Laputa Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Laputa Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2019 Pazar

H. P. Lovecraft - Tuhaf Kurgu Yazmak Üzerine Notlar

Lovecraft'ın mektuplarından bir parça, makalelerinden de bir parça. Adamın otuz bin mektup yazdığı söyleniyor, o zamanların WhatsApp'i mektup zincirleri olduğu için, Lovecraft da her türlü amatör oluşumu desteklediği için gününün önemli bir bölümünü mektup yazarak geçirdiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında yazar arkadaşlarıyla mektuplaşmaları da var ki asıl ilgi çeken kısım bu ama derlemeye Clark Ashton Smith'e yolladığı mektup dışında dişe dokunur bir metin alınmamış ne yazık ki. Lovecraft'ın zaten bir avuç okuru varken mektuplarının basılması ekonomik intihar olur, elini bu taşın altına sokacak babayiğit henüz yok, interneti kurcalayınca bazı mektuplarına ulaşılabiliyor gerçi. Her neyse, bu bile önemli bir girişim. Laputa Kitap güzelliği.

Sıradan gidiyorum, Lovecraft'ın kısa bir otobiyografisi. Ataları toprak sahibi olduğu için kendini daha çok taşralı olarak görüyor. Evliliğini sürdürmek için yaşadığı topraklardan ayrılıp New York'a yerleştiği kısa sürede tutulduğu buhranları, her gün çıktığı kısa gezintilerin eksikliğini düşünürsek doğadan ayrı kalamadığını söyleyebiliriz. Çok küçükken tuhaf şeylere tutulduğunu söylüyor, babasının ölümünden sonra eksantrik bir büyükbabanın gözetiminde büyüdüğü için bu da normal. Büyükbabası Lovecraft'ı geceleri karanlık koridorlarda ve boş odalarda gezdirirmiş, karanlık korkusunu yensin diye. Poe'nun da küçükken mezarlıklarda takıldığını biliyoruz, çocukluklarında alıyorlar zehri. Peri masallarını, cadı ve hayalet hikâyelerini dinlemekten keyif alıyor Lovecraft, Yerel Şam Pazarı'ndan edindiği eşyalarla bir Arap köşesi yaptırıyor, Abdul Alhazred'in kurgusal unvanını bu sırada aldığını söylüyor. Bulfinch'in meşhur mitolojisini okuyor ve Boston'daki klasik sanat müzelerine giderek "Romalıya dönüşüyor". Roma dönemine hayranlık duyuyor kendisi, Roma'nın yıkılışından sonraki zamanların karanlığından nefret ediyor, yaşadığı çağdan da nefret ediyor, bu yüzden Roma dönemini ve öncesini araştırıyor, Yunan ve Roma mitolojisindeki varlıklara inanıp onları göreceğini hayal ediyor. Okumayı üç yaşında söktüğü ve dört yaşından itibaren uçuk kaçık metinleri okumaya başladığı için pazar okulunda pagan pagan şeyler söyleyip din adamlarını dehşete düşürüyor, okula devam etmiyor liseye kadar, evde eğitim görüyor. Liseyi zar zor bitirdikten sonra üniversiteye gitmiyor, yazma çalışmalarına başlıyor ama önce Poe okumaya başlıyor tabii, sekiz yaşında "idolüm" dediği Poe'yla tanışıyor, Poe etkisi kendini gösteriyor ve kendi sözleriyle "kötü öyküler" yazmaya başlıyor Lovecraft. Bu sırada bilimlere merak sarıyor, evinin mahzenine bir kimya laboratuvarı kurduruyor. Herbert West'in bulunduğu öyküler bu dönemin anılarıyla yazılıyor. Sonra Lovecraft bakıyor ki bilim pahalı ve ailesinin durumu iyi değil, edebiyata dönüyor. Doğup büyüdüğü ev satılıyor bu sırada, Lovecraft için büyük travma. Bir gün zengin olup evi geri almayı düşünüyor ama hiçbir zaman zengin olamayacağını anladığı an kendi dünyasını kendinden emin bir şekilde inşa etmeye başlıyor. Geçinmek için başka yazarların metinlerini düzeltiyor, bir yandan da öykülerini ve makalelerini yayımlatıyor. Yıllar geçiyor böylece. "Sosyal, sanatsal ve politik bakımdan son derece muhafazakârım ve bununla birlikte tümüyle bilim ve felsefeyle geçen otuz dokuz yılıma rağmen uç noktada bir modernistim de." (s. 17) Daktilo kullanmıyor, soğuğa karşı olağanüstü hassas olması zaten bilinen bir şey, 37 derecede kasılmaya başlıyormuş. En önemli kısımlardan biri şu: "Yayımlanmayacak yazılar üretmekteki olağanüstü hızım, ciddi baktığım bir hikâyeyi ağır ağır, özenle incelememe olanak veriyor. Ahenk ve nüanslar da dâhil, ayrıntılara çok dikkat ediyorum ama amacım mümkün olan en kuvvetli sadeliği, sanatı saklayan sanatı yakalamak. Genelde orta uzunluktaki bir hikâyeyi üç günde, farklı uzunlukta seanslarla yazıyorum. Düşünce silsilemin bozulmasını sevmediğimden başka bir işin araya girmesine izin vermiyorum." (s. 19) Cthulhu'nun üç günde ortaya çıktığını düşünüyorum, müthiş bir şey.

Bir makale, kedilerle köpeklerin kıyası. Lovecraft ağır bir kedici ama iş bununla kalmıyor, kediler üzerinden psikolojik, siyasal vs. pek çok çıkarımda bulunuyor. Ağır bir ırkçı, öyle olmadığını söylese de ırkçılık alenen ortada. Kedileri Ari ırkın yılmaz ruhundan parçalar taşıdıkları için, mitolojide önemli bir yer tuttukları için ve daha pek çok sebepten ötürü çok seviyor, kedili fotoğrafları da var kendisinin. Neyse, özet şu: "Köpeklerin en çok hayal gücünden yoksun köylü ve kasabalılar tarafından, kedilerin ise hassas şairler, aristokratlar ve filozoflar tarafından sevildiği az sonra, biraz biyolojik ortaklık üzerine fikir yürütünce daha iyi ortaya çıkacaktır." (s. 25) Valla ortaya çıkan şey müthiş bir hayal gücüne sahip bir adamın dünyayı görmek istediği biçimiyle görmesinden başka bir şey değil. Ağır bir monarşi yanlısı, faşist düşüncenin zaferini bekleyen bir adam Lovecraft, demokrasinin saçma sapan bir icat olduğunu ve aristokratik monarşiyi desteklediğini söylüyor. Seçkinci, "melez" ve "aşağılık" olarak gördüğü diğer ırkları yerin dibine sokarken köpekleri de o ırklarla bir tutuyor. Köpekler aptal, sağa sola salyalarını akıtan köleler, başka bir şey değil. Üniversitenin ilk yılında Hasan Fehmi Nemli çevirisinden külliyatı okuyup derinlemesine araştırmaya giriştiğimde Lovecraft'ın bu fikirlerini öğrenip şok olmuştum, hiç yakıştıramamıştım ama o zamanlar ayrım yapamıyordum, öykülerle öykülerin yazarı arasında derin bir uçurum olabileceğini çoktandır biliyorum.

Clark Ashton Smith'e bir mektup. Smith'in Verlaine çevirdiğini öğreniyoruz, Fransızca şiirler yazdığını öğreniyoruz, resimlerinden zaten haberdarız, eğer azıcık ilgimiz varsa. "Şimdi çizim tahtana yerleştirdiğin o yeni kâğıt için merakım daha da kabardı. Şeytani dehanın tasavvurlarıyla kâfirleşen o kâğıdı çok geçmeden görebilecek miyim acaba!" (s. 42) Lovecraft'ın bir öyküsünün karakteri olan ressam Pickman acaba Smith'ten esinlenmenin sonucu mu diye düşünüyorum, muhtemelen. Abdul Alhazred ve Necronomicon'la ilgili bilgi topladığını söylüyor Lovecraft, kurmacayı samimi arkadaşlarına yolladığı mektuplarda bile sürdürüyor, çok ilginç. Vathek'ten esinlendiğini de söylüyor arada bir yerde, zaten Doğu kültürüyle ilgili canavar gibi araştırma yaptığı için gayet mümkün. Arkham ve Miskatonic Üniversitesi de bahislerden biri. İnandırıcılık için başlangıç noktası arkadaşlar sanırım, Lovecraft inanmadığı bir şeyi yazmıyor sanki.

August Derleth'e bir mektup. Randolp Carter'ın Hikâyesi nam öykünün kaynağını anlatıyor Lovecraft, aslında öyküyü yazmadan "yazdığını" söylemek mümkün. Gördüğü bir rüyanın detaylarını veriyor: sis, mezarlık, telefon teli, kürekler, sonrasında arkadaşın mezardan aşağı inişi falan, hikâyenin aynısı işte. Lovecraft kendisini Randolph Carter'a çevirerek yazmış öyküyü. Merak ettiğim şu ki Randolph Carter'ın geçtiği diğer hikâyeleri de rüyasında mı gördü Lovecraft, yoksa iş bir noktadan sonra uydurmacaya mı döndü? Bu meselenin yer aldığı mektuplar varsa keşke onlar da çevrilseymiş.

Robert E. Howard'ın intiharından sonra kaleme alınmış bir makale var, bu makale Minima'dan çıkan Solomon Kane'in sonunda da yer alıyor. Howard'a derin bir hayranlık duyuyor Lovecraft, hatta imreniyor. Mektup arkadaşı ikisi ama hiç görüşmemişler, Howard tek bir yazar arkadaşıyla görüşmüş intiharına kadar. Onun hikâyesi de ilginç ve garip. Petrolün yanı başındaki yaşamın da petrol gibi çürümüş vaziyete geleceğinden bahsetmiş bir kez, babasının işi yüzünden petrolle sürekli burun buruna geldiği için yaşamından vazgeçmiş. Howard da çok şahane yazardır, gıyabında teşekkür edeyim.

Geri kalan makalelerde tuhaf kurgu yazmak üzerine birtakım notlar, şiir sanatı üzerine birtakım atıp tutmalar, bolca ırkçılık ve tepeden bakmacılık, ukalalık ve benzeri şeyler var, Lovecraft hayranı olan beni tatmin etti açıkçası. Fikirler değil, öykülerini sevdiğim adamdan birkaç şey daha okumak tatmin etti. Lovecraft hayranları mutlaka okumalılar, kesmeyince internetten başka mektuplarını da bulmalılar. Çevirmeliler ve mümkünse basmalılar. Evet.

9 Temmuz 2019 Salı

Kolektif - H. P. Lovecraft'ın Favori Korku Hikâyeleri

Doğan Abi kendi yağında kavrularak güzel işler yapmaya devam ediyor, gerçi bastığı şeyler çok çok küçük bir çevreyi ilgilendiren şeyler ama olsun, ben şahsen bunu basacağını öğrenince atladım ve son okuma işini üstlendim. Pek düzelmemiş gibi görünen yerleri var, yine de iyi. Kapak mapak da, eh, tek kişilik dev kadronun elinden gelen budur. Çeviri korku hikâyelerine mütevazı bir katkı, kapağı açtığınızda içeride kıyamet koptuğunu göreceksiniz, yıldızlar karması resmen. H. G. Wells var, Rudyard Kipling var, öyküleri Dedalus'tan çıkan Edward Lucas var, Ambrose Bierce var, bir dünya yazar. Deli korkacağız, of. Ben okurken korktum, darısı okuyacakların başına. Çeşit çeşit korku. Bilimle haşır neşir olan uçuk bilim insanlarının korkunç buluşları, Afrika'nın derinliklerindeki fetişler, pencerelerin önünden geçen gölgeler, karanlık odalar, ormanda yaşayan tanrılar, neler ya. Lovecraft hakkında biraz malumat sahibiysek bu öyküleri neden sevdiğini de çıkarabiliriz, örneğin Elmas Lens'i ele alalım. Anlatıcı, çocukluğundan beri her şeyi en ince ayrıntısına kadar inceleme arzusuna sahip olduğunu söyleyerek başlıyor. Mikroskopla tanışıyor, alete aşık oluyor. Merceklerden baktığı zaman bambaşka dünyaların kapıları aralanıyor, müthiş bir heyecan. Hemen çeşitli mercekleri toplamaya başlıyor, ailesinin zenginliğini bu tür işler için yavaş yavaş tırtıklıyor, üniversitede mikroskobun mucitleri ve geliştiricileriyle ilgili araştırmalara girişiyor, yaşamının tek tutkusu haline geliyor bu olay. Arkadaşındaki çok değerli bir elması bu yüzden aşırıyor, arkadaşını öldürüyor hatta. Karakterler çok derin değil, dolayısıyla birkaç basit düşüncenin ardından eyleme geçildiğini görmek, insan öldürmek gibi ağır bir işe kolayca girişmek başarılı bir anlatıya sahip olmaktan uzaklaştırıyor metni, bunu göz önünde bulundurup çocukça bir heyecan duymak lazım, yoksa hiç okunmasa daha iyi bu öyküler. Neyse, bizim eleman hemen bir medyum bulup Leeuwenhoek'e, mikroskopla ilgilenen adamların şahına en hassas mikroskobu nasıl imal edeceğini soruyor. O dönemin spiritüalizm akımını hatırlayalım, aristokrat tayfadan medyum masasına oturan çok adam var. Neyse, cevabı alıyor ve düzeneği kuruyor, mikroskobunu imal ediyor ve bir damla suyu incelemeye başlıyor. Güzellikten gözleri kamaşıyor, Animula adını verdiği bir varlık, bir kadın var damlanın içinde. Havva'ya benziyor, tek başına yaşıyor. Ormanlar, dereler, bağlar bahçeler arasında bir başına duruyor, dolanıyor, güzelliği bizimkini delirtiyor. Bu güzelliklerin üzerine acı son gecikmiyor, su damlası buharlaşınca Animula da ölüyor, bizimki çıldırıyor gerçekten, sonu kötü oluyor. Çıldırmadan önce başka bir su damlasına daha baksaymış keşke, neyse artık. Bu öyküdeki bilim insanını Lovecraft sever, çünkü kendisi de çocukluğunda bolca kimya deneyi yapmış, renkli sıvıları birbirine karıştırmış ve ısıttığı karışım patlayınca neden patladığını bu sefer kendi de anlamamış. Bu sonuncusu yok ama Lovecraft seviyormuş işte böyle işleri, Herbert West'in işleri hakkında yazdığı öyküleri biliyorsanız o damardan da haberiniz var demektir.

Pek de hatırlamıyorum öyküleri ama bir bakayım, Kipling'den Canavarın İşareti. Kolonyal bir korku öyküsüdür, Plinius'un başlattığı Öcü Doğulular anlatısının günümüze yakın halkalarından biridir. Lovecraft da Doğu'yu pek merak edip derinlemesine araştırmalar yaptığı için bu öyküyü sevmiş olsa gerek. Öykülerinde çölün ortasına kondurduğu Adsız Şehir gibi pek çok hayali şehir var, Kipling'in dünyasını daha belirsiz bir zamana çekmiş olsa gerek. Neler oluyor, İngilizler Hindistan'ı sömürüyor ve doğaüstü işlerle karşılaşıyorlar. İki kültürün tanrılarının karşılaştırılması gibi de okunabilir, Hindistan'ın daha büyülü, abra kadabralı bir mekan olarak görülmesinden ötürü tanrıların gazabı da görünür bir halde. İngiliz zaptiyeler bir tapınağın önündeki Gümüş Adam'a sataşıyorlar, Gümüş Adam her türlü sihri kullanarak kendisine ilk sataşan adamı hacamat ediyor, diğerleri korkudan altına ediyorlar. "Bilmediğiniz deliğe çomak sokmayınız, adamların kültürlerine hiç bulaşmadan uslu uslu sömürünüz" temalı hoş bir öykü. M. R. James'in Kont Magnus'u belki de bu derlemedeki en Lovecraft işi öykü, bizim büyük yazarımız James'ten bayağı bir etkilenmiş. Bay Wraxall'ın Danimarka diyarlarındaki bir macerasına odaklanıyoruz bu öyküde, eski yazıtların izinden giderek bir kalıtı keşfetmeye çalışıyor. Birçok kaynak sayılıp dökülüyor, bazılarının uydurmasyon olduğunu düşünebiliriz tabii, Necronomicon gibi. Neyse, Bay Wraxall aradığı eski yapıyı buluyor, bir kilise ama çok uzak zamanlardan kalmış. Sonrasında dehşetle karşılaşmasına şahit oluyoruz tabii, yerliler adamı uyarıyorlar ama bizimki keşfetme aşkıyla yandığı için sallamıyor kimseyi, sonradan gerçekten keşfediyor bir şeyler. Buradan da birkaç ders çıkarabiliriz. Birincisi, pagan tanrıların hüküm sürdüğü topraklarda dolanırken dikkatli olmalıyız. Bununla ilgili Netflix'in yakın zamanda çektirdiği bir film vardı, çok iyi değildi ama pagan inanışın sürdüğü diyarlarda işlerin nasıl döndüğünü anlattığı için dikkate değer bence. The Ritual'mış adı. Neyse, ikincisi de eğer bir tanrıyla karşılaşırsak mücadele etmeliyiz, inançlarımız bizi kurtarabilir. Kurtarmayabilir de, inancın keyfine kalmış artık.

E. F. Benson'ın Çok Uzaklara Giden Adam nam öyküsü Pan'a benzeyen bir varlığın yavaş yavaş ortaya çıkmasını ve iki arkadaştan birini delirtip katletmesini konu alıyor. Pan anlatıları için güzel bir örnek bu, zaten bu tanrının işi kırsalda olduğu için korku kendiliğinden doğuyor. El değmemiş bir doğa görünce iki duygu birden çıkıyor ortaya, huzur ve korku. Tabii korkuyla kafayı bozmamışlar için sadece huzur. Geçende Yeşim'le ormana girer girmez ağaçların gece vakti nasıl görüneceğini düşünüp kendi kendimi korkuttum aptal gibi, sonra her şey normale döndüyse de o insansız ortam, sessiz atmosfer beni bir anlığına boğdu. Sonra Yeşim elimden tuttu, dağ tepe, bayır çayır yürüdük. Kamp kurmayı teklif etseydi çadırın etrafına rünlerimi dizip başucuma ökse otu koyardım, o bile para etmeyebilirdi. Kararlı bir Pan karşısında pek şansımız yok. Bu öyküdeki iki karakterden biri akıl sağlığını ve arkadaşını korumaya çalışırken arkadaşı yavaş yavaş ele geçiriliyor, çok tedirgin edici olaylar gerçekleşiyor ormanda, seslerden ve hışırtılardan başka izler ortaya çıktıkça gerilimin dozu artıyor ve mutsuz son. Hoş. John Buchan'ın Kemeraltında Esen Rüzgâr öyküsü de yine kırsalda geçen, bu kez Roma mitolojisinin ve öncesinin didiklendiği bir öykü. Olayların Galler'de yaşanması ilgi çekici. Druid biraderlerin kendi folklorları bir yana, Romalılarla Keltlerin çekişmeleri de dikkate değer nitelikte. Bu öyküdeki araştırmacı dayı yaşadığı olayları yıllar sonra bir mekanda anlatıyor etrafındakilere, kendisi gibi başka bir araştırmacının yanına gidip bilgi almak istediği sıralarda yaşadığı şeyler dudak uçuklatıcı. Girmeyeceğim buna, iki örnekle geçeyim. Lovecraft'ın Duvarlardaki Fareler nam öyküsünün kaynağı Buchan'ın öyküsü olabilir. Bir ibadethane, derinlerine ilerleniyor, derinlerde saklı dehşetler var ve Romalılar kendi mitolojik dehşetleriyle de kolonize etmişler bu toprakları, bunu anlıyoruz. Clive Barker'ın Rex'i de benzer bir mevzuyu içeriyor, topraktan çıkan antik bir varlığı Bereket Tanrısı'nın durdurabilmesine dair fena korkutan bir öyküydü o da. Kısacası Britanya'dan bu konuda daha çok ekmek çıkar, adamlarda çok acayip bir tarih ve çılgın bir kültürel çorba var, deli kaynaklar.

Toplamda on üç öykü var, her birinde Lovecraft'tan bir parça bulabilirsiniz. İlginizi çekerse artık. Ben adamı hayranlık derecesinde sevdiğim için hemen her şeyiyle ilgileniyorum, o yüzden, dediğim gibi, direkt atladım. Düzenli bir şekilde okumaya başlamamı Lovecraft'a borçluyum. Siz de bir Uzaydan Düşen Renk almaz mıydınız? Filmi mi, dizisi mi ne çekiliyor veya çekildi, vizyona girmesini bekleyeceğiz.

15 Ekim 2018 Pazartesi

Arthur Machen - Beyaz İnsanlar & Kızıl El

Düzeltisini ben yaptım ama yine kaymış bir şeyler, o kadar da dikkat etmiştim. Demek ki iyi yapamadım ya da dosya benden çıktıktan sonra bir şeyler olmuş, son okumada veya dizgide, bilemiyorum. Yine de olmuş diyebilirim, bitiresiye okurdum. Okudum, iki ay oldu sanırım. Not falan da almadım haliyle, Doğan Abi'den metnin basılı halini yeni aldım. Hatırladığım kadarıyla, orasını burasını karıştırarak anlatmaya çalışacağım. Önce Doğan'ı anlatayım biraz. Benim gördüğüm en edebiyat düşkünü iki üç insandan biri. Yayınevlerini geziyor, kitaplarını topluyor, okuyor, sonra tekrar. Yayıncılık işine girmesi, okunacak çok sayıda güzel şeyin Türkçeye kazandırılmadığını fark etmesiyle başlıyor. Ben kendisini Lovecraft'in doğaüstü korku üzerine yazdığı bir metni basması vasıtasıyla tanıdım. Sonrasında oturup muhabbet ettik, dağıtımcılardan ucuza kitap almam sağladı derken tanışlığımız arkadaşlığa döndü, çok iyi oldu. Fantastik ne varsa takip ediyor, buluyor, bulduruyor. Helal abi.

Machen, Lovecraft dahil pek çok yazarı etkilemiş, türe Kelt söylencelerini sokmuş bir korku yazarı. Borges'in derlediği kitaplıkta yer alıyor, onun dışında Karanlıkta 33 Yazar derlemesinde vardı diye hatırlıyorum, bir de Monokl ve yakın zamanda İthaki tarafından iki metni basıldı. Türkçeye kazandırılması gereken bir yazar, kozmik korkunun atalarından biri olduğu halde bizde pek bilinmiyor, en azından türün sıkı takipçilerinin dışında bilen yok. Çevrilsin yani, Doğan Abi iki öyküsünü bastı ama yetmez, daha çok eseri basılmalı. Sadece korku da değil kendisini çekici kılan, korkunun kaynaklarını irdelemesi karakterlerin psikolojik derinliklerini de ortaya çıkarıyor, sadece doğaüstü varlıklar tarafından değil, bilincin oyunlarından da korkar hale geliyoruz. Kolektif bilinçaltının derinliklerinde çok eski, kadim varlıkların gölgeleri büyüyor, üstelik bu sadece zihinde gizli bir dehşetin gölgesi değil, yemyeşil doğasının ve tarih öncesinden gelen kültlerinin mistik bir hava kazandırdığı Kelt diyarlarının derinliklerinde barınan varlıkların keşifleriyle ortaya çıkan bir gerçeklik-fantazya dünyası. Tekinsiz, karanlık bir bölge. İnsanın en kadim korkusu olan bilinmeyenin korkusu, köklerini Ortadoğu topraklarındaki eski anlatılardan aldığı kadar bu cennet çayırlarından da alıyor, böylece insanların huzur buldukları yerler bir anda her türlü doğaüstü varlığın gezindiği, korku dolu bölgeler haline geliyor. Machen, çağdaşı Yeats gibi Kelt kültürünü merkeze alarak Yeats'in romantizmi yerine karanlığın doğurduğu tedirginliği koyuyor.

Machen'in izlekleri dönemin korku öykülerin izlekleriyle benzer özellikler taşıyor. Diyaloglardan türeyen hikâyeler, belli bir yörede yaşayan yaşlı insanların anlattığı söylenceler, anlatılanların gerçekliğini tasdikleyen objeler, inançla bilginin kesişim noktasında gerçeği arayan insanlar öykülerin temel taşlarını oluşturuyor. Beyaz İnsanlar'a baktığımızda gizemli bir adamın azizlerle günahkârları kıyasladığı, günahın doğasını anlattığı başlangıç bölümü çoğu korku öyküsünde görülebilecek bir teknikle ilerliyor. "Bilen adam", meraklı olana yaptığı açıklamalarla karşısındakinin inançlarını sorgulanabilir hale getiriyor ve fantastik bir dünyanın kapılarını aralıyor, Cotgrave adlı meraklı adama tanıdığı bir kızın yazdığı defteri vererek doğaüstünün mucizelerine şahit olan insanların tecrübelerini aktarıyor. "El yazması tekniği" her zaman başvurulabilecek bir yöntem, metinde bir başka katmanı oluşturuyor. Defteri yazan kız, Yeşil Kitap adını verdiği bir kitaptaki Kelt inanışlarını, tanrılarını, varlıklarını öğreniyor, annesinin ve bakıcısının anlattığı hikâyeleri aktarıyor. "Ay'a kadar uzanan beyaz yer" adını verdiği bir bölgede ritüellerin izlerini arıyor, ağaçların arasında dolanıp denk geldiği varlıkların olağanüstü dünyalarını anlatıyor, korku dolu kaçışlarında yaşadıklarını civarda anlatılan masalsı hikâyelerle bir tutarak kendisini de bir masal karakterine dönüştürüyor. Defterin okunması bittikten sonra Cotgrave, defteri veren ilginç adam Ambrose'a kızın akıbetini sorduğunda Ambrose'un kızı bulanlardan biri olduğunu öğreniyor, kız köklerin ve dikenlerin arasında, defterde anlatılan bembeyaz, Roma işçiliğinin izlerini taşıyan bir heykelle birlikte bulunuyor. Sonrasını anlatmıyor Ambrose, hikâyenin anlatıldığı kısmıyla güzel olduğunu belirtip öyküyü sonlandırıyor.

Beyaz El, sokak ortasında bir ceset bulan iki arkadaşın yaşadığı macerayı anlatan, biraz polisiye ve çokça korku öğesi taşıyan sıkı bir öykü. Kentte geçiyor, büyük bir bölümünde kırsalın dehşetinin kente akın ettiği zamanlarda, karanlık ve izbe sokaklarda yaşanan cinayetlerin kaynağı araştırılıyor. Adım adım ortaya çıkarılan bir gizem, yine okült bir obje, paranormal hadiseler derken yeterince korkmuş bir vaziyette bitiriyoruz öyküyü.

Machen'e eğilelim, metinlerini çevirelim, Doğan'a teşekkür edelim. Okuyalım.

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Robert E. Howard - Çatıdaki Şey

İthaki'den umudu kestikten sonra Laputa Kitap'a mesaj gönderdim, belki Lord Dunsany, Clark Ashton Smith gibi yazarları basarlar diye. Kısa sürede cevap geldi. Tek bir kişinin hemen hemen bütün işlerini yaptığı bir yayıneviymiş, o yüzden Laputa da kısa vadede girişmeyecek bu yazarlara ama Lovecraft'in Edebiyatta Doğaüstü Korku'sunu basmaları bile başlı başına bir iş. Çok profesyonel bir çalışma beklememek gerek; kapak tasarımı kötü ve yazım hataları can sıkıcı derecede ama bu kitapta yazım hataları oldukça azalmış. Yayınevinin olanakları gelişmiş sanırım, redaksiyon ve son okuma yaptırılmış. Bu iyi haber, kötü haberse kapak tasarımı yine kötü. Yavaş yavaş olacak, aynı çizgide giderlerse bir takipçileri cepte.

Howard'ın bu derlemedeki birkaç öyküsü Cthulhu Mitosu'na dahil edilebilir, öyküler zaten Cthulhu Mitosu Öyküleri'nde de yer alıyor. Çevirileri karşılaştıramadım, kitap yığınının içinde diğer kitabı bulmam mümkün değil. Göze batan bir falso yok, kaliteli iş olduğunu söyleyebilirim. Daha çok korku öyküleri var burada, kılıç ve büyüye dair çok az unsur var. Howard okumaya başlamak için ideal kitap olabilir, yazarın kurduğu tekinsiz dünyanın pek çok öğesini içeren öyküler Howard'ın düşlemine bir giriş niteliği taşıyor. Örneğin Von Junzt ve bu kaçık herifin yazdığı Unaussprechlichen Kulten -İsimsiz Kültler olarak çevrilmiş, İthaki versiyonlarında orijinal isminin kullanıldığını hatırlıyorum- üç öyküde yer alıyor. Bu arkadaşımız 19. yüzyılın başlarında dünyanın hemen her yerini gezmiş, bütün umacıların izini sürmüş ve eserini kaleme aldıktan sonra, demir parmaklıklı ve kapısı asma kilitli bir odada boğulmuş olarak bulunmuş. Kitabı yıllar sonra tekrar basılmış, sınırlı sayıda.

Çatıdaki Şey öyküsünde bu kitabı arayan Tussman adlı karakterin şahit olduğu kozmik dehşetleri görüyoruz. Anlatıcı olan arkadaşının yardımıyla kitaba kavuşan Tussman, Honduras'taki kadim uygarlığın izlerini buluyor. Söylenene göre İspanyolların gelmesinden çok önce orada bir medeniyet varmış, bilgelikleri dünyanın kara çağlarına kadar uzanıyormuş. Batmışlar haliyle, Tanrı'ya oldukça yaklaştıkları için belki. Gizli bir tapınakta baş rahibin mumyası varmış, Kara Kurbağası Tapınağı Von Junzt'un deli saçmalarının arasında gerçek olabilecek birkaç detaydan biri. Tussman bu tapınağı bulmak için yola çıkıyor, anlatıcı kendi araştırmalarını yaptıktan sonra arkadaşını uyarmak istiyor ama çok geç, adam yola çıkmış. Birkaç ay sonra mektup geliyor Tussman'dan, anlatıcıyı evine çağırıyor. Tussman kara kurbağa mücevherini bulmuş, daha fazlasını da bulmuş aslında, anlatıcı evin dışında toynak sesleri duyuyor. Tussman'ın anlattığına göre Macaristan'daki Kara Taş'ın üzerindeki bozuk hiyerogliflerin benzerleri Honduras'taki tapınakta da mevcutmuş, böylece farklı kıtalara yayılmış bir kültürün izleri çağlar sonrasında bir araya geliyor. Belki de Pangaea zamanından gelen bir şeydir, bilemiyoruz. Geri kalan bölümde mitosu andıran konuşmalar yapılıyor; ölmeden uyuyarak bekleyen kadim bir varlık, bu varlığa tapınan antik çağların fanatikleri, bir dünya şey. Tussman'ın sonu klasik, kendisini takip eden tanrının hışmına uğruyor.

Asurbanipal'in Ateşi, Lovecraft'in Adsız Kent'iyle aynı kumaştan bir öykü. Çılgın Afgan Yar Ali'nin bol bol kemik kırdığı, arkadaşı Steve Clarney'nin katakullilerle düşmanlarını alt ettiği bir yolculuğa çıkıyoruz. Macera öyküsü; tekinsizliğin korkusu sonlara doğru ortaya çıksa da öykünün atmosferine bol aksiyon hakim. Bedevi saldırıları altında eski bir şehri arıyorlar. Türklere göre Kara Şehir, ve Araplara göre Beled-el-Djinn. Necronomicon'da bahsi geçiyor, mitosa güzel bir katkı. Atlamalı zıplamalı maceralardan sonra bahsi geçen tapınağı buluyorlar, Baal'ın heykelinin ve kozmik dehşetlerin koruduğu bu tapınaktan ucu ucuna kurtuluyorlar. Son anda geriye dönüp bakma izleği var, Clarney bir anlığına gördüğü şeyden ötürü delirecek gibi oluyor ama yırtıyor. Deliliğin Dağlarında'da yırtamıyordu eleman, Yunan söylencelerinde de yırtamayan pek çok mitik karakter var. Bu açıdan yasak olana göz atıp faciaya uğramamak, dönemin serüvenden serüvene atılıp dünyanın gizemlerini ortadan kaldıran süper kahraman benzeri karakterleri için normal. Howard aslında çizgi roman kültürünün temellerinin atıldığı zamanlarda bu türün belli başlı birkaç kuralını belirlemiş olabilir.

Bir iki detay daha. Bu şehrin tarihi anlatılırken Xuthltan nam büyücünün yediği herzeler anlatılır. Şehir Günlerin Başlangıcı denilen zamanlarda yaratılmış ve uzunca bir süre kimse bu şehre yaklaşamamış. Asurbanipal zamanında Xuthltan ortaya çıkmış, düşmanlarını unutulmuş tanrıların yardımıyla -Cthulhu, Yog-Sothoth gibi aşina olduğumuz tanrılar canım, yabancı değiller- hacamat etmiş. Bu hırslı büyücünün adına Kara Taş'ta da rastlayacağız.

Kara Taş, mitosun kilit öykülerinden biri. Howard, Lovecraft'in kozmik kurgusundan etkilenen sayısız yazardan biri ama mektup arkadaşlıkları ve birbirlerinin yaratılarından esinlenmeleri, mitosun pek çok başarılı öyküyle desteklenmesini sağlamış. Paslaştıkları söylenebilir; birinin uydurduğu kitabı veya tanrıyı bir diğerinin öyküsünde bulabiliriz ki bu durum Lovecraft-Bloch ilişkisinde iyice ayyuka çıkıyor. Lovecraft'in bir öyküsünden esinlenen Bloch, ustaya saygı kuşağı kapsamında bir öykü yazıyor. Lovecraft bu çömezin yazdığı öyküyü pek beğeniyor, devam öyküsü yazıyor. Yazarlık hayatının başındaki bir genç için müthiş bir mutluluk kaynağı, Bloch sevinçten havalara uçmuştur bence. Neyse, Kara Taş diyorduk. Burada da Von Junzt ve Kara Kitap'ı var. Von Junzt, Macaristan'ın tepelerindeki bir taştan bahsediyor, kapkara ve dünyanın kendisi kadar eski. İnandırıcılık boyutunu desteklemek için bilimsel tartışmalar da üfürüyor Howard, Kara Taş'ın tarihi konusunda uydurulan teorileri tartışıyor söz gelişi, Otto Dostmann'ın teorisine göre Hun istilası sırasında Gotları darmaduman eden Attila'nın onuruna dikilmiş bu taş. Von Junzt'a göre Stonehenge'i Fatih William'ın inşa ettirdiğini söylemek kadar komikmiş bu. Kısacası işin bu boyutu olmasaydı ezoterik hadiselerle kafayı kırmış, sivilceli bir veledin sayıklamalarından öteye gidemeyecek bir anlatı ortaya çıkabilirmiş. Örnekleri var, korkunç ölçüde kötü. Howard için bunu söyleyen taş olur, kendisi arka planı o kadar sağlam kuran bir yazardır. Macaristan'ın doğası, karakterlerin dehşetli hatıralarının aktarımı, anlatıdaki hemen her şey kusursuzluğa yakın bir gerçeklik taşır.

Anlatıcımız taşı bulur, taşın yakınlarındaki Stregoicavar nam köyden yeterince efsane depolar ve geceyi taşın yakınlarında geçirir. Tam da yaz  dönümü gecesine denk gelir, çok değişik olayların yaşanacağı yegane gecedir bu. Bir şeyler yaşar, ben birkaç detay verip geçeyim. "Strigoi" sözcüğü çeşitli mahlukatlar için kullanılıyor; vampirler ve ecinniler bu mahlukatların içinde. Çağlar öncesinin dehşeti, yerel inanışlara kadar parçalanıyor ve varlığını sürdürüyor. Köyün eski adı Xuthltan bu arada, önceki öyküden hatırlıyoruz bu ismi. Selim Bahadır'ı da anmak gerek; Türk akıncılar Macaristan'da at sürerken bu bilge komutan o topraklarda, Kara Taş'ın ardında ne gibi dehşetlerin yattığını biliyor ve Muhammed zamanından kalan büyülerle, kılıcının yardımıyla kara tanrıyı alt ediyor, toprağın derinliklerine gömüyor ama sonsuza kadar değil. Ölmeyen her şey zamanın sonuna kadar bekleyebilir.

Sırtlan'dan itibaren mitos öykülerinden uzaklaşıyoruz, Howard'ın korkulu dünyasına yaklaşıyoruz. Afrika'da geçen bir form gezgininin öyküsü bu. Dev gibi bir zenci olan Senecoza'nın sırtlana dönüşüp terör estirmesiyle alakalı. Hayvana dönüşme miti insanlık kadar eski, insanın kendi yansıması olarak görmeye başladığı hayvanların kutsallaştırılmasıyla ortaya çıkan bir şey. Dünyanın hemen her bölgesinde buna benzer inanışlar var. Druidlerden Hindulara bir yol, dünyanın en kuytu yerine uzanıyor. Deniz Laneti, son derece içten edilen bir lanetin sonuçlarıyla ilgili. Düşteki Yılan, hep aynı düşü görmenin gerçekliğe bir saldırı olarak algılanması ve düşün gerçeğe dönüşmesi üzerine. Villefére Ormanında tipik bir Solomon Kane öyküsü olabilirmiş, oldukça benzeri bir öykü zaten ilk Solomon Kane öyküsünde mevcut. Ormanın karanlığında gizlenen dehşetlerin ve yine bir form gezgininin öyküsü.

Ölümün Korkunç Dokunuşu. Bu öykü, korkunun doğasını anlayıp korkudan hoşlanan herkes için küçük bir hazine. Bilinmeyenin korkusu insanı kolaylıkla ele geçirebilir, bir ölünün başındayken sabahın gelmesi bekleniyorsa.

Howard, serbest kalmak için bekleyen iblislerin zincir kırıcısı. Türü sevenler kaçırmaz gerçi, fikir sahibi olmak isteyenler de buradan başlayabilir.