurmuşlardı. Kendi bilimlerini sanatta ürettiler. Paradigma değişiminin de katkısı oldu; insanın düşüş bir meleklikten maymunluğa giden yolculuğunda parça parça edilebilir olduğu görüldü. "Zihin kendisinin farkına varmıştı." Bunu Emerson'dan aktarıyor Lehrer. "Bu sanatçılar üzerindeki en önemli etkilerden biri -ve hepsinin paylaştığı tek etki- yaşadıkları dönemin bilimiydi. C. P. Snow iki kültürümüz arasındaki üzücü bölünmenin yasını tutmadan çok önce, Whitman beyin anatomisi kitaplarını çalışıp ürkütücü ameliyatları izliyor, George Eliot Darwin ve James Clerk Maxwell okuyor, Stein William James'in laboratuvarında psikoloji deneyleri yapıyor, Woolf ise zihin hastalıklarının biyolojisini öğrenmeye çalışıyordu. Bu sanatçıların sanatını bilimle olan ilişkisini dikkate almadan anlamak olanaksızdır." (s. 13) Halihazırda var olan boşluktan parçalar biçimliyor, kendimizi bu parçalarla kurmaya çalışıyoruz, bilimle ve sanatla. Tamamen öznel bir yaratı, bu mesele bilimde ne kadar geri plana atılsa da paradigmal olarak kolektif bir öznelliğin doğuşundan bahsedilebilir, Kuhn'un derinlemesine incelediği mesele. Sanatçının tek kişilik bir devrim yaptığından bahsedilebilir diye düşünüyorum, yenilikçi bir sanatçının yeni bir paradigma ortaya koyduğunu söylüyorum, üzerine sanatla bilimin el ele dağ bayır koşmasını diliyorum. Çevirmen Ferit Burak Aydar'a da çok çok teşekkür ediyorum, kendisine Twitter'dan ulaşıp teşekkür ettim ama bir de buradan edeyim. Evet. Lehrer'a dönüyorum, iki kutbu tekrardan birleştirmeye çalıştığını söyleyerek bitiriyor önsözü, deneyle şiirin birbirini tamamladığını ve zihnin bütünlüğe kavuştuğunu da ekliyor. Sonrasında makalelere geçiyoruz ve Walt Whitman'la başlıyoruz. Whitman bedenle ruhu birleştirdiği zaman pek sevdiği Emerson tarafından övülmüş, "Bhagavatgita'yla New York Herald'ın kayda değer bir karışımı" olarak. Kartezyen paradigmayı sallamamış pek, o zaman için pornografik ve cüretkâr görülen şiirler yazarak ikiliği ortadan kaldırmak istemiş. Whitman'ın zamanına kadar bu ikiliğin geçtiği aşamaları anlatıyor Lehrer, bedenin frenolojiye dayanan garip incelemelere konu olduğunu ve kafatasının şekline bakarak zihin hakkında çıkarımlarda bulunulduğunu anlatıyor, sonrasında hayalet uzuvların varlığına değiniyor, modern sinirbilimin ortaya çıkardığına göre bedenle zihnin ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu örneklerle açıklıyor. Kısacası Whitman'ın kahinliğinden bahsedebiliriz, doğayla insanı bütünleştirdiği gibi insanla insanı da bütünleştirmiştir kendisi, bedenimizle ve zihnimizle bir bütünüz biz.

George Eliot'la ilgili bölüm. Determinizm ve benzeri meseleleri içeriyor. "Kalıtsal mirasın tutsağı olmak" konusunda o dönemde yazılıp çizilenlere bakarak başka bir gerçeğin olması gerektiğini düşünüyor Eliot, "insanın mermerden yapılmadığını" savunuyor ve insanın değişebileceğini söylüyor. Bilimsel boyuta Laplace'la geçiyor Lehrer, Laplace'ın her şeyi bilebilecek yaratığından -"cin" demiş- bahsediyor. Laplace'a göre davranışların bir sistematiği oluşturulsa ve elde yeterli veri bulunsa istatistik yardımıyla bütün evrenin geleceği gözler önüne serilebilir. Öznelliğin sonu, sayıların zaferi. Sonrasında termodinamik, Thomson ve Maxwell ortaya çıkarak Laplace'ın yanıldığını kanıtlıyor, kuantumla birlikte "sosyal fizik" denen nane hepten çöküyor. "O kadar" bilemeyiz, çünkü bilgi sürekli bir değişim içindedir, uzun vadede aynı kalmayacaktır, ayrıca kutudaki kedinin ölü olup olmadığını bilmek mümkün değildir. Hava deliği açılmadıysa ölmüş olabilir, bilemiyorum. Bir de Darwin çıkıyor ortaya tabii, Eliot Darwin'in görüşlerini deli gibi takip ederek, bir de kendi yaşamındaki çalkantılarla tesadüfün büyülü gücünü birleştirerek öznel fikirlerini oluşturuyor, bilimin yardımıyla temellenen öznellik. Yine birtakım deneyler, doğada yapılan deneyler sonucu farklı tür nöronların oluştuğunun gözlemlenmesi gibi bilimsel gelişmeler gerçekten de bilincin ve doğanın sürekli bir değişim olduğunu göstermiş. Kütük değiliz kısaca, fizyolojik olarak durmadan değişiyoruz, bazı şeylerle bazı şeyler arasında daha önce göremediğimiz bağlantılar kurabiliyoruz, alışkanlıklar değişiyor, her şey değişiyor. Eliot, yazdığı metinlerde bu değişimleri anlatıyor, özellikle Middlemarch'ta. Kaosu kutsuyor bir anlamda, hayatın baştan savmalığını da. Hücresel düzensizliklerin varlığından haberdar olsaydı bunu da kutsardı. Hâlâ ve her şeye rağmen özgürüz. "Bizler yalnızca karbon zincirleriyiz, ama kaynağımızı aşarız. Evrim bize sınırsız bireysellik armağan etmiştir. Bu hayat görüşünde azamet vardır." (s. 58)

Proust zaten başlı başına bir bellek dökümü, müthiş keyifli bir bölüm ayrılmış kendisine. Cézanne'ın şeyleri görüş biçimi ve beyinde oluşan görülerin aslında bu biçimle çok yakından ilişkili olması, Stravinski'nin atonalliğe ve çeşitli deneyselliklere boğulu müziğinin duyma biçimlerimizle bağlantısı, Woolf'un kimlik inşası, Stein'ın dille ilgili meselesi ve Chomsky'nin Stein'dan esinlenerek inşa ettiği kuramları derken, evet, bilimle sanatın birbirinden pek de uzaklaşmadıklarını görmek çok hoş.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Gerard Russell - Unutulmuş Krallıkların Vârisleri: Ortadoğu'nun Yok Olan Dinlerine Yolculuk

Binlerce yıllık tarihleriyle dünyanın her yerine dağılmış durumdalar. İngiltere'nin bir köşesinde, tapınaklarında yaktıkları ateşin etrafında birkaç adam duruyor, inançlarının doğduğu toprakların binlerce kilometre ötesinde kadim bir ritüeli yaşatıyorlar. ABD'nin ortasında bir yerlerde, adı pek bilinmeyen bir kasabada tavus kuşu resminin altında toplananlar atalarının geleneklerini sürdürüyorlar. Hindukuş'un göğe değdiği noktalarda üç köy var, köylerdekiler Pakistan'ın baskılarından bunalmış durumdalar ve en yakın yerleşimle aralarındaki mesafeyi oldukça kısaltacak olan tünelin inşaatı biter bitmez tehlikeye daha da yakın olacaklar, korkuyorlar ve ibadetlerini sürdürüyorlar. Müslüman Mısırlılar, Koptların kiliselerine saldırılmasın diye el ele tutuşup canlı duvarlarını örmüşler. İran'da mollalar Batı tehlikesine karşın yakın zamana kadar silmeye çalıştıkları binlerce yıllık inançları kollanmışlar, hilal ve kartal yan yana duruyor. Soykırımlar, saldırılar, zulümler bu insanları parçalamış ve başka coğrafyalara savurmuş olsa da ABD'ye gelen Araplar Yahudilerin yardımıyla düzenlerini kuruyorlar, buna karşın Hıristiyan Mısırlılar Baptist veya Üniteryen Hıristiyanların garip yaşamlarına ayak uyduramıyorlar, ABD'dekilerin oruç tutmamalarını, kiliseye gitmek dışında herhangi bir ibadeti yerine getirmemelerini hayretle karşılıyorlar. Zaman geçtikçe yaşam biçimleri değişiyor, inanç da biçim değiştiriyor, böylece aynı dine mensup olanlar arasında ortaya çıkan farklar bir nevi zenginlik haline geliyor, bu farklar yüzünden ortaya çıkan savaşlar bir yana. Russell'ın yolculukları boyunca tanıştığı insanlar, gördüğü tapınaklar, duyduğu acılar benzer şeyleri söylüyorlar; dünyanın öbür ucunda bile inanç sürer, ateşler farklı kıtalarda aynı amaç uğruna yakılır, acılar unutmamayı sağlar. İnancımız kimliğimizdir, tersi de geçerli. Kimliklerini korumaya çalışan insanların serüvenini anlatıyor Russell, İran veya Pakistan gezilerinde zorluklarla karşılaşsa da güvenilir bir adam olduğu anlaşılır anlaşılmaz gizemlerin kapıları kendisine açılıyor ve izin verildiği ölçüde gizli dünyaları izlemeye başlıyor. Belki korkudan, biraz da tamamen yok olmama isteğinden ötürü izin veriliyor kendisine, yazdığı kitaptan bahsettiği zaman insanlar zamana karışıp gitmesini istemedikleri inançlarının en azından sayfalarda var olacağının tesellisiyle yakınlaşıyorlar Russell'a. Durum: "Paganlar Avrupa'dan öylesine toptan ve hızla silindi ki, Hıristiyanlık öncesi dinlerle ilgili ayrıntılı bilgiye İngiltere gibi bir yerde neredeyse ulaşılamıyor." (s. 9) Bu yüzden bu metin, Russell'ın şahitlikleri önemli.

Zaman çizelgesi verilmiş, ardından unutulmuş krallıkların haritası verilmiş. Zaman çizelgesinde Antik Mısır'dan Şah I. İsmail'in hükümdarlığına kadarki süreçte gerçekleşen önemli olaylar sıralanmış. Haritayı gözümüzde canlandırabiliriz; Ortadoğu'da yoğunlaşmış inançların sürgünlerle dağıldıkları yerler Gürcistan'dan Mısır'ın güneyine kadar uzanıyor. Bu dağılış sürecini de anlatıyor yazar, tarihi bilgilerle güncel yaşantılar iç içe geçiyor ve yüzlerce yıl önceki savaşlarla ardıllarını aynı noktadan değerlendirebiliyoruz. Anakronizme hiç bulaşmıyor Russell ama ihtimallerden de bahsediyor arada, örneğin Moğol ve Timurlenk istilaları olmasaydı Bağdat'ın hâlâ Hıristiyanlığın merkezi olabileceğini, 4. yüzyılda Mani'yi takip eden bir adamın Roma imparatoru olmanın kıyısından döndüğünü, eğer bu mevzu gerçekleşseydi Roma'nın Avrupa'ya Hıristiyanlığı değil, Mani öğretilerini yaymış olacağını söylüyor. Benzer örnekler başlıklar halinde incelenen inançlarda da mevcut, yolların çatallanmasıyla ayrışan mezheplerin üstünlük mücadeleleri sonucunda galip gelenin gölgesinde kaldıklarını görebiliriz. Sonrasında kademe kademe artan nefret dalgasıyla gittikçe silinen bir zenginlik. "Bu kitap ayrıca, umarım, din çeşitliliğinin değerini de vurgular. Arap dünyası dini hoşgörüyü reddedip tutuculuğu dikte edince küçüldü. Batı son yüzyıllardan itibaren bunun aksini yaparak büyüdü. Azınlıklarına değer veren bir ülke, onların yeteneklerinden ve dünyadaki diğer topluluklarla bağlantılarından fayda sağlar." (s. 21) Mandayyalarla başlıyor Russell, anlatısında geçmişle günceli bir güzel derliyor, öyküyle anı, tarihle hikâyeleştirme iç içe geçiyor, on numara bir şey, ben tahkiye mevzusunu atlayıp bodoslamadan giriyorum. Mandayyalar tek tanrıya tapıyorlar, vaftiz ediliyorlar, İncil yazarı olan değil de vaftizci olan Yahya isimli bir peygambere inanıyorlar. Âdem'in oğlu Şit'in soyundan geldiklerini ve Âdem'in cennetin bahçesinde aktardığı gizli öğretileri aldıklarını iddia ediyorlar. Kulağa isim fısıldama olayında Babil dilini kullanıyorlar, kökleri çok eski zamanlara dayanıyor. Bu noktada inançların çıkış noktalarını eşeliyor Russell, Mısır'daki piramitlerden önce Iraklıların piramitlerinin olduğunu söylüyor, malzeme olarak kerpiç kullanıldığı için bu piramitlerden geriye pek bir şey kalmamış. Firavunlar belki de bu yüzden daha dayanıklı malzemelerle inşa ettirmişlerdir piramitleri. Neyse, Babil'den kalan geleneklerini sürdürdükleri düşünülüyor Mandayyaların, Müslüman alimlerin eserlerinde kendilerine dair çeşitli bilgiler varmış, şehirleri Irak bataklıklarında hâlâ yaşıyormuş. Homeros'un yazdığı destanın benzerleri Irak'ın bu kadim uygarlığından doğmuş olma ihtimali varmış, benzer ögeler o zaman için dünyanın iki ucu sayılan bu coğrafyalarda yayılmış. Kuran'da Zerdüştlerle birlikte olumlu bahsedilmiş kendilerinden, ayrı tutulurlarmış bu yüzden. Museviliğe ilgi gösterirlermiş, ayrı düştükleri de çok olurmuş ama ortak birçok inançları varmış. Yahudilik etkisi altında serpilmiş bu inanç, Manicilik de aynı kökten türemiş. Aziz Augustinus'un Mani inancından pek çok öğretiyi irdelediği biliniyor, Hıristiyanlığın biçimlenmesinde çokça etkisi olmuş kısaca Maniciliğin. Mandayya papazlarının gök cisimleriyle olan ilişkileri Babil damarından geliyor; İngilizcede kullanılan gün isimleriyle aynı kaynak. Birçok bağlantı var, Russell Babil, Mandayya, Musevilik ve Hıristiyanlık bağlantılarını kurarak inançların birbirleriyle nasıl iletişime geçtiklerini anlatıyor, müthiş.

Nadia'nın hikâyesiyle birlikte yürüyor anlatı, bu Mandayya kadını ve ailesi İngiltere'ye göç ettikten sonra inançlarını korumuşlar, Nadia'nın bir süre boyunca devam eden isteksizliğine rağmen. Sonrasında atalarının inancına sarılmış, Batı medeniyetinden de kopmadan iki dünyada birden yaşamayı başarmış. Yüz bin Mandayyadan çoğu Irak'tan göç etmek zorunda kalmış, savaşların ardı arkası kesilmeyince dağılmışlar. "Mandayyaların geçmişine bakıp gördüklerimizden sonra Nadia'yla ben bir konuda hemfikiriz: Onların gitmesiyle Babil gerçekten yıkıldı." (s. 52)

Yezidiler var sırada. Kuzey Irak, Suriye'nin bazı bölgeleri, Gürcistan ve Ermenistan, yoğunluklu olarak yaşadıkları ülkeler. Maruz bırakıldıkları zulmü yakın bir zamanda gördük. İslamiyetle büyük benzerlikleri var inançlarının, yine de zülme uğramalarına yol açacak kadar fark var arada. Reenkarnasyona inanıyorlar, boğa kurban ediyorlar ve tavus kuşu şeklini alan bir meleğe inanıyorlar. Irak'ın kuzeybatısı onların evi, Mandayyalarla birbirlerini tanıyorlarmış ama çok az iletişim kurmuşlar. Müslüman derebeylerine karşı Hıristiyanlarla birlikte savaşmışlar, Irak'ın Hıristiyanlığın merkezlerinden biri olduğu zamanlarda. Yezidiler haç takarlarmış ama inanç sembolü olarak değil, kötülüğe karşı koruyan birer muska olarak. Bu konu çok hassas, adeta tabu ama kilisede mum yakarken bir şeye inanmamın gerekmediğini düşünmüştüm, sonrasında Russell da aynı şeyi yapan farklı dinlerden insanlar olduğunu anlatınca sevinmedim değil, agnostikler yapar, deistler yapar, herkes yapsın hatta. Neyse, yine Babil bağlantısı çıkıyor ortaya, Şamaş'a kurban edilen boğalar bahsinden balıklara geliyor olay, Şanlıurfa'daki balıklar. Yakınlardaki her inancı etkileyen ve bir şekilde o inancın bir değeri haline gelen balıklar o kadar çok sayıda farklı anlam taşıyor ki İbrahim Peygamber'in sayısız kurtuluşu gerçekleşmiş diyebiliriz. Persler ve Romalılar da gelmişler oralara tabii, inanç yığınından parçalar alıp götürmüşler. Mitra'ya tapanlarla Yezidiler arasında büyük benzerlikler varmış, el sıkışma bunlardan biri. Tabii sadece el sıkışmayı değil, inancın kendisini de götürmüşler ama Romalı askerler Mitra'ya tapınma eylemi olan el sıkışmayı bütün Avrupa'ya, Batı medeniyetine mal etmişler zamanla. Yezidilerin tam bir tarihini bilen araştırmacı yokmuş, dolayısıyla hangi inancı ne kadar etkilediği ve hangi inançtan ne kadar etkilendiği bilinmiyor. Tarihin silik bölümleri. Arkeolojik çalışmalar yeni veriler sağlayamazsa karanlığa gömülü bir alan demektir bu.

Alevi ve Kürt tarihine de giriyor Russell, o bölgelerdeki kaynaşmanın sonucu olarak. Hallac bağlantısı var, onun hikâyesine de giriyor. Yezidilerin Zerdüştçüler ve Mandayyalar kadar organize olmadıkları söyleniyor, bu yüzden gerçek bir tehlikeyle karşı karşıyalar. İnananların sayısı da diğerlerininki kadar çok değil. Onlar da Irak'tan kaçıyorlar, Müslümanların baskısı yüzünden bu kez.

İki tane çalışır benden. Sonrasında Zerdüştçüler, Dürziler, Samiriyeliler, Koptlar ve Halaçlar geliyor. Hepsinin muazzam bir tarihi var ama Halaçlar gerçekten ilginç, Büyük İskender'in dünyanın sonu olarak gördüğü dağların tepelerinde yaşıyorlar, kapalı bir topluluk. Diğer inançları anlatırken onca bilgiyi sıralayan Russell, Halaçlar söz konusu olunca sadece yaşamlarına ve ritüellerine yer veriyor, sanırım kendisine pek bir bilgi verilmemiş. Zaten bazı ritüelleri görmesine izin verilmiyor, gerçek bir sır var o zirvelerde.

Son bölümde Detroit anlatılıyor, Yeni Dünya. Yeni bir kıtada inançların köklerle bağının kopmaması için insanların gösterdikleri çabalar, eski topraklarda sürdürülen düşmanlıkların sürdürülmemesi için verilen emekler, bir sürü şey.

Muazzam ya, azıcık ilgisi olan herkesin okuması lazım. İnternetten bulunabilir, İstiklâl üzerindeki KÜY şubesinden de alınabilir.

25 Şubat 2019 Pazartesi

Jonah Lehrer - Hayal Gücü

Yaratıcılığın sırrının neliği de didikleniyor ama, "Şudur!" diye bir şey denmiyor tabii, çünkü öyle bir "şu" yok. Aslında herkes yaratabilir ama çoğu kimse yaratmaz. Otur, uğraş falan, zor iş. "Sebat" diyor Lehrer bir yerde, dehalar bile bir eseri lak diye ortaya koydukları için deha değiller, epifani anları nadiren yaşandığı için çalışmak zorundalar, çok çalışıyorlar ve yaratıyorlar, o büyülü anları da yaratıyorlar. NOCCA diye bir okuldan bahsediliyor metinde, burada düşük gelir grubundan çocuklar eğitim alıyorlar ama tipik bir eğitim değil bu, yetenekli bir çocuğun eline gitar veriyorlar ve arkadaşlarıyla bir şeyler yaratmasını bekliyorlar. Çok katı olmayan bir eleştirel süreç var, insanlar birbirlerinin yaptıklarını eleştiriyorlar ve daha iyisini yapmak için çabalıyorlar. ABD'nin en iyi sanat okullarına gidiyorlar sonra, yokluğun içinden çıkan parıltılar daha büyük ateşleri yakmak için ülkenin dört bir yanına dağılıyorlar. Okulun CEO'su Kyle Wedberg'in olaya bakış açısı müthiş; çocuklara eğitimi dayatmadıklarını, problemlerle başa çıkma, zamanı kullanma, büyük bir şey yaratma sürecini deneyimleme imkanı sunduklarını söylüyor. Önce bedava kahvaltı -çünkü çocuklar o kadar kötü şartlarda büyüyorlar ki onları okulda tutmak lazım- ve sonrasında şovalenin, nota sehpasının, her türlü malzemenin karşısında geçirilen birkaç saat. Yaratıcılığın ortaya çıkması için bundan daha ideal bir sistem olamaz, şahane.

Lehrer iki bölüme ayırmış metni; Tek Başına ve Birlikte. İlk bölümde yaratıcılığın bireysel ve zihinsel aşamaları var daha çok, beyinde neler olup bitiyor, beyinde havai fişekleri patlatabilmek için neler yapmak lazım, sanatçılar neler yapıyor, böyle şeyler. İki bölümün içinde daha küçük bölümlendirmeler var, bir sanatçının yaşadıkları anlatıldıktan sonra anlatılanların farklı disiplinler tarafından açımlanması var; sanatçılar ne yaptıklarını bazen biliyorlar, bazen bilmiyorlar, o halde psikolojiden sosyolojiye pek çok alanda incelenebilir bu meseleler. Lehrer nörolojiden ekonomiye pek çok dala atlıyor, zıplıyor ve şeyleri birbirine bağlayıp bir perspektif sunuyor bize. Eh, kendimi de bir parça yaratıcı olarak görüyorum ve bu perspektife kavuşunca bazı şeyleri neden yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Yürümekle alakalı üç beş bir şey okumuştum, orada da değiniliyordu gerçi; sadece spor olsun diye yürüyüşe çıkmayınız, kendinizi sahillere vurmayınız, bisikletle Kartal'a gidip gelmeyiniz, bunları dalıp gitmek için yapınız. Hatta hiçbir sebebiniz olmasın ya, sadece yapınız. İnsanlarla konuşunuz, kedilerle konuşunuz, sonra yolunuza devam ediniz. Mekan ve insan değişince ortaya çıkanların haddi hesabı yok.

P&G'den bir hikâyeyle başlıyor Lehrer, bu şirket onca mühendis çalıştırıyor ama istediği bir yeniliğe yıllar boyunca ulaşamıyor. Sonrasında olaylara bambaşka açılardan yaklaşabilen, içselleştirilmiş işlevselliğe takılıp kalmayan bir adam çıkıyor, çözümün çok basit olduğunu görüyor, ürettiği şeyi patronlara kabul ettiriyor ve şirketin kasasını parayla doldurmaya devam ediyor. Fikri gerçeğe dökme aşaması, fikrin ortaya çıkma ânı ve sonrası gibi pek çok noktayı irdeliyor yazar, her bir nokta için farklı bir hikâyesi var. Şunu da alayım: "Hayal gücü metafizik bir şey (tanrıların bir özelliği) iken, kortekse mahsus bir seğirmeye dönüşmüştür." (s. 17) İşin bilişsel boyutu zaten başlı başına ilgi çekici, mesela amigdala denen zamazingoya direkt versek elektriği... Sinaps miyelin falan fişeklesek acaba ne olur diye merak etmiyor değilim. Kovayla dökmeyeceğiz tabii de, içeriden fışt fışt itekleyecek bir teknoloji üretilse örneğin. İşte bu fışt fıştları aslında doğal yollardan sağlayabiliriz, Lehrer'ın anlatmak istediği şey bu. Bob Dylan'ı ele alıyor en başta, ilk fırtınadan sonra Dylan'ın yaşadığı durgunluk zamanlarını nasıl atlattığına değiniyor. I'm Not There'da ne güzel anlatılmıştı ya. Neyse, Dylan yazdıklarını yırtıp yırtıp atıyor, Marianne Faithfull bu anlara "dâhinin öfke nöbetleri" dermiş. Joan Baez'le takıldığı zamanların videolarını izliyorum, arkada muhabbetler, çalıp söylemeler falan, Dylan çıt çıt çıt daktiloda bir şeyler yazıyor, sigarasını içiyor, hiçbir şey dikkatini dağıtmıyor. En sonunda dağıtıyor tabii, girdiği döngüden kurtulmak istiyor ve İngiltere turnesinden döner dönmez motoruna atlayıp New York'tan kaçıyor. Bir şey yapması lazım ama ne yapacağını bilmiyor, bekliyor. Engellenmiş hissediyor, bu engelden kurtulması gerek. Buradan beynin sağ yarıküresine atlıyor Lehrer, Proust ve Mürekkepbalığı'nda beynin bu bölgesinin dünyayı nasıl rengârenge boyadığı bir güzel anlatılıyordu; bu bölge her şeyi karman çorman edip yeni bir şey yaratmayı sağlar. Otistik çocuklarda, dislektiklerde bu bölgenin muazzam bir potansiyel taşıdığı söyleniyor, araştırmalarla kanıtlanmış bilgi. Mecazlar, melodiler, icatlar, yetenekler uçuşur bu bölgede, önemli olan oradakileri çekip alabilmek. İçgörü denen şey. Dylan ne yapıyor, bu içgörü anlarından birini yakaladığı gibi oturuyor ve Like a Rolling Stone'u yazıyor.

Sonraki hikâye "post-it" denen nanenin icadıyla işlevselliğin prangalarından bahsediyor. Bu yapışkan kağıtlar başka bir amaç için denenen ürünlerin sonucu aslında, ortaya çıkan ve "x" amacı için işe yaramayan ürünlerin "y" için muazzam bir icat olduğunun anlaşılmasıyla çeşitli renklerdeki yapışkan kağıtlar hayatımıza giriyor. İçgörüye ulaşmak için bilgi yükünden kurtulmamız gerektiğini söylüyor Lehrer, bazı zamanlarda bildiklerimizi tamamen gözden çıkarmalıyız veya bildiklerimize farklı bakış açılarından yaklaşabilmeliyiz. Hume'dan bir alıntı yapılmış, adam "birleştirme" ve "yerini değiştirme" yoluyla ortaya çıkan yeniliklerden bahsediyor. Gutenberg'in üzüm cenderesi hakkındaki bilgisini basım makinesi için kullanması bir örnek. Kısacası bir iş sadece o işle ilgili şeyleri içermez, ikinci bölümde şirketlerin yapılarını incelerken çalışanların sürekli yer değiştirdiklerini ve iletişim ağlarının yenilenip çeşitlendiğini göreceğiz ve işin farklı açılardan bakıldığında ne kadar değişken olduğunu anlayacağız ama bireydeyiz henüz, o yüzden "varsayılan ağ" nam bir sistemden bahsedip mevzuyu bitiriyorum. Gündüz düşleri. Sık görüyorsanız kısa ve orta süreli hafızanız çok iyi değildir muhtemelen, isimleri hemen unutuyorsunuzdur falan, yine de içinizde yaratmaya dair bir şeyler varsa kutsandığınızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Varsayılan ağa her şey atılır, her şey orada gündüz düşleri yardımıyla bütünlenir ve bambaşka bir nitelik kazanarak çıkar. Gestalt işte. Yeni bağlantılar, yeni düşünceler, tam bir zihinsel panayır. Muhteşem bir şey.

İkinci bölüme de biraz değiniyorum, örneğin Shakespeare. Marlowe'dan ve pek çok sanatçıdan çarptıklarıyla muhteşem soneler yazıyor, oyunlar falan, çok iyi ama o dönemdeki gelişmeler olmasa ortaya çıkması zor. Lehrer, "insan sirkülasyonu" fikrinden yola çıkarak günümüzde teknoloji devi olan şirketlerin iş düzenlerinden bahsediyor. Jobs'ın bir buluşu; tuvaletlerden kafeteryalara kadar pek çok uğrak noktayı yakın yerlerde toplamak. Böylece bir makine mühendisiyle bir yazılımcı tuvalette ellerini yıkarken konuşabiliyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlar falan, farklı bakış açıları ve farklı disiplinler uygun çözümlere ulaştırıyor. Böylesi pek çok eylemin gerçekleştiği mekanları inceliyor yazar, büyük firmaların teknik problemlerini ödül karşılığı çözdürdüğü internet sitelerinden kentlerin yapılanmasına, kalabalık metropollerin varlıklarını sürdürme sebeplerinden şirketlerin yenilikçi prensiplerine pek çok noktaya değiniyor. Özellikle Shakespeare'le ilgili bölüm oldukça ilginçti, çalıp çırpmanın da yardımıyla özgün metinlerin ortaya konabildiği bir dünyadan bahsediyor, tabii bir de o dünyanın yapısından. Attali, Denizlerin Tarihi'nde Antik Yunan medeniyetinin ortaya çıkmasında bütün koşulların uygun olmasından, ekonomiden siyasete pek çok etkenin onca filozofun ve sanatçının ortaya çıkmasına yardımcı olduğundan bahsediyordu, aynı şey Rönesans için de geçerli, tabii Shakespeare'in dönemi için de. Pasteur'e göre şans hazırlıklı olanları bulurmuş, o halde büyük şehirlere gelmenin yaratıcılık için çok gerekli olmasa da bir nevi hazırlık olduğunu söyleyebiliriz, sonrasında her bir adım şanslılığa doğru ilerlememizi sağlıyor ama başlarda bahsettiğim okul örneğinde bütün öğrenciler başarılı olamıyor tabii, çoğu burs boşa gidiyor, araştırmalar için dökülen bir dünya para boşlukta kayboluyor ama önemli olan her bir yatırımdan kesin ürünler almak değil, yaratıcılığı ve zorluklara karşı direnci sıkı tutmak. Bir başarısızlıktan sonra büyük bir başarı gelebilir. İnsanlar sürekli olarak denemelidir kısaca. Yetenekleri öldürmeyecek kadar bir hayal kırıklığı iyidir, engeller ve sınırlar iyidir. Hayal gücünü bunların bir karışımı ateşler. Ateşimiz bol olsun.

Bomba bir şarkı paylaşıyorum ama ülkemizde dinlenemiyormuş, YouTube dayı öyle diyor. VPN falan kullanın, Spotify'dan bulun, bir şey yapın.

24 Şubat 2019 Pazar

Thomas Schramme - Ahlakın Dışındakiler: Psikopati ve Ahlaki Yetilerden Yoksunluk

Mevzu derin olduğu için araştırmacılar da ele aldıkları konuda daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyorlar durmadan. Daha fazla veri, çıkarım, disiplinlerarası etkileşim istiyorlar, kendilerinin bir taş attıklarını söylüyorlar, o taşı kendilerinden önceki delilerden aldıklarını ve yeni delilere ihtiyaç duyulduğunu ekliyorlar. Felsefeden hukuka geniş bir alanın da konusu aslında, Hume'dan Foucault'ya pek çok düşünürün açtığı yollardan gidiliyor ve belli bir noktaya ulaşılıyor, çıkarımlar sağlam temellere dayansa da henüz çözülememiş meselelerin etrafında dolanıldığı için araştırmacılar kuşkucu doğaları gereği daha kesin sonuçlara dayanmak istiyorlar. Sorun en başta tanımlardan doğuyor; psikopati, sosyopati ve antisosyal kişilik bozukluğu arasındaki ilişki tam olarak anlaşılmadığı için araştırmacılar kullandıkları terimleri farklı bağlamlara oturtmak zorunda kalıyorlar. Heidegger'in veya Kant'ın görüşlerinden yola çıkanlar bu temelleri özellikle belirtiyorlar ki kavramlar karışmasın, bir terminoloji çorbası içinde kaybolmasın anlattıkları şeyler. Muğlak çizgilerin olabildiğince belirgin hale getirildiği söylenebilir, ahlakla ilgili pek çok ikilem olmasına rağmen bunlara saplanılmamış, güzel olmuş. Ahlakın akıldan veya duygudan doğan bir şey olup olmadığı gibi sadece iki kutuplu tartışmaların dışında toplumsal ve hukuksal çıkarlarla belirlenen psikopatinin ne olduğuyla ilgili tartışmalara şöyle bir bakılmış, belli bir çerçevede ele alınan mesele derinleştirilmiş ve bazı çıkarımlara ulaştırılmış, daha da derinleştirilmeleri gerektiği de eklenmiş tabii.

Schramme derlediği makaleler için yazdığı ön sözde ahlak, psikopatoloji ve bunlarla ilgili meseleler konusunda okuru neyle karşılaşacağına dair güzelce bir hazırlıyor. Ne diyor, mesela psikopatların cezai yaptırımdan muaf olup olmadıkları konusunda tartışmalı fikirleri ele alıyor. Psikopati sadece bilişsel bir bozukluk olarak görülürse akıl hastalığı çerçevesinin dışına çıkamaz, böylece cezai ehliyet de ortadan kalkmış olur ve "kötü" olarak görülen, ahlak anlayışına sığmayan davranışların engellenebilmesi konusunda yaptırımlar ortadan kalkar. Sırf bu meseleyle ilgili ikiden fazla makale var, farklı bakış açılarından ve disiplinlerden yaklaşıldığı için problemin sınırları olabildiğince genişletilmiş, güzel. Schramme de kavramsal sorunlar için başlı başına bir bölüm yazmış; Psikopati Kontrol Listesi gibi listelerde psikopatinin tanımları mevcut, teste giren katılımcılar verdikleri cevabın puansal karşılıklarına göre ne tür manyaklar olduklarını öğreniyorlar. Puanımız düşükse normal bir manyak olarak mutlu mesut yaşıyoruz, puanımız yüksekse listeden puana denk gelen manyaklık çeşitlerini direkt alıyoruz. Bu tür listelerin ve testlerin sıkıntılı olduğunu söylüyor Schramme, muğlak maddeler ve metodolojik problemler kesin sonuçlara ulaşmayı engelliyor. "Asalak yaşam biçimi", "yüzeysel duygulanım" gibi maddelerin yanında "çok sayıda insanla rastgele cinsel ilişki kurma" gibileri de var, hepsini bir araya getirip sağlıklı sonuçlara ulaşabilme ihtimali, aslında düşük. Psikopatinin "bakan kişinin gözünde" olması durumuna getirildiğini söylüyor Schramme, başka testlerden örnekler veriyor ve güvenilirlik konusunda sıkıntılar olduğunu anlatıyor. İşin "suç" boyutu da var; psikopati araştırmalarına suç işlemiş ve işlememiş kişilerin katılıp katılmamaları sonuçlarda büyük fark yaratabiliyormuş, yanıltıcı olabiliyormuş sonuçlar, bu yüzden farklı tiplerde incelemeler sürüyormuş. Ampirik deneyimlerle zihinsel süreçler arasındaki boşluk, psikopatinin bulunduğu yeri de belirsizleştirmiş oluyor. "Farklı bir biçimde, konuşma diliyle ifade edecek olursak, 'deli' ile 'kötü' arasında bir ayrım yapabilmeyi isteriz ama bu ikisini en baştan tanımlarsak, psikopatiyi ahlakileştirilmiş bir kavram olarak görmemek zordur." (s. 15) Farklı açılardan farklı anlamlar kazanan bir kavram psikopati, bütün veçheleri belirlenmemiş, üzerinde çalışılmaya devam ediliyor. Şey diyecektim bir de, Kötülüğün Felsefesi ile birlikte okunursa buradaki makaleler, tadından yenmez. Metinler birbirlerini açıklar nitelikteler, o yüzden iki kitap oluyor dört kitap. Sekiz.

Felsefi Tartışmalarda Psikopati bölümünde felsefecilerin ahlak hakkındaki görüşleri ve bu görüşlerin bilimsel araştırmalar için açtıkları kapılar hakkında mülahazat var. Ahlakın öznelliği ve nesnelliği konusunda sayısız görüş ve bilimsel araştırma var, nörologların buluşları felsefi görüşleri destekler veya yadsır nitelikte, dolayısıyla ahlakın spesifik bir nirengi noktası yok. Çıkarlarımız doğrultusunda mı ahlaklıyız, ahlaki değerlerimiz ne ölçüde dışarlıklı, ahlakdışı olarak nitelenen insan ahlaki değerlere sahip mi, yoksa zaten kendisinde bilişsel yetersizlikten ötürü var olmayan ahlak kavramının yokluğu mu etkin, bu tür soruların cevaplarını irdeliyor Schamme. Araştırmalara göre hem duygulanımsal hem bilişsel unsurların bir karışımıymış psikopat, sadece tek bir tür yoksunluğun ürünü değilmiş. Bu konuyla ilgili birçok makalede çok çeşitli istatistiksel bilgi var, yoksunluk türleri hakkında yapılmış çok sayıda araştırmanın sonuçlarından çıkarım yapabiliriz ama gidilecek daha çok yol var gibi görünüyor, daha çok araştırma yapılması lazım. Evet.

Makalelerden birkaçını alacağım. İlki Heterojen Psikopati İnşası, Henning Sass ve Alan R. Felthous tarafından yazılmış. Fransız ve Anglo-Amerikan geleneğinde psikopatinin ortaya çıkışı, dallanıp budaklanışı ve gelinen nokta inceleniyor, bir nevi psikopati tarihi. Çeşitli tanımlar, isimlendirmeler, bilimsel mirasın işlenişi, geliştirilmesi ve birçok kuram kronolojik bir şekilde ele alınmış. Fransızlar daha çok duygusal ve sosyal davranış bozuklukları açısından yaklaşmışlar meseleye, entelektüel işlevin pek etkilenmediğini söylemişler. Sonrasında psikanaliz açısından psikopatinin incelenmesi, haliyle Freud'un mevzuya yaklaşımı var. Anglo-Amerikalılar daha homojen bir yaklaşım göstermişler, "ahlaki çılgınlık", "psikopati" ve en sonunda da "sosyopati" kavramları geliştirilmiş. Temel bir zihinsel ve ruhsal kusurun varlığı, psikanalitik çerçevede ve ampirik deneyimlerin sonucunda ortaya çıkmış, literatüre girmiş. Ne güzel. Sonrasında farklı bilim insanlarının psikopatiyle ilgili perspektifleri, ayrıldıkları noktalar, Alman geleneğinde psikopati gibi meseleler geliyor. Giriş mahiyetinde hoş bir makale.

Psikopati ve Ahlaki Rasyonellik, yazarı Eric Matthews. Psikopatinin tanımlarıyla başlıyoruz ve başkalarının haklarının dikkate alınmamasının psikopatiyle bağlantısıyla devam ediyoruz. Ahlaksızlık ile ahlakdışılık arasındaki fark belirlendikten sonra ahlakdışılıktan devam ediyor Matthews, iki örnek üzerinden gidiyor. Cüzdanını evde unuttuğu için benzin istasyonu çalışanını döverek bayıltan adamla barda öylesine bakınan birini kendisine saygısızlık ettiği gerekçesiyle, kırdığı şişeyi adamın suratına sokmak suretiyle öldüren adamı ele alıyor Matthews, empatik yetilerinin olmayışı bu adamları patolojik bir hale getiriyor ve kafalarında neler olup bittiği deli gibi merak ediliyor haliyle. Hume'a kadar dönüyor yazar, duyguların egemenliğinde sürdürülen yaşamlarımız olduğunu düşünürsek ve bu adamlarda duygusal güdüklük olduğunu varsaysak bu kez bilişsel duvara tosluyoruz. Bu adamlar başkalarına zarar verdiklerini biliyorlar, yine de eylemlerini sürdürüyorlar. Hapishanede tecrit edildikleri durumlar da ortaya çıkabilir, zira Matthews'a göre ahlaki çılgınlık içinde bu adamlar, ahlaki rasyonellikten çok uzaklar. Bilginin yanlış yapmaktan alıkoymadığı insanlar bunlar, Matthews bu noktadan yola çıkarak ahlaki rasyonelliği incelemeye başlıyor ve Kant'ın paradigmasını ele alıyor. Uzunca bir bölüm, kısaltıyorum; Kant'ın pratik rasyonelliğinin temeli olmadığı, kişinin arzularından doğmayan ve dışsal bir ahlaki rasyonellik pek de rasyonel olmadığı için Kant'ın ahlaki rasyonellik kavrayışının kusurlu olduğunu çeşitli örneklerle ve alıntılarla anlatıyor yazar, sonrasında Aristoteles'e dönüyor ve insan davranışlarının bağlamlarını ele alıyor. Temel fikirler; ahlaken iyi bir gerekçeyle yapılmış eylemler başkasının iyiliği, en azından zarar görmemesi gözetilerek yapılan eylemdir. "'Erdem'in zıddı 'kötülük'tür: Dolayısıyla, kötü bir insan olmak, rasyonel ilkelere uygun olarak hareket dememek demektir. Bu durumda Aristoteles, ahlaki iyilik ve kötülüğü, dolayısıyla ahlaki akılcılığı, Kant'ın tersine, insan doğasına özgü olan şeyler itibariyle tanımlar ki bunların da, özellikle insani yaşam biçimiyle ilişkili olarak, tipik insani ihtiyaçlar da dikkate alınarak tanımlanması gerekir." (s. 93)

Birkaçını alacağımı söyledim ama nefesim bitti. 331 sayfa, bir dünya makale, birlikte yaşamak zorunda kaldığımız bir dünya psikopat hakkında çok çeşitli çıkarımlar, sürüyle düşünce. Şimdi zaten dünyayı daha iyi anlayabilmek için okuyoruz, ediyoruz da ben özellikle öz savunma için okudum bunu ve dünya gerçekten biraz daha aydınlandı. Suratımın şişeyle delik deşik edilmemesi konusunda yapabileceklerimden psikolojik şiddet uygulayanlara karşı tutumlarıma kadar pek çok şeyi belirledim, "başarılı psikopatlar" karşısında alacağım gardı düşündüm falan, iyi oldu. Geyik bir yana, kendi psikopatolojimi de düşünme imkanı buldum, ahlak anlayışımı gözden geçirdim, bilmem ne. İyidir yani, keşke okunsa.

19 Şubat 2019 Salı

W. Hodding Carter - Sifon: Su Tesisatçısı Uygarlığı Nasıl Kurtardı

Theme Hospital diye bir oyun vardı, hastane kurup geliştiriyordunuz. "Lütfen yerlere kusmayın!" diye anons geçiliyordu falan, çok matrak bir oyundu. İlkokula giderken deli gibi oynardım, bir seviyeye kadar gelirdim ama hep aynı bölümde kalırdım; o bölümün görevini tamamlayamıyordum bir türlü. Sonra üniversitede tekrar kurdum, oynadım ve geçtim o bölümü, meğer tuvaleti muayenehanelere çok yakın konumlandırdığım için hijyen problemi yaşıyormuşum. Mis gibi de tuvalet yapardım; sıra sıra kabinler, lavabolar, bilmem ne. İnsanlar tertemiz çıkarlar diye düşünüyordum, ellerini mi yıkamıyorlar artık, mevzu neyse hastanenin içine ediyorlarmış. Gerçi insanlık bir durum da yok, bakteriler kolaylıkla yayılıyor tuvaletten. Aklıma gelmişken bırakayım buraya; Carter'ın söylediğini göre insanların sol elle tokalaşmamalarının sebebi sol elin taharet eli olmasıymış. Makul. Askerde taharet musluğu olmadan bir süre yaşadım, takıntılı adamım, işkenceydi. Sonradan karargahtaki tuvaleti gizliden gizliye kullanmaya başlamıştım da askerliğin geri kalanını yemiştim, mis gibi geçmişti. Şaka, bok gibiydi. Gerçekten hayatımın en kötü dönemlerinden biriydi. Askeriye zaten rezaletti, sosyal yaşamımda da yolunda giden pek bir şey yoktu. O günlerden sağ salim kurtuldum, iyi oldu. Kısacası tuvalet, su, tesisat önemli şeyler. Ne kadar önemli olduklarını Carter'ı okuyarak öğrenebilirsiniz. Kendi tesisat maceraları zaten çok geyik, bir de su tesisatının tarihçesine girerek mevzunun önemine dair birkaç şeye göz atmamızı sağlıyor. Yeni klozet kapağı Jasmin'i denemesi için çağırdığı arkadaşı pek beğenmiyor son teknoloji ürününü, alışamıyor sanırım, Carter biraz sitem ediyor ama her insandan klozet kapağını takdir etmesini de bekleyemeyiz. Kimileri hiç önemsemiyor ama klozet, lavabo, bunlar keyif verici maddeler. Çocukken elinize ansiklopedi olsun, atlas olsun, alıp okumadınız mı, bakmadınız mı tuvalette? Süper bir şey.

Carter, evindeki bir arızayı gidermeye çalışırken tesisatla alakalı pek çok şey öğreniyor ister istemez, su tesisatçılarına da saygı duymaya başlıyor ister istemez. PVC borular, boruları birbirine geçirmece, banyoda kazı çalışmaları, kanalizasyon ağına ulaşma yolları derken adam değme bir tesisatçı olmuyor da mevzuyu çözüyor. "Katartik bir deneyim" diyor adam, başkalarının ve kendisinin pisliğini kazarken su tesisatçılarının kazandıkları paranın son derece hak edildiğini söylüyor. Bir bölüm bu tesisatçılık olayına ayrılmış, günümüzde usta bir tesisatçı olma yolunda kat edilecek yol, harcanacak zaman ve emek, kazanılacak para detaylı olarak incelenmiş. Hatta işin tüketim boyutu da ele alınıyor, tamir yerine yenisinin alınması/yaptırılması meselesinden insanların canavar gibi tükettiği söyleniyor. Gerçekten de nesnenin yenisi, tamirinden daha hesaplı. ABD'de otomobiller, eh, ucuz ama saatlik tamir masrafı muazzam. İnsanların tesisatçılara çıkışmaması gerektiğini söylüyor Carter, kendi dışkımızla başkasını ilgilendiriyorsak ücreti mukabilinde yapmalıyız bunu, işin içine dışkı girince yapılan işin önemi ve değeri azalmıyor. George Costanza'yı hatırlıyorum, üç dakikalık muayene için, kaçtı, 150 Dolar falan ödemek istemediği için faturanın yarısını ödemeye kalkıyordu, sonra bir dünya olay. Tesisat önemli iştir yani. Romalılar bilmişler bu işi, Cloaca Massima nam bir kentsel su sistemleri varmış. Sukemerleriyle ilgili bir şeyler okumuştum önceden, günümüzde bile kullanılıyormuş, dünyanın en verimli şebeke yapısı olduğu söyleniyor bunun, zira 2500 yıldır dağıtım işi bu yapı sayesinde yürüyor. Aquarii denen insanlar da ilk su tesisatçıları olarak görülüyor. Sadece Roma'yı ilgilendiren bir durum değil tabii su dağıtımı, MÖ 3000 civarında Harappalılar da İndus Vadisi'nde kendi sistemlerini kurmuşlar. Suyun dağıtımı bir yana, kanalizasyon sistemi tifo gibi pek çok hastalığı engellediği için de önemli. Kraliçe Victoria'nın oğlu Galler Prensi Edward tifo yüzünden neredeyse ölecekken bir su tesisatçısı, prensin yaşadığı evdeki bozuk bir tuvaletin tifüs yaydığını fark etmiş ve tamirata girişmiş. Sonrasında prens iyileşmiş ve prens olmasaymış su tesisatçısı olmak istediğini söylemiş. Ne güzel. Gerçekten iyi iş, eğlenceli ve maddi yönden getirisi iyi. Çoğu beyaz yakalıdan daha iyi kazanıyormuş tesisatçılar, yılda 55000 Dolar diyor Carter. Gerçekten o kadar Dolar var bu işte, ek gelir sağlamak için tesisat kursu falan varsa gidilebilir, iş öğrenilebilir ve çalışılabilir.

Kurşun meselesi var, mühim. Carter, kurşuna gelene kadar dünya tesisat tarihi dersini sıkıştırıveriyor araya. Bilinen ilk su tesisatını Çinliler kullanmış, MÖ 5000'de. Boru kullanmışlar. Sonra Harappa uygarlığı geliyor. Persler "kanat" denen aparatı icat ediyor, daha iyi bir dağıtım için gerekli bir sistem. Kanatlar yayılıyor, Kuzey Afrika'daki köylere hâlâ antik kanatlarla su götürülüyormuş mesela, öylesine önemli bir buluş. Sonrasında Minos hükümdarının yaptırdığı bir tesisat var, o da iyi ama asıl mesele kurşunun kullanılmasıyla başlıyor. Kurşun bildiğiniz gibi insanı zehirleyen bir şey. Zamanında oyuncaklarda, bardaklarda, pek çok nesnenin yapımında kullanılmış ve zararsız olduğu söylenmiş ama lobicilik yüzünden, yoksa deli zararlı. Romalılar tesisatlarında kurşun kullanmışlar, çökmelerinin bir sebebinin bu olduğu söyleniyor. Romalılar tesisat tanrısı için kolları sıvamamışlar, üzücü, zira kendileri dünyanın ilk tesisatçıları ve bir nevi hamamcıları. İnanılmaz büyük hamamları var, inanılmaz geniş su boruları var, suyla çok alakalı insanlar Romalılar. Hamamlar ve su sistemleri hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor Carter, bir de tuvaletlerle ilgili ilginç bir şey söylüyor. Fotoğrafı görmüşsünüzdür belki, internette ara ara karşıma çıkıyor, şu iki alafranga tuvaletin yan yana olduğu. Arada bir duvardır, kapıdır, bir şey yok. Yan yana. Bu sistemin Romalıları onore etmek için günümüze uyarlandığını düşünüyorum, zira adamlar utangaç değilmiş ve tuvaletleri öyleymiş gerçekten; en iyi arkadaşınızla yan yana -çok affedersiniz- mıçarken sohbet edebiliyormuşsunuz. Süper samimi. Bir iki şey daha; hamamlar çok ucuzmuş ve çırpıcıların kumaş temizlemek için ihtiyaç duydukları idrarı elde etmek amacıyla sokağa koydukları kaplara herkesin içinde işeyebiliyormuşsunuz. Vay be.

Geri dönüşüme de yer vermeliyim. Haliyle atıklarımız var ve bunlar kanalizasyondan nereye gidiyor, biliyoruz da bilmezden geliyoruz. Karşımıza çıkmasınlar da bir daha, gerisi önemli değil. Böyle düşünüldüğü için Thames rezalet kokmuş bir yıl, insanlar sokaklarda öğüre öğüre bir hal olmuşlar. Gelgit hareketlerinden ötürü, bir de sistemsizlik yüzünden atıklar kıyıdan pek uzaklaşamamış, birikmiş bir de. Parlamentodakiler sallamamışlar önce, bakmışlar ki kokudan durulmuyor bir yıl, hemen bir çözüm düşünmüşler. Mühendisler olaya el atmış, Londra'ya en teknolojiğinden bir sistem kurulmuş. Bir benzeri günümüzde Hindistan'da kurulmuş, hatta bu olay kast sisteminin temellerini de kökünden sarsmış. Bir kanalizasyon nelere kadir. Dışkıdan enerji üretmek de nispeten yeni, Boston'da bu mevzuyla alakalı bir tesis kurulmuş ve adamlar deli gibi enerji üretiyorlarmış. Toz dışkıyla ilgili bir kısım var, kimyanın en leş şeyi bile faydalı hale getirebilmesine dair hayranlığım bir kat daha arttı.

Kanalizasyon iyidir, tesisat iyidir, tarih de iyidir. Hepsinden var biraz. Carter da komik adam. Oldu bu iş.

17 Şubat 2019 Pazar

Maryanne Wolf - Proust ve Mürekkepbalığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Hikâyesi

Mürekkepbalığı, çünkü üzerinde deney yaparken her şeyi açık seçik görebilirsiniz. Mesela bir şey deneyeceksiniz, boyalı karışımı fşürt diye bastınız, hayvanın içi dışı bir olur. Wolf, görünenler üzerinden böyle bir analoji kullanma yoluna gitmiş. Disleksi bir hastalık mı, yoksa beynin farklı bölümlerinin çalışmasını sağlayan ve yaratıcılığı körükleyen bir fonksiyon çeşidi mi, bunun açığa çıkarılması için pek çok deney yapılmış ve yapılıyor, dolayısıyla elde edilen sonuçlar okumayla ilgili bilişsel yapılara ve süreçlere de ışık tutmuş oluyor. Disleksiye boyayı bastık, okumanın tarihi görünür oldu, yolculuğa başlayabiliriz ama önce Proust. Nörologların bildiklerine sezgileriyle ulaşabildiği ve okumayla ilgili uzun uzun pasajlar yazdığı için bu meselede adı geçiyor ama dar bir yer ayrılmış kendisine, pek geçmiyor adı. Üçüncü bölüm zaten direkt disleksi üzerine. İlk iki bölümde morfolojik, semantik ve kısmen ontolojik meseleler var. Wolf, incelemesinde atalarımızın icat ettiği alfabelerin, seslerin ve okumaya dair hemen her şeyin kökenine inip asırlar öncesinin okuma-yazma alıştırmalarını disleksinin doğasını anlamak için kullanmaya çalışıyor, bilimsel verilerin ışığında antik çağların okuma edimini biçimliyor. Kendisinin de disleksiden mustarip bir çocuğu varmış, ailesinde bu tür bir rahatsızlıktan -da diyesim gelmiyor, rahatsızlık değil aslında- da mustarip pek çok akraba var, bu sebeplerden disleksi üzerine yoğunlaşmış durumda. Şimdi düşünüyorum da, okuma ve yazma olayını icat ettikten sonra dünya zaman içinde kağıtlar üzerinde yazan şeylerin üzerinde temellenmiş. Nispeten yeni bir icat bu, beynimizi biçimlendirirken sadece yazılar üzerinden ilerleyen bir süreci biliyoruz ama eskinin sözlü kültüründe yazının yeri yoktu. Sokrates'in adını sıkça anıyor Wolf, okuyup yazmanın, sadece bu iki eylemle inşa edilecek bir bilgeliğin çok kısır olacağını iddia eden Sokrates için retorik ve diyalog asıl bilgeliğe ulaşmamızı sağlayacak yollardı. Sözle birikenler yazının ölü doğasından kat kat daha üstün olacaktı, böyle bir şeyler. Araştırmalara göre sözlü kültürlerin insana bilişsel olarak kattığı niteliklerle yazılı kültürün kattıkları arasında muazzam fark var, en azından belli bir süre sözlü olarak devam edebilirmişiz ama bilginin dallanıp budaklanmasıyla yazıya bağımlı olmamız kaçınılmazmış. Eh, günümüze bakarak fikrin doğruluğuna katılabiliriz ama şu da var; ekrandan hızla akıp giden bilgilerin beynin potansiyelini açığa çıkarmada pek de nitelikli olmadığı anlaşılmış. Uygarlığımız yazılı kültür üzerine kurulu; okuyoruz, biçimliyoruz, değiştiriyoruz ve değişiyoruz. Sonra ani bir kopuş, artık dijital çağdayız. Geleneğin sürmesinin zor olduğunu söylüyor Wolf, niceliksel olarak belki bir süre daha devam etmemizi sağlayacak bireylerin sayısında -bu yeterlilik için gereken sayı nedir diye sorulursa cevaplıyorum, bir milyar iki insan- azalma olmayacağını söylüyor ama eğitimin niteliği de değişiyor, papağanlık para etmiyor açıkçası, ezberden sıralanan bilgilerin bir faydası yok, analitik zekanın gerektirdiği iş kolları doğuyor. Dünya her zamanki gibi değişiyor. Bu değişimde alternatif eğitim yolları bulunuyor ve bulunacak, dislektik insanlar için de farklı yaklaşımlar gerek. Böyle bitiriyor Wolf, şimdi başa döneyim.

Atalarımız beyinlerini yeni bağlantılarla süslediler ve miyelin üretimini tavan yaptırarak hiç düşünülmeyen şeyleri düşünmeye başladılar, böylece birikimli bir şekilde ilerleyen süreçte icat ettik, icatları geliştirdik, uzaya çıktık, bir dünya iş yaptık. Bunlar olurken soyut düşünme yeteneğimizi pek takdir etmedik, edelim. Bir şey okurken üç şey yapıyoruz; görüyoruz, seslendiriyoruz ve anlıyoruz. İyi bir başlangıç bu, yazının icadına kadar böylesi karmaşık bir işlemi yapabileceğimiz -bence sanat dalları dışında- pek bir alan yoktu. "Açık mimari" diyor Wolf, beynimiz bir şeylerin birleştirilmesi ve yeniden inşa edilmesi için muazzam bir alan. Proust'un okumayla alakalı yazdığı şeyleri hatırlıyorum, duyular şöleni gibi. Odası, odasının kokusu, yatağının yumuşaklığı, her şey iç içe geçmiş bir durumda. İdeal ortam beynin daha fazla çalışmasını sağlıyor ve yeni "yolaklar" için biyolojik olarak hazır hale geliyor. Machiavelli örneğin, Wolf'un aktardığına göre okuyacağı yazarın döneminde giyilen kıyafetleri giyip öyle okurmuş, daha iyi bir özdeşleşme için. Bunlar anlam arayışımız için önemli şeylerdir, küçük ritüellerdir bunlar, sıkı okurların vardır böyle garip huyları. Sıkı okuduğumu düşünüyorum, kendimden bir örnek verebilirim. Uyanınca ve uyumadan önce en az bir şiir. Sonra ne okursam okuyayım, bu şaşmaz. Neyse, ötekiye duyulan farkındalığı da artırıyor bu okuma işi, Wolf sosyal ve psikolojik alanda geçirdiğimiz değişimleri, her bir sözcüğün bizdeki yansımalarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. "Okuduğumuz ya da okumadığımız ne varsa, depoladığımız tüm anlamları yığarız oraya." (s. 18) Girift bir işlemdir bu, okurun yaşamının tamamı o sayfalarda belirip kaybolur, tekrar biçimlenir, bir sürü şey. Yapılan araştırmalara göre belli bir yaş aralığında kendilerine kitap okunan çocuklar, sonrasında kendileri okumaya başlayan çocuklar, hiç okumayanlara veya okunmayanlara göre çok daha başarılılarmış. Neyde başarılılar, işte sosyal zekaları gelişiyormuş, analitik zekaları uçuyormuş, öyle bir şeyler. Kısacası çocuklara kitap okunmalı, hatta babıldama dönemi başladığı zamandan itibaren. Farklı uyarıcıların çocukların gelişimleri konusunda faydalı olduğu kanıtlanmış bir şey, o yüzden çocukları ışığa ve sese boğmadan, farklı biçimlerde uyarırsak bilişsel gelişimleri hızlanıyor. Wolf, sinirbilimci ve çocuk gelişimi alanında ihtisas yapmış bir insan, dolayısıyla metnin yarısını deneyler, araştırmalar ve sonuçlar oluşturuyor. Çocuk gelişimiyle ilgili bölümler oldukça dikkat çekici, özellikle okuma sorunu yaşayan insanların beyinlerinin sol loblarının -sağ mıydı yoksa, şu yaratıcılık bölümü- daha sık çalıştığı gözlemlenmiş. Kaku'dan ve Kean'den biliyoruz ki belli bir duyuya kapalı olan beyin -sağırlık sonucu olabilir mesela- bu kaybını başka biçimlerde telafi ediyor, açığı kapamaya çalışıyor. Dolayısıyla çok özgün bilişsel yapılar çıkabiliyor ortaya. En bilinmiş örnekleri veriyor Wolf; Edison var, Einstein var, bir de Leonardo da Vinci. Bu üçünün dislektik olduğu düşünülüyor. Sıkıntısız bir şekilde okuyabilselerdi yaratıcılıkları bu denli gelişmeyecekti belki.

İkinci bölümde ilk yazı sistemleri var, asıl ilgi çeken bölüm benim için bu oldu. Biraz özetleyip bitireceğim. İnkaların iplikleriyle başlıyoruz. Düğümler sıralanmış, bu düğümlerden anlamlar çıkarılıyor. Değişik bir okuma biçimi, örnek olarak elimizde. Daha grafiksel şekillere geçtiğimiz zaman serüven başlıyor. Frig dilinin Antik Yunancaya, Latinceye ve Hint-Avrupa dillerine yaptığı katkıyı izliyoruz başta. Bu dilin kaynağının Asya'da aranabileceğini söylüyor Wolf, araştırmalar böyle bir kaynağın var olabileceğini göstermiş ama henüz bir kanıt yokmuş. Aslında bu alfabelerin, harflerin falan tarihinin anlatıldığı iyi bir inceleme var, ALFA'dan çıkmıştı ama adını hatırlamıyorum şimdi, okuyup buraya yazmıştım zamanın birinde. Ben daha çok bilişsel gelişimle alfabe ilişkisine odaklanıyorum şimdi, Arrival'daki meseleye geliyoruz o zaman. Wolf, sözcüklerin sağdan sola veya yukarıdan aşağıya yazılmasının bile bilişsel farklar yarattığını söylüyor, öyleyse Çinliler, Japonlar, Araplar ve Hint-Avrupa dillerini kullananlar arasında beynin biçimlenişi açısından büyük farklar doğuyor. Bu farklar ayrıntılı bir şekilde ele alınmış, hangi alfabelerin ve yazı biçimlerinin beynin hangi bölgelerini çalıştırıp çalıştırmadığı grafiklerle gösterilmiş. Çivi yazılarından, hatta taşlardan başlayan yolculuğu takip etmek keyifli, Lineer A ve Lineer B konusunda anlatılanlar da öyle. Güzel yani.

28 Mart 2018 Çarşamba

Roger Luckhurst - Zombiler: Kültürel Bir Tarih

Zombi nedir, nerelerde bulunur, önce bunun hakkında konuşmak lazım. Zombi, bilindiği gibi bir oturuşta iki insan yiyebilen, yemek ayırmadan kası kemiği lüpleten bir kişi/kurum/kuruluştur. Koşanı olduğu gibi yürüyeni, hatta oturduğu yerden çelme takarak düşürdüğünün beynini hüpleteni vardır. Kan dolaşımı olmadığı için vücudu çürüyeninden virütik enerjiyle dolup yakışıklılığını koruyanına, muhtelif çeşidi mevcuttur. Huyu suyu belli, dünyayla bir meselesi olan zombiler elbette arketipik bir korkunun ürünüdür, bu açıdan vampirlerle ve sair pek çok mahlukla akrabadır. Lakin geçmişleri Afrika'nın kara inanışlarından doğduğu için biraz karanlıktadır, popüler kültürde ortaya çıkışları yüz yıldan biraz daha öncesine dayanır. Daha da önemlisi, pek çok çeşidi olmasına rağmen tek bir prototipi vardır ve Luckhurst, araştırmasının hemen hemen yarısını bu kaynağın belirmesine ve türetilmesine ayırmıştır. Pek kapsamlı bir araştırma gibi gelmedi bana; daha çok ilk örnekler üzerinden yürüyen ve zombilerin yıllar içinde sembolize ettiği konuları irdeleyen bir çalışma bu. Yine de literatürdeki onca vampir kitabına rağmen geniş bir boşluğu doldurması takdire şayan.

"Zombiler, Hristiyanlıktaki semaya yükselişin çürümüş halidir." (s. 11) Çok şeydir zombi ama hep ötekidir. Siyahidir, köledir, sömürülendir ve içi boşaltılandır. İtkiyle hareket eder, özgür iradesi yoktur. Ölümle yaşam arasında sınır ihlali yapar, terk edilendir, öncesinde sevilen biri olabilir ama artık bir yabancıdır. Dedim de aklıma Daryl'ın abisini öldürdüğü sahne geldi. Bu derdi daha iyi anlatan bir sahne bilmiyorum:


Sophia'nın ölümü de var ama içim kaldırmadı sabah sabah.

Kaybettiklerimiz. Araya mutlak bir ayrılığın girdiği insanları bir daha görmeyiz, paylaştığımız şeyler geçmişin donukluğunda öylece kalır, solmak için. Yaşam bir taraf için durmuş olabilir veya ayrı akışlara sahip olmuştur, zaman içinde başka biri oluruz ve eskiliğimiz giderek soluklaşır, yok olur, insanlar kaybolur, insanlar belirir. Bir demet külse eldeki, ancak ölüme sunulabilir. Ölüm her şeyi temizler, bu anlamda kurtuluştur ama zombilik müessesesi ölümü tedavülden kaldırdığı için kurtulamadığımız acıları her an karşımızda görebiliriz, acıyla anımsanan insanlarla bu yüzden karşılaşmak, iletişmek istemeyiz, bizden koca bir parça koparabilirler. Sol göğsün az altından. Yani yeri gelince herkes öldürür sevdiğini. Meşru müdafaa.

"Zombi"den "zombie"ye geçiş, biçimlendirme işlemi, Batı'nın sömürgeci politikasıyla birlikte başlar. Lafcadio Hearn nam bir gazeteci, Fransız Antilleri hakkında betimleyici yazılar yazması için 1887'de bölgeye gönderiliyor ve zamanında Plivius'un, Heredotos'un yaptığı gibi kitleler tarafından bilinmeyeni -ama aslında çok iyi bilineni- marjinalleştiriyor. Batıl inançlardan yola çıkarak bir "zombi" tanımı yapıyor, nefret ettiği medeniyetten uzaklarda belki iyi niyetle yapıyor bunu ama "Victoria devri antropoloji nosyonları" vasıtasıyla, o zamanlar bilim sanılan bir paradigma. Bu konuda William Seabrook'un No Place to Hide'ı daha etkili. Seabrook birader, devrin entelijansiyasıyla içli dışlı ve çok içiyor, deli gibi içiyor. Gertrude Stein'ın onun hakkında güzel bir değerlendirmesi var; içmeye devam ederse kendi zombilerinden birine dönüşeceğine dair. Adamımız gezmeye devam ediyor, kitaplar yazıyor ve yamyam kabilelerini, Yezidileri, Vodou kültünü anlatıyor. İlginç bir kesişme var burada; Luckhurst de Weird Tales etrafındaki zombi söylencelerinde konuya değinecek ama şu incelemeye göre Lovecraft ve arkadaşları, Seabrook'tan etkilenmiş. Zombi, edebiyatta da bir izlek olarak yavaş yavaş belirmeye başlıyor böylece. Zombilik, Haiti'de sıklıkla gerçekleşen dini ritüellerin sonucu olarak değerlendiriliyor, 1930'lardan itibaren çekilen filmlerde bu folklorun izlerini bulmak mümkün. Şamanik bir ayin sonucu dirilen, akılsız bedenler. Seabrook, bu yürüyen ölülerle ilgili anlatıları derliyor, daha çok Haiti Amerikan Şeker Şirketi HASCO'nun işçileri hakkındaki anlatılar bunlar. Seabrook mevzuyu rasyonelleştirmeye çalışsa bile ateş bir kez yanmıştır, bu akla aykırı söylenceler 1915'te ABD'nin Haiti'ye "uygarlaştırıcı" bir müdahalede bulunmasına yol açar. Kapitalist prangalara Jean-Paul Sartre da dahil olmak üzere pek çok entelektüel karşı çıkar, kontrol altına alınan zombilerin günü gelince emperyalist güçlerin ta kendisi olduğunun görüleceği söylenir.

Fransa Kralı XIV. Louis'nin 1685'te çıkardığı kanundaki maddeler oldukça ilginç: "Zenci Yasası" olarak bilinen bu maddelerde Yahudiler bütün Fransız sömürgelerinden kovuluyor, Afrika'dan gelen kölelerini Katolik yapmadıkları taktirde sahiplerinin ağır cezalara çarptırılacağı söyleniyor ve her türlü dini ayin yasaklanıyor. Tek bir torbaya konan "istenmeyenler" üzerinde uygulanacak soykırıma daha zaman olsa da uygulamaların temeli o yıllarda atılmış oluyor. Yerliler hakkında söylenen yalanları en iyi derleyen Galeano olabilir ama Luckhurst de işin düşünsel planını iyi özetlemiş. İnsan eti yiyen barbarlar, yamyamlar, yabancılar, zenciler, her şey birbirinin içinde eriyor ve hedef tek bir noktaya indiriliyor. Bunda sanatçıların payı büyük, devlet adamları da zaten bunu istediği için problem yok.

İşin pulp kurgu boyutu geniş bir yer kaplıyor. Herbert West'ten Poe'nun öykülerine, oryantalizmden uzak diyarların korkunç dehşetlerine pek çok etken bir araya gelerek tipik bir zombi figürü yaratıyor: Karayipli Zombi. Edebi kaynaklar geniş, dönemin zenofobisinin yardımıyla zombilik giderek önem kazanıyor ve strigoi, yanında dünyanın öbür ucundan bir umacı arkadaşının belirmesine şahit oluyor. İlk filmlere geldiğimizde yerli zombinin nasıl tüketim toplumuna dönüştüğünü elli küsur film üzerinden görürüz. Her şey adım adım gerçekleşir; ritüeller ortadan kalkar, zombilerin yapısı değişir, koşmaya başlarlar, hatta düşünebilenleri ve dahi insana dönüşmek isteyenleri belirir. Naziler de zamanı gelince ötekinin kralı olarak ortaya çıkarlar ve zombi kültüyle birleşirler. İşin gerçekliği de ilginç bir şekilde giderek ikna edici biçimde kurgulanır; "teyit edilmiş hikâyeler" insanlara zombilerin gerçekten var olduğunu söyler ve "güvenilir" insanlar zombilerle karşılaştıklarını söylerler. Aklı başında, nelerin döndüğünü az buçuk tahmin eden bilim insanları kendi araştırmalarını yürütene kadar masallara inanılır.

İsrail'in duvarlarına tırmanan zombilerden bahsetmiyorum, o filmlerin okuması çoktan yapıldı ve kendi okumasını yapmak isteyenler için mesajlar çok açık. George A. Romero'dan bahsedip bitireceğim. Çekimlerinden taşıdıkları kodlara kadar pek çok açıdan ilgi çekici filmlerin yaratıcısı olan Romero, "modern" insanı, tatminsiz ve durmadan tüketen insanı zombilerle karşılaştırarak janra müthiş bir derinlik kazandırdığı için büyük bir adamdır. Alışveriş merkezinde yürüyen zombiler fikri şahane, bu bir. Hemen çağrışsın, Steven Wilson: "We're lost in the mall / Shuffling through the stores like zombies." İki, insanla zombinin karşılaşmasını sağlayan kaosun neferleri, nihiller de çok iyi bir fikir. Direkt çatışmanın katalizörleri, bu adamların yarattığı karmaşanın nedensizliğini seviyorum ki aslında nedenliliğini seviyorum. Bunlardan birine Carsten Jensen'in Türkçeye çevrilen son romanında rastladım, Taliban'ın tarafına geçip kendi askerlerini kendi eliyle kurşuna dizen Danimarkalı bir subay. Dengeleri değiştiren, planları bozan zıpçıktılar. Lazım bunlardan. Neyse, kapsamlı bir Romero incelemesi de var yani, hoşunuza gidecek.

İyidir ya, Luckhurst gayet iyi araştırmış.

7 Mart 2018 Çarşamba

Berkan M. Şimşek - Leopold'un Sabunu

"Leopold'un Sabunu, sonra çıkar oyunu" bildiğiniz gibi Dublin yöresinden bard makamı bir atasözüdür, Leopold Bloom nam şahsın kare haline getirdiği sayfaların ortasına konan sabunla ilgilidir, Şimşek zat epigraf olarak aldığı bu bölümle çeşitli oyunların müjdesini verir. Kurmaca oynanacaktır, fiyakalısından. Kurmaca oynamak için çeşitli araçlar vardır; pastiş olsun, zaman sıçramaları olsun, sözcükleri eğip bükmek olsun, çok sayıda teknikle postmodern postmodern işler yapılabilir. Eh, kurmacayla gerçeği ayıran sınırın silikleşmesi bir dert, oyunlar ayrı bir dert, Leopold'un Sabunu dikkat çekici bir metin. Bu bir metin, en azından orada ayaklarımız yere basıyor. Metnin kime ait olduğu, aitlik, mülkiyet, işte bu noktada arıza çıkıyor.

Bölüm başı epigrafları başka oyuncul yazarlardan, mesela Borges, mesela Ali Teoman. Dikkat çeken bir şey -kitabı yayına hazırlayan Cem Akaş'ın birkaç öyküsünde de görülebileceği gibi- Gürpınar alıntısından sonra başlayan bölümde anayla kızın diyaloglarının Gürpınar üslubuna yakın bir goy goy içermesi. Pastiş böyle bir şey, Şimşek kendi oyunlarını oynuyor ve okuruna güveniyor, bu önemli bir dalga. Başka nerelere ne tür bilmeceler saklamış, donanımlı okur bunların peşinde koşabilir. Konuyla alakalı bir diğer mesele de, var olduğunu bildiğimiz ve her şeyin etrafında döndüğü metnin dışında yaratılan bu kurgusal şamatanın çemberin dışına çıkmaması, sadece var olması için yaratılmış olmaması. Bir noktada ana akışa ilişiyorlar, ortalığı dağıtmıyorlar. Çok iyi.

Mevzu nedir? İntihal, aşırma, Hayri K. Yetik'in (ç)alıntı dediği mesele nerede başlayıp nerede biter, esinlenme masum bir hırsızlık mıdır, miri malı çalınırsa ve boynuz miri geçerse durum nedir, tamamen özgün bir şey -yaşam, metin, domates vs.- var mıdır, aşk daha kaç farklı biçimde ele alınabilir, her şey neden böyledir, mevzular bunlar. Okuyacağımız metin orijinal değildir ve orijinaldir, çelişkiyi kabullenmeye bu noktadan başlayabiliriz. Orijinal değildir, çünkü anlatıcı bu metni kendisinden çalıp yayımlatan arkadaşı Cafer'in değiştirdiği kısımları da içeren bir edisyon hazırlamıştır ve okuduğumuz, metnin bu halidir. Orijinaldir, çünkü eklenen bölümlerle birlikte -tek bir sözcük, hatta virgül eklenmiş olsa bile- metin bambaşka bir kimle bürünmüştür. Tek bir noktalama işaretinin koca bir metni bambaşka bir metne dönüştürmesi olasılığını düşününce değişimin büyüsüne kapılmamak elde değil. Bu büyü sanırım, Şimşek'in yakaladığı şey. Okumaya başlar başlamaz Cafer Âlim'in sinir krizi geçirttiği anlatıcıyla olan münasebetini öğreniyoruz ve geri kalan kısmın açıla açıla okuru bambaşka yerlere sürükleyeceğini seziyoruz. Cafer'le anlatıcının ilişkisi Ersan Üldes'in Zafiyet Kuramı'ndaki iki esaslı oğlanın ilişkisi gibi başlamıştır diye düşünüyordum, benzer bir durum var gerçekten de. Şimşek'in ayakları biraz daha yere basıyor, fark bu ama Üldes'i deli işi üreten yerli yazarlar listemde bir numaraya koyan da sanırım ayaklarını yerden kesmesi.

Cafer'in çaldığı metin esas metin, bu metni okuyoruz ve anlatıcı değişiyor, Fikret'le Mümtaz'ı tanıyoruz. Fikret'in aşık olduğu gömlek kırılma noktası; o kadar güzel bir gömlek ki aşık olduğu kızı bir başkasıyla öpüşürken görünce, öpüştüğü adamın üzerinde de aynı gömlek olunca kızın akademik kariyerini bitirme kararı alıyor Fikret, Neva'nın bölücü örgüt üyesi olduğunu fiştekliyor ve kızın hapse girmesine yol açıyor. Yüzleşme bölümünde Neva'nın kendisini hiç sevmediğini öğreniyoruz, çocuğa yazık. Fikret sadece şutlanmaya yol açacağını sanıyordu ama kızın hapse girmesine neden olunca kötülük ihtiyacını gidermiştir sanıyorum. İntikam son derece insani bir duygudur ve affetmenin erdeminden dem vurulur ama unutulan nokta, ihanetin yol açtığı yarayla yaşanılıp yaşanmayacağıdır. İntikam, varlığın sürmesini sağlayacaksa alınmalıdır. Yumruk atana muştayla girilmelidir yani, tekme atanın evine at sokulmalı, tepilmesi sağlanmalıdır. Yanlış biliniyor bu mesele, yanlış anlatılıyor. Acının yüzeyi temizdir ama derinlerinde etki-tepkinin doğal bir yansıması kıvranıp durur. Neyse, bir üst kurguya dönüp Cafer'in bu bölümü düzelttiğini okuruz, noktalama işaretsiz bu bölüm Cafer tarafından düzenlenmiştir. Metin boyunca bu tür dipnotlar düşülmüştür, dipnotlar ayrı bir metin oluşturur, ilk katmanın orijinalliğini bu dipnotlar sağlar demiştim. Cafer'le anlatıcının diyalogları sağlam, komik. Şimşek iyi bir diyalog kurgulayıcısı. Kurgunun, postmodernizmin ne olduğu hakkında konuşurlar ara ara, bunlar da iyidir. Kaypaklıktır kısaca, anlatıyı hiç olmayacak yerlere çıkarma meselesidir bunlar. Fikret, Neva'dan önceki kız arkadaşıyla devam etseydi nelerin olacağını, nasıl bir boşluğa düşeceğini kurgular mesela, en sonunda iyi ki o kızla evlenmediğini tek bir cümleyle söyler ve alternatif gerçekliği bir anda yıkar. Böyle şeyler. Çeşitli gerçekliklerin, gerçekliklerin anlatım biçimlerinin sürekli değişmesidir olay, metnin kime ait olduğu konusu da böyledir. Cafer, arkadaşının metninde yazanlardan farklı bir şey yapmamıştır aslında, paylaşılan bir gerçekliğin el değiştirmesini gerçek -gerçek?- yaşamda hayata geçirmiştir, bu yüzden suçlu olmadığını söyler.

Çalıntı meselesi şu, Fikret muhasebeci, Mümtaz sosyoloji mezunu. Bir içki masasında tanışırlar, Mümtaz bir gün Fikret'i çalıştığı yayınevine götürür. Yayınevine muhteşem bir kitap yazdığını söyleyen bir adam gelir, metnini teslim edip sözleşme imzalayacakken ölür. Mümtaz, metni Fikret'in adıyla bastırmak ister, basbayağı çalar yani. Böyle olur, sonra metnin asıl sahibi olduğunu söyleyen bir başkası ortaya çıkar, aslında o da bir başkasının hikâyelerini dinleyerek yazmıştır metni, bilmem ne. Mendil kimin arkasında, mesele bu.

Bu çember civarında biçimlenen yan değinilere odaklanacağım, asıl tat onlarda sanırım. Mesela Rüstem Bal nam bir adamın şiirleri. Şiir demek için sağlam bir dayak yemesi gerekir insanın ama Mümtaz'ın çalıştığı yayınevi olan Araf, yazarlarına diğer yazarlarının metinlerini hunharca övecekleri konuşmalar yapma şartı getirmektedir, aynı tayfa birbirini sürekli över, işleri ne kadar kötü olursa olsun. Şimşek, günümüzün yayın dünyasını, edebiyat tayfalarını da bir temiz gömüyor, bu çok hoşuma gitti. Roman yazmaya çalışan bir adamın romanını yazmaya çalışan bir adamın romanı da güzel bir parodi unsuru. Aslında böyle kurak oyunlar açısından Şimşek'in metni de tiye alınma potansiyeline sahip olurmuş, konularını genişletmeseymiş. Örneğin bir Ahmet Hamdi Tanpınar uydurmacası var ki -uydurmaca olmama ihtimalini doğurabildiği için Şimşek'i hararetle tebrik etmek lazım- akıl alıcı. AHT, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü yazar, İngilizceye çevirir ve Nabokov'a gönderir. Metin Nabokov'a ulaşmaz, o sıralarda öğrencisi -asistanı?- olan Pynchon'ın eline geçer. Sonrasında Pynchon yardırmaya başlar zaten. Gerçekleşmeyen gerçeklikler de bir nevi intihal, Şimşek gerçeklikten çalarak bunu ve benzerlerini kurguluyor, o halde yeni bir şey gerçekten yok demektir, sözcüklerin farklı dizilimleri hiçbir şekilde yepyeni bir metni doğurmaz. Bunu alıp diğer olasılıkların yanına koyalım, orada tozlansın. Borges'in harflerden oluşan şehrinde, bir evin rafı.

Sonda okur yorumu var, dipnotlu ve dipnotsuz metnin iki farklı metin olup olmayacağına dair. Kesin bir sınır belirlemek isteyen okurun talebi. Böyle bir şeyin pek de mümkün olmadığını kabul edince arkasına yaslanıyor insan, gösterinin tadını çıkarıyor.

Kesinlikle okunması gereken bir metin, kurmaca üzerine kafa patlatanlar kaçırmamalı. Berkan M. Şimşek çok iyi bir yazar.

Ek: Şunu da koyuvereyim, Barthes'tan: "Bugün, geleneksel anlamda yapıtların artık üretilmiyor olacağı bir dönem tasavvur edilebileceğini düşünüyorum; geçmişin yapıtlarının 'sürekli olarak', yani 'sonsuza kadar' tekrar yazılacağı bir dönem: temelde, hızla artan, filizlenen, geri dönen bir yorumlama etkinliği bulunacak, içinde yaşadığımız dönemin asıl yazı etkinliği bu olacak."