Marcel Proust etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marcel Proust etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2019 Cumartesi

Marcel Proust - Üst Kat Komşusuna Mektuplar

Plaket çakmışlar, "Marcel Proust 1909'dan 1917'ye kadar bu binada yaşadı". Haussmann Bulvarı 102 numaradaki dairenin planına bakınca Proust'un kocaman bir evi hastalığıyla dolduramayacağını seziyoruz, mektuplarında komşularından sessizlikten başka bir şey istemediğini görünce geniş tuttuğu yaşam alanını anı-kurmaca karışımıyla doldurmaya çalıştığını düşünebiliriz. Banyo, çalışma odası, mutfak, sahanlık, yemek odası, oda, tuvalet, büyük salon, küçük salon, Proust'un odası, avlular, kocaman bir alan. Yalnızlığını yazarak dindirmeye çalışıyor, yedi ciltlik metninden başka dostlarına mektuplar yazıyor durmadan, bu metinde üst kat komşusuna yazdığı mektuplar var. Madam Williams çaldığı harpıyla Proust'un eve kapandığı günleri renklendiriyor, istekleri çalıp çalmadığını bilmiyoruz ama Proust mektuplarında müziği çok sevdiğini söyleyerek dinlemek istediği parçaları iliştiriyor araya dereye, operaya veya müzikli etkinliklere gidemediği zamanlarda üst kattan gelecek müziği bekliyor. Gürültüleri beklemiyor, gürültü fobisinden ötürü işkence çektiğini görüyoruz, odasının tam üzerindeki asma katta Madam Williams'ın dişçi eşinin muayenehanesi var. Proust şikayetlerini arka arkaya sıralasa da Madam Williams'ın naif, incelikli hallerini pek beğeniyor ve sık sık çiçek yolluyor mektubun yanında, Madam Williams da çiçek yolluyor, güzel bir mektup arkadaşlığı. "Sessizliğin anahtarlarını elinde tutan bir komşunun gözüne girme arzusunun ötesinde, bu diğer münzevi için gerçek bir sempati, bir dostluk, bir tür sevgi duyuyor; görünmez ama mevcut bir kadın, öbür hastanın, Madam Straus'un annelik rolünü oynuyor adeta." (s. 8) Ne yazık ki Madam Williams'ın mektupları yok, Proust'un yazdıklarıyla yetiniyoruz. Neler yazıyor, kadının hassas ruhundan hemen her mektupta bahsediyor, yedi ciltten ilk ikisini hediye olarak yolladığını öğreniyoruz arada derede. Diğer ciltleri yazdığı zamanlar, savaş çıkınca metinlerin basımı ertelenecek ama Proust yazmaya devam edecek. Büyük yapıtının gizlerine dair pek çok bilgi veriyor, mektupların en dikkat çeken kısımlarını oluşturuyor bu. Örneğin Madam Williams'ın kardeşi savaşta ölünce Proust ne kadar üzgün olduğunu söyleyip yine cephede ölen yakın arkadaşı Bertrand de Fénelon'dan bahsediyor ki romanlarda Robert de Saint-Loup olarak biliyoruz kendisini. Bunun yanında ikinci ciltten birkaç bölüm gönderdikten sonra o cildin pek bir şey anlatmadığını, planları aydınlatan asıl cildin üçüncü olduğunu belirtiyor. Charlus, Odette, Swann gibi karakterlerin gerçek yaşamdaki izdüşümlerine rastlıyoruz, romanda nasıl gerçekten daha gerçek oluyorlar, bunun sırrına rastlamıyoruz ama Proust'un yaşamında karşılaştığı hemen her insanı bir karakter olarak metinlerine yerleştirdiğini öğreniyoruz, örneğin Madam Williams'ın dişçi eşi Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'de karşımıza çıkıyor, hoş bir adam olarak. Bir başka örnek, Proust'un eski dostu, Madam Williams'ın arkadaşı Clary zamanla kör olur, romanda Charlus'ün kör olmasının kaynağıdır bu. Gerçeği olduğu gibi kurmacaya çevirmek, hastalığından ötürü yıllar boyunca münzevi gibi yaşayan bir adamın ölümle başa çıkabilmesi için iyi bir yol gibi görünüyor. Proust empati kurarak karşısındaki insanın aklından geçenleri anlayabilecek kadar zeki, sosyal zekası gelişkin olduğu için karakterlerini kolaylıkla kurabiliyor ve metne aktarabiliyor. Bu arkadaşlığın önemi romanlara dair ipuçları vermesiyle sınırlı değil, Proust'un sosyal ilişkilerinde gösterdiği özene dair çok şey öğreniyoruz. Adam gürültünün tasvirini yaparken Verlaine'in bir şiirinden alıntı yapıyor örneğin, buna benzer pek çok anıştırma ve alıntı var. Hoş.

1908'den savaş sonlarına kadarki süreçte yollanan birkaç mektup, haliyle metin kısa ama her bir mektupta dikkat edilecek birkaç detay var. Bazılarına değineyim. Proust, Madam Williams'ı görmek istediğini hemen her mektupta dile getiriyor, hatta bir kezinde eşin işlerinden ötürü seyahate çıkmış olmasından, oğlun da savaşa katılmasından ötürü yalnızlıklarını dindirmek için görüşebileceklerini söylüyor. Görüştüklerine dair ipuçları var, tabii kadının mektuplarının eksikliğini çekiyoruz yine. Dişçiye gönderilmiş mektuplar da var, biri şöyle sonlanıyor: "İşçilerin çalışma saatlerini kaydırarak çıkardığım masraflar için size olan borcumun tutarını mutlaka bildirmenizi rica ediyorum." (s. 24) Proust'un uykuları düzensiz, dört saatlik uykudan sonra güne başlayıp çalışabildiği kadar çalışıyor, dinlenebildiği kadar dinleniyor ve ıstırabının dizginlenmesi için elinden geleni yapıyor. Üst kattaki tadilat sürerken çalışma saatlerinin değiştirilmesini rica etmiş belli ki, saatler kaydırılmış ve Proust rahata ermiş biraz. Biraz, sonraları yine gürültü bahsi açılıyor ve Proust yapacağı işlere göre ertesi gün hangi saatlerde gürültü yapılmaması gerektiğini söylüyor. Psikolojisinin pek yerinde olmadığı malum. "Hem zaten, bütün hastalar gibi, ben ömrümü çirkinlik içinde geçirmeyi öğrendim, kaderin cilvesi bu ya, o çirkinlikte kendimi genellikle daha iyi hissediyorum." (s. 29) Bunu yazma edimiyle denkleyebiliriz, Proust uzunca bir süre yaşamayacağını biliyor ve aslında üç cilt olarak tasarladığı anlatısının daha da genişlediğini, uzadığını görünce acısını belli bir düzeyde tutarak yaşamayı sürdürüyor, yazmayı da. Guermantes Tarafı'ndaki bazı tasvirlerin kendisini pek tatmin etmediğini söylediği an sinirlenmemek elde değil, dalga geçer gibi de söylemiyor bunu, gayet ciddi. Derin nefes alıp ilerliyoruz ve Gide'in Proust'u ziyarete geldiğini öğreniyoruz, Gide'in günlüklerinde de geçiyor bu bahis. 1916'ya ulaşıyoruz, son mektupta birtakım arkadaşlıklardan, savaşın yıkıcılığından bahsediliyor ve birkaç fotoğrafla metin sona eriyor.

20. yüzyılın en iyi sanatçılarından birinin mektupları da başlı başına sanat eseri, Proust'un hiçbir şeyini bilmeyen biri bu mektupları okusa bir novella okuyormuş duygusuna kapılabilir. Arkadaşlıklarının nasıl sona erdiği bu novellada yer almaz, ben anlatayım, 1919'da evlerinden ayrılıyorlar. Son mektuplar kayıp, Proust'un vedasını okuyamıyoruz bu yüzden. Madam Williams eşinden ayrılıyor, üçüncü bir evlilik yapıyor ve o da hüsranla sonuçlanınca 1931'de intihar ediyor. Proust 1922'de hayatını kaybettiği için kadına moral verecek kimse yok, Proust yaşıyor olsaydı belki her şey daha farklı olurdu. Aralarındaki derin dostluğu şuradan da anlayabiliriz, Proust hiçbir tanıdığına Madam'dan bahsetmiyor, sanki kendisine ait bir parçayı korumak istermiş gibi.

Kısacık ama uzuncuk bir metin, okunmalıdır. Evet.

9 Eylül 2019 Pazartesi

Marcel Proust - Kayıp Zamanın Etrafında

İzini sürdüğü kayıp zamanın ilk cildini yazdıktan sonra bu parçaları yazmış Proust, sonraki ciltlerde parçaların yavaş yavaş açıldığını, genişlediğini ve büyüdüğünü görüyoruz, yani bu parçaları yola çıkış noktaları olarak görebiliriz. Combray nam kurmaca şehirdeki kilisenin uzun uzun tasvir edildiği bölümün prototipi bu parçalarda var örneğin, Gilbert var aynı şekilde, Proust'un çocukken aşık olduğu kız olarak ortaya çıkıyor, adı verilmiyor başta, sonradan Gilbert olduğu anlaşılıyor. Sekiz kısa parça, son dördü Le Figaro'da yayımlanmış. Soluklanmak için mi diye düşünüyorum, onca sayfayı yazmaya girişmeden önce bir deneme belki, izlenimleri sabitleme çabası, çok şey. Onca cilt bittikten sonra Proust'tan veya Proust'a dair hiçbir şey okumak istemedim, dinlenmek için kendime zaman ayırdım, sekiz aydan sonra zamanın geldiğini hissedip elime aldığım ilk metinde tekrar o ciltlere dönmüşüm gibi hissediyorum, kısacık bölümlerde bile ânın can havliyle kavranmaya çalışıldığını görebiliyoruz, şahane bir şey. 

Önsözde çevirmen Didem Nur Güngören'in Roza Hakmen'e teşekkür ettiğini görüyoruz ilk, hoş bir jest. "Marcel Proust, aslında ömrü boyunca Kayıp Zamanın İzinde'yi yazdı. Lisede yazdığı ilk kompozisyonlardan, gençliğinde yayınlanan gazete yazılarına, ilk roman denemelerinden mektuplarına dek, sonunda Kayıp Zamanın İzinde'de bir araya getirerek devasa bir yapı inşa edeceği bir harcı, senelerce yazıp yazıp bozdu." (s. 9) Illier-Combray, Venedik, şehir, taşra, kısacası mekan birikti, onca nesne, duyular, her şey birike birike ciltlere dönüştü sonunda. Merleau-Ponty için "görünürle görünmez arasındaki ilişkiyi saptama" işini Proust'tan daha ileri giden kimse yok, yaşamı olduğu gibi aktarma konusunda bilincin işleyip işleyemediği onca veriyi ondan daha iyi kimse aktaramadı. Doğayla temasında bunu sezebiliriz, onca çiçeğin arasında bir duyguyu arıyor Proust, her şeyi görüyor, anlıyor ama her şeyin duygusunu çözmek için durmadan deniyor, araya bir bulut ekliyor ve manzara değiştikçe arayışı başka bir boyut kazanıyor. Kollarıyla deli dolu beslenen su. Sınır yok, bu dehşete düşürüyor. Kendisi sınır olan insan, bu da rahatlatıyor. Proust yaşadığını yazdı, ne yazmak hem de. Bu metinlerde de pırıltıları görülebilecek şey. Güngören'e göre farklı bir nokta, edebi eserlere göndermeler ve güncel olayların irdelenmesi ama bunlar o ciltlerde de yok mu, mesela Dreyfus'la ilgili bitmek bilmeyen bölümler, yazarlara göndermeler, büyük bir fark yok aslında. Gazeteci Proust'un Romancı Proust'tan farklı olduğunu söylemek güç. En başta deniyor zaten, yazdığı her şey tek bir anlatının parçaları olarak değerlendirilebilir diyeceğim ama yazdığı her şeyi de okumadığım için bilemiyorum, gerçi mektuplarında da aynı hava var, sanat yazılarında da var, işin içinden çıkamayıp hepsini tek bir metnin parçaları olarak görmeye meyilliyim. 

Bölüm başlıklarını vermeden ilerliyorum, gençlik mektupları. Gökyüzü tasvirleri. Akşamın ilk saatlerinin uykusuzluğundan bahsediyor Proust, sanki az sonra uyumaya çıkıp annesinin iyi geceler öpücüğünü bekleyecekmiş gibi. Yemekte kokusunu aldığı çiçeklerin ve çayın kendisini bir bahçeye sürükleyeceğini, bahçede babasının arkadaşlarıyla karşılaşacağını ve yazdığı son metinden bahsedilince kızaracağını düşünüyorum, oluyor bu. Uykuya dalınacak, ay izleniyor, yastıklarda bir baş. "Yatağın içi yumuşacık... Uyuyorum." (s. 22) İki sayfada uyuyor Proust, oysa şaheserinde uyumadan öncesi için genişçe bir yer ayırdığından yetmiyor bu, eksik geliyor ister istemez. Daha fazla anlatması için adamı uykusundan etmek gerekiyor ama dokunmuyoruz, sonraki bölümde bulutlara geçiyoruz, rüyasını anlatır gibi Proust. Erguvaniler ve yaldızlar. Akşam vakti güneşin alçalmasıyla birlikte ortaya çıkan yıldızlar, sessizlik, doğanın hışırtıları, bu. Beyaz illüzyonlar gökyüzünde salınıyor ama her zaman değil. "Zira insanoğlu gönlünde onu doğanın bütün yapılarına bağlayan, öylesine gizli, öylesine sağlam bir halat taşır ki, doğaya ait bir şey gördüğünde, sonsuz sayıda farklı biçimlere bürünen ama yine de daima var olagelmiş duyguların hükmünde olduğunu hisseder." (s. 24) Proust gönlündeki acıları bir ırmağa fısıldadığını, bir kuşa kuğurduğunu söylüyor, karşılık olarak onların da şiire benzer teselliler sunduklarını söylüyor. Şair ya da filozof olabilir bu tür insanlar, Proust'un iddiasına göre hal buyken kendisi hakkında ne düşünüyordu acaba, yüzünün kızarması dışında? Normandiya kıyıları yine bir berraklık ânı yaratıyor, melankolik bir haz doğuyor Proust'un içinde, denizin müzikle denk olduğunu söylüyor, bir metni beşinci kez okumak için girdiği Norman evlerinin güzelliğinden bahsediyor. Beşinci kez. Kendisinin aynılığını bulmaya çalışıyor belki, bir duyguyu tekrar yakalamaya çalışıyor veya. Paskalya zamanı için düşündüklerini doğayla karşılaştığı her an için dile getirebilir: İnşa edilen geçmişi Nehir Roman olarak düşünmek. 

İki ana bölümden ilkindeki dört parçadan sonra Le Figaro'daki yazılar geliyor, yine dört parça. İlkbaharın eşiğinde yumuşak bir kış, sona ermek üzere. Şubat ayında akdikenler açmış, Proust kendini kaybetmiş. "Ne zaman akdikenlere baksam, onları ilk kez gördüğüm çağı, o akitler sahip olduğum yüreği yeniden buluyorum hâlâ." (s. 39) Kendini bulmuş aslında, kaybetmemiş. Bir kurabiye, bir çay, bir akdiken, geçmişte yer alan ne varsa tekrar görüldüğü zaman yolculuk başlıyor. Proust kadar yolculuk yapmış biri azdır herhalde, uzamın uçları arasında sayısız kez gidip geliyor, keyif alıyor bundan. Kendisi de anlamıyor bazen, geçmişin ay ışığıyla şimdinin çiçek kokularının nasıl aynı zamanda ve mekanda bulunabildiğini merak ediyor. En sonunda akdikenleri bırakıp Paris'e gideceğini, davetlere katılıp türlü saçmalıkları dinleyeceğini, kırlara gidip açan ilk akdikenleri göreceğini söylüyor. Bir sonraki görüşünde de okuduğumuz metni yazdığı zamanı hatırlamıştır muhtemelen, çok olası. 

Diğer bölümlere değinmeden bitiriyorum, Proust'un yazarlarla, zamanla ve edebiyatla ilgili düşüncelerinin temel noktalarını Twitter'da paylaştım, dursun orada.

Proust'un kallavi metnini bitirip umutsuzluğa düşenler üzülmesin, tadımlık bir parça var burada. Kısa kısa Proust işte, aslında Kayıp Zamanın İzinde'ye girişmeden önce bu okunabilir, okurlar neyle karşılaşacaklarını bilirler böylece.

24 Ocak 2019 Perşembe

Marcel Proust - Yakalanan Zaman

Bittiği zaman boşluğa düşüren şeyler: Six Feet Under. İşi gücü bırakıp bunu izlemiştim, dünya umrumda değildi. Muz. Spor yapanlar için mühim meyvedir, fiyatından ötürü daha da mühim bir meyvedir. Bir de Proust'un malum eseri. Gerçi hemen Halikarnas Balıkçısı'nın kızının anılarını okumaya başladım ama olsun, bir daha okuyamayacağım malumu. Neden, çünkü benim için mekan, zaman ve benlik değişti. Tekrar okumaya kalksam başka biri okuyacak ama bir aşinalık duygusuyla. Hoş değil. Yepyeni bir şey okumak istiyorum, devam ediyorum. Ara ara döneceğim gerçi; elimde Beckett'ın, Deleuze'ün Proust ve eseri hakkında yazdıklarıyla Proust'un mektupları var, onları aralara sıkıştıracağım ama, işte, bir şeyi bitirmenin değil, yeni bir şeye başlamanın acısı daha koyu. Gerçi Proust, "Zaman" dediği mevhumu yakalamak için heyecan verici bir itkiyle başladığı eserini kaygıyla bitiriyor, bahsettiğimin tersi bir durum var. Hastalığı ilerlemişken son bir sosyete gezintisine çıkıp insanların ve kendisinin değişimini anlattıktan sonra eserinin bittiğini göremeyeceğine dair derin bir kaygı taşıyor. Son birkaç cildin basıldığını göremiyor zaten, noktayı koyduktan bir süre sonra hayata veda ediyor. Zamanı olsaydı yakalamaya devam edecekti gibi geliyor bana, insan böyle bir tutkuyu sürdürebildiğince sürdürmek ister. Yakaladığı kâr. Okur için de. 

Kapanış metni bu. Anlatı zamanının güncel olayları dışında yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni imgeler yok, aksine, madlenden Combray'ye, ilk metindeki uyku ve anneyi öpme meselesinden insanların aşk acılarına kadar hemen her şeyin üzerinden tekrar geçiliyor ve hepsi birbirine bağlanıyor. Ortalarda yer alan Zaman'ı yakalamakla ilgili bölümde bütün bu bağlanışları, anımsanan her bir ögenin birbirine nasıl eklendiğini görüyoruz, anı işçiliği diyeceğim buna, koca bir bütünü -yaşamı- olduğu gibi alıp üzerinde ince ince çalışarak parçalara ayırmak, sonra bambaşka bir şekilde bir araya getirmek için en küçük detaylardan bile fayda sağlanabilir, Proust bir metni okurken eş zamanlı olarak mekanı, zamanı ve kendimizi okuduğumuzu söyler, bundan yola çıkarak bazı eylemlerin sadece o eylemlerle ilgili sebepler sonucu ortaya çıkmadığını düşünebiliriz. Bir filmi bir daha izlemeyiz, bir şarkıyı bir daha dinlemeyiz veya durmadan dinleriz, bir yere sürekli gideriz veya bir daha hiçbir zaman gitmeyiz. Gittiğimiz zaman geçmişin bir parçasını çağırmış oluruz, şimdi zaten sürüp gitmektedir ve gelecek de bu ikisinden ibaret bir tahayyülün ürünü olduğu için onu da çağırmış oluruz, böylece o mekanı, zamanı ve kendimizi farklı bir biçime bürürüz. İyidir, ilerlememizi sağlar. Proust'un ilerleyişleri sayısız parçaya ayrılmıştır ve bu son metinde bütün parçalar toparlanır. Onca şey unutulmuş olsun, bütün o insanlar hatırlanmaz olsunlar, yine de bir bütünün parçası değilmiş gibi, müstakil bir esermiş gibi okunabilir bu. Bir yorum okumuştum bu esere dair, yıllara yayılmış bir okumanın Proust'un yapmak istediği şeyin okumadaki karşılığı olduğu konusunda. Makul, unutulmuş her şey tekrar hatırlanabilir ve yakalanabilir. Gerçi benim için geçerli değil bu, çoğu şeyi hemen unuttuğum için araya çok zaman girmedi, altı aya yaydım ciltleri. Yine de o tür bir okuma da kulağa hoş geliyor, bilince de hoş gelebilir. 

Orman manzarası, Combray Kilisesi, çan kulesi, yağmur, oda ve Gilberte'le çıkılan gezintiler, iç içe geçmiş parçalarla sağlam bir başlangıç. Robert'in hayatında pek çok kadın var, sonradan öğrendiğimize göre erkekler de giriyor araya ama amcası M. de Charlus'deki gibi "dejenere" bir durum yok ortada. Hep merak ettim ve Fransızca öğrenmediğim müddetçe veya bir Proust uzmanıyla konuşmadığım sürece öğrenemeyeceğim galiba; Proust "sapıklık" olarak adlandırıyor eşcinselliği, arada bir yerde bunun aslında pek de sapıklık olmadığına dair kısacık bir şey söylüyor ama bulamayacağım orayı şimdi, her neyse, "sapıklık" acaba Roza Hakmen tarafından hangi sözcükten, hangi bağlamdan, hangi sosyal şartların içinde var olan bir kavramdan çevrildi? Bu bir dursun, yıllardır cevabını aradığım soruların yanına koydum. Robert evlenir evlenmez ordudan ayrılıyor, maddi sıkıntılar içinde yaşamaya başlıyor ve Gilberte'e yalan söylüyor durmadan. Hemen Albertine'e duyduğu aşka gidiyor anlatıcı, Gilberte'le Albertine'i, Robert'le kendini eşliyor ve Albertine'e duyduğu aşkın bitmiş olduğunu anladıktan sonra bir şeyin bitmesi halinde yaşanacakları, Robert'le Gilberte'in durumunu daha iyi anlıyor. Robert'in sosyetedeki davranışları, metresleriyle kurduğu yaşam da gözlemleniyor ve görüyoruz ki karargahta anlatıcıyı ağırlayan, en kötü zamanlarında anlatıcının yanında olan eski Robert'den eser kalmamış, karşımızda bambaşka bir adam var. Aslında metnin sonlarında ortaya çıkan insanların değişimi konulu bölüm daha en başta öncüllerini veriyormuş, şimdi fark ettim. Neyse, Robert'in sosyetedeki davranışlarından birçok insana açılıyoruz, özellikle Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sosyetedeki insanların değişimleri için önemli etkenler olarak ortaya çıkıyor. Gerçi bir yerde anlatıcı için insanların söylediklerinin değil, söyleyiş biçimlerinin önemli olduğunu görüyoruz ama bu mesele önemli; Dreyfus meselesinden sonra insanların onca çalkantı yaratmış bir olayı hemen unutup bir yenisine sarılmalarının yarattığı tepkiyi görmek oldukça ilginç, anlatıcı için bütün bunların kaydı tutulmalı, zira gerçeklik algısını son derece bozan bir şey bu hızlı değişimler. Üstelik, örneğin bir konu hakkında konuşan anlatıcının söylediklerini umursamayanlar, bahsedilen şeyleri anımsamayanlar, gerçekten anımsamayanlar ortaya çıktıkça neden zamana daha sıkı sarıldığını, belki de her şeyi yazıya dökmek istemesinin temel nedenini anlayabiliyoruz. Kişisel tarihimizde yeri olan şeyler bir başkasınca hatırlanmayabiliyor, inkar edilebiliyor, o bir başkasının olayların paydaşı olmasına rağmen. Bu durumda, eh, yaşananları bir yere çiviler gibi yazma dürtüsünü anlamak kolaylaşıyor. Anlatıcı biraz daha şanslı, zira Goncourt'un -hangisi, bilmiyorum- yazdığı bir günlükte anlatıcının bulunduğu davetleri düzenleyenlerin daha eski bir zamandaki davetleri başka bir gerçeklik algısıyla aktarılıyor, anlatıcı kendi anlatısıyla Goncourt'unkini kıyaslayarak bulunduğu yeri ve bakış açısını daha iyi kestirebiliyor. Günlükten bir parçayı uyumadan önce okuyor anlatıcı, okuduğu bölümü olduğu gibi alıntılıyor, böylece Guermantes tayfasının geçmişteki vaziyetlerini de görebiliyoruz. Ayrıca anlatıcıya, "Hade len!" deme şansını da yakalıyoruz: "Goncourt görmeyi de, dinlemeyi de biliyordu; ben bilmiyordum." (s. 2806) Goncourt'un bir şekilde gördüğünü anlatıcı başka bir şekilde görüyor, örneğin kendi yazdıklarından başka Goncourt'unkileri de gördüğü zaman, anlattığı kişilerin "gerçek" kişiler olduklarını anlıyor, bir idrak ânı. Edebi yetenekten yoksun olduğunu defalarca söylüyor anlatıcı, acaba edebi bir eser ortaya koymayı amaçlamadığı için mi? Yaptığı şeyi sanat veya edebiyat için yapmaktan çok kendisi için yaptığına dair bir inancım var. Kendisi için derken, Zaman'ın içinde kendini bir yere sabitlemek için. Buraya geleceğim gerçi, Zaman meselesi uzun. 

Dreyfus taraftarlığı, büyük savaşlarda tutulan saflar, çelişkiler, çatışmalar yine genişçe bir yer kaplıyor ama özellikle Robert'in savaş stratejileriyle ilgili fikirleri ve M. de Charlus'nün kan bağından ötürü, soylulukla ilgili meseleleri yüzünden içten içe Alman taraftarı olması meselesi oldukça ilginç. İş yine dönüp dolaşıp sosyetenin ikiyüzlülüğüne, kaypaklığına geliyor sonuçta, Dreyfus meselesinde taraf tutanların siyasi çıkar elde etmek için uğraştıkları, savaşlar çıktığı zaman anlaşılıyor, zira facianın boyutu büyüdüğü zaman eski davaların tarafları ortadan kalkıyor, eski düşmanlar başka bir amaç için bir araya gelip her şeyi unutabiliyorlar. Yıllar sonra bir davete katılan anlatıcı, geçmişte düşman olarak gördüğü bir gencin bir şey olmamış gibi yanına gelip sohbet etmesini garipsemiyor bu yüzden, zamanla birlikte değişen düşüncelerin bir temiz analizini yapıyor ve Morel'le M. de Charlus arasındaki bozukluğun neredeyse düzeldiğini de söylüyor ama gerçekleşmiyordu bu galiba, iki taraf da birbirinden çekiniyor ve yapılan yamuklar yapıldığıyla kalıyor. Gıcık arkadaş Bloch bile artık saygı duyulan, Yahudiliği önemini kaybeden bir adam olarak çıkıyor karşımıza, gençliğindeki bencilliği ve sivri dilliliği törpülenmiş, yeni bir adam olarak beliriyor ortamlarda Bloch. Önceleri kendisini umursamayan insanlar onun yanına geliyorlar, yeni zamanlar yeni ilişkileri doğuruyor. Her şeyin akışkan olduğunu bu son ciltteki biçimle belliyorum, insanlar buradaki şekilde hatırlamıyor. "Ben sizi yeni baştan yaratmak zorunda mıyım kardeşim?" diyesim geliyor bazen, çok önemli şeyler hatırlanmıyor, deliresi geliyor insanın. Seksen tane detay veriyorum, yine hatırlamıyorlar. Şener Şen'in tertemiz delirişi gibi tırlatsam da kafam rahatlasa diyorum, sonra yeni bir şeye başlıyorum ve geçiyor. Eh.

Zaman'ı yakalamanın doğasıyla bitiriyorum. Gerçek cennetlerin kayıp cennetler olduğunu söylüyor anlatıcı. Unutulanları bir araya getirmeye çalışan şairlerin cennete kavuşma hevesleri olmasaydı arayışın saadetini böylesi bilemeyecektik belki, geçmiş her yönüyle imgelere siniyor ve dilde yoğunlaşıyor, böylece kendi arayışımıza çıkabiliyoruz ve başkalarının arayışını anlayabiliyoruz. Aradan parçalar seçeyim de alayım buraya, olayın anlamı ve önemi ortaya çıksın. Tabağa çarpan kaşıkla tekerleğe vuran çekicin sesi, Guermantes Konağı'nın avlusuyla San Marco Bazilikası'nın görüntüsünü canlandırabiliyor, seslerden görüntüler, görüntülerden insanlar, zamanlar, her şey hatırlanabiliyor, bütün duyular her an harekete geçmeye hazır. Aşkın benlikleri öldürüp dirilttiğinden bahsediliyor, bu benliklerin aranışı her bir aşkta farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Kayıp Zaman'ın ölü benliklerde aranabileceğini görüyoruz. Hazzın yaşandığı sırada değil, anıya dönüştüğü sırada anlaşılabileceği bir başka mesele. Sanat eserinin bu Kayıp Zaman'ı yakalamanın tek çaresi olduğu fikri yine bir mesele. Daha da özü şu: "Bizim tarafımızdan çizilmemiş işaretlerle, simgelerle yazılmış olan kitap, bize ait tek kitaptır." (s. 2965) Müthiş. Kendimize bakmak istersek dıştan içe doğru ilerleyen dünyaya bakmak zorundayız.

Son. Büyük bir şey karşısında duyulan huşu. Hayranlık. Proust.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Marcel Proust - Albertine Kayıp

Dört bölüm, ilk bölümde Albertine'in bavullarını toplayıp gitmesiyle geride bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışan anlatıcının geçmiş-gelecek-aşk üçgeninde kendini kurasıya çektiği acıyı görüyoruz. Albertine'i türlü oyunla elinde tutmaya çalışan, hatta kadına tam anlamıyla sahip olmaya çalışan bir adamın diğer metinlerindeki sarmal anlatısı bu kez Albertine'in, sancıyla dolu bir şekilde sevilen bir kadının yaşamı nasıl biçimlendirdiğini gösteriyor. Uyanışlar, uykular, rüyalar, nesneler, sokaklar, insanlar, her şey Albertine'in yokluğunda tekrar bir araya geliyor ve bu kez bambaşka yüzlerle ortaya çıkıyorlar; her bir buhran yaşamın parçalarını tekrar yorumluyor ve farklı şekillerde birleşmelerini sağlıyor. Denebilir ki anlatıcının incelediği nesnenin -eşya, insan, her neyse- değişiminde o âna kadar anlattığı ne varsa değişen bakış açısıyla bambaşka bir biçimde belirir, zamanın akışında hiçbir şey aynı kalmaz, dostluklar bile ortadan kaybolur ki anlatıcının çok önem verdiği bir meseledir bu. Saint-Loup'un Rachel'den ayrıldıktan sonra -belki de önce, hatırlamıyorum ve uyduruyor olabilirim- erkeklere ilgi duymaya başlaması ve anlatıcıdan giderek uzaklaşması anlatıcının kalbini kırıyor, oysa Albertine'in gidişinden sonra Saint-Loup bir elçi olarak seçilmiş, Albertine'in yaşadığı muhitin civarına sefer yapmak üzere görevlendirilmişti. Anlatıcının has arkadaşıydı, Albertine'e yakalandığı zaman anlatıcı tarafından paylansa bile. İnsanlar gelip geçiyor, anlatıcı bunun farkında ve insanları kaybolmalarından önce bir noktaya sabitlemeye çalışıyor, her biri için yeri var, parlak hafızasının sivri köşelerini ayrıntılara indikçe perdahlayıp yer açıyor, alan yaratıyor.

Bir daha böyle bir şey okuyamayacağım sanırım, sona yaklaştıkça daha ağır okumak istiyorum ama olmuyor, her seferinde üç sayfa daha, beş sayfa daha okurken buluyorum kendimi. Proust'a yakın, eh, Knausgaard var ama, yok, onda bu tadın yoğunluğu yok. Knausgaard'la bir kıyaslamaya girişirsem Proust sırf zamanın algılanışını irdelediği bölümlerle bile üstünlük sağlıyor, haksız bir rekabet olur. Yola çıkışlarındaki niyetin farklılığı da çok bariz; ikisinde de yetkin bir eser ortaya koyabilmenin çabası görülebiliyor ama Knausgaard öncesinde birkaç metnini yayımlatabilmiş zaten, başka kaygıları var, örneğin babasıyla olan meselesini en ince ayrıntısına kadar, babasının ölümünden sonrasını da ele alarak anlatıyor, baba probleminin yanında ailenin diğer üyeleriyle girdiği etkileşimleri de uzun uzun anlatıyor, daha "anlatımcı" bir şekilde. Proust'a bakarsak iç içe geçmiş meseleleri makul, kesin bir şekilde ayırabilmek zor. Hikâyenin en civcivli anında suya sıkılmış portakalı insanlarla olan ilişkilerinin tadına benzetmekten işi bambaşka bir yere götürebiliyor, uyandığı odanın duvarlarına yansıyan gölgelerden geçmişini anımsayıp geleceğine dair çıkarımlarda bulunabiliyor ki "geleceğe taşan bir geçmiş" tabiri yaşama dair, dolayısıyla zamana dair algılama biçimlerinden sadece biri. Proust yaşamını sayısız ögeyle "icat ediyor" diyorum, bunu da Sedat Demir'in önerisiyle okumaya başladığım Bizi "Biz" Yapan Hikâyeler'den çarparak söylüyorum. Hikâyelerin bireyi oluşturma aşamalarından bahsediliyor metinde, Proust'un ne yapmaya çalıştığını anlayabilmek konusunda çokça yardımı dokundu. Daha doğrusu bir hikâyenin Proust'un anlattığı gibi anlatılmasının arkasındaki itkileri daha iyi görebildim. Sanırım. Sonuçta bilginin açtığı bakış açıları bir yana, Proust'un bulduğu şeyleri bir araya getirme şeklinden büyülendim. Bitecek diye üzülüyorum, sanırım son cildi bir süre okumayacağım. Belki on beş günlük tatile kadar. Hatta tam doğum günümde, 24 Ocak'ta bitirsem manası çok derin olur. Saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.

Ne oluyor, Albertine gidiyor başta. Anlatıcı bu gidişin ardından yaşamını değiştirip değiştiremeyeceğine dair uzunca bir sorgulamaya girişiyor; Albertine'i geri getirebileceğini düşünüyor, kendi düşüncesindeki gelecekte bu ihtimal var ama geleceği belirleyen onca etkenin varlığı yaşamı istediği gibi biçimlendirememesinden korkmasına yol açıyor. Tipik bir determinizm incelemesi yok; mektuplar, anılar, insanlar işin içine giriyor ve seyir değiştirilmeye çalışılıyor. Yorucu bir çaba. "Zaten bu yeni yürek daralmasının çağrısıyla, çocukluğumdan beri yaşadığım bütün kaygılar hemen koşup gelmiş, onu pekiştirmiş, onunla bütünleşip beni boğan bir kütle oluşturmuştu." (s. 2506) Saint-Loup'nun yakalanmasından bahsetmiştim, Françoise'ın mutluluğu anlatıcının canını yakıyor ama bu vefalı uşak, yanında çalıştığı ailenin çıkarlarını düşündüğü için anlatıcı pek de kızamıyor ona. İş öyle bir boyutta ki anlatıcı büyükannesinden kalan mirasın beşte dördünü Albertine için harcadığını Françoise olmasa fark etmeyecek, gözü hiçbir şey görmez durumda. Serinin belki de en içe dönük cildi bu; anlatıcının dünyasını müthiş bir berraklıkla izleyebiliyoruz. Daha çok değişimler üzerine kafa patlatıyor, birkaç parçayı buraya alayım. Sevilen bir kadının kıskançlık duygusuyla kazandığı niteliklerin gerçekliğinden emin olup olmama konusunda hayal gücüyle kendisine anlatılanlar arasında kalıyor anlatıcı; örneğin Albertine'in yakın bir arkadaşının bir nevi itirafnamesi sayılabilecek bir konuşmada şüphelendiği pek çok şeyin doğru olduğunu görüyor anlatıcı, önceki ciltte gördüğümüz bazı olayların iç yüzünü öğreniyor ve geçmişi baştan kurmak zorunda kalıyor, bu sefer yeni bilgilerin ışığında bambaşka bir geçmiş, bambaşka bir Albertine ve bambaşka bir kendilik doğuyor. Bütün hikâyenin baştan düzenlenmesi demek bu; birlikte gidilen yerlerin uyandırdığı duygular, Albertine'in davranışları, yakınlaştığı insanların tavırları yeni bir gözle değerlendirilince yaşanılan hayatların aslında pek de göründüğü, hissedildiği gibi yaşanmadığı fark ediliyor. Bu bir yana, koşulların yol açtığı yeniden kurma aşamasında farklı detayların varlığını ilk kez görüyoruz; örneğin anlatıcının metreslerinden haberdar değildim, belki de kaçırmıştım, bilmiyorum ama adamın metresleri var. Kesin bilgi. Gilberte'ten vazgeçtiği gibi Albertine'den vazgeçemeyeceğini de görüyoruz. Başka ne görüyoruz, acının bir hikâyeyi biçimlemede en etkili öge olduğu malum. Acı bizi olabilme ihtimalimizin olduğu birine dönüştürür. Bu dönüşmeyi kendi imgelemimde rüzgarın uğultusuna benzetiyorum. Aslında havanın durağanlığında sesin yayılması için gerekli fiziki ortam vardır haliyle ama akım oluşmadığı müddetçe ses de oluşmaz. Ses oluştuğunda o havayı bir daha aynı biçimde bulamayız, rüzgar bir sürü şeyi peşinde getirir. Rüzgar her estiğinde bir başkası olduğumu düşünürüm. Yüküm başkaları olan benler tarafından paylaşılır, ağırlığı onların arasında dağıtırım. Müthiş bir hafifleme. Sahile bu yüzden de gidiyorum, denizin hareketiyle birlikte havanın hareketi de yolları açılabilecek başka benleri imler. Sanırım kim olduğumu bilmek istemediğim, kimliğimin ayrımına varmaktan kurtulmak istediğim zamanlarda yapıyorum bunu. Proust'a bakıyorum, acısını aynı amaç için kullanıyor, her ne kadar bunun doğal bir süreç olduğunu söylese de zamanın bölümlenmesini ve kişiliklerinin oluşumunu çatı olarak kullandığı düşüncelerinin altında gerçekleştiriyor. Bir nevi kendini laboratuvar ortamına sokuyor Proust, öyle bir inceleme yoğunluğu var ki Albertine'in öldüğünü anlatan mektubu aldığında yıkılacağını, belki intihara sürükleneceğini düşünüyoruz ama böyle bir şey olmuyor, bu kez ölümün acısını incelemeye başlıyor. Kendine yabancılaşmanın, depersonalizasyon denen nanenin âlâsı var burada.

Diğer bölümlerde Albertine'siz gitmeyeceğini düşündüğü Venedik'e gidiyor anlatıcı, annesiyle birlikte. Kanalların arasında dolanırken küllenmeye başlayan acısını, Albertine'i unutma sürecini ve başka kadınlara duymaya başlayacağı ilgiyi düşünüyor. Sosyeteye dair çok az şey var, kendine dönüşün sonucu olarak parıltılı dünyayı pek anlatmıyor adam, son bölümlerde Saint-Loup'un Gilberte'le evleneceğini duymasıyla başlayan soyluluk hiyerarşisinin sorgulanması bölümünde yine gıybete doyarız, aristokrasinin ikiyüzlülüğünü ve ahlaksızlığını görürüz. Önceki ciltlerde, anlatıcı gençken bu dünyaya duyduğu hayranlıktan başka pek bir şey hissetmezdik, o dünyaya ait olduğunu detayları anımsamasındaki kusursuzluktan çıkarabilirdik ama burada hayranlık parıldamıyor artık, bayağılığın ayyuka çıktığı zamanlarda soylular zayıflıklarıyla ele alınıyor. Gilberte ortaya çıkıyor bir de; anlatıcının karşılaştığı ve çok hoşlandığı kızlardan biri Gilberte, yıllardan sonra tekrar piyasaya çıkıyor ve anlatıcıyla konuştukları zaman bir de ikisinin tarihinin biçimlendirilmesiyle karşı karşıya kalıyoruz. En şaşırtıcı kısım bu değil, Albertine'den gelen mektup şok etkisi yaratıyor. Ölmemiş, geri dönmek istiyormuş ama anlatıcının içindeki aşk çoktan ölmüş olduğu için adam kadını istemiyor artık. Yine herhangi bir şaşkınlık, duygusal bir patlama yok. Adam gayet soğukkanlılıkla anlatıyor hissettiklerini.

Serinin -şahsımca- en keyifli, psikolojik tahlilleri en ağırlıklı cildi buydu. Bir süre ara veriyorum, başka şeyler okuyorum ve Proust'u hayranlıkla anıyorum.

12 Aralık 2018 Çarşamba

Marcel Proust - Mahpus

Sodom ve Gomorra'da Verdurinlerdeki davetlere trenle gidip dönülen onca gün Albertine'in yanında sonlanıyordu. Proust'un -anlatıcıya göre Proust veya anlatıcı, okura kalmış- yan hikâyelerine bağlanan, yer yer yan hikâyelerine dönüşen ana anlatısı Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'den itibaren ortaya çıkan kadınların etrafında biçimlenen bir yapıya sahip; ilk bölümde ailenin ve sosyetenin etrafındaki olayların bir çocuk/genç için yaşamın en önemli olayları olduğu söylenebilir, kadınların keşfinden sonra mevzu iyice ikili ilişkilere dönüyor, özellikle Albertine'li bölümler aşkı, tutkuyu ve kıskançlığı yaşamının orta yerine koyan anlatıcı için çocukluk anılarının, daha doğrusu yaşamının o zamana kadarki bölümünün acı tarafından kuşatılmasının çok çeşitli irdelemeleriyle dolu. İki şekilde; birincisi çocukluktan taşınan bir aşk düşüncesinin adım adım biçim değiştirmesine şahit oluyoruz. "Çocukken, tahayyüllerimde aşkın en güzel yanı, hatta bence aşkın özünü oluşturan şey, sevdiğimle birlikteyken sevgimi, onun bir iyiliğine duyduğum minneti, sonsuza kadar birlikte yaşama arzumu serbestçe ifade edebilmekti." (s. 2426) Zaman içinde dönemin sosyal koşulları, davetler, genelevler, hayat kadınları, metresler, eşcinsel ilişkiler, kaprisler, yalanlar tarafından çevrilince çocukluğundaki masumiyetin yavaş yavaş silinmeye başladığını görüyor anlatıcı, hatta Proust'un bu silinişi olabildiğince geciktirmeye çalıştığını iddia edeceğim, belki de dile getirdiği acılarını çocukluğunun saf sevgisini hatırlayarak dindirmeye çalışıyordur, bilemiyorum, YKY'nin geçtiğimiz günlerde bastığı mektuplarını okuyunca tutturup tutturamadığımı anlayacağım. Neyse, ikinci şekil de birinciyle alakalı, daha derinlere bir bakış sonucu bulunan yeni Proust, daha derinlerde daha da başka bir Proust, bir sürü Proust, her biri Albertine'in farklı bir yönüne odaklı, her birinin nasıl değiştiği bulunmalıymış gibi bir arayış var, örneğin anlatının ilk cildi bir uyanışla başlıyordu ve Proust sabahları uyandığında dünyayı baştan oluşturmak zorunda olduğunu, uykuya dalarken de onca zahmetle bir araya getirdiği dünyanın ağır ağır parçalandığını, ortadan kaybolduğunu üzüntüyle aktarıyordu. Mahpus'ta Proust'un bütün konularının Albertine'le geçen günlerin değiştiriciliğiyle yeni bir biçimde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Uyanışlar ve uykular, kadınlarla olan ilişkiler, davetler, her şey Albertine'e duyulan nefretin, aşkın, sevginin içine yığılır. Proust'un evine taşınıp Françoise'nin çatık kaşları altında yaşayan Albertine'in mi, yoksa Albertine'in etrafına psikolojik duvarlar örüp sadakatsizlik avına çıkan Proust'un mu mahpus olduğunu anlayamayız, iki tür tutsaklık vardır ve ikisi de iç içe geçer. Proust zaman zaman Albertine'i sorgular, izler, izletir, kızın eşcinselliğe meyilli olduğunu düşündüğü doğasını dizginlemeye çalışır. "Tanıdığımız her insanın bir ikizini içimizde taşırız." (s. 2333) Proust, Albertine'in ikizini kendi zihninde yaşatır ve ilişkilerini dengesiz, yıkıcı bir hale getiren her şüphenin içindeki ikizden doğmadığını yavaş yavaş anlar. Albertine özgürlüğüne düşkün bir kızdır ve yaşamındaki her bir detayın bilinmesini istemez, bu yüzden bazı şeyleri gizler veya söylemeyi unutur. Anlatı bu gizlerin ağır ağır çözülmesi sürecini içerir, hatta hemen hemen tamamı bu süreçten ibarettir. M. de Charlus'ün Morel'den koparılması gibi başka hikâyeler de önceki ciltlerden bildiğimiz olayların devamını oluşturur. İç içe geçmiş onca hikâyenin bağlantıları bazen öyle keskindir ki ani geçişler okuru rahatsız eder, bazen de hiçbir değişiklik hissedilmez, bağlantı kuruluvermiştir. Tehlikeli bir oyun; Proust'un kurduğu anlatıda tek bir anlatıcının zihninde dolaşıp dururuz ve Proust Albertine'le konuşurken iddia ettiği gibi her şeyi unutmasa da hatırlayışın kusurları kendini gösterir, işte bu kusurlar anlatıyı gerçeğe yaklaştırır ki anımsayışın eksiksiz olmaması da anımsamanın doğasında vardır. Hatta Proust biraz da güvenilmezlik dozunu artırır bu ciltte; M. de Charlus'un Verdurinler tarafından davetlerden el ayak çektirilmesi aşamasında Proust bu sevdiği beyi uyarmak için güçlü bir istek duyduğunu söyler ama adamın Morel tarafından yerin dibine sokulduğu âna kadar hiçbir şey yapmaz, sadece izler. Gözlemciden ötesi değildir, kendi yaşamını da aynı biçimde gözlemler ve insanın sadece kendisine ait olan parçasının gerçek, biricik ve dürüst olduğunu söylemesine rağmen o parçaya bakmak için bir kimlik daha yaratır, en dipte bir çift göz her şeyi gözlemler. Proust gözlem için yaşamaktadır. Korkunç bir yaşam, anlatı oluşturmak için muazzam bir yöntem. Zaten adamın binlerce sayfa yazdıktan sonra artık huzur içinde ölebileceğini söylemesi, arkasında büyük bir yapıt bıraktığından emin olmasından sonra geliyor. Emin olarak huzur içinde ölüyor. Hatırlayabildiği hemen her şeyi tekrar yaşadıktan, belki de zamanı tekrar yakaladığına inandıktan sonra.

Baştan itibaren notlarıma baka baka ilerleyeceğim. En son Albertine'den ayrılmak istiyordu Proust, kızın uyandırdığı güvensizlikten oldukça yorulmuş bir şekilde evine geldikten sonra bir anda karar değiştirip evlenme teklif etme aşamasına geliyordu. Kendisi de Albertine'in kişiliğinin bir parçasını taşıdığından -ikiz muhabbeti- yalanlar uydurmaya başlaması, ilişkinin doğası üzerine düşünüp oyunlar oynamadan kızı elinde tutamayacağına inanması gibi kişiliğinde gizli ve kendisine yabancı olan pek çok psikolojik unsurun çekiciliği, sanırım kaybetme korkusu -annesiyle olan bölümleri hatırlayınca aralarında güvensiz bir bağlanma olduğunu söyleyebilirim, yitirmekten ödü kopan bir adam Proust, annesini, Albertine'i, anılarını ve yaşamını yitirmek onun için bir- ve elde etmiş olmanın yol açtığı tatmin ilişkinin sürmesini sağlayan en önemli etkenler. Tabii bunların yan etkileri de beraberinde geliyor; Proust hiçbir zaman tam olarak huzurlu değil. Anlatıya odasından başlaması bir ipucu veriyor olabilir; ilk ciltteki oda ve uyku olayı hemen anneye bağlanıyordu, burada da Albertine'e bağlanıyor. Anne o sırada Combray'de ve oğlunun evlilik fikrinden ötürü kaygılı. Albertine pek benimsenmiyor, Françoise'in Albertine'i hiç sevmemesinin de etkisi var bunda. Proust, yakın arkadaşı Saint-Loup'un sevgilisi Rachel'e davrandığı gibi davranıyor; pahalı hediyeler alıyor, para veriyor, bir sürü şey. Rachel bir hayat kadını olarak yaşamını sürdürüyor, Saint-Loup'un görmek istemediği ve kendisini Proust'tan ayıran nokta bu. Albertine'in çekiciliği elde edilemezliğinden ve affedilemez bir suç işleyebilme potansiyelinden kaynaklanıyor. Proust'un bu meseleyi incelediğini söylemiştim ama en başta pencereden giren güneşe bakıp gençlik günlerini, "eskiden kalma delikanlıyı" anımsıyor ve anlatmaya başlamak için güç topluyor. Güneş duvarları aydınlatırken Albertine'i odasına hemen çağırmıyor Proust, önce kendisini güvende hissettiği zamanları iyice anımsıyor ve sonrasında günlük ıstıraplarına gömülüyor. Annesinin Albertine'i neden sevmediğine dair fikirleri sıralıyor, iki kadını kıyaslayıp iki tarafa da batacak sivri uçları belirliyor. "Evcil bir hayvan" benzetmesi Albertine için uygun gerçekten; kız her odaya destursuz dalıyor, kendisini bağlayan pek bir şey yok. Proust'a göre kız kendisini oldukça geliştirmiş olsa da yine de önemsenmeyecek bir zekası var. Aslında bu noktada ilginç bir açıklama da geliyor; Proust için kadınların zekası pek bir şey ifade etmiyormuş, zihinsel üstünlüğe ilgisizmiş, bir kadının zihinsel meziyetlerinden bahsetmişse bunu nezaket icabı yaparmış. Bunu aşkın hangi noktasında incelemeliyiz, sadece fiziksel özelliklere mi bakıyor Proust, sadece kaybedilebilir olanlara mı aşık oluyor, zekaya önem vermiyorsa kadınların uydurukçuluğundan yakınması neden? İlginç. Sanırım yine kendine yontmasından her şeyi. Kadınlar zaten belirli bir yaradılış niteliğinin dışına çıkmıyor, erkeklerin yol göstericiliğine ihtiyaçları var ve Proust kadının üzerinde bir egemenlik kuramadığı için aşık, acı çekiyor ama Albertine'in tamamen kendisine ait olduğunu hisseder hissetmez de sıkılacağını ve kızı terk edeceğini açık açık söylüyor. Bu hastalıklı bir ilişki aslında, aşkın yüceliği yok burada, aşkın insanı daha iyi biri haline getirme niteliği yok, burada aşk pek yok, daha çok bir nevi çıkar ilişkisi var. Tensel hazlar ve psikolojik bir savaş, ikisini bir arada tutan yegane iki unsur. Bir de maddiyat boyutu var işin tabii. Proust, "Albertine'siz bir özgürlük özlemi" hakkında paragraflarca yazıyor, belki de kızın açıklarını bu yüzden arıyor ve düşündüğünün aksine, bu açıklar ortaya çıktıkça sona yaklaştığını düşünse de kendini daha da bağlanmış bir durumda buluyor. Gerginlik yükseldikçe ayrılığın yaklaştığını düşünüyoruz, ayrılık konuşması da geliyor ama bu konuşmanın da bir taktik olduğunu anlıyoruz nihayetinde. Aslında karar değişiklikleri bunca sündürüyor meseleyi, iki taraf da kendisiyle diğeri arasında sağlıklı bir iletişim yolu kuramıyor, açık olamıyor. "Albertine bana ıstırap çektirebiliyordu, ama katiyen mutlu edemiyordu beni." (s. 2108) Proust'un Albertine'e dair mutlulukla dolu anıları var, daha doğrusu heyecanla dolu anıları, hepsi de çiçek açmış genç kızların sahilde vakit öldürdükleri ve Proust'un kızları izlediği zamanlara dair. Sonrası tam bir çıkmaz. Anlatıcıyı ilk kez böylesi parçalanmış, acı içinde görüyoruz.

M. de Charlus'ün meselesi sürüyor bir yandan, Sodom ve Gomorra geride kalmış olsa da yeni mekanlarda yeni maceralar sürüyor. En başta Albertine'in "eğitimden" geçip geçmediği tam bir netlik kazanmadığı için sıkıntıdan bunalıyor Proust, kendi yaşamında "sapıklık" olarak değerlendirdiği bu meseleden kurtulamaması bir yana, M. de Charlus'ün Morel'le yaşadığı ilişki de sonlanmaya doğru ilerlerken Proust gözlemliyor olanları. İlginç bir detay; anlatıcının hemen her şeyi "bilmesi" meselesi kafa karıştırıcıydı ve anlatının tek sıkıntılı kısmıydı belki de. Tek bir bakış açısından görüyorsak her şeyi, aynı anda farklı yerlerde yaşananlar nasıl en ince detaya kadar anlatılabilir ki? Bir noktada olayların kendisine "aktarıldığını" söylüyor Proust, diyaloglardaki eksikliklerin pek az bir kısmı hayal gücüyle tamamlanıyor, bir davette konuşulan çoğu şey sonradan gerçekleştiği biçime en yakın şekilde aktarılıyor. Bunaltıcı bir iş, bir davete katılan insanlara nelerin konuşulduğunu soran, oradan oraya atlayan ve herkesi sorguya çeken bir adam düşünün. Anlatıcı böyle biri. Her neyse, Verdurinlerin davetlerini önceki ciltten biliyoruz, çarşamba günleri düzenlenen bu sosyete toplantılarına seçkin insanlar davet ediliyor ve M. de Charlus de bunlardan biri ama adam gerek çenesini tutamadığı için, gerek Morel'le ilişkisi -Morel'in bir kızla nişanlanmasına rağmen- sürdüğü için kara listeye alınıyor ve Morel davet sahipleri tarafından doldurulduktan sonra yaşlı sevgilisine, hamisine patlıyor, sivri dili herkesi korkutan adam söyleyecek tek bir şey bulamıyor ve bir süre sonra da kalp krizi mi ne geçiriyor, bir şey oluyor ama tam anlatmıyor Proust, sanırım sonraki ciltlere saklıyor bunu. Sonuçta Morel adamı yıktı, bir araya gelmeyecekler bir daha. Soylu tayfanın entrikaları çok sinsice planlanıyor, korkulur bu insanlardan. Kötülük değil onlar için, bir oyun bu. İnsanlar yükselir ve düşer. Yaşamının sonlarına yaklaşan M. de Charlus'ün düşme vaktinin geldiği düşünülüyor.

Yine çok şey anlatılmadan kaldı. Dostoyevski'yle Tolstoy'un karşılaştırıldığı bir bölüm var, Proust'un değerlendirmeleri dikkat çekici. Başka da, işte, Proust.

15 Kasım 2018 Perşembe

Marcel Proust - Sodom ve Gomorra

Sodom ve Gomore, Tanrı tarafından yerin dibine sokulmuş iki şehir. Tenasüliyetten şaşmış ilişkilerin gırla yaşandığı, eşcinselliğin adeta bir Woodstock havasında özgürce sürdüğü bu şehirler, şu an nerede okuduğumu hatırlamadığım bir metinde yazdığına göre melekler tarafından uyarılmış. İncil'deki bahis anlatılıyordu o metinde; şehirlere gelen meleklere hallenmiş halk, tabii böyle anlatılmıyor ama orijinal kelimelerden bu anlam da çıkıyormuş, sonra Tanrı'ya haber gitmiş, Lut ve İbrahim girmiş işin içine derken arkaya dönüp bakınca ortadan kaldırılma hadisesi burada da ortaya çıkmış, sonuçta şehirler yerle bir edilmiş. Proust bu iki şehrin hikâyesini kendi keşfiyle birleştirmiş, Guermantes Prensesi'nin gece daveti verdiği ev ve dört bölümlük anlatının hemen her bölümünde karşımıza çıkan, anlatıcının uzunca bir süre tatilini geçirdiği otel sembolik olarak iki şehri karşılıyor olabilir. Gazaba uğramıyorlar tabii, eğer anlatıcının hatıralarını dramatik bir şekilde biçimlendirmeleri söz konusu değilse. Metnin başlarında M. de Charlus'ün erkeklere duyduğu ilginin keşfedilmesi meselesi ele alınıyor ve geri kalan bölümlerde Albertine'in bir kadın tarafından "duygusal bir eğitimden" geçirildiğinin düşünüldüğü bölüme kadar salon hayatının homoseksüellikle dolu anlarını görüyoruz, anlatıcı için çiçek-böcek ilişkisine indirgenen ve doğanın çiftleşme oyunları vasıtasıyla alegorik bir hale getirilen, belki de "katlanılır" hale getirilen bir sürecin yansıtılması bu.

Davetin sürdüğü bölüm önceki kitabın sonuna bağlanıyor, kendi yaşamının anlatısının yanında önünde açılan bu yeni dünyaya da derinlemesine bir bakış atıyor anlatıcı, ilginç benzetmeleri ve anlatıyı ansızın kesip olayların kendisinde yarattığı anlamları açıklayan paragraflar dolusu ruhsal çözümleleri sürdürüyor, üslupsal bir nitelik. Örneğin M. de Charlus'ün Jupien'e bakışını Beethoven'ın tekrarlanan motiflerine benzetiyor, iki karakterin bakışmalarını bir Doğu şehrinin göğüne benzeterek mevzuyu direkt egzotik, yabancı bir hale getiriyor. Merakından ötürü ikisini dikizlediğini de anlatıyor bir yerde, dükkanlardan birinde yan yana gelen ikilinin birbirlerine karşı nasıl davrandıklarını izlemek için sessizce vitrine yanaşıyor. Önceki kitabın sonunda değineceğini söylediği meselenin başlı başına bir cilt olarak ortaya çıkışı, anlatıcının davranışlarını, düşüncelerini ele geçiren hayretin ve anlamlandırma çabasının gücünü ortaya koyuyor. M. de Charlus'ün anlatıcıyı bir düelloya davet etmediği kalmıştı önceki kitapta, sebebini öğreniyoruz nihayet. Gönderdiği mektuplar anlatıcıya ulaşmayınca burjuva bir oğlanla gönül eğlendiremeyen adam, bir de Guermantes davetlerinde bu oğlanla karşılaşınca durumu gururuna yediremiyor ve anlatıcıyı bir kenara çekip haşlıyor, ta ki mektupların oğlanın eline geçmediğini öğrenene kadar. Bu mesele açıklığa kavuşur kavuşmaz M. de Charlus'ün bir "kadın" olduğunu anlıyor anlatıcı, Kentaur'un benliğindeki at gibi bir kadınlık, lanetlenmiş bir soyun temsilcisidir ve daha pek çok şeydir, yansımalarının haddi hesabı yoktur, anlatıcı uzunca bir inceleme ortaya koyar bu "tür" hakkında. Sonrasında bazı kıyaslama örnekleri ortaya koyar, Vaugoubertler bu kıyaslamanın nesneleridirler, karıyla kocanın rol değişimi eşcinsel ilişkilerdeki rol değişimlerinin incelendiği kısmın hemen ardından gelir, belki de karşı cinsler arasındaki ilişkide bile ilişkinin doğası gereği bu değişimlerin sıklıkla yaşandığı üzerinden eşcinselliğin pek de anormal olmadığı üzerine gizli bir söylevdir bu. Anlatıya girip çıkan onca soylunun, sosyetik şahsiyetin bir biçimde ana izlek etrafına yerleştirildiğini unutmadan her biri için bambaşka bir pencereden bakabiliriz, Proust anlatısını böylesi bir sıkılıkla, detaycılıkla örer.

Unutma ve uyku meselesi yine es geçilmemiş, anlatıcının fikirlerinden Bergson'un hatıra ve bilinç örüntüsüne pek çok teorik veriye rastlayabileceğimiz gibi işin pratik boyutu da mevcut; anlatıcının "seçilmiş" hatıralarını okuyoruz, inceliyoruz. Bergson'un her şeyin hafızada yer almasına rağmen her şeyin anımsanamayacağına dair fikrini anlatıcının kendi yaşamına uyarlayabiliriz. Bir anıyı geri getirmenin zorluğu veya kolaylığı bir yana, anlatıda bilinçli olarak atlanmış bölümlerin varlığını sezebiliriz, örneğin M. de Charlus'ün anlatıcıya ulaşma çabalarından sonrasını aralarındaki münakaşa ve mesele çözüldükten sonraki barış zamanları haricinde bilmeyiz, bu nokta karanlıkta kalmış. Bilinçli bir tercih veya bilinçsiz bir eylem. Bir anlatım tekniği olarak kullanılmış olabilir, zira anlatıcının şahit olamayacağı konuşmaları duymuş gibi aktarması, hatta okurlara doğrudan seslenerek kendisinin aslında yazarın kendisi mi, yoksa anlatıcı mı olduğu konusunda şüphe uyandırıp ortadan çekilmesi işi sadece belli bir aralığın tarihini aktarma çabası olmaktan çıkarıp ustalıklı bir kurmaca oyununa dönüştürüyor. "Ne olursa olsun, unutuşla hatırlama arasında bazı geçişler varsa da, bu geçişler bilinçdışıdır." (s. 1603) Hem bilimsel bir gerçek, hem de anlatının bütünü hakkında neyin anlatılıp anlatılmadığına dair bir ipucu. Bu konuda okurla tek taraflı bir tartışmaya bile girer anlatıcı/yazar, ya da her neyse. En sonunda kendisini ve anlatısını sorgulayanları son kez cevaplar: "Kusursuz bir hafıza, hafızaya ilişkin olayları incelemeye pek teşvik etmez insanı." (s. 1604) Piklere ve dip noktaların yansımalarına bakarak bir fikir edinebiliriz; salon yaşamı en ince detaylarına kadar gözlemlenmiştir, kişiler ve soyluluk dereceleri hakkında verilen ayrıntılara bakarak anlatıcı için bu tür bir sosyal çevrenin anlatıcının yaşamının en önemli zamanlarını geçirdiği toplumsal alan olduğunu söyleyebiliriz, hastalık anlarının yol açtığı düşüncelere bakarak dip noktalarını hastalık ve uykudan uyanma anları olduğunu söyleyebiliriz, anlatılması tercih edilenler ve edilmeyenler birbirini tamamlar. Bir önceki ciltte bahsi pek geçmeyen Swann'ın bu anlatıda ortaya çıkışı, Dreyfus Olayı'nın yarattığı bölünmenin Swann'ın Yahudi kimliği üzerinden biçimlenmesi ve kendisinin davetlere çağrılıp çağrılmamasının bu kimlik üzerinden belirlenmesi, bütün bir anlatının karakterler, olaylar ve anıların kusursuz bir biçimde birbirine eklemlenmesini örnekler.

Saint-Loup'nun pek bir etkinliği yok bu ciltte, sayfiye yerindeki anılarda ve başlardaki davette ortaya çıkıyor, amcası M. de Charlus'ün metresleri ve cinsel yaşamı hakkında verdiği bilgilerden başka kendisine rastlamıyoruz, bir de sonlarda ortaya çıkıp anlatıcının Albertine'i kıskanmasına yol açar. Amcasıyla olan ilişkisi üzerinden aile üyelerinin benzerlikleri ve farklılıkları konulu bir düşünce akışının da başlatıcısı olur, amcası gibi o da tutkularının peşinden gidip önceki ciltte gördüğümüz Rachel için bir dünya para harcar ve aşkından gözü hiçbir şeyi görmez, oysa anlatıcı Rachel'in kendisini bir altına sattığını görmüştür. Tutkuların insanın en büyük felaketi olduğunu söyler, hatta insanın doğruları ve yanlışları arasında bir yerde gidip geldiğini, insandan fazlasının beklenmemesinin gerektiğini söyler. Ne kadar erdemli olursak olalım, coşkulu bir yaşamın peşte getirdiği suçlar, pişmanlıklar ve yıkımlar olur. Bunları bir madalyon veya yük gibi taşırız, yolda bir yere bırakıp yenilerini edinene kadar. Bu bahsin hemen arkasından gelen bir bölüm var, anlatıcının onca insan arasında gidip geldiği sırada, ayyuka çıkan veya gizlenen ilişkileri derinlemesine incelerken bir anda -sanki hızını alamayıp- portakal suyunu anlatmaya başlıyor, portakal suyuna bir misyon yüklüyor, sanki bütün anlatı portakal suyundan doğmuş gibi hissediyor okur, portakal suyuna bunca önemin neden verildiğini anlamaya çalışıyor, portakal suyundan çıkarılan manayı metnin tamamına yaymaya çalışıyor. Portakal suyu. Pardon, suyun içine sıkılmış portakal: "Suyun içine sıkılmış portakal, sanki içtikçe, esrarengiz olgunlaşma sürecini, bambaşka bir âleme ait olan bu insan bedeninin belirli durumları üzerindeki olumlu etkisini, onu yaşatmaya gücü olmamakla birlikte sayesinde yardımcı olabildiği sulama sistemini, meyvenin duyularıma açıkladığı, zihnime katiyen açıklamadığı yüzlerce muammayı bir bana ifşa etmekteydi." (s. 1691) Bir tane portakal ulan. Yani böylesi duygulanımlarla dolu bir metni neresinden tutup da anlatayım bilemiyorum, şu kadar yazdım ama yüz sayfanın ötesine geçmiş değilim, o yüzden kısalttıkça kısaltma ihtiyacı hissediyorum, altını çizdiğim veya işaretlediğim onca yeri buraya almaya kalksam sabaha kadar yazmam gerekir.

Metnin asıl ağırlığını taşıyan bölümler sayfiyede geçenler bence; Verdurinlerin davetlerine katılan kişilerin apayrı dünyaları başlı başına bir cildi doldurabilecek ölçüde detaylı, bir yandan diyaloglardan çıkarılanlar var, diğer yandan M. de Charlus'ün Morel'le olan ilişkisi -nasıl sonlandığını bir başka cilde ertelemiş anlatıcı, bundan da bir cilt çıkarmıştır- ve katıldığı her davette ortamı şenlendirme şekli, büyükanne özlemi, ölümle hesaplaşma, anneyle olan ilişki, Albertine'den ayrılmaya karar verip onunla evlenme kararı alan anlatıcının değindiği konular. Nefesim yetmeyecek, ayıramıyorum hiçbir olayı, benden bu kadar.

Sanırım külliyatın en keyifli cildi bu, kalanlar da böyleyse şahane.

Şarkı Elbow'un has adamından. O kadar güzel bir şarkı ki sahile gidip dinleyeceğim birazdan.

6 Ekim 2018 Cumartesi

Marcel Proust - Guermantes Tarafı

Guermantes cemiyeti şimdiye kadar hatırlanacak bir anı olarak ortaya çıktı, "daha sonra anlatılacak bir cemiyet" için yeterince gizem yaratıldıktan sonra Proust yaşamının bu bölümüne doğrudan bir giriş yaparak gençliğinin büyüsünü hatırlıyor. Odaklandığı konular üzerinden konuşursak, burjuva ortamlarının gediklisi olması Guermantes tayfasına katılmasıyla gerçekleşiyor, öncesinde katıldığı yemekler, evine gelen misafirler yoluyla edindiği izlenimlerini aktarırken bu kitapta görkemli bir yaşam tarzının bir parçası haline geldiği için aristokratların ilişkilerini, yaşam tarzlarını anlata anlata bitiremiyor. Önceki kitaplarında her bir bölüm farklı insanlara ve farklı mekânlara pencereler açarken burada bütün pencereler Guermantes cenahına açılıyor, başlarda yer alan arkadaş ziyareti bile yaşamın farklı bir bölümü olarak değil, bu sihirli dünyaya giden bir yol olarak görülebilir. Yoğunlaşma noktası Guermantes familyası kısaca, gönül yaylarının tıngırdamasından dostlukların ve düşmanlıkların belirmesine kadar pek çok hadise bu ailenin merkezinde olduğu bir ana anlatı ve bir iki yan anlatı yoluyla sağlanıyor. Dikkat çekici bir mesele de Dreyfus Olayı'nın iyice alevlendiği zamanlarda aristokrasinin olaya zıt noktalardan bakarak gergin bir sosyal ortam yaratması. Şimdiye kadar Dreyfus bahsinin en çok geçtiği anlatı bu, Yahudi düşmanlığının yavaş yavaş ortaya çıkmasını da ilk kez burada, açık seçik görebiliyoruz.

Françoise anlatıcının olaylar arasında köprü kurması gerektiğinde temel taş olmaya devam ediyor, bütün taşralılığıyla ve peşin hükümlülüğüyle orada, yaşamı olduğu gibi görüyor ve pek bir süzgeçten geçirmeden anlatıcının bir parçası haline getiriyor. Yerleşilen yeni evin düzenlenmesi ve sorumluluğu yine kendisine ait, bu sebeple anlatı boyunca nerede karşımıza çıkacağını bilemiyoruz ama sürekli orada, varlığı okura farklı bir bakış açısı kazandırıyor, anlatıcının gözlemlerini kendisinin gözlemleriyle kıyaslayarak ikinci bir gözlemci haline gelebiliyoruz, okur çoğalıyor, tek bir bilince hapsolmamış oluyoruz. Tekil bir anlatı biçimi ne kadar zengin olursa olsun başka bir bilinçle tartılmadığı müddetçe kısıtlıdır, bu şekilde genişletilebilir. Genişletilmiştir; Françoise anlatıcıyı anlayabilecek tek insan olarak beliriyor ve tahlillerden nasibini alıyor. Sinirli bir insan, hassasiyeti ölçüsünde bencil, kendisinde gördüğü eksikleri başkasında görmek istemiyor. Guermantes Konağı'ndaki dairede anlatıcının Françoise'yla kıyası, anlatıcıyı soyluların yaşamına hazırlıyor bir bakıma. Daha keskin bir bilinç, daha iyi gözlemler. Mekânlar da bu yeni bilinçle tekrar kuruluyor, daha önce karşılaştığımız Combray Kilisesi'nin vitraylarına, duvar halılarına daha farklı bir duyarlılıkla yaklaşır anlatıcı, çocukluğunda yapıların bıraktığı izleri gençliğinin izlerinden tamamen ayırır ve yepyeni bir insan olarak izler yaşamı. Guermanteslar için çalışan hizmetçilerin inceliği de bu gözle incelenir, Jupien'in Mme de Guermantes'la geçirdiği zamanlarda edindiği bilgi, edebi derinlik ve soylu incelik, Françoise'nın niteliklerinden oldukça farklıdır ve anlatıcı için yeni bir şeydir bu, ilgi çekicidir. Tanışılan insanların inşası, o insanların davranışlarındaki en küçük detaylardan bile koca bir dünya kurulmasını sağlar. Guermanteslar'ın kurulumunda da bu teknik kullanılır; ailenin yaşadığı muhiti biçimlendirmesi, anlatıcının ailesiyle olan münasebetleri, evlerine girip çıkan çok mühim insanlar nispeten az bölümlemeye ve çokça psikolojik çözümlemeye yol açar.

Mme de Guermantes'a kesilen anlatıcının neden bu aileye taktığını da az buçuk anlarız, gönül işlerinin başladığı noktada anlatıcının daha keskin bir bakışa sahip olduğunu tecrübe etmiştik, o halde bu ilginç ve görkemli kadının yaşamına boğulacağız demektir ama öncesinde durmadan hasta olan anlatıcının babasında uyandırdığı kaygıyı ortadan kaldırması, bunu yaparken de Mme de Guermantes'a yaklaşması gerekiyor. Bir yandan yaşam durmadan akıyor, anlatıcı yeni anımsayış biçimleri buluyor, örneğin bir şiirin bir hecesini hatırlayamadığı için şiirin tamamının silinip gitmesi gibi kayıpların yanında önceden gördüğümüz tiyatro salonunun yeni anılara zemin hazırlıyor. "İnsanoğlunun eserlerini görme kuruntusunun, meraklı tanrıçaları eşiğine getirdiği, yaklaşılması imkânsız bütün bu barınakların arasında en ünlüsü, Guermantes Prensesi'nin locası namıyla bilinen loş kütleydi." (s. 994) Hayal gücünü "daima istenenden farklı bir şey çalan bozuk bir laterna" olarak niteleyen anlatıcı için farklı zamanların anıları bir araya getirilip tekrar ayrıştırılır, bu kez Prenses için. Locadan atılan bir bakış, verilen bir selam, anlatıcının sanat hakkındaki görüşleriyle birleşip yeni bir pencere oluşturur. Net bir pencere değil bu, Mme de Guermantes görünümünü sürekli değiştirdiği için anlatıcının bilincini de yönlendirir ve anılar arasında bir uyumsuzluk yaratır. Netleşen panorama tek bir an için geçerlidir, örneğin birçok aristokratın katıldığı bir yemek sekansında. Anlatıcı, yakın arkadaşı ve Mme de Guermantes'ın yeğeni olan Saint-Loup'yu karargahında ziyaret ederken berrak bir manzarayla karşılaşırız, askerliğin doğasının ve askeriyedeki hiyerarşinin incelenmesi son derece yalındır ama aşık olunan kadın ortaya çıktığı zaman bir tedirginlik, her şeyi bir düzleme oturtma kaygısı sezilir.

Anımsama nesnelerine yenileri katılıyor arada, örneğin Saint-Loup'nun emir erinin getirdiği kakao, ilk kitaptaki madlen gibi bir etkiyle tat duyusunun anıları biçimleyişindeki etkisini gösterir, anlatıcı odasının penceresinden gördüğü manzarayı onca zamandan sonra en ince ayrıntısına kadar hatırlar. Odalarla alakalı, aslında mekânla alakalı yorumlar bu anımsayışları zamanın peteğine yerleştirir: "(...) bu odalar topluluğu, sessiz bir hayatları olmakla birlikte bir insanlar kolonisi kadar gerçekti ve içeri girdiğinizde, onlarla karşılaşmak, onlardan kaçınmak, onları ağırlamak zorundaydınız." (s. 1034) Ağırlanan oda imgesi, mekânın da bilincimizde ağırlanan bir varlık olarak düşünülmesini sağlar, çok ince bir hassasiyet. Proust'un hakkında düşünmediği bir varlık olduğunu sanmıyorum, yaşamı şekillendiren her şey onun zihninden nasibini almıştır. Hemen her kitapta olduğu gibi burada da uykunun hiçlikle samimiyeti irdelenir ve uyku, olaylar arasında bir koridor olarak kullanılır. Odalardan karakterlere, karakterlerden zamanlara geçişler yapılır. "Çeşitli yıllara denk düşen sabit yerleri kendi içimizde bulmak daha iyidir." (s. 1043) Anlatıcı sadece yerleri değil, yaşama dair her şeyi kendi içinde bulur ve onları kendine has bir biçimde bir araya getirir. Uykuyu bu edimde bir derleyici olarak görebiliriz, uyku mühimdir. Uykuya dalmakla uyanmak arasında kişinin aynı kalması, ölümden sonra ruhun dirilişinin bir hafıza olayı olarak incelenmesi de üzerinde durulan onlarca düşünceden bazıları.

Mme de Guermantes'in kişiliği, popüler bir kadının sahip olması gereken bütün özellikleri taşıyor. Prenses edebiyat biliyor, siyaset biliyor, insan idaresini biliyor, toplumun her kesiminden insanla iletişim kurmasını biliyor, oldukça da güzel. Anlatıcıyı pek sevmediği söylense de çekim gücüne tutulan anlatıcı için ondan uzak durmak mümkün değil, kendini bir şekilde davet ettiriyor Prenses'in evine.

Birçok davette bir araya gelen birçok insanla yaşananlar bir yana, Mme de Guermantes'ın son daveti özellikle uzun tutulmuştur, anlatıcıda derin bir iz bırakan bu bölümün okurda sıkıntıdan kendi kafasına odunla vurmak gibi etkilere yol açtığı söylenmiştir ama sıkıntının bu büyük anlatıyla pek bir ilgisi yoktur, Fransız aristokrasisinin unvanları, entrikaları, çekişmeleri ve benzeri pek çok olguları anlatıcının zihninde beliren tek bir parçadır, metnin tamamını ele geçirmemiştir, metnin tamamını ele geçiren şey, detay oluşturma başarısının okurda yarattığı güvenilirlikle zenginleşen bir hatıra dizilimidir. Döngüsel bir dizilim; her şey hatırlanır, tekrar hatırlanır ve hatırlanan şey önceki biçimlerinden farklılaşır. Proust okumak -gerçekten- eşsiz bir deneyimdir, geriye kalan kitapları bütün bir seneye yayacağım sanırım, hemen bitirmek istemiyorum. Gerçi onca kişinin, olayın ve mekânın unutulmaması gerek, arayı açmamak gerek. Kısacası bu taraf, onca parçaya ayrılmış anımsayışın şimdiye kadarki en iyi bölümünü oluşturuyor. Bence.

Ek: Sonda bir tartışma sahnesi var, soylu bir adamın oldukça kibar bir şekilde yürüttüğü düşmanlığı, öfkeyi pek az yerde görmüşsünüzdür. Anlatıcının ne yapacağını bilemediği, karşısındaki beyefendinin kibar kibar hakaret ettiği kısımlarda çok eğlendim.

7 Eylül 2018 Cuma

Marcel Proust - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Formülize etme gibi bir densizlik yaparsam, Proust belirli süreleri bölümlüyor, bölümlerde yakın çevresindeki insanlar tekrar belirdiği zaman onların anlık durumlarına yer veriyor, böylece önceki bölümlerde yer alan karakterleri yavaş yavaş inşa etmeye girişiyor. Anlatıda kilit rollerde yer alan bu karakterlerin mühim eylemlerini yığmaca usulü hemen sunmuyor, bazı olayların zamanı gelince anlatılacağını söylüyor. İleriye bir işaret; Proust'un metni aklında çoktan oluşturduğunu ve yazıya dökerken okur için belirli ipuçları bıraktığını gösteriyor bu. Yeni karakterlerin anlatıya katılışı başka bir süreci tetikliyor; karakterlerin hafızadaki verilerle betimlenmesi, davranışlarının incelenmesi ve anlatıcı tarafından tahlil edilmesi gibi çok aşamalı bir anlatım tekniği kullanıyor Proust, insanın yaşamı anlamlandırmada kullandığı doğal işlemlerin metne yansımaları bunlar, müthiş bir hassaslığın ve bakma-görme kabiliyetinin sonucu.

Birinci bölüm, Mme Swann'ın Çevresinde. Anlatıcının Gilberte'i göremeyeceği, birbirlerinden uzaklaştıkları zamanlarda Norpois Markisi'nin manzaraya dahil olduğu noktadan başlıyoruz. Marki ve Profesör Cottard'ın yarattığı izlenimler anlatıcı tarafından ele alınıyor, anlatıcının babasının fikirleri de enine boyuna inceleniyor. Soyluların arasında bir genç, yazdığı metinlerin yeterince iyi olup olmadığını durmadan sorguluyor, kendine güvenmediği için huzur bulamıyor ve kendini geliştirmek için konserlere gidiyor ve gözlem yapıyor, durmadan, karakterlerin niteliklerini çocukluğunda edindiği fikirler ve anıların hatırlandığı zamanki düşünceler üzerinden ortaya koyuyor. Dönemin monarşi ve cumhuriyet yanlılarının yarattığı gerilim de kendini gösteriyor, karakterlerin bir masa etrafında oturup ettikleri sohbetlere gerginliğin izleri de karışıyor. Marki'ye özel bir önem verilmiş, kendisi cumhuriyetçi ve modern, çok kibar, hatta anlatıcının annesinin züppe bulacağı kadar kibar ama adamın doğal yapısı gereği kimse onun ayağını kesmeye çalışmıyor, beğenilen bir adam olduğu için birçok ortama davet ediliyor. Anlatıcının evi dahil. Marki edebiyattan da anladığı için, Gilberte'in acısı da taze olduğu için anlatıcımız bir metin yazıyor, duyguların şelale olduğu cinsten. Metne aktarılan duyguların kolay kolay kaybolmayacağına dair tipik bir Proust eki giriyor araya, edebiyatın zamanı dondurmasını ve yıllar sonra gerçekleşen çözülme sırasında her şeyin yeni yaşanıyormuş gibi bir duygu doğurmasını anlatıyor genç dostumuz. Bu sırada Berma nam bir sanatçının üstün performansı mevzu bahis oluyor ama anlatıcı performansı pek beğenmiyor, neden beğenmediğini kendi estetliğini merkeze alarak uzun uzun anlatıyor. Düşündüklerini Marki'ye de anlatıyor, Mme Berma'nın performansları hakkında sohbete başlıyorlar. Not almışım; bana göre çok ince bir detay: Marki konuşurken, diyaloğun orta yerinde, anlatıcının dediğine göre Marki, anlatıcının annesi konuşmanın dışında kalmasın diye ona doğru dönüp konuşmaya devam ediyor. Anlatı gayet kusursuz bir şekilde ilerlerken bir anda böylesi bir detayla karşılaşmak etkilemişti beni, hatta kendim de kullanırım diye aşırdım bunu.

Politik sohbetleri buraya almıyorum, Marki'nin Swannlara gittiğini söylediği kısımdan devam ediyorum. Anlatıcının annesiyle babasında bir irkilme, bir şaşırma, bir titreme görülüyor. Marki'nin izlenimlerini dinliyorlar, çift hakkında bildiklerini dinliyorlar, okur olarak biz de karanlıktaki bazı noktaları öğrenmiş oluyoruz, örneğin Odette'in Swann'a şantaj yaptığını öğreniyoruz, belki hamile kalması da bir katakullinin sonucudur, olabilir, Odette şeytan gibi bir kadın çünkü. Swann'ın zayıflıklarını keşfeden Odette'in bunları nasıl kendi çıkarı için kullandığı anlatılır, bir yandan anlatıcının insanın zayıflıkları konusundaki nutkunu dinleriz, üç katmanlı bir anlatı çıkar ortaya, geçişler kusursuzdur, masadaki muhabbetten Swann ailesinin evindeki davete, oradan Swann çiftinin ilişkisine, Swann'ın psikolojik tahliline ve ailesiyle olan ilişkisine bağlanırız, etkileyicidir.

Bergotte'a geliyoruz, anlatıcının en sevdiği yazara. Marki'nin okuması için anlatıcının bir metin yazdığını söylemiştim, okuma işi bittikten sonra Marki'nin hiçbir yorumda bulunmaması biraz kıllandırıcı geliyor, ki kendisinin Bergotte'u iyi bildiğini, hatta defalarca birlikte vakit geçirdiklerini öğreniyoruz. Marki, Bergotte'un parıltılı, süslü anlatımını pek sevse de zorlama ve değersiz bulduğu için anlatıcının yazdığını da beğenmez ve kendi fikirlerini söyler, ona göre gerçekliğin bir biçimde yakalanması gerekmektedir ve bunu da gerçeğin öznel ve nesnel yansımalarının dengelenmesi yoluyla sağlanacağı kesindir. Anlatıcı, buradan yola çıkarak gerçeklik-zaman ilişkisini düşünür ve zamanın yaşamlar, anılar, edebiyat ve pek çok şey üzerindeki etkisini irdeleyen bir düşünce akışına kapılır, göreliliğe yakın bir sonuca varır ve kendi yaşadığı zamanı yakalamak için yapabileceklerini düşünür.

Meseleler çok ama Proust'un ele aldığı konuların hepsini incelemek için ciddi mesai harcamak gerek, gerçekten özet geçiyorum: Gilberte'in acısının atlatıldığı kısım bir yüz sayfa kadar sürüyor. Bu bölümde Swann tarafının anlatıcıya verdiği tepkinin her bir boyutu inceleniyor, arzunun mutlulukla her zaman çakışmadığı söyleniyor, aşkın acımasız doğasının hayattan hem kopuk, hem de bir olması akıl karıştırıyor, Swann ailesinin sosyetedeki konumları başkalarınca anlatılan detaylarla da ayrıntılandırılarak sunuluyor. Bu sırada anlatıcının Bergotte'la karşılaştığı bir yemek sahnesi var, bir yazar adayının nasıl biçimlendiği ve usta olarak gördüğü insanların etkisinden nasıl kurtulduğu müthiş bir şekilde tasvir ediliyor, onca yemekli bölüm içinde bunun en iyisi olduğunu söylemek mümkün. En iyisi, çünkü kendi kendine psikanalizin sıkı bir örneği var burada. Sadece öz değerlendirme de değil konu, bir edebi eserin ortaya çıkışında kişiliğin, özgünlüğün rolü de ele alınıyor. "Eseri artık bana o kadar kaçınılmaz gelmiyordu. Bunun üzerine, acaba özgünlük, her büyük yazarın sadece kendisine ait bir krallığa hükmeden bir tanrı olduğunu gerçekten kanıtlar mı sorusu geliyordu aklıma; yoksa bütün bunların içinde biraz aldatmaca mı vardı; acaba eserler arasındaki fark, değişik kişilikler arasındaki, öze ilişkin köklü bir farkın ifadesinden ziyade, çalışmanın sonucu muydu?" (s. 559) Bergotte'un kişiliği, konuşma tarzı ve yazım üslubu bir araya geldiği zaman dalgayı çakıyor anlatıcı, adamın düşünce yapısını çözüyor ve eserlerindeki sihrin kodlarını belirleyebiliyor, böylece başka yazarlara, daha üstün yazarlara doğru yolculuğuna devam edebiliyor.

İkinci bölüm, Memleket İsimleri: Memleket. Babaanneyle çıkılan birçok yolculuğun, Balbec'te karşılaşılan, tanışılan ve belli ki ilerleyen bölümlerde tekrar tekrar ortaya çıkan yeni karakterlerin bölümü, Albertine'le yakınlaşılan, gençliğin verdiği enerjiyle her şeyin mümkün olduğunun anlatıldığı bir bölüm, kitabın esas bölümü. Çiçek açmış genç kızların tümüne aşık olan anlatıcı, aralarından birine yönlenen aşkını tahlil ederken aşkın adım adım doğuşuna şahit oluyoruz, her bir aşama üzerinde sayfalar boyunca duruyoruz ve Albertine'in uçarılığıyla eğlenip gencimizi üzmemesini umuyor, bölümü alkışlarla uğurluyoruz. Yaklaşık üç yüz sayfayı kıytırık bir paragrafa sıkıştıran bendenize de uçan tepik atarsanız makbule geçer.

Ağır ağır, araya birkaç kitap sıkıştırarak okuyacağım, bittikten sonra çok üzüleceğim çünkü. İki gitti, kaldı beş.

16 Ağustos 2018 Perşembe

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı

Bachelard'ın zaman ve mekân hakkındaki sözlerini hatırlıyorum; mekân zamanı sonsuz odacıklarında barındırır. Zaman da mekânı aynı şekilde barındırır. Anılar zamanı mekânda barındırır. Zaman, anıları mekânda diriltir. Mekân, zamanı anılarda oluşturur. Nesne, mekânın anıları sonsuz bir zamana yerleştirme çabasıdır. Mekân, nesnenin zamanın sürekli değiştirdiği anılarda var olmasıdır. Zaman, nesnenin biçimlediği anılarda mekânlaşma pratiğidir. Anı, nesneye bağlı olarak mekânın ve zamanın aynı ana yaratılmasıdır. Bu kadar üfürükten çeşitlemenin ardından madlenden bahsedebilirim, anlatıcının yediği tek bir çikolata öyle bir coşkun nehri serbest bırakır ki tat alma duyusundan kokulara, görülere, pek çok duyuya yol açılır. Proust bir sinestezik olabilir, bu konuda yazılıp çizilmiş pek çok kaynak var. Proust bir sinirbilimci de olabilir, kurduğu bağlantılara baktığımızda beynin işleyişini adeta haritalandırdığını görürüz; hatırladığı ve hatırlamadığı onca şeyin arasında, sürüklendiği anıları çözümleyebilecek bir görüye sahip. Anlatıyı bir noktada durdurup noktada hissettiklerini ve insanoğlunun bilişsel yapısının nasıl işlediğini incelemeye başlayabilir. Bu açıdan Proust'u bir yazardan çok daha fazlası olarak görmek mümkün, o aynı zamanda bir bilim adamı, andaç koruyucu ve duyarlılığının olağanüstü derecede yüksek olması sayesinde bir sihirbaz, anı sihirbazı, böylesi bir derinliğin sihirden başka bir açıklamasını düşünemiyorum. Ockham'ın Usturası ağladı, omzunu pış pışladım.

Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı dev anlatısı hakkında pek çok inceleme var, Ricœur'den Booth'a pek çok düşünür, metnin orasından girip burasından çıkarak olabildiğince detaylı bir şekilde açmışlar. Az çok neyle karşılaşacağını bilebilecek hale gelmiştir okur, metin hakkında yazılanları metni okumadan okuduysa. Eco da tez yazımıyla ilgili kitabında mevzuyla alakalı ilginç bir örnek verir, aslında okumadığı bir metin hakkında okudukları üzerinden sanki metni okumuş gibi hissetmesi, metni direkt okumaya başlayınca gelen aşinalık, okumuşluk duygusu anlaşılabilir. Peki böyle bir şey mümkün olabilir mi? Herhangi bir alıntı, birkaç tane alıntı olsun hadi, Proust'un metninin sadece belli bir duygusunu, içeriğini verebilir. Oysa birleştirilecek o kadar çok parça, bir araya gelince başka anıların belirmesine yol açan, hatta o anılara dönüşen hafıza kırıntıları var ki sanırım bu anlatı için incelemeler üzerinden edinilen fikirler yeterli olamaz, süreğen bir anlatı değil bu, okurun da ciddi bir emek sarf ederek okuması, kendisine sunulan sayısız parçayı uygun bir şekilde bir araya getirmesi gerekiyor. Yirminci yüzyılın en büyük anlatılarından biri olan bu metin için mütevazı bir çaba, hazza değecek bir uğraş. Kendi uğraşımın izlerini takip edeceğim, patikaları takip edip nereye çıktığımı anlatacağım, gevşek gevşek yorumlayacağım kısaca.

Üç bölüm, birincisi Combray. Çocukluk. Uzun zaman, geceleri erkenden yattığını söylüyor anlatıcı ve kişileri, mekânları, olayları biriktirmeye başlıyoruz. Hiçbirini kaybetmemeliyiz, sonraları anlatıyı birleştirmede çok işimize yarayacaklar. Uykuyla başladık ve uykunun anlatıcı üzerindeki etkisiyle devam ediyoruz. Sadece bir edim değil bu, yaşamı bir araya getirme konusunda ölüme benzer bir enstrüman. Uykuya dalmadan önce odadaki her şeyin teker teker kaybolması ve uyanır uyanmaz gözleri bir hiçliğe açmak, meseleler bunlar. "Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir." (s. 9) Bu çevrelenmenin sonucunda hatıralar işlenir, hatırlanmak üzere yerlerini alır. Uyanmak bir açıdan hatıraları şimdiye taşımaktır, önceki gecenin hatırası olarak orada bulunan oda... Oradadır, her şey hatırlandığı gibidir. Nesneler doğalarının dışına çıkmaz, düşüncemiz onları kerteriz alarak sabitlenir, nesnelerin karşısında kendimizi daha iyi biliriz. Nesnelerden odalara geçeriz ve yine her şey, nesneye duyulan itimat gibi sabittir. Anlatıcı, kendi bedeninden başlayarak odasını, diğer odaları, ailesini ve mahallesini yaratır, anılan her insan ve nesne müthiş bir detaycılıkla tamamen belirlenmiş, anıların oluştuğu maddeden yaratılmış olarak belirmiştir. Combray'in sokakları, bahçeleri, nesi varsa algıların elde ettiği bütün verilerle anlatılır, hatta işin metafiziksel boyutunda anlatım çok daha öteye uzanır; zamanlar aşılır, kişilerin ruh hallerine uygun duygular üretilir, biraz yorumlamaya da varılır kısaca. "Büyü" bulur anlatıcı, kendi sözüne göre. Büyü yardımıyla bütün diyalogları anımsar, geçmiş zamanın bütün duyularını tekrar canlandırır. Bir akşam yemeğini anlatır mesela, sonsuz katlı kuyunun ilk katı, nereden neyin çağrışacağını veya anımsanacağını kestirmek zor. Neyse, yemek. Yemek sırasında babanın, annenin, büyükannenin, halanın ve halanın uşağı Françoise'nın suretleri teker teker belirir. Combray'deki halanın ziyaret edildiği her yazdan bir yazdır, efendisine hizmet eden Françoise için efendinin ailesi de saygıda kusur edilmemesi gereken kişilerden oluşur. Burjuva ailesi, burjuva davetleri, burjuvazinin dibine vurulduğu bir ortam. Etiket kaideleri, diyaloglar, bir oyuna benzeyen her türlü burjuva adeti anlatıcının zihnine kazınmıştır. Çocuğumuz bütün bu adetleri bir oyun olarak gördüğünden, tabii bir de çocuk olduğundan büyük bir merakla izlemiştir olup biteni diye düşünüyorum, hatta gözümde canlandırıyorum: M. Swann evlerine geliyor, büyükannenin bu adamı sevmemesine rağmen kapı dışarı etmemesi, adama laf sokmakla yetinmesi beyefendinin eşi yüzünden. Cemiyetin kabul etmediği, hafif olduğu düşünülen bir kadınla birlikte olan Swann'da şeytan tüyü var; adam müzikten anlıyor, muhabbeti iyi, anlatıcının ailesiyle kendi ailesi eskiden beri yakınlar, ilişkileri derin. Eve girip çıkıyor bu yüzden, anlatıcıda derince bir yer ediyor ki ikinci bölüm tamamen kendisine ayrılmış durumda. Birazdan, önce inceliklerden biraz daha bahsetmeliyim. Sıçramalar bir anlatım tekniği olarak müthiş kullanılmış; odanın camından görülen yaprakların dökülme mevsiminden başka bir mevsime atlanabilir, hatta başka bir mevsimin gününü yaşadığını düşünür anlatıcı, kış yazdan bir günü ödünç almıştır mesela, bu tür imajlar her yerden fırlayabilir ve anlatıyı derinleştirebilir. Genellikle duygu yoğunluğunun arttığı anlarda kurulur bu bağlantılar; örneğin bahsettiğim bir madlen bölümü var, bir çikolatanın tadından zamanda yolculuğa çıkılıyor adeta. Bahçelerdeki çiçeklerin kokularından başka yolculuklar doğuyor, nesnelerin etkisi çok çeşitli. Annesini özleyen anlatıcının uyumadan önce ona son bir kez sarılamamasıyla beliren üzüntüden başka üzüntülere atlanır, oradan oraya zıplanır, anlatıcı bir türlü yerinde duramaz. Anlatıcı da şaşkındır, daima var olacağını zannettiği birçok şeyin zaman içinde yok olduğunu söyler, sanki her şey yitip gitmesin diye geçmişin izini sürmektedir. Kişisel inançları da bu doğrultuda biçimlenir; Keltlerin ağaçlarda barınan ruhlarına inanan anlatıcı, her bir anının kendi ruhundan bir parça taşıdığını düşünür. Ruhunun parçalarıyla nerede, hangi nesneyi anımsayarak karşılaşacağını bilemez, bu yüzden odağı her yerdedir.

Swann'ın Bir Aşkı, ikinci bölüm. Odette ve Guermantes tarafı bu bölümde ortaya çıkar. Swann ve Odette arasında yaşananlar, Swann'ın ve Odette'in dönüşümleri tam bir psikolojik çözümleme şaheseri. Muhteşem. Direkt geçiyorum, duyguların böylesi bir hassasiyetle anlatıldığı pek az şey okumuşumdur. Arthur Schnitzler belki de Proust'un çağdaşları arasında ona en çok yaklaşabilen yazardır ama yine de çok eksik; onca insanı ve olayı bir araya getirebilmek, belki yaratabilmek veya anımsayabilmek kamera niteliğine sahip bir zihin gerektiriyor.

Memleket İsimleri: İsim üçüncü bölüm. İkinci bölümü Swann'ın aşkının solmaya yüz tuttuğu sırada bitiriyorduk, Odette zaten rüzgâr nereden eserse oraya gittiği için kim bilir neredeydi, oysa burada evlendiklerini görüyoruz, hatta çocukları oluyor ve bizim anlatıcı yumurcak, Swann'ın kızına aşık oluyor ama kız da annesi gibi uçarı, çocuğun kalbini kırıyor bir güzel. Bu bir, ikincisi de Combray ve civarı derinlemesine ele alınıyor, bir de Floransa gezisi. Şehirlerin isimleri ve isimlerin uyandırdığı çağrışımlar, bir şehrin ruhuyla birleştiriliyor. Şehrin insanlarıyla, sokaklarıyla, her şeyiyle. Özellikle insanlarıyla. Prensler, prensesler, kontlar, kontesler derken kaymak takımını iyice tanıyoruz, hepsini aklımızda tutuyoruz ki unutmayalım, sonraki bölümlerde karşımıza çıkacaklar, dediğim gibi.

YKY'nin baskılarından bahsetmek gerekiyor biraz. Delta nam seriden çıkan versiyonu iki cilt, ilk ciltte ilk üç kitap, ikinci ciltte sonraki dört kitap mevcut. Tek tek de okunabilir, baskıları var sanırım. Bence tek tek okunması daha iyidir, iki sebepten: Delta versiyonunda kullanılan kağıt ince. Sarı olması gözün performansını yükseltiyor ama inceliğinden ötürü sayfanın arkasındaki yazılar da gözüküyor, bu da gündüz vakti okumayı işkenceye dönüştürebiliyor. İkincisi de punto küçük. Göz bozmaya çok müsait. Yarattığı korku da cabası; külçe halindeki paragraflarla karşılaşan okurda yılma, okumaktan vazgeçme gibi yan etkiler görülebiliyor. Delta versiyonuyla ilgili yapılan yorumlarda bu mevzuya çok denk geldim. Burada da iş okura düşüyor gerçi, bir kez o dünyaya girdikten sonra, girebildikten sonra diyeyim, punto veya kağıt vız geliyor.

Uzun süreden sonra çok büyük bir şeyi ellerimin arasında tuttuğumu hissediyorum, ara vereyim dedim de canım Genazino'nun Aşk Aptallığı'nı okumaya başladım ama çok yavan geldi. Proust, anıların ne işe yaradığını -bana, nihayet- anlatan en büyük yazar.